Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Kelimeler & Kavramlar / Firaset nedir? Feraset sahibi olmanın yolları

Firaset nedir? Feraset sahibi olmanın yolları

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

FİRÂSET SAHİBİ OLMANIN ŞARTLARI

Nasıl ki Güneş, ısı ve ışığından istifâde etmek isteyenlerden ricâ ve yalvarma beklemezse, firâset sahibi müʼminler de kendilerinden beklenenleri, söylenmesine gerek kalmadan yerine getirmelidirler…

Hizmet eden kişi, hizmetine devam ettiği müddetçe mânen de terakkî etmelidir. Gönlünü Rabbine lâyık-ı vechile verip ihlâs, edeb ve tevâzu üzere kulluk vazifesini kemâliyle yapmaya gayret etmelidir. Hizmet ehli, rûhen inkişâf ve terakkî edemezse, yaptığı hizmetler ekseriyetle tersine tahakkuk eder. Böyle olunca yapılması îcâb edeni yapmaz, yapılmaması îcâb edeni yapar.

Çünkü firâset sâhibi olamamıştır. İş böyle cereyân edince de hizmetten semere alınamaz ve yorgunluktan başka bir şey elde edilmez. Çünkü niyeti zayıf olduğu için -her ne kadar kendini kusursuz görse de- Cenâb-ı Hakk’ın nusretinden mahrum kalır. Bu bakımdan ilâhî muhabbet ve nusrete nâil olabilmek için, gönüllerimizin takvâ duygusu ile olgunlaşmasına ehemmiyet vermemiz îcâb eder.

Makbul bir hizmet sunabilmek, firâset sâhibi olup Allâh’ın nusretine nâiliyetle mümkündür. Bu da Allâh’ın sevdiği bir kul olabilmeye bağlıdır. Bunun yolu ise hadîs-i kudsîde şöyle beyân edilmiştir:

“…Kulum, kendisine emrettiğim farzlardan daha sevimli herhangi bir şeyle Bana yakınlık sağlayamaz.(Farzlara ilâveten işlediği)nâfile ibâdetlerle de yaklaşmaya devam eder; nihâyet onu severim. Kulumu sevince de Ben (âdetâ) onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden ne isterse, mutlaka veririm. Bana sığınırsa, onu korurum.” (Buhârî, Rikâk, 38)

FİRÂSET SAHİBİ OLMANIN ŞARTLARI

Kalbin zindeliğini muhâfaza edip mânen terakkî etmek, nazargâh-ı ilâhî olan gönlün selîm hâle gelmesine bağlıdır. Bu ise, şu esaslara riâyetle sağlanabilir:

  1. Rızkın helâl olmasına dikkat etmek.
  2. Kul ve mahlûkât hakkına riâyet etmek.
  3. Sürekli istiğfar ve duâ hâlinde bulunmak.
  4. Kur’ân-ı Kerîm okumak ve ahkâmına tâbî olmak.
  5. İbâdetleri huşû ile edâ etmek.
  6. Geceleri ihyâ etmek. (Gecelerimiz ne kadar aydınlık olursa, o, gündüzümüze de in’ikâs eder. Seherler, en kıymetli onlardır. O vakitleri ziyân etmek, acı bir mahrûmiyettir.) 
  7. Zikrullâh ve murâkabeye devam etmek. 
  8. Ölümü tefekkür etmek. 
  9. Sâlih ve sâdıklarla beraber olup, fâsık ve fâcirlerden uzak durmak. 
  10. İlmiyle amel eden âlim ve âriflerin sohbetlerine devâm etmek. 
  11. İnfak ehli olmak. 

Hâsılı insanı eğitip onu yetiştirecek eğitimci, hocaefendi, öğretmen gibi hizmet insanlarının önce kendi gönüllerini bir dergâh hâline getirmeleri zarûrîdir. Gönül âlemi bir dergâh hâline gelmemiş kimselerin bina duvarlarından farkı yoktur. Ki bunlar, bir müddet sonra yıkılır ve yok olurlar. Ancak gönüllerini insanlara açarak onları kucaklayanlar, Hazret-i Mevlânâ ve Yûnus Emre Hazretleri gibi kıyâmete kadar yaşarlar ve mekteplerindeki ezel ve ebed dersleri de kesintisiz devam eder.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Hizmet ve Âdâbı, Erkam Yayınları.


 Konuyla ilgili bir makale:

FİRÂSET

الفراسة

İnsanların, diğer varlık ve olayların iç yüzünü keşfetme, gelecek hakkında doğru tahminlerde bulunma melekesi anlamında bir terim ve bu konuyu ele alan ilim dalı.

Sözlükte “keşfetme, sezme, ileri görüşlülük” gibi mânalara gelen firâset kelimesi dar anlamda, bir kimsenin dış görünüşüne bakarak onun ahlâk ve karakteri hakkında tahminde bulunmayı ifade eder (Râgıb el-İsfahânî, s. 186). Daha geniş anlamda ise akıl ve duyu organlarıyla bilinemeyen, ancak sezgi gücüyle ulaşılan bütün bilgi alanlarını kapsar.

Kaynaklarda hikemî ve tabii, riyâzî, ilâhî olmak üzere üç firâset türünden söz edilir. Hikemî ve tabii firâset anlayışı İslâm dünyasına İslâm öncesi kültürlerden geçmiştir. Aristo’ya mal edilerek Yuhannâ b. Bıtrîk tarafından Arapça’ya tercüme edilen Kitâbü’s-Siyâse fî tedbîri’r-riyâse (Sırrü’l-esrâr) adlı apokrif eser İslâm toplumundaki bu tür firâset anlayışını geniş ölçüde etkilemiştir. Rivayete göre Aristo bu eserde öğrencisi İskender’e öğütler vermiş, ona savaşta hangi tarafın galip geleceğini veya mağlûp olacağını önceden tahmin etmenin ve böylece dünyaya hâkim olmanın yollarını ve savaş tekniğini öğretmiştir. Bundan dolayı müslüman hükümdarlar bu tür eserlere ilgi duymuşlardır. Filozof Kindî Kitâbü’l-Firâse adıyla bir risâle kaleme almış, Ebû Bekir er-Râzî de tıpla ilgili Kitâbü’l-Manśûri’nin ikinci makalesini bu konuya ayırmıştır. Fahreddin er-Râzî’nin Kitâbü’l-Firâse’si de bu anlayışla yazılan bir eserdir. Bu çalışmalar sonucunda İslâm dünyasında firâset konusu çeşitli dalları olan kapsamlı bir ilim haline gelmiştir.

Firâseti (physiognomy, cardiognosy) bir ilim olarak temellendirmeye çalışanlara göre bir kimsenin fizikî yapısına yani boyuna, rengine, çeşitli organlarının yapısına, el ve yüz hatlarına bakarak onun ahlâk ve karakterini teşhis etmek mümkündür. Bundan dolayı ilk ve orta çağlarda hükümdarlar, kendilerine görev verecekleri kimselerin seçiminde bu ilmin verilerinden faydalanmak istemişlerdir.

Taşköprizâde’ye göre “ilmü’l-kıyâfe” adıyla da anılan firâset ilminden doğan diğer ilimler şunlardır: İlmü’ş-şâmât ve’l-hayalân (insandaki ben vb. şeylere bakıp onun iç dünyasını keşfetmek), ilmü’l-kef veya ilmü’l-esârîr (kişinin el, ayak ve yüz hatlarına bakıp huyunu ve şahsiyetini anlamak), ilmü’l-ektâf (keçi ve koyunun kürek kemiğine bakıp savaş, barış, kıtlık ve bolluk konusunda bir sonuç çıkarmak), ilmü’l-irâfe (şu anda meydana gelen bazı olaylardan hareketle gelecekteki olaylar hakkında akıl yürütmek), ilmü’l-ihtilâc (organlarda görülen seyirme, çarpıntı vb. durumlardan ileride meydana gelecek olaylara dair sonuç çıkarmak), ilmü’l- ihtidâ bi’l-berâri ve’l-akfâr (sahra ve çöllerde yön tayin etmek), ilmü istinbâti’l-maâdin (madenlerin yerlerini belirlemek), ilmü’r-riyâfe (toprağın nemine, üzerindeki bitkilere ve orada barınan canlılara bakarak yeraltı sularını bulmak), ilmü nüzûli’l-gays (yağmurun yağıp yağmayacağını tahmin etmek), ilmü kıyâfeti’l-eser (iz sürmek), ilmü kıyâfeti’l-beşer (insanların organlarına ve bunlar arasındaki ilişki ve oranlara bakıp kişilerin ruh yapılarını teşhis etmek, iki kişi arasındaki benzerliği dikkate alıp aralarında nesep bağı bulunup bulunmadığını belirlemek).

Araplar’ın İslâm’dan önce ilmü kıyâ-feti’l-eser ve ilmü kıyâfeti’l-beşer alanında son derece uzmanlaştıkları, hatta yerdeki ize bakıp sahibinin yaşı, cinsiyeti, evli olup olmadığı hakkında doğru tahminlerde bulundukları bilinmektedir. Meselâ Benî Müdlic, Benî Leheb ve Nizâr oğulları firâsetteki isabetli tahminleriyle tanınmışlardır. İslâm’dan sonra ise İyâs b. Muâviye, İmam Şâfiî, Ahmed b. Tolun ve Halife Mu’tez bu alanda meşhur olmuşlardır. Hz. Peygamber’in, Medine’ye hicret ederken bir iz sürücünün rehberliğinden faydalandığı ve diğer bir iz sürücünün Üsâme’nin Zeyd’in oğlu olduğunu tesbit etmesinden memnun olduğu rivayet edilir (Buhârî, “Ferâǿiz”, 31; Müslim, “RađâǾ”, 40).

Genellikle keskin bir zekâ ve üstün sezgi gücüne sahip olan kişilerin sıkı bir perhiz ve çile sonucu ruhî ve fikrî yönlerini güçlendirerek firâset sahibi olmaları mümkündür. Başka bir ifadeyle madde âleminden ve bedenî nazlardan soyutlanan insan herhangi bir kişi veya olay hakkında isabetli tahminler yapabilir. “Riyazî firâset” denilen bu tür firâset müslümanlarda olduğu gibi gayri müslimlerde de bulunabilir (İbn Kayyim el-Cevziyye, II, 507).

Allah’ın, kalbine attığı bir nur ile kulun hakkı bâtıldan, doğruyu yanlıştan, faydalıyı zararlıdan ayırmasına ve muhataplarının karakterlerini teşhis etmesine “ilâhî firâset” adı verilmiştir. “Müminin fırâsetinden sakınınız, zira o Allah’ın nuru ile bakar” (Tirmizî, “Tefsir”, 16) meâlindeki hadiste bu tür firâsete işaret edilmiştir. Bu nevi firâsetin pratiği zâhir âlimlerinde de görülmekle birlikte daha çok sûfîler arasında yaygındır. Kaynaklarda İmam Şâfiî’nin firâset sahibi olduğu, hatta İslâm dünyasında firâsete dair ilk eseri onun yazdığı kaydedilerek firâsetlerinden, firâsete esas aldığı kurallardan örnekler verilir (Abdülkerîm Zehûr Adî, LVIII/2, s. 343-363). İbn Kayyim el-Cevziyye de Takıyyüddin İbn Teymiyye’nin firâsetini gösteren bazı olaylardan bahseder (Medâricü’s-sâlikîn, II, 510).

Firâset konusuyla daha çok ilgilenen sûfîler bu terimi “ilham” anlamında kullanmışlar ve bazı hallerde onu gaybı bilmenin bir aracı olarak görmüşlerdir. Seyyid Şerif el-Cürcânî, firâsetin “kesin bilginin keşif yoluyla elde edilmesi, gaybın görülmesi” anlamına geldiğini belirtirken terimin bu mânasına işaret etmiştir (et-TaǾrîfât, “firâse” md.). Sûfîlere göre firâset sahibi müminin Allah’ın nuruyla bakması Allah’ın o kulun gören gözü olması anlamına gelir (Kuşeyrî, s. 480, 504). Böyle bir insan muhatabı hakkında isabetli teşhis koyar, onu her yönüyle tanır, aklından geçeni ve kalbinde gizlediği hususları bilir. Tasavvufta velîlerin firâsetinin hiç şaşmadığına veya hata payının çok az olduğuna inanılır. Aslında ilhamdan ibaret olan firâseti keramet gibi Allah’ın sevdiği kuluna bir lutfu olarak görmek gerekir. Velîlerin hayat hikâyelerini anlatan Sülemî ve Ferîdüddin Attâr gibi mutasavvıf yazarlar, bir velînin büyüklüğünü ifade ederken onun firâset sahibi olduğuna işaret etmeyi ihmal etmezler (meselâ bk. Sülemî, s. 126, 156; Herevî, Ŧabaķāt, s. 157, 242, 372, 471, 521; Attâr, s. 785). Rivayete göre keskin firâset sahibi olduğu söylenen Şah Şüçâ’-ı Kirmânî tahminlerinde kolay kolay yanılmazdı. Ahmed b. Âsım el-Antâkî sıdk ehlinin kalp casusu olduğunu söylerdi (Kuşeyrî, s. 483, 485). Cüneyd-i Bağdâdî’nin de müslüman kılığındaki bir gencin yahudi olduğunu ve yakında ihtidâ edeceğini ilk bakışta firâsetiyle tesbit ettiği söylenir (a.g.e., s. 493).

Müfessirlerin çoğu gibi sûfiler de bir âyette geçen “mütevessimîn” (el-Hicr 15/ 75) kelimesini firâset sahipleri şeklinde anlamışlar, ayrıca; “Sen onları simalarından tanırsın” (el-Bakara 2/273) ve, “Andolsun ki sen onları -münafıkları- konuşma tarzlarından da tanırsın” (Muhammed 47/30) meâlindeki âyetlerde de firâsetin kastedildiğini söylemişlerdir (Râgıb el-İsfahânî, s. 186). Allah tarafından insana üflenen ruhun (el-Hicr 15/29; es-Secde 32/9; Sâd 38/72) firâsetin kaynağı olduğuna işaret eden sûfîler, Hz. Ömer’in bazı âyetlerin getirdiği hükümleri bu âyetler inmeden evvel bilmesini, Hz. Osman’ın yanına gelen bir kişinin gelmeden önce nâmahreme baktığını anlaması üzerine onun, “Hz. Peygamber vefat ettikten sonra vahiy ile mi karşılaşıyorum!” diye hayret etmesini ve Hz. Osman’ın, “Bu vahiy değil firâsettir” demesini (İbnü’l-Arabî, II, 311) firâsetin mümkün ve meşru olduğuna delil saymışlardır.

Yine sûfîlere göre nefsin bayağı arzularına karşı koymak, haram ve şüpheli şeylerden kaçınmak, Hz. Peygamberin sünnetini bir hayat tarzı olarak benimseyip ona göre yaşamak insanın firâset sahibi olmasını sağlar. Dolayısıyla bu tür bir hayat yaşamayanların firâseti makbul sayılmamıştır (Kuşeyrî, s. 483). Yûsuf b. Hüseyin er-Râzî’ye göre firâset gerçek bir olgudur ve mümine ait bir özelliktir. Bununla beraber bir kimsenin, firâsetteki doğruları ne kadar çok ve yanlışları ne kadar az olursa olsun firâset sahibi olduğunu iddia etmeye hakkı yoktur (Serrâc, s. 294). Ebû Hafs en-Nîsâbûrî’ye göre hiç kimse firâset sahibi olduğunu iddia etmemelidir. Zira, “Müminin firâsetinden sakınınız” hadisi başkasının firâsetini dikkate alarak ondan sakınmayı da gerektirir (Kuşeyrî, s. 485).

 

BİBLİYOGRAFYA:

 

et-TaǾrîfât, “firâse” md.; Tehânevî, Keşşâf, “firâse” md.; Buhârî, “Ferâǿiż”, 31; Müslim, “RađâǾ”, 40; Aristo [?], Kitâbü’s-Siyâse fî tedbîri’r-riyâse (Abdurrahman Bedevi, el-Uśûlü’l-Yûnâniyye li’n-nažarâti’s-siyâsiyye fi’l-İslâm içinde), Kahire 1954, s. 65-174; a.e., Türkçe tercümesi Keşfü’l-estâr ve sırrü’l-esrâr, İÜ Ktp., TY, nr. 1687, 2749; Kitâbü’l-Ġālib ve’l-maġlûb, Süleymaniye Ktp., Ayasofya, nr. 2432, 2875; Kindî, Kitâbü’l-Firâse, Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Hüseyin Çelebi, nr. 33; Hakîm et-Tirmizî, Ħatmü’l-evliyâǿ, s. 356, 392; Mes’ûdî, Mürûcü’ź-źeheb (Meynard), II, 165-171; Serrâc, el-LümaǾ, s. 294, 298; Kelâbâzî, et-TaǾarruf, s. 151; İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist (Şüveymî), s. 314; Sülemî, Ŧabaķāt, s. 126, 156; Kuşeyrî, er-Risâle, s. 480-494, 504; Herevî, Menâzil, s. 31; a.mlf., Ŧabaķāt, s. 157, 242, 372, 471, 521; Râgıb el-İsfahânî, eź-ŹerîǾa ilâ mekârimi’ş-şerîǾa (nşr. Ebü’l-Yezîd el-Acemî), Kahire 1405/1985, s. 186-190; Attâr, Teźkiretü’l-evliyaǿ, s. 785; Baklî, Şerĥ-i Śaŧĥiyyât, s. 207, 326, 634; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîĥü’’l-ġayb, XIX, 203; a.mlf., Kitâbü’l-Firâse (nşr. Yûsuf Murâd), Paris 1939; İbnü’l-Arabî, el-Fütûĥât, Kahire 1293, II, 31, 311-319; a.mlf., Tedbîrât-ı İlâhiyye (trc. Ahmed Avni Konuk), İstanbul 1992, s. 215-241; Necmeddîn-i Dâye, Mirśâdü’l-Ǿibâd (nşr. M. Emîn Kiyâh), Tahran 1365 hş., s. 57; İbn Ebû Usaybia, ǾUyûnü’l-enbâǿ, Kahire 1299, I, 69; İbn Kayyim el-Cevziyye, Medâricü’s-sâlikîn, Kahire 1403/1983, II, 503-516; İbnü’l-Hatîb, Ravżatü’t-taǾrîf (nşr. M. İbrâhim el-Kettânî), Beyrut 1400/1980, I, 315; II, 479; İbn Haldûn, Muķaddime, I, 423; İbşîhî, el-Müsteŧraf, II, 191-192; Ankaravî, Minhâcü’l-fukarâ, Bulak 1256, s. 215; Taşköprizâde, Miftâĥu’s-saǾâde, I, 333-335; a.mlf., Mevzûâtü’l-ulûm, I, 358; İbrâhim Hakkı Erzurûmî, Mârifetnâme, İstanbul 1310, s. 210; Zebîdî, İtĥâfü’s-sâde, VI, 544-545; Sıddık Hasan Han, Ebcedü’l-‘ulûm, Dımaşk 1978, II, 379, 385, 396, 436; Âlûsî, Rûĥu’l-me’ânî, XIV, 74; Mahmûd Şükrî el-Âlûsî, Bulûġu’l-ereb, Kahire, ts. (Dârü’l-Kütübi’l-hadîse), I, 263; Schimmel, Mystical Dimensions of Islam, s. 193, 205; el-MuǾcemü’ś-śûfî, s. 880; Yûsuf Murâd, el-Firâse Ǿinde’l-Arab ve Kitâbü’l-Firâse li-Faħriddîn er-Râzî (trc. Murâd Vehbe), Kahire 1982; Mahmut Kaya, İslâm Kaynakları Işığında Aristoteles ve Felsefesi, İstanbul 1983, s. 294-299; İhsan Hakkî, İlmü’l-firâse, Beyrut 1403/1983; İbrâhim Muhammed el-Fahhâm, “el-Firâse ve’l-ķıyâfe Ǿinde’l-‘Arab”, Fayśal, LXXI, Riyad 1983, s. 119-123; Abdülkerîm Zehûr Adî, “el-Firâse Ǿinde’l-ǾArab”, MMLADm., LVII/4 (1982), s. 707-728; LVIII/2 (1983), s. 343-363; D. B. Macdonald, “Firâset”, İA, IV, 640; T. Fahd, “Firāsa”, EI² (İng.), 916-917; a.mlf., “al-Kaff”, a.e., IV, 405-406.

 Süleyman ULUDAĞ TDV İslâm Ans.


 0

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Hisbe, İhtisab – Hisbe Teşkilâtı ve Muhtesib

Hisbe ( الحسبة ) Arapça’da “hesap etmek, saymak; yeterli olmak” anlamlarındaki hasb (hisâb) kökünden türeyen ihtisâb …

Önceki yazıyı okuyun:
Fazileti nerede aramalı? / Kenan Demirtaş

Fazileti nerede aramalı? Âlimler, fazilete her insanın sahip olabilme imkânının olduğuna ve fazileti insan yapısına …

Kapat