Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Makaleler / Geç Dönem Osmanlı Âdâb-ı Muâşeret Kitaplarında Sofra Âdâbı

Geç Dönem Osmanlı Âdâb-ı Muâşeret Kitaplarında Sofra Âdâbı

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Yazar: Dr. Fatma Tunç
Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Tarih Bölümü TÜBİTAK Doktora Sonrası Araştırmacısı

Özet

19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren siyasi, iktisadi ve sosyo-kültürel anlamda yaşanan hızlı değişim ve dönüşüm sürecinde Osmanlı üst sınıflarının yeme alışkanlıkları ve sofra düzeni değişmeye başlamıştır. Evin farklı mekânlarına rahatlıkla yerleştirilebilen ve etrafına çok sayıda kişinin oturabildiği siniden, salonda veya yemek odasında belirli bir yer işgal eden ve etrafındaki kişi sayısının sandalye sayısı ile sınırlı olduğu masa düzenine geçilmesi, herkesin birlikte uzandığı ortak tabağın yerini kişiye özel tabakların alması ve kaşığın yanında çatal-bıçak gibi yeni gereçlerin kullanılmaya başlanması alafranga olarak tabir edilen yeni sofra adabını beraberinde getirmiştir. Kişinin terbiyesi ve medenilik derecesinin göstergesi olarak kabul edilen sofra âdâbı, geç dönem Osmanlı âdâb-ı muâşeret kitaplarında en fazla ehemmiyet gösterilen konular arasında yer almaktadır.  Bu makalede, geç dönem Osmanlı âdâb-ı muâşeret kitaplarının (1889-1918) sofra âdâbını nasıl ele aldıkları, referansları, hangi amaçla ve kimler için yazdıkları incelenmektedir. Ayrıca, âdâb-ı muâşeret kitaplarının yaygınlaşmaya başlayan alafranga sofra âdâbı karşısındaki farklı tavır ve tutumları açıklanmaya çalışılmaktadır.

GEÇ DÖNEM OSMANLI ÂDÂB-I MUÂŞERET KİTAPLARINDA SOFRA ÂDÂBI  

Sofra Âdâbında Değişim

Yeme-içme pratikleri ile toplumsal yaşayış, kültür ve medeniyet arasında sıkı bir ilişki söz konusudur. Roland Barthes’a göre her insanın en temel ihtiyaçları arasında yer alan yemek, yalnızca istatiksel açıdan ya da besin içeriği açısından çözümlemeye konu olan ürünler toplamı değildir. Aynı zamanda bir iletişim sistemi, bir imgeler bütünü, göreneklere, durumlara ve davranış biçimlerine ilişkin bir sözleşmedir. Yemeği hazırlama ve yeme esnasında ortaya çıkan pratikler, ev içerisinde erkek ve kadın, ebeveyn ve çocuk rollerindeki kültürel ve sosyal ayrışmayı açıklama özelliğine sahiptir. Toplumların yemek kültürünü belirleyen önemli unsurlardan biri ise sofra âdâbıdır. Sofra âdâbı davet, sofra düzeni, yemek esnasında riayet edilmesi gereken kurallar, çatal-bıçak, peçete kullanımı ve kıyafet seçimi gibi yemek ile ilgili pek çok unsuru kapsamaktadır.

Sofra âdâbının toplumsal ayrışma aracı olarak ortaya çıkması modernleşme sürecine tekabül etmektedir. Hem geleneksel Osmanlı dünyasında hem de çağdaş Avrupa’da sofra üzerinden sınıfsal ayrışma genellikle tüketim biçiminden ziyade sofrada tüketilen yemek türünde kendini göstermektedir. Özge Samancı’nın da işaret ettiği üzere 19. yüzyıla kadar Osmanlı toplumunda sofrada yemek yeme şekli farklı sınıflar arasında dahi aynıdır. Zengin olanlar dahi yer sofrasında veya sinide yemek yemekte, aynı tabağa uzanmakta ve kaşık dışında çatal-bıçak kullanmamaktadırlar. Nitekim 1750’lerde çatalın yaygınlaşmasına kadar Avrupa’da da masa kullanılmakla beraber, ortak bir tabaktan ve elle yemek yenmektedir. Rönesans ile birlikte keşifler, yolculuklar ve farklı kültürlerle etkileşim sonucu Avrupa sofra kültüründe köklü değişimler yaşanmıştır. Bu değişim sadece sofralara yeni yiyeceklerin ve tatların gelmesiyle sınırlı kalmamış, sofra yeniden tanımlanarak yeni görgü kurallarıyla donatılmıştır.

Charles Lamb Elia tarafından “Nezaket Yüzyılı” olarak tanımlanan 19. yüzyılda sofra âdâbı, bir başka ifadeyle yemek esnasında uyulması gereken kurallar, Avrupa ve ABD etiket literatüründe en çok ehemmiyet gösterilen konular arasında yerini almıştır. Bu kitaplarda resmedilen yaşam tarzında yemek âdâbı, kişinin terbiye, nezaket ve zarafetinin neredeyse yegâne göstergesi olarak kabul edilmektedir. 1860 yılında yayımlanan The Perfect Gentleman or Etiquette and Eloquence isimli kitapta “Sofra Âdâbı” başlığı altında ilk olarak “Bir erkeğin terbiyesini hiçbir şey sofra âdâbından daha açık gösteremez.” ifadesi yer almaktadır.

19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı dünyasında da âdâb-ı muâşeret ile ilgili meselelere hatırı sayılır bir ilgi artışı olduğu, çok sayıda âdâb-ı muâşeret kitabı yazıldığı,  romanlar ve süreli yayınlarda bu konuya etraflıca yer verildiği görülmektedir. Çevresini ve özellikle de Avrupa’yı yakından takip eden Osmanlı entelektüelleri, doğru davranış kalıplarını öğrenme ve nezaket kurallarına uyma yönünde ciddi bir eğilim olduğunu, âdâb-ı muâşerete uygun davranmanın ‘medeni dünya’ya dahil olmak için adeta bir zorunluluk haline geldiğini görmüşlerdir. 1889-1918 yılları arasında (bu çalışma esnasında tespit edildiği kadarıyla) âdâb-ı muâşereti konu edinen 13 kitapta sofra âdâbı, öncelikli ve en çok yer ayrılan konular arasındadır.  

Geç dönem Osmanlı âdâb-ı muâşeret literatüründe sofra âdâbına yönelik vurgunun arkasındaki en önemli saiklerden birisi hiç şüphesiz modern muâşeret literatüründe sofra âdâbı ile terbiye ve medeniyet arasında kurulan ilişkidir. Ahmed Midhat’a göre “Avrupa’ca yemek yemesini bilmek insanın miyar-ı terbiyesi addolunur. Alafranga usûl ile hüsn-i tenâvül-i taâm bir ince sanattır ki, insan kendi kendisini güzelce alıştırmaz ise pek çok yerlerde adeta mahcup olur.” Abdullah Cevdet ise Mükemmel ve Resimli Âdâb-ı Muâşeret Rehberi’nin “Umumi Âdâb-ı Taâm” bölümüne Münif Paşa’nın “Bir Adamın derece-i medeniyetini, terbiye ve seviyesini anlamak için onunla bir defa taam sofrasında bulunmak kâfidir.” dediğini rivayet ederek başlamıştır.

Öte yandan Osmanlı toplumunda sofra âdâbına atfedilen önemin tamamen 19. yüzyıl itibariyle yaşanan değişim ve dönüşüm ile bağlantılı olduğunu düşünmek yanlıştır. Sofra âdâbı, geleneksel Osmanlı toplumunda ve özellikle de “vüzerâ ve kübera” olarak tanımlanan zümrelerde belirli kurallar ve davranış kalıpları çerçevesinde belirlenmektedir. Yemek esnasında riayet edilecek muâşeretin esasları hijyen kuralları, sofrada bulunanlara saygı ve hürmet ile din ve gelenek referanslı ahlak prensipleri çerçevesinde oluşmuştur. Kadılık ve müderrislik gibi üst düzey görevlerde bulunan 16. yüzyılın önemli ilim adamlarından Kınalızade Ali Çelebi, Ahlâk-ı Alâî adlı eserinde sofra âdâbı muâşeretini aile ahlakı başlıklı kısımda ele almaktadır. Kınalızade bu bölümde yemekten önce el, ağız ve burunun temizleme, yemekte sağ elin üç parmağını kullanma, parmakları ağza sokup çıkarmama gibi sofra âdâbına dair pratik meselelerin yanısıra yemeğe besmele ile başlama, yemeğe fazla iştah göstermeme, mütevazı olma, kişiyi edepsizliğe sevkedebileceğinden davetlere çok aç gitmeme gibi sofrada sünnete ve ahlaka uygun olarak nasıl davranılması gerektiğini de yazmıştır.  

Herkesin ortada bulunan aynı tabaktan yemek yediği geleneksel Osmanlı sofrasında muâşeretin esasını temizliğe riayet ve başkalarını tiksindirecek davranışlardan kaçınmak oluşturmaktadır.10 16. yüzyılın önde gelen yazarlarından Gelibolulu Mustafa Ali de Mevâid’ün Nefâis fi-Kavâidi’l Mecâlis isimli görgü kitabında büyükler sofrasında ev sahibinden önce yemeğe el uzatmanın, başkasının önündeki yemeğe uzanmanın, hizmetçilere de kalması gereken yemeğin tamamını bitirmenin küstahlık olduğunu ifade etmektedir. Yine anonim bir eser olan ve görgü kurallarını görgüsüzlükler üzerinden açıklayan Risale-i Garibe’de de sofrada yapılmaması gerekenler arasında yemekte üç parmaktan fazlasının kullanılması, kaşıkta kalan yemeğin geri bırakılması ve elleri yıkamamak gibi temizlikle ilgili kurallar zikredilmektedir. Yirminci yüzyılın başında unutulmakta olan geleneksel Osmanlı yaşayışını yazdığını ifade eden Abdülaziz Bey, sofradan önce ve sonra ibrik ve peşgir vasıtasıyla ellerin temizlendiğini, misafirlere gül suyu gibi güzel kokuların ikram edildiğini yazmaktadır.13

18. yüzyıldan itibaren saray ve çevresinde Avrupaî yaşam tarzına her geçen gün ilginin arttığı görülmektedir. II. Mahmud’un sarayında Avrupa usûlü yemek masasında sandalyeye oturarak ve alafranga sofra âdâbına riayet ederek yemek yiyen ilk padişah olduğu rivayet edilmektedir. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ise Osmanlı üst sınıflarının yeme alışkanlıkları, sofra düzeni ve mutfak gereçleri hızlı bir değişim sürecine girmiştir. Avrupa mutfak kültürünün model alınmasına dayanan bu süreçte Osmanlı mutfak kültürü saraydan başlayarak üst sınıflar arasında yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Ahmet Cemaleddin Saraçoğlu 1910’lu yılları anlattığı anılarında alafranga yemek meraklısı ve frenk yaşayışı düşkünü parası bol İstanbulluların Beyoğlu caddesindeki Tokatlıyan lokantasının müdavimi, orta halli aile gençlerinin ise aynı cadde üzerindeki Yani ve Nikoli lokantalarının müdavimi olduğunu yazmaktadır.

Saraydan başlayarak toplumun belirli zümrelerinde benimsenmeye başlanan alafranga usûlde yeme şekli geleneksel sofra âdâbından birçok açıdan farklıdır. Bu nedenle geleneksel sofra düzeninden alafranga usul yemeğe geçiş hem mutfak kültüründe hem de evin mekânsal düzenlemesinde köklü değişikliklere neden olmuştur. İlk olarak ortak tabaktan kişiye özel tabaklara geçilmesi, kaşık ve parmaklar yerine her bir yemek türü için çatal, bıçak, kaşık gibi farklı tür ve ebatlarda gereçlerin kullanılması Osmanlı mutfak gereçlerinin değişmesine ve nicelik olarak artmasına neden olmuştur. Bunun yanında evin hemen her yerine yerleştirilebilen seyyar sini ve sofralardan masa düzenine geçiş yemek için belirli bir mekânın daimi olarak ayrılmasını zorunlu kılmıştır.  

Geç Dönem Osmanlı Âdâb-ı Muâşeret Literatüründe Sofra Âdâbı

Sofra ve yemek kültüründe yaşanan değişim ve dönüşüm, son dönem âdâb-ı muâşeret kitaplarının konuya ayrıntılı bir şekilde yaklaşmasını zorunlu kılmıştır. Öyle ki, mevcut literatürde en fazla yer ayrılan ve üzerinde durulan konu sofra âdâbıdır. Çençenzâde Hakkı Antakyalı’nın Arapça ve Farsçadan tercüme ettiğini ifade ettiği Zarâfet’i dışında konuya yer veren literatürün çoğunluğu -alafranga tanımları ve anlayışları değişebilmekle birlikte – alafranga sofra âdâbından bahsetmektedir. İki cihan saadeti için kitabını yazdığını ifade eden Çençenzade “Âdâb-ı Ekl” başlığı altında sofra âdâbını şu şekilde açıklamaktadır:

“Lokma ne büyük, ne küçük alınmalıdır. Büyüğü ağız doldurur, küçüğü haset ve denaeti gösterir. Nihayetinde elhamdülillah demek ibadettendir. Sabah akşam iki defa yemeği adet edinmelidir. Çok yemek hazmı zor olduğundan iştiha baki iken yemekten kalkmak alâdır. Yemekte lüzumsuz söz caiz değildir. Diğerinin tavr-ı ekeline bakmak ayıptır. Lokmayı acele almamalı fakat refikinden dahi geri kalmamalıdır. El ile yemek ve sağ elin üç parmağını istimâl etmek lazımdır. Çatal ve bıçak istimâlinde beis yoktur. Lokmanın ağızdan dökülmemesine, yemeğin ağza burna sürülmemesine itina iktiza eder. Aksırmak ve öksürmek icap ettiğinde bir tarafa dönülmelidir. Büyüğünden evvel el uzatmak kıllet-i edebe hıffet-i akla delildir.”  

Öte yandan, Fransızca’dan tercüme edildiği ifade edilmesine rağmen, Resulzade Hüseyin Hüsnü’nün Nezâket ve Usûl-i Muâşeret: Kavâid-i Âdâb isimli kitabı dini referanslara atıf ve kitabın kurgusu açısından Çençenzade’nin kitabı ile oldukça benzerdir. Resulzade’nin mevcut ahlak literatürü ile görgü kurallarını daha dünyevi ve seküler bir perspektiften ele alan yeni âdâb-ı muâşeret literatürü arasında köprü vazifesi gören kitabı, pek çok hususta olduğu gibi sofra âdâbı konusunda da yeni ve geleneksel olan arasında eklektik bir tutum benimsemektedir. Resulzade de “Taamlar” başlıklı bölüme “Kablettaâm Cenab-ı Hakka hiç olmazsa zihnen kısaca bir şükür ve dua ediniz.” diyerek başlamakta ve ardından alafranga usûlde havlunun nereye konulacağından, yemek esnasında nelerin konuşulabileceğinden ve sofrada yapılmaması gerekenlerden bahsetmektedir. Resulzade’nin alafranga sofra âdâbının anlatıldığı taamlar bölümüne başlarken ifade ettiği bu ilk cümle alafranga sofra adabına geçişin pek kolay olmadığını ve geleneksel sofra âdâbının tamamen terk edilmek istenmediğini göstermektedir. Nitekim Resulzade, âdâb-ı muâşereti edep ve terbiye olarak tanımlamakta ve terbiyesi noksan olanın tarik-i ilm ve marifette ne kadar ileriye gitse de Allah katında ve insan arasında menfur ve mahkur olacağını ifade etmektedir.  

Geç dönem Osmanlı âdâb-ı muâşeret literatürü içerisinde Resulzade gibi sofra âdâbını besmele ve dua ile başlatıp, çatal-bıçak ve peşgirin nasıl kullanılacağı ilave devam ettirenler,  Çençenzade gibi el ile yemek yemekten bahsedip çatal-bıçak kullanmakta beis görmeyenlerin yanında Mehmed Emin ve Amasyalı İbrahim Edhem gibi alafranga hayat tarzının Osmanlı için uygun olmadığını düşünen ve bu nedenle de alafranga sofra âdâb-ı muâşeretini yazmayanlar mevcuttur. Mehmed Emin bu durumu şu şekilde izah etmektedir:

“Âdâb-ı muâşeretin husûlünü şöylece bildirdikten sonra onun nasıl olduğuna dair de elimizden geldiği kadar şerh ve tafsil ettik. Bununla beraber bizim yazdığımız âdâb ve hüsn-i muâşeret, sırf ahlak-ı insaniyeye müstenid ve matuf olup ecnebilerin sosyetesini cami değildir. … Çünkü yemek nasıl yeneceğini ve yemeği yerken çatal ve bıçağın nasıl istimal olunacağını, erkeklerin kadınlara karşı olan va’ ve hareketleri…. vesaire vesaire gibi ki bunlar âdâb-ı muâşeret-i umumiye sırasında yer tutar şeyler olmadıkları aşikardır. Halbuki bunlar -bence- âdât-i kavmiyeden başka bir şey değildir.”  

Alafranga âdâb-ı muâşerete dair yazan geç dönem Osmanlı âdâb-ı muâşeret kitaplarının önemli bir çoğunluğu, hane ve salon tanzimi konusuna ilgi göstermediği halde sofra muâşeretine sayfalarca yer ayırmıştır. Pek çok hususta Avrupa âdâb-ı muâşeretini Avrupalılar ile karşılaşıldığında uygulanmak üzere öğretmeyi amaçlayan ve kumar, düello, dans gibi bazı Avrupai muâşeret esaslarından Osmanlı erkeğini muaf tutan Ahmed Midhat ve Lütfü Simavi gibi yazarlar kitaplarında alafranga sofra muâşeretini detaylı bir şekilde tasvir etmektedirler. Bunun arkasındaki en önemli neden ise kitaplarını yabancılar ile karşılaşma ihtimali bulunan askeri ya da sivil farklı vazifelerdeki Osmanlı erkeği için kaleme almış olmalarıdır. Bu nedenle alafranga sofra âdâbı Osmanlı erkeğinin öncelikli olarak öğrenmesi gereken alanlardan birisi olarak görülmektedir. Çağdaş Avrupa literatüründe sofra âdâbı hem davetliler hem de ev sahibi açısından iki farklı başlık altında ele alındığı halde, geç dönem Osmanlı âdâb-ı muâşeret kitaplarının çoğunda –Comtesse De Magallon’dan birebir tercüme edilen Rehber-i Muâşeret: Avrupa Âdâb-ı Muâşereti ve Kadınlar Dünyası Matbaası tarafından basılan Alafranga Yaşamak Yolları hariç – sadece davetli açısından ele alınmıştır ve bu davetli de Avrupalı’nın evine misafir olan Müslüman Osmanlı erkeğidir. Matbaa-i Askeriye tarafından 1909 yılında Osmanlı askeri zümresi için yazılan Usûl ve Âdâb-ı Muâşeret’te “ziyafetler” bölümüne “Bir kibar Avrupalı ile ülfet edildiği ve evine gidildiği zaman….. diyerek başlanmakta ve bu ifade ile muhatap kitle açıkça tanımlanmaktadır. Birlikte yemek yemek bireyler arasında daha yakın teması gerektirdiğinden sofra âdâbı, Osmanlı erkeği için en müşkül alanlardan biri olarak kabul edilmektedir.  Alafranga sofrada bulunan Osmanlı erkeği, sadece kendini değil aynı zamanda ait olduğu milletin şan ve şerefini temsil etmektedir.

Ziyafetler ve sofra âdâbı konusunda davetliler açısından en sık zikredilen konular peşgir ya da havlunun nereye konulacağı, çatal ve bıçağın nasıl kullanılacağı, farklı türlerdeki yemeklerin nasıl yeneceği, yemek esnasında hangi konulardan bahsedilebileceği, masada kadınlarla nasıl ilgilenileceği gibi meselelerdir. Ev sahibi açısından ise yemek davetiyesinin hazırlanması, davetlilerin birbirlerine uyumlu olacak şekilde seçilmesi, yemek mönüsünün belirlenmesi, hizmetçilere servis konusunda tembihlerde bulunulması, servis esnasında dikkat edilecek hususlar, oturma düzeninin belirlenmesi gibi konulara yer verilmektedir.  

Âdâb-ı muâşeret literatüründe ziyafet ağır bir merasim olarak kabul edildiği için davetnamelerin en az bir hafta öncesinden gönderilmesi gerektiği ve davetname alan kişinin yirmi-dört saat içerisinde davetnameye cevap vermesi gerektiği ifade edilmektedir. Ziyafete davet edilen kişi bir özür beyan etmedikçe ziyafete katılmak zorundadır ve kendisi de en kısa zamanda karşı tarafı davet etmek mecburiyetindedir. Ziyafetlere davetnamede yazılan saatte gidilmesi zorunluluğu bilhassa vurgulanmaktadır. Ahmed Midhat’a göre İngilizler belirtilen saatten ne bir dakika evvel ne de bir dakika sonra olmamak üzere dakikası dakikasına gelmeye kendilerini mecbur addederler ve bu mecburiyet Avrupa’nın her tarafında uygulanmaktadır. Usûl ve Âdâb-ı Muâşeret’e göre ise beş-altı dakika evvelinde ya da sonrasında gitmek uygundur, fakat bir çeyrek öncesi ya da sonrası uygun değildir.

Yeni sofra âdâbına dair zikredilmesi gereken önemli bir husus da yemek vakitlerinin alafranga saate göre yeniden belirlenmiş olmasıdır. Ahmed Midhat bu değişimi, Avrupa’da hangi öğünün Osmanlı’da hangi öğüne karşılık geldiğini alaturka saate çevirerek açıklamaktadır. Buna göre Avrupa’da esas olarak öğlen (Déjeuner) ve akşam (le Dîner) olarak iki öğün vardır ve Osmanlı’daki kuşluk ve akşam yemeklerine karşılık gelmektedir. Déjeuner adı verilen yemek öncesinde sütlü kahve ya da çay ile bir şeyler atıştırılmaktadır. Akşam yemeği ise alaturka saat on birden iki buçuğa kadar yenilmektedir. Yemeklerin belirlenen vakitlerde yenmesi âdâb-ı muâşeret açısından oldukça önemlidir. Ahmed Midhat’ın ifadesiyle Avrupa’da sabah ve akşam yemekleri için vakit belirli olup, o saatlerde bütün bir şehir halkı tamamen sofrada bulunmaktadır. Ayrıca gün içerisine yerleştirilecek olan viziteler, çay davetleri, suâre ve balolar yemek saatlerine göre belirlenmektedir.   

Salondan Yemek Odasına Geçiş: Kol Verme

Sofra âdâbı, yemek için salonda toplanan davetlilerin yemek odasına davet edilmesiyle başlayan ve tekrar salona dönmesiyle sona eren bir süreci kapsamaktadır. Bunun için bilinmesi gereken ilk şey salondan kalkıp yemek odasına giderken hangi erkeğin hangi kadına kol vereceğidir. Hasan Bahri, resimli olarak hazırladığı Centilmen’de yemek masasına giderken hangi erkeğin hangi kadına kol vereceğinin “büyük” davetlerde yazılı bir kart ile bildirildiğini söylemekte ve bu kartların nasıl bir şey olduğunu okuyucuya göstermek için örnekler vermektedir. Hasan Bahri’nin Türkçe açıklamasıyla birlikte verdiği şu örnek oldukça tipiktir. “Mr. Bahri voudra bien offrir son brasa Madame Annita.”25 Yemek masasına giderken hangi erkeğin hangi kadına kol vereceğini gösteren bu örnek kartlarda erkek isimleri Müslüman Osmanlı isimleri iken kadın isimleri yabancıdır. Bu da demek oluyor ki, mevcut âdâb-ı muâşeret literatürü Müslüman Osmanlı kadınını alafranga sofrada düşünmemektedir. Nitekim, Usûl ve Âdâb-ı Muâşeret’in önsözünde kadınlara yönelik âdâb-ı muâşeret şu şekilde izah edilmektedir.

“Avrupa’da kadınlar da cemiyetlere dahil olduklarından bittabii Avrupa kadınlarına karşı idilecek muamelatı öğrenmek ve düvel-i mütemeddinede kadınlara pek ziyade ehemmiyet verilip onlara hürmet ve riayette kusur ve mübaletsizlik kibarlar ve zabitan indinde gayr-i kabil müsamaha bir terbiyesizlik addolunacağından bu hususata başkaca itina eylemek mecburiyeti katiyye tahtındadır.”26

Salondan yemek odasına geçmek için hizmetçi veya aileden birisi yemeğin servis için hazır olduğunu bildirdikten sonra ev sahibi ve sahibesi misafirlerini yemek odasına davet ederek yolu göstermektedir. Hangi beyefendinin hangi hanımefendiye kol vereceği daha önceden ev sahipleri tarafından yazılı olarak bildirilmemişse her bir beyefendi kendi rütbesi ve yaşına uygun bir hanıma kolunu vermekte ve ona yemek masasına kadar eşlik etmektedir.27 Usûl ve Âdâb-ı Muâşeret, salondan yemek odasına geçişi adeta bir seremoni havasında tasvir etmektedir.

“Hangi kadına kol vereceği anlaşıldıktan sonra uşak salona girip de ev sahibesine yemek hazırdır manasına “madame est servie” dediği vakit herkes kendine tayin olunan madamın yanına gidip sol tarafına geçilerek nazikâne kol takdim olunur. Ve kadından yarım hadve ileride gidilir. Kadına kol verecek yerde kadının koluna girmek gibi bir münasebetsizlikten içtinap etmeli ve böyle şeylerde yanılmamak için diğerlerinin hareketine dikkat eylemelidir.  

Hane sahibesi ve ona kol veren muteber misafir sona kalır. Hane sahibi bekâr ise en muteber misafirin karısını hane sahibi koluna alır ve sahibinin karşısına yani hane sahibesinin yerine o kadın oturur. Ekseriyetle ziyafetlerde erkek müdavinin miktarı kadınlardan fazla olur. Bu cihetle bittabi birkaç erkek kadınsız taamhaneye dahil olur. Lakin hiçbir vakit bir kadın erkeksiz taamhaneye gidemez. Demek olunur ki, kendine kol verecek erkeğin ihmali o kadın için adeta bir felaket ve vazifesinde tekasül eden erkek için mucib-i hacalettir. Artık o kadını insaflı bir erkek koluna alıp taamhanedeki yerine götürmeye mecbur kalır.”

Öte yandan yemek odasına giderken erkeğin hangi kolunu kadına takdim edeceği konusunda Osmanlıca literatürde farklı görüşler mevcuttur. Kitabını Madam Louise d’Alq (Le Savoir vivre en Toutes les Circonstances de la Vie – 1877), Bertall (La Comédie de Notre Temps, 1874-1876) ve Monsieur de Marn gibi önemli Fransız görgü kitabı yazarlarının çalışmalarından derleyerek oluşturan Ahmed Midhat’a göre yemeğe giderken erkekler sağ kollarını hanımlara takdim etmelidirler. Öte yandan Hasan Bahri’nin Centilmen isimli kitabında, Kadınlar Dünyası Matbaası tarafından yayımlanan Alafranga Yaşamak Yolları’nda ve Kaşif Dehri tarafından tercüme edilen ve sadece kadınlara yönelik bir muâşeret kitabı olarak hazırlanan Salon Hayatı: Zarâfet’i Nisvan isimli kitapta ev sahibinin en muteber hanım misafirine sol kolunu vererek yemek salonuna geçeceği ifade edilmektedir.

Yemek masasına giderken erkeğin kadına hangi kolunu vermesi gerektiği ile ilgili olarak Osmanlıca literatürde ortaya çıkan bu farklılıklar aslında aynı dönemdeki Batılı âdâb-ı muâşeret kitaplarında da görülmektedir. Emily Holt tarafından hazırlanan ve defalarca baskısı yapılan geniş hacimli ve kapsamlı Encyclopaedia of Etiquette: A Book of Manners for Everyday Use (1915) isimli âdâb-ı muâşeret ansiklopedisinde erkeklerin yemeğe giderken kadınlara sol kolunu vermesi gerektiği yazmaktadır. Öte yandan 1893’te 25. baskısı yayımlanan Rules of Etiquette and Home Culture isimli kitapta sağ kolun verilmesi gerektiği yazmaktadır. 1883 yılında yayımlanan Decorum: A Practical Treatise on Etiquette and Dress of the Best American Society isimli kitapta yemek salonuna giderken erkeğin kol vererek sofraya kadar yanındaki hanıma eşlik etmesi gerektiğinden bahsedilmekte ancak hangi kolun verilmesi gerektiği yazmamaktadır. Öte yandan aynı kitap sokakta erkeğin kadına eşlik etmesi için sağ kolunu vermesi gerektiğini fakat koşullar uygun olmazsa sol kolunu da verebileceğini belirtmektedir. Yine Etiquette for Americans isimli kitapta da sadece erkeğin kol vermesi gerektiğinden bahsedilmektedir.  

Alafranga Sofra Düzeni

Yuvarlak bir sini etrafında, tüm davetlilerin sofraya eşit mesafede olduğu geleneksel Osmanlı sofra düzenin aksine alafranga sofrada herkesin yeri yaş, cinsiyet, makam ve statü esasına göre belirlenmektedir. Alafranga sofra düzeninde sofranın en değerli yeri ortasıdır ve buraya ev sahibesi oturmaktadır. Ev sahibesinin tam karşısına ise ev sahibi oturmaktadır. Tıpkı kol verme merasiminde olduğu gibi sofra düzeni de tamamen davetliler arasındaki hiyerarşiye göre belirlenmektedir. Ev sahiplerinin sağ ve sollarındaki yerlere “palace d’honneor” denmektedir ki, bu “en şerefli yer” anlamına gelmektedir. Buna göre ev sahibesinin sağı ve solu sırasıyla en muteber birinci ve ikinci erkek misafire aittir. Aynı şekilde ev sahibinin sağı ve solu da sırasıyla en muteber birinci ve ikinci kadın misafire ayrılmıştır.

Sofrada davetlilerin bir kadın ve bir erkek olacak şekilde oturtulması ve eşlerin yan yana gelmemesi önemlidir. Bundan maksat ise sofrada hususi meselelerin konuşulmaması, herkesin iştirak edebileceği konuların konuşulabilmesi ve farklı kişilerin daha yakından tanışabilmesidir. Sofrada yan yana bulunan kişilerin birbirine karşı sorumlulukları vardır. Lütfü Simavi’ye göre eşini tanımıyor bile olsa bir erkeğin yemek esnasında yanında oturduğu kadının iki üç gün içerisinde evine gitmesi ve hanıma ve eşine kartvizit bırakması gerekmektedir. Sofrada erkeklerin en birinci vazifesi yanlarında bulunan kadına hizmet etmek (bardağına suyunu ya da şarabını doldurmak gibi) ve onları ellerinden geldiğince hikâyeler, güzel sözler ve iltifatlar ile eğlendirmektir. Usûl ve Âdâb-ı Muâşeret’e göre “Fransızca veya diğer bir lisan ile tekellüm zarureti hâsıl olacağından şayet Fransızcaya veya madamın bildiği diğer bir lisana kâfi derecede vakıf bulunmaz ise bile muhtasar sözler ile yalan yanlış tekellüme gayret ve bu cihetle kadını eğlendirmeye say eylemek  put gibi durmaktan elbette ehvendir.” Fakat âdâb-ı muâşeret kitaplarındaki uyarılardan Osmanlı erkeğinin bu duruma pek de aşina olmadığı anlaşılmaktadır.

“Kadınlar ile konuşmaya alışmamış olanlar bittabi sıkılırlar ve kadınları da sıkarlar. Ama kibar kadınlar böyle mondain olmayan yani cemiyetlere gitmeye alışkın bulunmayan erkeklere teşci edip musahabete alıştırmaya gayret ederler. Asla istihza nedir bilmezler ve son zamanlarda ‘umûmen mazhar-ı tevcih olan ‘Osmanlı zabitanına pek çok iltifat ederler. Ve mahcubiyeti muceb harekatı görmemezliğe gelirler.”  

Yemek Esnasında Uyulması Gereken Kurallar

Sofraya oturduktan sonra uyulması gereken muâşeret esasları detaylı olarak literatürde anlatılmakla beraber öncelikle peşgir ya da havlunun nereye konulacağı önem arz etmektedir. Muâşeret yazarları peşgirin kullanımı konusunda farklı uygulamaların var olduğundan bahsetmektedir. Bu uygulamalar arasında peşgiri boyuna bağlamak, yakaya asmak, yarısını masanın üstünde bırakarak masadan sarkıtmak ve dizlerin üzerine koymak gibi uygulamalardan bahsedilmekte ancak literatürün tamamı hâlihazırda geçerli olan muâşeretin peçeteyi tam olarak açmadan dizlerin üzerine koymak olduğu konusunda uzlaşmaktadırlar. Resulzâde’ye göre peçeteyi yakaya asmak artık terk edilmiş bir adettir. Ahmed Midhat’a göre ise bayağılık olarak addedilen bu uygulama “Beceriksizim üzerime dökebilirim.” anlamına gelmektedir.  

Alafranga sofra âdâbı konusunda en müşkül konulardan birisi de çatal ve bıçak kullanımıdır. Nitekim geleneksel Osmanlı sofra düzeninde sağ elini ve kaşığı kullanmaya alışmış olanlar için çatalın sol el ile tutulması ve yemeğin sol el ile ağza götürülmesi ve her bir yemek türü için farklı gereçlerin kullanılması kolay alışılabilir bir durum olmamıştır. Bu konuda muâşeret yazarları en alt seviyeden başlayarak okuyucularına çatal ve bıçağın fonksiyonunu ve nasıl kullanılacağını açıklamaktadırlar. Bazıları muâşeret kurallarının fazlalığının okuyucunun daha fazla kafasını karıştıracağını düşünerek en basit şekilde çatal ve bıçak kullanımını anlatmaktadır. Bu prensibe göre et ve tavuk gibi yemekler bıçak kullanılarak yenilecek olup, sebze ve balıklar (balık için özel bıçak bulunmaması durumunda ) sadece çatal ile yenecektir. Hasan Bahri gibi bazı yazarlar ise kuşkonmaz, enginar, hindi, ördek, çilek, şeftali, fındık, kestane gibi pek çok gıda çeşidinin nasıl yeneceğini ayrı ayrı başlıklar altında detaylı olarak anlatmaktadır.  

Sofra âdâbı başlığı altında muâşeret yazarlarının yapılması gerekenler kadar yapılmaması gerekenlere de yer verdiği görülmektedir. Önce Paris’te sonrasında ise İngiltere ve Amerika’da defaatle milyonlarca nüshası basıldığı ifade edilen Avrupa’da Merasim ve Âdât’ın yazarı M. Ş. çoğunlukla yapılmaması gerekenleri anlatmıştır. M. Ş. “Umûmî Sofralarda Âdâb” başlığı altında sofrada yapılmaması gereken pek çok davranışı sıralanmaktadır:

“Hane sahibi davet etmeden ve kadınlar oturmadan oturmayınız. Sofrada kimseyi prezante etmeyiniz. Sofraya uzak oturmayınız. Çorba içerken ağzınızla gürültü etmeyiniz. Ve bitirdikten sonra tekrar istemeyiniz. Ekmeği ısırmayınız, koparınız, çorba derununa atmayınız. Bıçakla bir şey yemeyiniz. Çatalı dik ve bıçağı hançer gibi tutmayınız. Hızlı değil yavaş yiyiniz.”   

Genellikle bilindiği halde ihmal edilebilen hususların yanında Osmanlı elit zümresinin dahi aşina olmadığı bazı alafranga uygulamalar söz konusudur ki, bunları bilmeden bir ziyafette bulunmak kişiyi mahcup edebilmektedir. Bunların başında ise yemeklerden sonra sofraya getirilen “bol” (bowl) adı verilen “parmak kâsesi” gelmektedir. Bu kâse genellikle meyvelerden ve yemişlerden sonra parmakları temizlemek için yarısına kadar su doldurulmuş ve içerisine çiçekler atılmış olarak masaya getirilmektedir. Ahmed Midhat, Lütfü Simavi ve Usûl ve Âdâb-ı Muâşeret bu kâsedeki suyun şerbet zannedilerek bazı Şarklı misafirler tarafından içildiğini yazmaktadır. Lütfü Simavi kitabında İngiltere Kralı Yedinci Edward’ın yemeğe davet ettiği Hintli bir prensin bilmeyerek el yıkamak için sofraya getirilen “bol” içindeki suyu içmesi üzerine misafirini mahcup etmemek için kendi önünde bulunan çanaktaki suyu içtiğini rivayet etmektedir.

Alafranga sofradan kalkış da seremoniye tabidir. Yemek bittikten hemen sonra sofradan kalkılmamalı, sofrada bulunanlar ile bir müddet sohbet ettikten sonra, ev sahibi kalktıktan sonra kalkmalıdır. Sofraya hep birlikte gelindiği gibi sofradan da hep birlikte kalkılmalıdır. Salona döndükten sonra kol verilen kadına baş ile selam verip sigara odasına çekilmek gerekmektedir. Zira salonda sigara içilmeyeceği gibi kadınların sigara odasına gelmeleri de uygun görülmemektedir. Sofra âdâb-ı muâşeretinde sigaranın yeri konusunda Avrupa’da farklı uygulamaların olduğu dikkati çekmektedir. Usûl ve Âdâb-ı Muâşeret’e göre Fransızlar kahve ve sigarayı sofrada içmeyi sevmektedirler. İngilizler’de ise kadınlar sofradan kalktıktan sonra erkekler sigara içmek üzere sofrada kalmaktadırlar.  Büyük ev sahibi kibar ailelerde ise kahve salonda, sigara da fumoir adı verilen sigara odasında içilmektedir.  

Alafranga Sofrada İçkiler ve İdare-i Kadeh

Alafranga sofra tezyinatının vazgeçilmezi olarak görülen içkiler konusunda âdâb-ı muâşeret literatüründe kurallardan ziyade uyarılar dikkati çekmektedir. Ahmed Midhat’a göre Avrupa’da her çeşit içki ve özellikle de ince ve pahalı şaraplar servet göstergesi olarak kabul edilse de sarhoşluk fazlasıyla ayıp karşılanan bir durumdur. Usûl ve Âdâb-ı Muâşeret’e göre de içip sarhoş olan bir zabiti bir daha kimse salonuna davet etmez. Ahmed Midhat “toast” adı verilen kadeh tokuşturmanın Avrupa’da kibar ve namuslu sofralarda ayıp sayıldığını yazmaktadır. Öte yandan Salon Hayatı: Zarâfet-i Nisvân’a göre birinin afiyetine bâdenûş olurken kadeh kaldırmak artık moda haline gelmiştir. Eski bir adet olan idare-i kadeh artık en yüksek cemiyetlerde dahi uygulanmaktadır. Matbaa-i Askeriye’nin zabitan için hazırladığı Usûl ve Âdâb-ı Muâşeret’e göre de birisinin şerefine bâdenûş edildiği yani toast yapıldığı zaman şampanya içmeyenlerin bile kadehi kaldırıp ağza götürür gibi yaparak usul ile tekrar sofraya bırakmaları gerekmektedir. Kitapta ayrıca sofrada kişinin içki kullanmadığından ve içkinin şer’en ve tıbben onaylanmadığından bahsetmesinin herkesçe bilinen sözleri tekrar olacağından ve sofrada şarap içenlere hakaret addolunabileceğinden uygun olmadığı söylenmektedir. Kitap aslında üstü kapalı olarak içki kullanmayanların da alafranga içki muâşeretine aynen uyması gerektiğini ifade etmektedir.  

Geç dönem Osmanlı âdâb-ı muâşeret literatüründe alafranga bir muâşeret olarak kabul edilen kadeh kaldırma (toast) konusunda sergilenen farklı tutumlar, Avrupa merkezli olarak yaşanan değişim ve dönüşüm karşısında farklı tavır alışları yansıtmaktadır. İlk olarak Ahmed Midhat’ın kadeh kaldırmanın Avrupa’da bütün kesimlerce onaylanan bir muâşeret olmadığını  ve kibar ve namuslu sofralarda ayıp sayıldığını vurgulaması önemlidir. Ahmed Midhat’a göre Osmanlı toplumunda bazı çevrelerin alafranga zannedilen her şeyi aynen kabul etmesi büyük bir hatadır. Buna göre, Ahmed Midhat’ın Avrupa muâşeretinin alınabilirlik sınırı olarak çizdiği “kibar ve namuslu” çerçevesi dönemin çok sayıda entellektüelinin Avrupa medeniyetine karşı benimsediği tutumu yansıtmaktadır. Bu anlayışın sahipleri maddî kültür olarak Avrupa medeniyetinin örnek alınmasını savunurken ahlakî prensipler konusunda Avrupa’daki muhafazakâr orta sınıfın model alınabileceğini düşünmektedirler. Lütfü Simavi de kitabında “gerçek Avrupa muâşereti”ne vurgu yapmakta ve Beyoğlu’nda oturan ve Fransızca konuşan bazı Frenkler ile onları örnek alan bazı kimselerin uyguladığı muâşeretin Avrupa’nın kibar cemiyetlerinde geçerli olan adetlerle kıyaslanamayacağını söylemektedir.  

Avrupa referanslı değişim ve dönüşüme yönelik bir diğer yaklaşım da Alafranga Yaşamak Yolları’nda kadeh kaldırma konusunda benimsenen tutumda kendini göstermektedir. Yazar, aslında tıpkı Ahmed Midhat gibi Avrupa’da kibar çevrelerde kadeh kaldırma âdetine pek itibar edilmediğinin farkındadır. Ancak hâlihazırda Osmanlı toplumunun seçkin zümrelerinde kadeh tokuşturmanın alafranga olduğu düşüncesiyle moda olmasını esas almakta, uygulamanın doğruluğu ya da yanlışlığı ile ilgilenmemektedir. “İdare-i Kadeh” (“Şerefe Kadeh Kaldırma”) başlığı altında bu muâşeretin tüm ayrıntılarını açıklayan kitap, ansiklopedi dilinde kuralları açıklamakta, okuyucu ile herhangi bir temasa geçmemektedir. Comtesse De Magallon’un Ahmed Cevad tarafından tercüme edilen Rehber-i Muâşeret: Avrupa Âdâb-ı Muâşereti isimli kitabı bu yaklaşımın en güzel örneklerinden birini teşkil etmektedir. İbrahim Hilmi’nin “İfade-i Naşir”i dışında Fransızcadan aynen tercüme edilen kitapta Osmanlı okuyucusu ile hiçbir temas olmadığı gibi Osmanlı toplumunda karşılığı olmayan pek çok konu da detaylı olarak ele alınmıştır.  

Ve son olarak Usûl ve Âdâb-ı Muâşeret’in kadeh kaldırma konusundaki tutumu, kabaca bir ifade ile “yukarıdan aşağıya” modernleşme anlayışının bir yansıması olarak okunabilir. Bu anlayış samimi olarak benimsensin ya da benimsenmesin Avrupa medeniyetinin muâşeret dâhil tüm gereklerinin uygulanmak zorunda olduğunu savunmakta ve herkesi buna uymaya mecbur etmektedir. Buna göre alafranga bir sofrada hazır bulunan kişinin her şeyiyle alafranga muâşeret kurallarına teslim olması ya da bir anlamda uyuyormuş gibi rol yapması beklenmektedir. Usûl ve Âdâb-ı Muâşeret’in Avrupa muâşeretinin zorunluluğu konusundaki bu görece keskin tutumu aslında geç dönem Osmanlı âdâb-ı muâşeret literatürü içerisinde çok da kabul gören bir yaklaşım gibi gözükmemektedir. Bu yaklaşım daha çok Cumhuriyet’in ilk yıllarında yayımlanan Vasıf Necdet’in Muâşeret Yolları (1926) ve Cahid Sahir’in Âlem-i Medeniyette Âdâb-ı Muâşeret: Elbise ve Şapka Giymek Usûlleri (1341/1925) gibi erken Cumhuriyet dönemi âdâb-ı muâşeret kitaplarında görülmektedir.  

SONUÇ

Geç dönem Osmanlı âdâb-ı muâşeret literatüründe tasvir edilen sofra âdâbı görüldüğü üzere sınırlı bir zümre için geçerlidir. Bu zümre ise öncelikli olarak herhangi bir vazife gereği Avrupa ile temas ihtimali bulunan Osmanlı erkeklerinden oluşmaktadır. 1890’lar itibariyle kaleme alınan Osmanlı âdâb-ı muâşeret kitaplarının alafranga sofra âdâbını genele benimsetmek gibi bir niyeti olmadığı görülmektedir. Bu anlamda, çoğu zaman modernleşme ve Batılılaşma paradigmasına hapsedilerek okunan geç dönem Osmanlı âdâb-ı muâşeret literatürünün tek sesli olmadığı ve sadece alafranga hayat tarzını konu edinmediği görülmektedir. Âdâb-ı muâşeret yazarlarının sofra âdâbı konusunda kimi zaman eklektik kimi zaman ise pragmatik gözüken farklı tutum ve tavır alışlarında bunu görmek mümkündür.  

Alafranga sofra âdâbını merkeze alarak yazan Ahmed Midhat, Lütfü Simavi ve Hasan Bahri gibi isimlerin ise muhatap kitleyi ve alafranga sofra âdâbının geçerli olduğu alanları sınırladıkları dikkati çekmektedir. Geç dönem Osmanlı âdâb-ı muâşeret literatüründe alafranga sofra âdâbı, okuyucunun hanesinde uygulayacağı bir sofra âdâbı olmaktan ziyade Avrupalıların evlerinde bulunulduğunda bilinmesi icap eden sofra muâşereti olarak takdim edilmektedir. Öte yandan âdâb-ı muâşeret yazarlarının bir nevi ideal modernleşme reçeteleri olan kitaplarında belirlemiş oldukları normların ve Avrupa muâşeretine dair sınırlamaların gündelik pratikte ne kadar karşılık bulduğu tartışmaya açıktır. Nitekim alafranga hayat tarzının 19. yüzyılın son çeyreği itibariyle üst sınıf Osmanlı hanelerinde yaygınlaştığı görülmektedir. Osmanlı kadınını alafranga hayat tarzının dışında tutmaya çalışan âdâb-ı muâşeret literatürünün aksine dönemin bazı kadın dergileri kadınları alafranga hayatın özneleri olarak kabul etmekte ve onlara salon tanzimi, davetler, ziyafetler gibi yeni sorumluluk alanlarında yardımcı olmaya çalışmaktadır. Bu yazılarda Osmanlı âdâb-ı muâşeret literatürünün bilinçli olarak dışarıda bıraktığı bir alan doldurulmakta, salon ve sofra âdâb-ı muâşereti hem davetliler hem de ev sahibi açısından açıklanmaktadır.

* Bu makalenin başlıca kaynağı 2012’de Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü’nde Ahmet Ersoy ve Selçuk Esenbel danışmanlığında tamamlanan The Predicaments of Alla Franca: Visions of Proper Behavior in Late Ottoman Etiquette Literature / Alafranga Halleri: Geç Dönem Osmanlı Âdâb-ı Muâşeret Literatüründe Doğru Davranış Biçimleri, başlıklı doktora tez çalışmasıdır.

Dipnotlar

1Phyllis Pray Bober. (2003). Antik ve Ortaçağda Yemek Kültürü: Sanat, Kültür ve Mutfak, Kitap Yayınevi, İstanbul, ss. 13-14.
2 Roderick J. Lawrence. (1982). Domestic Space and Society: A Cross-Cultural Study, Comparative Studies in Society and History, 24 (1), s. 104.
3 Özge Samancı. (2013) Osmanlı Kültüründe Değişen Sofra Âdâbı: Alaturka-Alafranga İkilemi”, Toplumsal Tarih, 231, s. 81.
4 Çatalın tarihi için bkz. Giovanni Rebora. (2003). Çatal Kültürü: Avrupa Mutfağının Kısa Tarihi, Kitap Yayınevi, İstanbul.
5 A Gentleman. (1860). The Perfect Gentleman or Etiquette and Eloquence, Dick and Fitzgerald, New York, s. 168.
6 Geç dönem Osmanlı âdâb-ı muâşeret literatürü hakkında detaylı bilgi için bkz. Fatma Tunç Yaşar. (2012). The Predicaments of Alla Franca: Visions of Proper Behavior in Late Ottoman Etiquette Literature / Alafranga Halleri: Geç Dönem Osmanlı Âdâb-ı Muâşeret Literatüründe Doğru Davranış Biçimleri. Yayımlanmamış Doktora Tezi, Boğaziçi Üniversitesi, İstanbul; Fatma Tunç Yaşar. (2013). Geç Dönem Osmanlı Âdâb-ı Muâşeret Literatürü. Toplumsal Tarih 231, ss. 52-59.
7 Ahmed Midhat. (1312/1894), Avrupa Âdâb-ı Muâşereti Yahud Alafranga, İkdam Matbaası, İstanbul, s. 147.
8 Abdullah Cevdet. (1927). Mükemmel ve Resimli Âdâb-ı Muâşeret Rehberi, Yeni
Matbaa, İstanbul, s. 37.
9 Kınalızade Ali Çelebi. (2007). Ahlak-ı Alâi, Mustafa Koç. (Ed.), Klasik, İstanbul, s. 380.
10 Özge Samancı. (2009). Osmanlı Sofra Âdâbında Değişen Temizlik Kavramı,
Temizlik Kitabı, Emine Gürsoy Naskali ve Salih Mehmet Arçın. (Ed.), Kitabevi, İstanbul, s. 61.
11 Gelibolulu Mustafa Ali. (1997). Meva’idü’n-Nefais Fi-Kava’idi’l-Mecalis, (Haz.) Mehmet Şeker, Türk Tarih Kurumu, Ankara, s. 206.
12 XVIII. yy İstanbul’a Dair Risale-i Garibe. (1998). (Haz.) Hayati Develi, Kitabevi, İstanbul.
13 Abdülaziz Bey. (1995). Âdât ve Merasim-i Kadime: Tabirat ve Muâmelât-ı Kavmiye-i Osmaniye (Osmanlı Adet, Merasim ve Tabirleri), (Ed.) Kazım Arısan ve Duygu Arısan Günay, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, s. 284.
14 Özge Samancı. (2006). 19. Yüzyılın İkinci Yarısında Osmanlı Elitinin Yeme-İçme Alışkanlıkları. Soframız Nur Hanemiz Mamur: Osmanlı Maddi Kültüründe Yemek ve Barınak, Suraiya Faroqhi, Christoph K. Neumann. (Ed.). Kitap Yayınevi, İstanbul, s. 185.
15 Ahmet Cemaleddin Saraçoğlu. (2005). Eski İstanbul’dan Hatıralar, (Haz.) İsmail
Dervişoğlu, Kitabevi, İstanbul , ss. 8-9.
16 Çençenzade Hakkı Antakyalı.(1890/1307). Zarâfet, Kasbar Matbaası, İstanbul, s. 9.
17 Resulzade Hüseyin Hüsnü. (1889/1306). Nezaket ve Usûl-i Muâşeret: Kavâid-i Âdâb, Karabet ve Kasbar Matbaası, İstanbul, s. 11.
18 Mehmed Emin. (1321 / 1904). Âdâb-ı Muâşeret Nasıl Hasıl Olur, Vilayet Matbaası, Aydın, ss. 72-73.
19 Usûl ve Âdâb-ı Muâşeret. (1327/1910). Matbaa-i Askeriye, İstanbul, s. 19.
20 Usûl ve Âdâb-ı Muâşeret. s. 19.
21 Ahmed Midhat, a.g.e., s. 330.
22 Usûl ve Âdâb-ı Muâşeret. s. 19.
23 Ezani saat de denilen alaturka saat güneşin batışında 12’yi göstermektedir. 26 Aralık 1925’te alafranga saat sistemine geçilmiştir.
24 Usûl ve Âdâb-ı Muâşeret’e göre misafir sayısının 10-12’den az olduğu ziyafetler “küçük” olarak tanımlanır, ancak davetli sayısı 20’yi aşarsa bu ziyafetler muâşeret açısından “büyük” olarak tanımlanır ve fazlaca merasim gerektirir. Usûl ve Âdâb-ı Muâşeret. s. 22.
25 “Mösyö Bahri kolunu Madam Annita’ya takdim edecektir.” Hasan Bahri. (1328/1911). Centilmen: Âdâb-ı Muâşeret, Tevsi-i Tıbaat Matbaası, İstanbul, s. 21.
26 Usûl ve Âdâb-ı Muâşeret, s. 4.
27 Comtesse De Magallon. (1328/1911). Rehber-i Muâşeret: Avrupa Âdâb-ı Muâşeret, Ahmed Cevad. (Çev.), Kütüphane-i Askeri, İstanbul, s. 50.
28 Usûl ve Âdâb-ı Muâşeret. ss. 22-23.
29 Ahmed Midhat, a.g.e., s. 336.
30 Hasan Bahri, a.g.e., s. 21; Alafranga Yaşamak Yolları. (1331/1912-1913). Kadınlar Dünyası Matbaası, İstanbul, s. 28; Salon Hayatı: Vesâyâ-yı Medeniyeden Zarâfet-i Nisvân. (tahminen 1912-1916). Kâşif Dehri. (Çev.), İtimâd Kütüphanesi, İstanbul, s. 99.
31 Emily Holt. (1915). Encyclopaedia of Etiquette: A Book of Manners for Everyday Use, Doubleday, Page and Company, Garden City, New York, s. 103.
32 Walter R. Houghton ve diğerleri. (1893). Rules of Etiquette: Home Culture, What toDo and How to Do It, 25. Baskı, Rand, McNally & Company, Chicago and New York, s. 166.
33 S. L. Louis. (1883). Decorum: A Practical Treatise on Etiquette and Dress of the Best American Society, Union Publishing House, New York, Boston, Cincinnati ve Atlanta, s. 96.
34 L. Louis, a.g.e., s. 124.
35 A Woman of Fashion. (1898). Etiquette for Americans, Herbert S. Stone & Company, Chicago, New York, s. 86.
36 Hasan Bahri. a.g.e., s. 22.
37 Lütfü Simavi.(1329/1914). Teşrîfât ve Âdâb-ı Muâşeret, Matbaa-i İctihad, İstanbul, s. 17.
38 Zarâfet-i Nisvân, s. 99.
39 Usûl ve Âdâb-ı Muâşeret, s. 26.
40 Usûl ve Âdâb-ı Muâşeret , s. 27.
41 Resuzade Hüseyin Hüsnü, a.g.e., s. 11.
42 Ahmed Midhat, a.g.e., s. 104.
43 Hasan Bahri, a.g.e., ss. 26-30.
44 M. Ş. (1312 /1894). Avrupa’da Merasim ve Adat, Kasbar Matbaası, İstanbul, s. 5.
45 Emily Holt. a.g.e., ss. 110-111.
46 Ahmed Midhat, a.g.e., ss. 346-347; Lütfü Simavi, a.g.e., s. 18; Usûl ve Âdâb-ı
Muâşeret, a.g.e., s. 26.
47 Lütfü Simavi, a.g.e., s. 18.
48 Usûl ve Âdâb-ı Muâşeret, ss. 26-27.
49 Ahmed Midhat, a.g.e., s. 355.
50 Usûl ve Âdâb-ı Muâşeret, s. 26.
51 Alafranga Yaşamak Yolları, s. 21.
52 Usûl ve Âdâb-ı Muâşeret, s. 25.
53 Usûl ve Âdâb-ı Muâşeret, s. 26.
54 “Alafranga… Otuz-kırk seneden beri bu kelimenin ziyaret etmediği ağız mı
kalmıştır? Her ağızdan olur olmaz münasebetler üzerine bir “alafranga” sözüdür çıkar. Bazen bu sözün kuvveti bir hükm-i katî derecesine varır. “Alafranga imiş…” Artık buna kim itiraz edebilir.” Ahmed Midhat, a.g.e., s. 2.
55 Lütfü Simavi, a.g.e., s. 21.

KAYNAKÇA

A Gentleman. (1860). The Perfect Gentleman or Etiquette and Eloquence, New York: Dick and Fitzgerald.

A Woman of Fashion. (1898). Etiquette for Americans, New York: Herbert S. Stone & Company, Chicago.

Abdülaziz Bey. (1995). Âdât ve Merasim-i Kadime: Tabirat ve Muâmelât-ı Kavmiye-i Osmaniye (Osmanlı Adet, Merasim ve Tabirleri), (Ed.) Kazım Arısan ve Duygu Arısan Günay, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.  

Ahmed Midhat. (1312/1894), Avrupa Âdâb-ı Muâşereti Yahud Alafranga, İstanbul:

İkdam Matbaası.

Alafranga Yaşamak Yolları. (1331/1912-1913). İstanbul: Kadınlar Dünyası Matbaası.  

Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey. (2011). Eski Zamanlarda İstanbul Hayatı, (Ed.) Ali Şükrü Çoruk, İstanbul: Kitabevi.

Bober, P. P. (2003). Antik ve Ortaçağda Yemek Kültürü: Sanat, Kültür ve Mutfak, İstanbul: Kitap Yayınevi.

Brillat-Savarin, J. A. (2011).  The Physiology of Taste: Mediations on Transcendental Gastronomy, New York: Dover Publications.

Çençenzade Hakkı Antakyalı. (1890/1307). Zarâfet, İstanbul: Kasbar Matbaası.

De Magallon, C. (1328/1911). Rehber-i Muâşeret: Avrupa Âdâb-ı Muâşereti, Ahmed Cevad. (Çev.), İstanbul: Kütüphane-i Askeri.

Gelibolulu Mustafa Ali. (1997). Meva’idü’n-Nefais Fi-Kava’idi’l-Mecalis,  (Haz.) Mehmet Şeker, Ankara: Türk Tarih Kurumu.  

Hasan Bahri. (1328/1911). Centilmen: Âdâb-ı Muâşeret, İstanbul: Tevsi-i Tıbaat Matbaası.  

Holt, E. (1915). Encyclopaedia of Etiquette: A Book of Manners for Everyday Use, Garden City, New York: Doubleday, Page and Company.  

Houghton W. R. ve diğerleri. (1893). Rules of Etiquette: Home Culture, What to Do and How to Do It,  25. Baskı, Chicago and New York: Rand, McNally & Company.

Kınalızade Ali Çelebi.  (2007). Ahlak-ı Alâi, Mustafa Koç. (Ed.), İstanbul: Klasik.

Lawrence, R. J. (1982). Domestic Space and Society: A Cross-Cultural Study.  

Comparative Studies in Society and History, 24 (1).

Lévi-Strauss, C. The Culinary Triangle. New Society, 22nd December 1966.

Louis, S. L. (1883). Decorum: A Practical Treatise on Etiquette and Dress of the Best American Society, New York, Boston, Cincinnati ve Atlanta: Union Publishing House.

Lütfü Simavi.(1329/1914). Teşrîfât ve Âdâb-ı Muâşeret, İstanbul: Matbaa-i İctihad.  M. Ş. (1312 /1894). Avrupa’da Merasim ve Adat, İstanbul: Kasbar Matbaası.

Mehmed Emin. (1321 / 1904). Âdâb-ı Muâşeret Nasıl Hasıl Olur, Aydın: Vilayet Matbaası.  

Resulzade Hüseyin Hüsnü. (1889/1306). Nezaket ve Usûl-i Muâşeret: Kavâid-i Âdâb, İstanbul: Karabet ve Kasbar Matbaası.

Samancı, Ö. (2006). 19. Yüzyılın İkinci Yarısında Osmanlı Elitinin Yeme-İçme Alışkanlıkları. Soframız Nur Hanemiz Mamur: Osmanlı Maddi Kültüründe Yemek ve Barınak 185-207) Faroqhi, S. ve Neumann, C. K. (Editörler.).  İstanbul: Kitap Yayınevi.

Samancı, Ö. (2009). Osmanlı Sofra Âdâbında Değişen Temizlik Kavramı. Temizlik Kitabı (61-72). Gürsoy Naskali, E. ve Arçın, S. M. (Editörler),  İstanbul: Kitabevi.

Samancı, Ö. (2013) Osmanlı Kültüründe Değişen Sofra Âdâbı: Alaturka-Alafranga İkilemi. Toplumsal Tarih, 231, 81-87.

Saraçoğlu, A. C. (2005). Eski İstanbul’dan Hatıralar, (Haz.) İsmail Dervişoğlu, İstanbul:  Kitabevi.

Tunç Yaşar, F. (2012). The Predicaments of Alla Franca: Visions of Proper Behavior in Late Ottoman Etiquette Literature / Alafranga Halleri: Geç Dönem Osmanlı Âdâb-ı Muâşeret Literatüründe Doğru Davranış Biçimleri. Yayımlanmamış Doktora Tezi, Boğaziçi Üniversitesi, İstanbul.  

Tunç Yaşar, F. (2013). Geç Dönem Osmanlı Âdâb-ı Muâşeret Literatürü. Toplumsal Tarih, 231, 52-59.  

Usûl ve Âdâb-ı Muâşeret. (1327/1910). İstanbul: Matbaa-i Askeriye.

Salon Hayatı: Vesâyâ-yı Medeniyeden Zarâfet-i Nisvân. (tahminen 1912-1916). Kâşif Dehri. (Çev.), İstanbul: İtimâd Kütüphanesi.

XVIII. yy İstanbul’a Dair Risale-i Garibe. (1998). (Haz.) Hayati Develi, İstanbul: Kitabevi.

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Leyle-i Berat Hakkında (Âyet, Hadis, Risale-i Nur)

BERAT: Nişan, rütbe ve imtiyaz için verilen resmî belge, kurtuluş. Sitemizde Berat Gecesi ile İlgili yazılar …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Ailenin Geçimi ile İlgili Âyet ve Hadisler

Âyet-i Kerîmeler “Annelerin yiyecek ve giyeceği, örfe göre babaya aittir.” Bakara Sûresi (2), 233 *** Varlıklı …

Kapat