Günahın Tahribatı

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Günahın Tahribatı

Dr. Abdulkadir TURAN

İslam’ın mucizevî yanlarından biri de İslam’da günah olarak tebliğ edilen bütün hâl ve eylemlerin insanın zararına olmasıdır. Ne var ki bu salt, bireysel bir zarar değildir.

Nitekim Üstad Bediüzzaman Said-i Nursi, rahmetüllahi aleyh “Şu zamanda bir adamın bir günahı, bir kalmıyor. Bazen büyür, sirayet eder, yüz olur.” der.

Günah, şahısta başlar. Sürdürüldüğünde bir salgının mikrobu gibi yayılır. Şahıstan topluma doğru yol alır. Toplum, önüne geçmediğinde ona müptela olur, onun tahribatına maruz kalır.
bonus veren siteler
Şöyle bir hakikat vardır: Bireysel günahın toplum açısından ilk cezası, o günahın topluma yayılmasıdır. Günah yayılıp toplumsallaştığında ise toplumun o günahtan dolayı dünyevi cezası tahrip olup felakete uğramasıdır.

Günahla toplumsal tahribat arasındaki ilişkiyi anlamak, İslam’ın mucizevî yanlarından birini anlamaktır. Bu yönde yapılacak bir tetkikin, eğer tetkik edenin kalbi katılaşmamışsa, götüreceği yer imandır. Çünkü insan, İslam’ın günah olarak beyan ettiklerini incelediğinde “Bu din, beşer mamulü olamaz!” demek durumunda kalıyor.

Ne yazık ki biz, bu hususta henüz yeteri kadar kafa yormamış, yeteri kadar eser oluşturmamışız.

Bunu ifade ettikten sonra, toplumsal açıdan günahın türlerine bakmak gerekir:

Günahın malum en açık kısmı, nasla belirtilen haramlara bulaşmaktır: Şirk, fuhuş, içki, faiz, israf, yetimin malını haksız yere yemek, emanete ihanet, yalan söylemek gibi.

Bunların toplumla ilişkisi açıktır.

Günahın ikinci kısmı, nasla belirtilen farzları terk etmektir. Farzlar, genellikle bireysel gibi görünse de terkleri, toplumsal neticelere yol açar.

Burada farzlarla ilgili en saklı husus ise farzların yerine getirildiği hâlde dünyevi neticelerinin hasıl olmamasıdır. Âlimler ve önderler, bu hususu ihmal ettiklerinde şeytan ve dostlarına alan açılır, toplumsal tahribat başlar ve nihayetinde toplumsal yıkıma maruz kalınır.

Önce nasla belirtilen haramlara bulaşmanın toplumsal neticelerinden söz edelim:

Gaflete düşmemek için Kur’an-ı Kerim’in kalbi Yasin-i Şerif’i en az haftada bir okuyup üzerinde düşünmek gerekir:

Yüce Allah, bir karye/kasaba halkına elçiler gönderir. Elçiler, onları en büyük günah olan şirkten kurtarmaya çalışırlar, icabet etmezler. İcabet etmemekle de yetinmezler, başlarına gelen musibetleri, hak elçilerinin duyurusuyla ilişkilendirirler.

Bu kıssadakilerin hâli, tam bir sapma hâlidir. İki yönden: Birincisi; toplumun tamamı kitlesel olarak, elçilere karşı çıkmıştır. Bireysel irade, tatil edilmiş. Ortaya hakkın görülmesini engelleyecek bir atmosfer, bir kitle psikolojisi çıkmıştır.  İkincisi; bu kitle psikolojisi içinde toplum, musibetler ile günah arasındaki neden-sonuç bağını görmediği gibi hakkı musibetin sebebi sayma gibi uç bir dalalete varmıştır.

Haktan sapmayla yetinmeyip hakkı musibetlerin sebebi saymak, salt hakkı kabul etmemek değildir; aynı zamanda hakkı kötülüğün sebebi saymaktır. Böyle bir körlük, böyle bir inkâr boyutu, felaketin eşiğidir.

Elçiler onları uyarırlar, lâkin onlar o eşiği de geçip kitlesel olarak hareket eder, uyarıcıları linç ederek öldürmeye kalkışırlar.

Kendisini onların kitle psikolojisinden kurtarmış, adı muhtemelen Habib-i Neccar olan biri, şehrin dışından koşup gelir, uyarır, onu da linç ederek kitlesel katılımla cezalandırırlar.

İşte hak elçilerine verilen o ceza, hakikatte hak elçileri için büyük mükâfatın kapısı; linçe katılanlar için ise toplum olarak bir bütün hâlde cezaya uğramanın kapısıdır.

Bunun Yasin-i Şerif’teki anlatılışı hakikaten dehşet vericidir:

“(Kavmi onu öldürdüğünde kendisine): “Cennete gir!” denildi. O da, “Keşke kavmim, Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikram edilenlerden kıldığını bilseydi!” dedi.

Kendisinden sonra kavmi üzerine (onları cezalandırmak için) gökten hiçbir ordu indirmedik. İndirecek de değildik.

Sadece korkunç bir ses oldu. Bir anda sönüp gittiler.” (Yasin, 27-29)

Burada bir sorunumuz var: Biz, günahların neticesinden kaynaklanan felaketi, hep doğal felaketler bağlamında düşünmüşüz. Deprem, sel baskını, kuraklık gibi.

Oysa günahların neticesi olan toplumsal felaketlerin sonucu, doğal felaketlerden daha büyük olabilir. Doğal felaket, sadece mevcut hâle zarar verir. Toplumsal felaket ise kavmin, toplumun tarihte etkisizleşmesine ya da büsbütün tarihten silinmesine yol açabilir.

Örneğin, kavmin soyunun kuruması gibi. Günümüz Avrupa’sında günahlar ayyuka çıkmışken soy artmıyor ve yüzyıllar boyu, dünyada etkin kalan bu toplumlar, artık günden güne gücünü yitiriyor, sönüp gidiyor. Ne var ki iyice düşünmeyenler, bunu anlamazlar.

Bu konuda Şehid Yasin Börü ve ağabeylerinin linç edilerek katledilmesiyle ilgili, dergimizin Ekim 2015 sayısında şu satırları yazmıştım:

“Kavmimize karşı hislerimiz, bize Habib-i Neccar’ın söylediklerini söyletse de o gencecik şahsiyetleri linç hadisesinden sonra insan, bir musibet kokusu hissediyor.

Linç, çok ağır bir hâldir. Bu hali yaşayan toplumlar, düşünme melekelerini tatil ederek kendilerini yönlendirenlere sarhoş gibi uyarlar. Onların haklılığına bakmadan onlara uyarlar; onlara karşı çıkanların haklılığına bakmadan onları cezalandırma cürmünün içinde bulunurlar.

Onların gözleri, kulakları, beyinleri işlevsiz hâle gelmiş; sadece sürüldükleri istikamete giderler ve bir anda bir uçurumdan aşağı yuvarlanırlar.

Kavmimize karşı hislerimiz bunu kabullenmek istemese de durum bundan ibarettir.”

Elbette bu günahları işletenler, organize edenler, geçmişin müşriklerinden başka bir noktadalar; bizim neticeleri görmememiz için de önlem almışlardır. Ama bugün toplumun yeni nesillerinin fuhuş ve uyuşturucuya müptela olması gibi neticeleri hepimiz görüyoruz. Bunlar, önüne geçilmediğinde doğal felaketlerden daha büyük sosyal felaketlerdir.

Bir depremin sonuçlarını birkaç yılda giderirsiniz. Sel baskını ve kuraklık da öyle… Ama fuhşun esfel noktalarına düşmüş bir toplum, kendi ipini elleriyle çekmiştir. Ya oradan geri döner ya da yeryüzünden silinme gibi bir neticeye maruz kalır.

Toplumun hep birlikte yalan söylemeye alışması, emanete ihanet etmesi de bir tür doğruluğu linç hâlidir. Bu hâle düşmüş toplumlar da felaketlerle yüz yüze kalırlar. Yine toplumun tamamının faize bulaşması aslında sosyal yardımlaşmanın linç edilmesidir ve onun da iktisadi sonuçları muhakkak görülecektir.

Fuhuş nesli yok eder.

İçki, kötülüklerin anasıdır.

Yalan söylemek ve emanete ihanet, toplumun birliğin bozar.

Faiz, toplumsal tabakalaşmaya ve nihayetinde çatışmaya yol açar.

Bu dördü bir araya geldiğinde başlangıçta “keyfini yaşayan” bir toplum görüntüsü ortaya çıkar ama sonuçta, toplum bütün olarak çöküp gider. Bunlara israf da katıldığında çöküş hızlanır.

Faizci, sarhoş, müsrif ve fuhuşkâr bir toplum ilkin pek keyifli görünür. Sonra yerle bir olur. Yalan söylemenin ve emanete ihanetin olduğu bir toplum, iktisadî olarak da ayakta duramaz ve eninde sonunda parçalanıp tükenir.

Farzların terkiyle ilgili günahlara gelince, her farzın bir toplumsal yanı vardır ve farzların beklenen dünyevi neticesi, nasla belirtilen haramlara mani olmasıdır.

“Sana vahyedilen kitabı oku ve namazı kıl. Şüphesiz ki namaz hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak elbette en büyük ibadettir. Allah yaptıklarınızı bilir.” (Ankabut, 45)

Hz. Peygamber salallahü aleyhi vesellem de şu çağrıda bulunur:

“Ey genç topluluğu! Aranızdan evlenmeye gücü yetenler evlensin. Çünkü evlenmek, gözü haramdan korumak ve iffeti muhafaza etmek için en iyi yoldur. Evlenme imkânı bulamayan da oruç tutsun. Çünkü orucun, kişi için şehveti kesme özelliği vardır.” (Buhari, Nikâh 3)

Namaz, oruç ve hac, Müslüman için gün içinde, yıl içinde, ömür içinde birer tövbedir aynı zamanda. Bu ibadetler, mü’mini bir yanıyla haramdan alıkoyar, diğer yanıyla iyiliğe sevk eder.

Dolayısıyla bu ibadetlerin icra edildiği bir toplumda fuhşun, faizin, yalanın, emanete ihanetin, yetim hakkı yemenin, ırkçılığın azalması beklenir. Son kalıntılar ise hukuk mevzusudur. İslam’ın hukuk yanı işletilerek ceza yoluyla onun önüne geçilir. Böylece toplumsal yapı, emin bir ortama ulaşır.

Eğer bir toplumda namaz kitlesel olarak kılınıp oruç ve hac yaygın olduğu hâlde o toplumda hâlâ yalan söyleniyor, emanete ihanet ediliyor, yetim hakkı, işçi hakkı yeniyor, ırkçılık yapılıyorsa ibadetin dünyevi maksatlarına ulaşmaması gibi bir sorun söz konusudur.

Âlimler ve önderler, bu sorunu fark etmiyorlar da musibetleri, toplumda namaz kılmayan, oruç tutmayan, zengin olduğu hâlde hacca gitmeyen bazı fertlerin bulunmasına bağlıyorlarsa bütün toplumu yakacak kadar yanılıyorlar.

Zira Asr-ı Saadet dâhil, hiçbir zaman toplumun bütünü tamamen bütün farzları mükemmelce icra etmemiş ve tamamen günahtan soyutlanmamıştır. Ama toplumun geneli o noktaya ulaşmış ve ibadetlerden beklenen dünyevi maksatlar da hâsıl olmuştur. Neticede toplum, sadece musibetlerden korunmamış, aynı zamanda kalkınma yoluna da girmiştir.

Burada farzın kendisi üzerinde durulurken dünyevi neticesinin ihmali gibi, âlim ve önderlerle ilgili ciddi bir mahsur söz konusudur. Bunun neticesi mutlak bir şekilde dünyevi çöküştür. İslam âleminin çöküşünde bu ihmalin payı büyüktür.

İslam âleminde namaz, oruç ve haccın yaygın olduğu ama yoksulluğun, bölünmüşlüğün ve siyasal çöküntünün de olduğu toplumlara baktığımızda hepimiz, aynı soruyu soruyoruz: Neden ibadetler bu kadar yaygınken toplum, bu kadar yoksul ve siyasal olarak çöküntü içindedir?

Bu soruya büyük bir titizlikle cevap aradım ve istisnasız şu gerçeklikle karşılaştım: O toplumlarda ibadetler yaygın ama ibadetlerle dünyevi maksatlar arasındaki ilişki, ulema ve önderler tarafından takip edilmemiş ya da edilememiştir. Neticede o toplumlarda zina, içki ve faiz yok. Ama o toplumlarda yalan söylemek, yetim hakkı yemek, kadına eziyet etmek ve onu mirastan yoksun bırakmak, işçinin hakkını vermemek, emanete ihanet etmek, eksik tartmak yaygınlaşmış.

Ki bunların yaygın olduğu her toplum, yoksulluğa ve felaketlere müptela olur. İbadetleri icra toplumda bir huzur oluşturur, nesli artırır ama sözü edilen günahlara mani olmazsa iktisadi ve siyasal kalkınmayı sağlayamaz. Yoksulluk ve siyasal çöküntü felaketinin önüne geçemez.

Zira iktisadî ve siyasal kalkınma birlik, birlik ise güven gerektirir. Yalanın ve emanete ihanetin yaygın olduğu bir toplumda güven olmaz. Güven olmayınca iktisadi kalkınma da olmaz, birlik de olmaz ve toplum, yoksullaşıp köleleşir.

Netice olarak;

Günah meselesine bütüncül yaklaşmak ve bu, bütüncül yaklaşımı adım adım takip etmek durumundayız. Namaz kılmak, peşinden fuhuştan uzak durmaya, yalanı terke, hak ve hukuku gözetmeye vesile olmalıdır.

Mekanizma, bütün olarak takip edilmediğinde namaz kılıp kadına zulmeden, zekât verip borcunu ödemeyen tipler yaygınlık kazanır ki bunun ilk akıbeti, nasihat edecek kişilerin azalması, nasihatin etkili olmaması ve nihayetinde ibadetlerinin icrasının azalması olacaktır.

Mekanizma bozulduğunda işlevini yerine getiremeyecek, toplumu korumayacaktır. Bunun da akıbeti, musibetlerdir.

 

İnzar Dergisi

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Saatler ve Manzaralar / Yahya Kemal BEYATLI

SAATLER VE MANZARALAR Yahya Kemal BEYATLI   Sütunların Dibinde Duâ Edenler Ayasofya’da, ikindiden sonra, yerle …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
“Her Farz Namazın Ardından Ayet-El Kürsi Okuyanın Cennete Girmesine Hiçbir Mâni Yoktur!..

“HER FARZ NAMAZIN ARDINDAN  AYET-EL KÜRSİ OKUYANIN  CENNETE GİRMESİNE HİÇBİR MANİ YOKTUR!..   Peygamber Efendimiz' …

Kapat