Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Kelimeler & Kavramlar / Fıkıh Terimi Olarak Taklit ve İttibâ

Fıkıh Terimi Olarak Taklit ve İttibâ

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

TAKLİD ( التقليد )

Kılıç takmak, bir kimsenin omuzuna kılıcın askısını yerleştirmek.

Fıkıh usulünde, bir sözü delilsiz olarak kabul etmek ya da bir kimsenin şer’i delillerden olmayan sözüyle, şer’i bir delile dayanmadan amel etmek. Dayandığı deliller bilinmeden bir müctehid veya bilginin sözüne göre amel edilmesi durumunda taklit gerçekleşmiş olur. Taklit edene mukallit denir. Fakat taklit ile ittiba karıştırılmamalıdır. İttiba, bir müctehidin ictihadını, delillerini inceleyerek benimsemedir. Hicri ikinci yüzyılın ortalarına doğru ortaya çıkan taklidin cevazı, dördüncü yüzyıldan bu yana tartışıla gelmektedir.

Teori planında taklit, ictihad konusuyla birlikte ele alınmıştır. İctihad kapısının belli bir dönemde kapandığını savunanlar taklidin vacib ve gerekli olduğunu savunurken, ictihad taraftarları, tam aksine, taklide hiçbir meşruiyet tanımamışlardır. Konuya bu iki karşıt noktadan bakanların yanısıra, konuyu kişilerin durumuna göre değerlendirme yoluna giden daha mutedil bilginler de olmuştur.

Dört mezhebten birine bağlı hukukçular taklidin caiz, hatta vacib olduğu görüşünü savunmuşlardır. Bunlar görüşlerini birçok delille desteklemeye çalışmışlardır. Bunların taklit lehine getirdikleri delillerin başlıcaları şöyle özetlenebilir:

  1. Kur’an’da, “Bilmiyorsanız, zikir ehline sorun” (en-Nahl, 16/43) buyurulur. Bu ayet, bilmeyenin bilenden sormasını gerektiren bir emirdir.
  2. Hz. Peygamber, başından yaralı birine guslün gerekli olduğunu söyleyerek ölümüne neden olanlar için, “… madem ki bilmiyorlar, bilenlere sorsalar ya! Cehaletin şifası sormaktır” buyurmuştur.
  3. Hz. Ömer, kelale meselesinde Hz. Ebu Bekr’e uymuş ve “Ona muhalefet etmekten utanırım” demiştir. Taklit caiz olmasaydı Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir’e uymazdı.
  4. Sahabe, cemaatle kılınan namazın bir bölümünü kaçırınca, önce bu bölümü kılıyor, sonra imama uyuyorlardı. Hz. Muaz ise önce imama uydu, imam selam verince, kalkıp kaçırdığı bölümü eda etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber, “Muaz size yol gösterdi, artık öyle yapın” buyurdu.
  5. Allah Teâlâ kendine, Resulune ve ulü’l-emre itaati emretmiştir, (en-Nisa, 4/59). Ulü’l-emr, yöneticiler ve bilginlerdir. Yönetici ve bilginlere itaat, verdikleri fetvayı taklitle olur.
  6. Allah Teâlâ, muhacir ve ensara iyi bir şekilde ittiba edenleri övmüş, onlardan razı olduğunu bildirmiştir (et-Tevbe, 9/100). Hz. Peygamber de, “Ashabım yıldızlar gibidir, hangisine uysanız doğru yolu bulursunuz” buyurmuştur. Bunlar taklidin tasvibi ve övülmesi anlamına gelir.
  7. Müctehid bilginler açıkça taklidin caiz olduğunu söylemişlerdir. Sözgelimi Muhammed bin el-Hasen, “Alimin daha bilgin olanı taklit olması caizdir”; İmam Şafîî de, “Bazı meselelerde Ömer’i, Osman’ı, Zeyd’i taklit ederek söylüyorum” demiştir.
  8. Allah insanları çeşitli yeteneklerde yaratmış, öğrencinin hocasını, çırağın ustasını taklidini zorunlu kılmıştır. Her insanın müctehid olmasını istemesi, O’nun bu adet ve hikmetine aykırıdır.

İçlerinde İbn Hazm, İbn Teymiye, İbnu’l-Kayyim ve Sevkanî’nin de bulunduğu bazı İslam bilginleri ise bid’at olarak niteledikleri taklidin haram olduğunu savunmuşlardır. Bunlar da görüşlerini delillerle desteklemeye, taklidi savunanların delillerini çürütmeye çalışmışlardır:

  1. Allah Teâlâ’nın mukallidleri zemmetmesi (el-Maide, 5/104; Lokman, 31/21; ez-Zuhruf, 43/22-23), Kitap ve Sünnet’in hâkim kılınmasını emretmesi ve ihtilaf çıkınca Kitap ile Sünnet’e başvurulmasını istemesi (en-Nisa, 4/59), hükmün yalnız kendisine ait olduğunu bildirmesi (el-En’am, 6/57; Yusuf, 12/40), dinde Allah ve Resulunden başkasına dayanmayı yasaklaması (et-Tevbe, 9/16), kendinden başkasının helal ve haram kılacak rab ve veli ittihaz edilmesini yasaklaması (et-Tevbe, 9/35), Kitap ve Sünnet’e davet edilen bir kimse, hangi nedenle olursa olsun, onu terk ederse, kendisine büyük bir bela isabet edeceğini bildirmesi (en-Nur, 24/63) taklidin haramlığına delalet eder.
  2. “Bilmiyorsanız, zikir ehlinden sorun” (en-Nahl, 16/43) ayetindeki “zikir” Kur’an ve hadis, onun “ehli” de bunları bilen kimselerdir. Meselesiyle ilgili ayet ve hadisi bilmeyen kimse, elbette bunları bilenlerden soracak ve nakledilen ayet ya da hadise uyacaktır. Selef, hiçbir zaman bunlar yerine bir kimsenin kişisel rey ve görüşünü sormamıştır.
  3. Başı yaralı kişiye, bu konudaki delili bilmeden fetva veren ve onun ölümüne neden olanlara Hz. Peygamber, “Allah canlarını alsın…” diye çıkışmıştır. Bu, ilimsiz fetva vermenin haram olduğuna delalet eder. Taklit ilim olmadığına göre, onunla fetva vermek de haramdır.
  4. Hz. Ömer’in kelale meselesinde Hz. Ebu Bekir’i taklit edişi birkaç şekilde açıklanabilir: Hz. Ömer bu konuda ölene kadar kesin bir kanaate varamadığına göre, burada söz konusu olan uyma, Hz. Ebu Bekir’in söyledigi “Reyimle hükmediyorum, hata edebilirim” ilkesine ait olacaktır. Yoksa Hz. Ömer, mürted esirlerin reddi; savaşla fethedilen arazinin vakfı, hilafette veliaht tayin edilmesi gibi birçok konuda Hz. Ebu Bekir’e muhalefet etmiştir.
  5. Hz. Peygamber’in Muaz’ın hareketini tasvib etmesiyle sünnet meydana gelmiş, sahabe de bu sünnete uymuştur. Kitap ve Sünnet’e uymak taklit değildir.
  6. Ulü’l-emre itaat, dinin uygulayıcıları olmaları bakımındandır. Yoksa onların kendilerine itaat emredilmemiştir.
  7. Muhacirun ile ensara uymaktan maksat, dini hayatta onların yolundan yürümektir. Onlardan hiçbiri Kitap ve Sünnet’in naslarını bir kişinin rey ve ictihadı için terketmemişlerdir. “Ashabım yıldızlar gibidir…” sözü de sağlam yollardan gelmemiştir. Sahih olduğu kabul edilirse, mukallidlerin imamlarından önce ashaba uymaları gerekir. Bundan da önce ashab gibi davranarak Kitap ve Sünnet delillerini öğrenip bunlara tabi olmaları gerekirdi.
  8. Müctehid imamların taklidi yasaklayan söz ve davranışlarını herkes bilir. Onların Kitap ve Sünnet’ten delilini bulamadıkları birkaç meselede daha alim kimselerin ictihadlarına tabi olmaları, herkes için vacib olan taklittir ve zaruret halleriyle sınırlıdır.
  9. Allah’ın insanları çeşitli yeteneklerde yarattığı, öğrenci ve çırağın hocalarını taklit etmelerinin doğal olduğu gerçektir. Ama bununla taklidin bir ilgisi yoktur. Taklit, sözü hüccet olmayan bir kimsenin sözüne delilini sormadan uymaktır. Oysa Allah, kullarının fıtratına körü körüne takliti değil, iddia sahibinden delil ve ispat isteme eğilimini yerleştirmiştir.

Konuya daha mutadil yaklaşan bazı İslam bilginleri, genel anlamda vacib ya da haram hükmünü vermek yerine, mesele ve mükellefin durumuna göre bazı şartlarla hüküm vermeyi yeğlemişlerdir. İbn Abdilba, el-Hatibu’l-Bagdadî, Ebu Same, Satıbî ve Sah Veliyullah Dehlevî gibi bilginlerin içinde bulunduğu bu grup, mükellefleri ehliyet bakımından müctehidle, müttebiler ve avam şeklinde üç bölüme ayırır. Müctehidlerin zaruret hali dışında birbirlerini taklit etmeleri caiz değildir. Müctehidlerin delillerini inceleyip bunlara göre tercih ettikleri hükümlere uyan kimseler olarak tanımlanan müttebilerin de, delile bakmaları mümkün oldukça, delile bakmadan bir kimseyi taklit etmeleri caiz değildir.

Fiili olarak delili bulmak ve anlamak imkanına sahip olmayan avam (halk), bilginleri belli şartlarda taklit edebilir. Bu şartlar şunlardır:

  1. Müctehid ve bilgini bizzat itaat ve taklite ehil olduğu için değil, tebliğ ederek buna vasıta oldukları için taklit etmeleri. Çünkü bizzat itaat, Allah ve Resulune aittir.
  2. Taklitlerinin basit ve zanni de olsa bir tercihe dayanması, bazı karine ve emarelerle taklit ettiği kimsenin en bilgin ve layık kişi olduğuna inanmaları.
  3. Taassuptan uzak bulunmaları. Taklit ettikleri bilginin yanılabileceğini kabul edip onun görüşüne uymayan sahih bir nas ile karşılaşınca, nassı değil, imamının görüşünü terkedecek bir durumda olmaları.
  4. Taklit ettikleri hususun beş vakit namaz, oruç, hac ve zekatın farz, zina ve içkinin haram olduğu gibi kesin olarak bilinmesi gereken “zarurat-ı diniye” * den olmaması.

Ahmet ÖZALP

İTTİBÂ ( الاتّباع )

Sözlükte “ardınca gitmek, uymak, itaat etmek” anlamındaki teba‘ kökünden türeyen ittibâ‘ aynı mânayı taşır (, “tbʿa” md.; , III, 196-197). Arapça’da iktidâiktifâimtisâli‘timâmi‘timâritâat kelimeleri de “uymak, tâbi olmak” anlamında kullanılır. Kur’an ve Sünnet’te sözlük anlamı çerçevesinde sıkça kullanılan ittibâ fıkıh usulünde ictihad-taklit terimleriyle bağlantılı olarak kavram haline gelmiş, fürû-i fıkıhta ise “cemaatle namaz kılarken cemaatin imama uyması ve onun yaptığı fiillerin aynısını yapması” anlamıyla terimleşmiştir.

Kur’an’da ittibâ kelimesi iki âyette geçer (el-Bakara 2/178; en-Nisâ 4/157), aynı kökten fiil kalıbında da 135 âyette zikredilir (, “tbʿa” md.). Bu âyetlerde kimlerin inanç ve amelle ilgili sözlerinin dinlenip peşlerinden gidileceği, kimlerin sözlerinin dinlenmeyeceği hususunda ayrıntılı bilgilere yer verilmiş ve bu âyetlerin çoğunda Allah ve resulüne ittibâ etmenin gereği üzerinde durulmuştur. Şöyle ki: Allah’ın rızasına (Âl-i İmrân 3/162,174; el-Mâide 5/16), Allah’ın yoluna (el-Mü’min 40/7), Allah’ın hidâyetine (el-Bakara 2/38; Tâhâ 20/123), Allah’tan indirilene / vahye (el-En‘âm 6/50; el-A‘râf 7/203), Kur’an’a (el-Bakara 2/170), âyetlere (Tâhâ 20/134), şeriata (el-Câsiye 45/18), hakka (Muhammed 47/3), zikre (Yâsîn 36/11), nura (el-A‘râf 7/157), dine (Âl-i İmrân 3/73), sırât-ı müstakîme / İslâm’a (el-En‘âm 6/153) ve Hz. Peygamber’e (el-Bakara 2/143) ittibâ emredilmiş ve övülmüştür. Buna karşılık şeytana (el-Bakara 2/168) kâfirlerin, Ehl-i kitabın, âyetleri yalanlayanların ve bilmeyenlerin hevâ ve heveslerine (el-En‘âm 6/56,150; er-Ra‘d 13/37; el-Câsiye 45/18), insanın kendi hevâsına, şehvetlerine (en-Nisâ 4/27), bâtıla, Yahudilik ve Hıristiyanlığa (el-Bakara 2/120), Allah’ı kızdıran şeylere (Muhammed 47/28), zalimlerin emirlerine (Hûd 11/59), bozguncuların yoluna (el-A‘râf 7/142), zanna (Yûnus 10/66) ve müminlerin yolundan başka yollara (en-Nisâ 4/115) uyulması nehyedilmiş ve yerilmiştir.

Hadislerde hem ittibâ kelimesi hem aynı kökten fiil ve isimler yer alır (, “tbʿa” md.). Hz. Peygamber bir hadisinde müslümanların Kur’an ve Sünnet’e tâbi oldukları sürece doğru yoldan sapmayacaklarını haber vermiştir (Muvaṭṭaʾ, “Ḳader”, 3). Resûl-i Ekrem, yabancı ülkelerin hükümdarlarına gönderdiği İslâm’a davet mektuplarının başlangıcında veya sonunda, “Selâm (kurtuluş) yalnız hidâyete tâbi olanlarındır” ibaresine yer vermiş, muhataplarından Allah’a iman etmelerini ve kendisine tâbi olmalarını istemiştir (Hamîdullah, II, 297, 315, 329, 332, 334). Allah ve resulünün emirleri olarak ülü’l-emrin ve âlimlerin emirlerine ittibâ edilmesi üzerinde önemle durulurken (Müslim, “İmâre”, 8) Allah’a isyan ve günah olarak belirlenmiş hususlarda ittibâ etmenin câiz olmadığı ifade edilmiştir (Buhârî, “Aḥkâm”, 4; Müslim, “İmâre”, 38-39). Bir hadiste, “Kim güzel bir âdet başlatırsa kendisine hem o âdetin hem de ona tâbi olup onunla amel eden kimselerin sevabı kadar sevap yazılır. Yine kötü bir âdet başlatan kimseye hem o amelin hem de kendisine tâbi olup onunla amel eden kimselerin günahı kadar günah yüklenir” buyrulmuştur (, IV, 361; bk. Müslim, “ʿİlim”, 15; Tirmizî, “ʿİlim”, 15).

Müctehidin İctihad ve Fetvasına İttibâ. Fıkıh usulü terimi olarak ittibâ “bir kimsenin başka bir kimsenin (müctehidin) dayandığı delili de bilerek görüşünü kabul edip onunla amel etmesi” şeklinde tanımlanmıştır. Delilini bildiği müctehidin ictihadıyla amel eden kişiye tâbi/müttebi, tâbi olunan kişiye de metbû/mütteba‘ denir. İttibâın mukabili, “bir kimsenin başka bir kimsenin (müctehidin) dayandığı delili bilmeden görüşünü kabul edip onunla amel etmesi” diye tanımlanan takliddir. Bu kişiye de mukallid denilir. Kişi taklitte müctehidin ictihad sonucunda ulaştığı hükmü, ittibâda ise o hükmün dayandığı delili kabul etmektedir. Bu bakımdan ittibâ ictihadla taklit arasında orta bir mertebedir. Ancak fakihlerin büyük çoğunluğu, bir kimsenin, delilini ikna edici bulduğu müctehidin görüşünün kabul etmesinin de ittibâ değil taklit olduğu görüşündedir. Tartışma, bir müctehidin diğer bir müctehidi taklit etmesinin câiz olup olmadığı yönündeki usul mülâhazalarıyla ilgilidir. 

Cemaatle Kılınan Namazda İmama İttibâ. Cemaatle kılınan namazda kendisine uyulan kişiye imam, imama uymaya iktidâ ve ittibâ, imama uyan kişiye de muktedî, müttebi ve me’mûm gibi adlar verilir. Cemaatle kılınan namazda cemaatin imama hangi hususlarda ittibâ edeceği ve bunun hükmü fıkıh mezhepleri arasında ayrıntılı biçimde ele alınmıştır. Fıkıh âlimleri Hz. Peygamber’in, “İmam ancak kendisine uyulmak için imam yapılmıştır, öyleyse o tekbir aldığı zaman siz de tekbir alın, o rükû yaptığında siz de rükû yapın, o başını kaldırdığında siz de başınızı kaldırın, o, ‘semiallahü’ dediği zaman siz, ‘rabbenâ leke’l-hamd’ deyin, o secde ettiğinde siz de secdeye gidin” hadisini (Müslim, “Ṣalât”, 77) vb. hadisleri delil göstererek cemaatle kılınan namazda muktedînin namazın farz, vâcip ve sünnetlerini yerine getirmede imama uyması gerektiğini ifade ederler. Cemaatin kıyam, rükû, sücûd gibi fiilî rükünlerde ve kavlî rükün olan iftitah tekbirinde imama ittibâ ederek bu rükünleri yerine getirmesinin farz/vâcip olduğu konusunda fıkıh âlimleri arasında herhangi bir görüş ayrılığı bulunmazken kavlî bir rükün olan kıraatte imama uyulup uyulmayacağı hususunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Hanefî fakihleri, “Bir kişiye imam olan kimsenin kıraati o kişinin kıraatidir” meâlindeki hadisi (İbn Mâce, “İḳāmetü’ṣ-ṣalât”, 13) delil göstererek Fâtiha ve sûrenin açıktan (cehrî) ve gizlice (hafî) okunduğu namazlarda kıraati sadece imamın yapacağını, imamın okumasının cemaatin okuması yerine geçeceğini, cemaatin susarak imamın kıraatini dinlemesi gerektiğini söylemişlerdir. Ancak İmam Muhammed okumanın gizli yapıldığı namazlarda cemaatin de kıraatte bulunmasını câiz görmüş, İmam Mâlik bunu güzel bir davranış olarak nitelendirmiştir. Ahmed b. Hanbel gizlice okunan namazlarda cemaatin de gizlice kıraatte bulunmasının, ayrıca kıraatin açıktan olduğu namazlarda imamı işitemeyen cemaatin de bunu yapmasının vâcip olduğu fikrindedir. İmam Şâfiî gizlice okunan namazlarda cemaatin hem Fâtiha’yı hem sûreyi okuması, açıktan okunan namazlarda ise sadece Fâtiha’yı gizlice okuması gerektiğini ifade etmiştir.

Fakihlerin ortak görüşü imam gibi cemaatin de “Sübhâneke”yi, “tekbîrât” ve “tesbîhât”ı, “Tahiyyat”, “salavât”ı ve duaları okuması gerektiği yönündedir. Cemaat imam gibi iftitah tekbirini alırken ellerini yukarı kaldırır, rükû ve secdeye giderken ve kalkarken “Allahüekber”, rükûdan kalkarken “semiallahü li-men hamideh” (tesmî‘) ve “Rabbenâ leke’l-hamd” (tahmîd) der. Ebû Hanîfe’ye göre imam tesmîi, cemaat de tahmîdi söyler. İmam Fâtiha’yı bitirdikten sonra cemaat “âmin” der. Cemaatin namazla ilgili fiilleri imamla birlikte veya onun hemen ardından yapması, rükûa ve secdeye imamdan önce gitmemesi, yine rükûdan ve secdeden başını imamdan önce kaldırmaması gerekir. Cemaat rükûda üç defa, “sübhâne rabbiye’l-azîm” ve secdede üç defa, “sübhâne rabbiye’l-a‘lâ” demeden imam başını kaldırırsa muktedî bunları tamamlamadan imama uymak için başını kaldırır. İlk oturuşta (ka‘de-i ûlâ) cemaat Tahiyyat’ı bitirmeden imam üçüncü rek‘ata kalkarsa cemaat isterse Tahiyyat’ı tamamlar, isterse imama uyarak kalkar. İmam bayram tekbirlerini, birinci oturuşu, tilâvet secdesini, sehiv secdesini ve Kunut duasını terkederse cemaat de bunları terkeder. Son oturuşta (ka‘de-i ahîre) cemaat Tahiyyat’ı bitirmeden imam selâm verirse Tahiyyat’ı tamamlar, sonra selâm verir. Eğer Tahiyyat’ı bitirmiş ve geriye salavatla dualar kalmışsa cemaat onları terkedip imamla beraber selâm verir. Ancak Şâfiî ve Hanbelî mezhebinde salavatın okunması vâcip olduğundan cemaat onları da okuduktan sonra selâm verir.

Namazın aslında bulunmayan bir hususta cemaat imama uymaz. Meselâ imam namazda fazladan bir secde yapsa veya son oturuşta selâm verecek yerde sehven kalksa bu durumlarda cemaat imama uymaz ve imamı uyarmak üzere “sübhânallah” der. Eğer imam kalktığı rek‘atın fazladan olduğunu secdeye varmadan önce farkedip oturursa cemaat onunla birlikte selâm verir ve sehiv secdesi yapar. Şayet imam bu fazla rek‘atı secde ile tamamlarsa cemaat artık onu beklemeyip yalnızca selâm verir. Eğer imam son oturuşu unutarak fazla bir rek‘ata kalkarsa cemaat bekleyip yine imamı uyarmak üzere “sübhânallah” der. İmam yaptığı hatayı anlayarak hemen geri dönüp oturursa birlikte selâm verip sehiv secdesi yaparlar. Şayet imam bu fazla rek‘atı secde ile tamamlarsa farz olan son oturuş terkedildiğinden hem imamın hem de cemaatin namazı bozulur. Cemaat son oturuşta Tahiyyat’ı okuduktan sonra imamın selâmını beklemeden selâm verebilir, ancak imamdan önce selâm verilmesi mekruhtur. Cemaatle kılınan namaz esnasında imam abdestinin bozulması veya hastalanması gibi bir durumda çekilip yerine cemaatten birini geçirir. İmamın yerine geçen kişi namaza kalınan yerden devam eder. Hanefî mezhebine göre cemaatin namazının sahih olması imamın namazının sahih olmasına bağlıdır. Buna göre meselâ imam unutarak namazı abdestsiz olarak kıldırdıysa cemaatin de namazı geçersiz olur. Dolayısıyla cemaatin de bu durumu öğrenmesi halinde imam gibi namazını yeniden kılar.

BİBLİYOGRAFYA

, III, 196-197.

, IV, 361; V, 278, 357.

Dârimî, “Siyer”, 76.

Müslim, “İmâre”, 53.

İbn Mâce, “Fiten”, 8.

, I, 96-97.

Gazzâlî, el-Müstaṣfâ, Bulak 1324, II, 384-389.

, I, 145, 207.

, I, 161-167.

İbn Kudâme, el-Muġnî, Kahire, ts. (Mektebetü’l-Cumhûriyyeti’l-Arabiyye), I, 562-565.

Seyfeddin el-Âmidî, el-İḥkâm fî uṣûli’l-aḥkâm, Kahire 1332, I, 246; IV, 278.

Osman b. Ali ez-Zeylaî, Tebyînü’l-ḥaḳāʾiḳ, Kahire 1315, I, 115, 119, 131.

, I, 9-10, 47-48; II, 187-190.

, I, 238-240.

, I, 255-258.

, II, 11-12.

Mehmed Zihni Efendi, Ni‘met-i İslâm, İstanbul 1313, II, 237-240.

Hayreddin Karaman, İslâm Hukukunda İctihad, Ankara 1975, s. 205, 216.

M. Tâhir İbn Âşûr, et-Taḥrîr ve’t-tenvîr, Tunus 1984, I, 628; II, 142; III, 161; VI, 218; VII, 242, 423-424; IX, 138.

Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, İstanbul 1986, s. 134-135.

, II, 297, 315, 329, 332, 334.

“İttibâʿ”, , I, 195-197.

“İḳtidâʾ”, a.e., VI, 18-38.

“İttibâʿ”, , II, 96-107.

FAHRETTİN ATAR (DİA)

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Hisbe, İhtisab – Hisbe Teşkilâtı ve Muhtesib

Hisbe ( الحسبة ) Arapça’da “hesap etmek, saymak; yeterli olmak” anlamlarındaki hasb (hisâb) kökünden türeyen ihtisâb …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Kavmiyetçilik Hakkında İslâm Âlimlerinin Görüşleri

Kavmiyetçilik Hakkında İslâm Âlimlerinin Görüşleri Mehmed KIRKINCI (rha) Bütün İslâm Âlimleri, ırkçılık fikrini Kitap ve …

Kapat