Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Makaleler / GAZZÂLÎ’NİN DÜŞÜNCESİNE GÖRE İYİ VE GÜZEL YA DA AHLÂK VE SANAT / Prof. Dr. Mustafa ÇAĞRICI

GAZZÂLÎ’NİN DÜŞÜNCESİNE GÖRE İYİ VE GÜZEL YA DA AHLÂK VE SANAT / Prof. Dr. Mustafa ÇAĞRICI

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

GAZZÂLÎ’NİN DÜŞÜNCESİNE GÖRE İYİ VE GÜZEL YA DA AHLÂK VE SANAT/ Prof. Dr. Mustafa ÇAĞRICI*

Bu yazıda, uzun yıllardan beri okumaya ve anlamaya çalıştığım bir müslüman düşünürün, Gazzâlî’nin sevgi, güzellik ve ahlâk ile bunların metafizik bağlantıları üzerine düşüncelerini özetleyerek ve basitleştirerek arzetmeye, sonra da bu düşüncelerin bugün için ne ifade ettiğini birkaç kelimeyle sunmaya çalışacağım. Neden Gazzâlî? Çünkü, benim inceleyebildiğim kadarıyla, özellikle birer sevgi nesnesi olarak güzellik ve ahlâk kavramları, bunlar arasındaki ilişki hakkında sistemli bir görüş ortaya koymaya çalışan ilk ve tek klasik İslâm düşünürü Gazzâlî’dir. İslâm dünyasının en büyük ahlâk düşünürü sayılan Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn isimli değerli eserinin muhtelif yerlerinde, özellikle de -kendi deyimiyle- “Sevginin hakikati”ni incelediği bölümde, sevgi konusunu ontolojik, estetik, dinî ve ahlâkî boyutlarıyla ele almakta bu çerçevede İslâm sanatının ve ahlâkının nihai gayesini ortaya koymaktadır.

Gazzâlî, öncelikle sevgiyi idrak ve bilgi şartına bağlamaktadır. Her lezzet veren sevilir; bu tabii bir durumdur. Ruhun sevgi şeklindeki bu ilgisi daha güçlü bir düzeye ulaşınca aşk halini alır. İdraklerin ve idrak edilenlerin çeşitliliğine göre lezzetlerin de çeşitleri vardır: Meselâ gözün lezzeti güzel nesneleri, suretleri görmekte; kulağın lezzeti hoş ve ölçülü nağmeleri dinlemektedir… Akıl veya kalbin soyut anlamlardan, bilgilerden, yüce ilâhî hakikatlerden aldığı lezzetler de vardır. Şu halde bütün soyut ve manevi bilgi konularının en yücesi olan Allah’ı sevmek de mümkün olup, bunu sadece, duyu algılarını aşamayacak kadar idrakleri sınırlı kalmış olan, dolayısıyla insanlık derecesinin altında kalmış bulunanlar inkâr edebilir.

Bu temel bilgilerden sonra Gazzâlî, sevgi, güzellik ve iyilik kavramları arasındaki ilişkiyi, en yüzeyselinden en derinlikli olanlarına kadar, daha ileri seviyede ve ayrıntılı olarak incelemeye girişmektedir. Buna göre, her canlı gibi insan için de ilk sevilen şey kendisi, kendi varlığıdır. Bu, ilâhî bir kanun olup, insan tabiatının gereğidir. İkinci olarak insan, kendisine iyilik edeni sever. Fakat birincisi gibi bu da ben merkezlidir. Sevginin üçüncü şekline gelince, bu, insanın bir şeyi zatından dolayı sevmesidir. Gazzâlî şu uyarıda bulunuyor: “Zannetmeyesin ki, güzel suretlere duyulan ilgi ve sevginin sebebi, biyolojik haz arayışını tatmin etmektir… Güzel suretlere duyulan sevginin sebebi güzelliğin kendisidir.” Onun örneğiyle şırıl şırıl akan suyu, yemyeşil bitkileri ya da başka bir güzel objeyi, bunlardan yararlandığımız için değil, sırf güzelliğini hissetmek suretiyle lezzet duyduğumuz için severiz. Güzellik gibi ahlâkî anlamda iyilik de özü gereği sevilir. Nitekim selim insan tabiatı, kendisiyle ilgisi olmasa bile, insanlara iyilik edeni sever. Hiç tanımadığı böyle bir insandan bahsedilse, içinde ona karşı bir ilgi ve sevgi hisseder. Nihayet sevginin bir sebebi de seven ile sevilen arasında bulunan manevî uyum, benzeşmedir. Nitekim çok zaman iki insan, -aralarında yukarıda söylenenlere benzer bir ilişkisi söz konusu olmaksızın- Hz. Peygamber’in de buyurduğu gibi, sırf ruhlarının uyuşmasından dolayı da birbirlerini severler.

Gazzâlî bu münasebetle güzellik ve iyilik kavramlarının mahiyet ve kapsamını biraz daha yakından inceliyor. Buna göre duyu ve hayal sınırları içinde hapsolup kalanlar, güzelliği dış yaratılış, form ve renk uyumundan ibaret sanırlar ve görülemeyen, hayal edilemeyen, form ve renk olarak algılanamayan bir şeyin güzelliğinin de tasavvur edilemeyeceğini zannederler. Bu kesin bir yanılgıdır. Çünkü güzellik ve iyilik bu söylenenlerle sınırlı değildir. Aslında güzellik ve iyilik, bir şeyin kendisine layık ve kendisi için mümkün olan yetkinliğe sahip olmasıyla ilgilidir ve onunla orantılıdır. Kendi yetkinliğini mümkün olan en ileri derecede kazanmış bulunan bir şey, güzelliğin yahut iyiliğin de en ileri derecesine sahip demektir. Böylece insanın yetkinlik kazanmasının vazgeçilmez şartlarından olan güzellik ile iyilik, dolayısıyla estetik ile ahlâk arasında kesin bir ilişki bulunmaktadır.

Bilindiği gibi uzmanlar, gerek İslâm sanatlarının gerekse İslâm ahlâkının kesretten vahdete doğru bir yükseliş çizgisi izlediğini, dolayısıyla tevhidci olduğunu ifade ederler ve bu doğru bir tesbittir. Kur’an’da resim yasağıyla ilgili bir hüküm bulunmadığı, bu husustaki bazı hadisler ise ya sahih olmadığı veya putperestlik endişesiyle sınırlı olduğu halde, İslâm dünyasında resim, heykel gibi sanatların ilgi görmemesinin temelinde de belirtilen tevhidci anlayışın bulunduğu ifade edilir. Bu durum değerler için de böyledir. Yani İslâm tefekküründe bütün değerler en yüce değer olan ilâhî güzellik ve iyilikte buluşur. Kesretten vahdete doğru olan bu seyrin en sistematik açıklamalarını Gazzâlî’de bulduğumuzu rahatlıkla söyleyebilirim. Gazzâlî, yukarıda sunmaya çalıştığım görüşlerinin ardından “Sevilmeye layık olan yegâne varlığın Allah olduğunun beyanı” şeklinde bir başlık açmakta ve “Her kim ki, Allah’tan başka bir şeyi Allah ile ilişkisiz seviyorsa, bu, o kişinin mârifetullah hakkındaki cehaletinden ve eksikliğinden dolayıdır” diyerek söze başlamaktadır. Zira basiret sahiplerine göre hakikatte Allah’tan başka sevilen, O’ndan başka sevgiye layık olan hiçbir şey yoktur. Peygamber de dahil olmak üzere bütün sevdiklerimizi yalnız Allah’tan dolayı seversek, ancak bu şartla sevgi anlamlı hale gelir.

Düşünürümüz, yukarıda özet halinde sunduğumuz sevgi çeşitlerini tek tek inceleyerek her birinin Allah ile ilişkisini göstermektedir. Buna göre:

1. İnsanın, kendisini ve kendi varlığının devamını sağlayan şeyleri sevmesi üzerinde iyice düşünülürse bu sevgi insanı Allah’a götürür. Çünkü insanın kendi varlığı, varlığının devamı ve yetkinliği, kendisinden veya başka herhangi bir varlıktan değil, sadece Allah’tandır; yani O’nun lutfu, inayeti ve himayesiyledir. Öyleyse insan öncelikle Allah’ı sevmeli ve kendisini Allah ile ilişkisi dolayısıyla sevmelidir. Her kim bu ulvî sevgiden yoksun kalmışsa bunun sebebi o kişinin, kendisini kendi nefsiyle ve bedensel hazlarıyla sınırlaması, böylece hayvanlar düzeyinde kalmaya rıza göstermesidir.

2. İnsanın başkalarından gördüğü iyilikler, aldığı yardımlar da aslında Allah’tandır. Herkes Allah’tan aldığını veriyor. Şu halde bu yönden de sevilmesi gereken Allah’tır.

3. Allah, bütün iyiliklerin, bütün güzelliklerin kaynağıdır; iyiyi iyi, güzeli güzel yapan O’dur. Şu halde iyiyi ve güzeli çıkarsız sevmek de bizi O’nu sevmeye götürür (Bizim kültürümüzdeki mecazî aşk – hakiki aşk ayırımı bu temele dayanır.)

Gazzâlî’nin altını çizdiği çok önemli bir noktayı da belirtmeliyim: Ona göre, en üstün dindarlık ve en yüce Ahlâk, Allah’ı, bize verdiklerinden, vereceklerinden dolayı değil, O iyi ve güzel olduğu için sevmektir. Gazzâlî, eski ilâhî kitaplardan birinde Yüce Allah’ın şöyle buyurduğunu aktarıyor: “Bana cennetimden ve cehennemimden dolayı kulluk edenler ne büyük haksızlık yapıyorlar! Eğer cenneti ve cehennemi yaratmamış olsaydım bana itaat edilmeyecek miydi!” İhyâ’da anlatıldığına göre meşhur sûfî Ebû Hâzim, “Sevap ve ceza tesiriyle Allah’a ibadet etmekten haya ederim. Aksi halde, efendisinden korkmasa, hiçbir iş yapmayacak bir köleden, ücret verilmeyince çalışmayacak işçiden ne farkım kalırdı!” demiş; sûfîlerden biri de insanın gerçek yücelişini şöyle dile getirmiştir: “Biz, bizimle idik. Kendimizi terk ettik, bizsiz bakaya ulaştık.”

****

Bu söylenenler, “Hüccetü’l-İslâm” diye bilinen Gazzâlî’nin, “”İhyâu ulûmi’d-dîn” ismini verdiği eserdeki fikirlerinin çok eksik bir özeti… Bunlar, müslümanlara özgü bir varlık, değer, güzellik ve ahlâk anlayışının ifadeleri… Fransız oryantalist Louis Massignon, yakın zamana kadar İslâm estetiği konusunda tek ciddi çalışma olan makalesinin sonunda şöyle der: “Hülasa, İslâm sanatını idare eden fikir Ehl-i sünnet akidesidir. Yani şekillerin üstüne yükselmek, putperestliğe meydan vermemek; bir sihir fenerinde, bir fanusta, bir kukla veya gölge oyununda olduğu gibi, onları (şekilleri) hareket ettirene ve yegane daimî olana doğru gitmektir. Sayısız İslâm mezar taşları bize şunu tekrar eder: Hüve’l-Bâkî …”

Gazzâlî’nin yukarıda arzetmeye çalıştığım düşünceleri bugün bizim için ne ifade ediyor? Bu düşüncelerin günümüz insanlığı için ne kadar anlamlı olduğunu gösteren o kadar çok şey var ki! Bugün bizler, müslümanlar ve genel olarak XXI. yüzyılın insanları, modern bilimin icat ettiği, adına teknoloji denilen bir trenin içine bindik gidiyoruz, daha doğrusu götürülüyoruz. Ama nereye?.. Bir tren ki, binmek bir bela, binmemek bin bela… İslâm dünyası bugün bu trene vaktinde binmemenin sıkıntılarını yaşıyor? Ama insanoğlu nereye gidiyor? Postmodern Etik kitabının yazarı Zygmunt Bauman’ın ifadesiyle, “Her şey gibi modern insanlar da teknolojinin nesnesidir.” Hepimiz “parçalanmış benlikler”iz.

Eskiden dinlerin, felsefelerin, tasavvufî, mistik düşünce ve hareketlerin, insanoğlunun önüne koyduğu bir “En Yüksek Gaye, En Yüksek İyi”, yani en yüce değer vardı. Bugün o amaç neredeyse yok edildi. Modernizm denilen fırtına, insanlığın birçok aşkın değerini silip süpürdü. Bu arada, verilen din eğitiminin de özü boşaltıldığı için, bugün birçok dindarın dünyasında bile derin dindarlıktan neredeyse eser kalmadı. Kaba ve hoyrat bir dindarlık anlayışı ve yaşayışı… Böyle bir dindar, “Biz bizimle idik. Kendimizi terk ettik, bizsiz bakaya ulaştık” diyen sûfîden ne kadar uzakta!.. Ulu gönüllerin hep özlediği, hep kendisine doğru aşkla koştuğu; yolu gerçekten iyi ve güzelden geçen o “Refîk-ı âlâ” (o En Ulu Dost) ile aramıza bugün o kadar yabancı şeyler girdi ki!.. Varlık içinde bile “fakrı fahr bilen”, en derin sıkıntılarda bile yüreğinin bütün coşkusuyla şükreden o yüce gönüller nerede?..

Allah buyuruyor ki: “Eğer şükrederseniz, daha fazlasını veririm; ama eğer nankörlük ederseniz, bilesiniz ki, vereceğim ceza çok çetindir.” Hepimiz, bayağı, geçici, sonlu şeylerin etrafında dönüp duruyoruz. Bugün bulduğumuzdan yarın bıkıyoruz. Yiyoruz, tüketiyoruz; yine yiyoruz, yine tüketiyoruz. Giyiyoruz, eskitiyoruz; yine giyiyoruz, yine eskitiyoruz. Bir fâsit daire üzerinde bilinçsizce dönüp duruyoruz. Kış ortasında yolunu kaybedip kendi izine düşen ve hep aynı iz üstünde dönüp duran adam gibi… Donarak ölünceye kadar… Aydınlanma denilen hareketin, Allah’ın yerine insanı koyan; insanın, yine insandan başka bir gayesinin olmadığını savunan ve böylece yüce değerleri silip süpüren bu felsefenin insanlığı getirdiği nokta… Nietzsche’nin dilinden “Tanrı öldü” diye naralar atan çılgın inkârın kaçınılmaz sonu!.. Kur’an’da, Allah’ın birliğine imandan başlayarak bazı temel inanç ve ahlâk buyruklarından sonra şöyle buyuruluyor: “İşte bu benim dosdoğru yolum. O yola uyun; başka yollara uymayın; sonra Allah’ın yolundan ayrılıp uzaklaşmış olursunuz.” İşte bugün insanlık, bu ilâhî ikaza kulağını ve gönlünü kapatmış olmasının derin sıkıntılarını yaşıyor.

Meseleye böyle bakınca Gazzâlî’nin yukarıda sunulan düşünceleri bugün bizim için, topyekün insanlık için çok şey ifade ediyor.

Gazzâlî ne diyordu? Kısaca şöyle diyordu: Kendini sev, kendine iyilik edeni sev, iyiliği, güzelliği ve güzeli sev; kendine yakın bulduklarını, ruhunun uyuştuğu kimseleri sev… Ama hepsinden öte, daha doğrusu, bunlarla birlikte, sana bunların hepsini veren Allah’ı sev. İşte o zaman gerçek kemali ve tükenmeyen, eksilmeyen mutluluğu ta derinden ve ebediyen yaşarsın.

Evet, içinde yaşadığımız dünyayı reddetmeyeceğiz; teknolojiyi ve onun bize verdiklerini de reddetmeyeceğiz. Ama Gazzâlî’nin ve daha nice benzerlerinin seslerine kulak vererek, bu soğuk, bu ruhsuz dünyaya, oradaki varlığımıza bir can katabiliriz. O zaman “içimizdeki basiret nuru”nun parladığını ve her şeyin aydınlandığını hissederiz; (yaratılanı yaratandan ötürü sevdiğimiz için) sahte barış söylemlerini aşarak gerçek dünya barışının altın anahtarına ulaşabiliriz… Yeter ki kalbimizi basîret nuru ile görür kılalım.

Ve son söz Kur’an’ın olsun: “Körlük gözlerin körlüğü değil, asıl körlük kalplerin körlüğüdür” (Hac 22/46).

________________

*İstanbul Müftüsü

 

Din ve Hayat dergisi

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Leyle-i Berat Hakkında (Âyet, Hadis, Risale-i Nur)

BERAT: Nişan, rütbe ve imtiyaz için verilen resmî belge, kurtuluş. Sitemizde Berat Gecesi ile İlgili yazılar …

Önceki yazıyı okuyun:
Ahmet Hüsrev Altınbaşak

Ahmet Hüsrev Altınbaşak (1899 -1977) Kurtuluş Savaşı’ndan sonra 1931 yılına gelinceye kadar geçen zaman zarfında …

Kapat