Hâfız Ali Ergün

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Hafız Ali Ergün (1898-1944)

Barla sıddıklarından Hafız Ali (Ergün), 1898 yılında İslâmköy’de dünyaya geldi. Risâle-i Nur’la tanışmadan önce üç-dört sene Dinar köylerinde imamlık yaptı. Hafız Ali bir yandan imamlık yaparken, diğer yandan da insanlara Kur’ân okumayı öğretiyordu.

Hâfız Ali ERGÜN (Ömer Özcan arşivinden)

Baskıların en yoğun olduğu dönemlerde bile onun talebeleri hiçbir zaman eksik olmadı. Risâle-i Nur’u tanıdıktan sonra ise, meşguliyetlerine bir de Risâlelerin yazılması ve dağıtılması eklendi.

Hafız Ali, hayatını vakfettiği Risâle-i Nur’u el yazısıyla yazarak çoğaltan ve bu konuda gayret gösteren kahramanlardan biridir. Bediüzzaman, Eskişehir hapsinden çıkıp Kastamonu’ya sürgün edildikten sonra İslâmköy ve çevresi Nur Talebelerinden bir heyet teşkil etmiş ve durmadan çalışmıştır. Bediüzzaman, Nurların en çok yazılıp çoğaltıldığı yerlerden birisi olan İslâmköy’ünü “Nur fabrikası” olarak vasıflandırmış, Hafız Ali’nin de ihlâs ve hizmetlerinden dolayı o fabrikanın sahibi olduğunu belirtmiştir.

İslâmköy’ü kendi köyü olan Nurs’la bir tutan Bediüzzaman, bu beldeye ve Nur Talebelerine çok iltifat etmiş ve ilgi göstermiştir.

Bediüzzaman Kastamonu’ya sürgün edildikten sonra yazdığı risâle, mektup vs. ne varsa adres olarak Bedreli Santral Sabri’ye teslim edilmek üzere Eğirdir’deki Çilingir Ali Efendi adresine gönderilirdi. Sabri Efendi de onları alır, o gece yazar, ertesi gün İslâmköylü Hafız Ali’ye ulaştırırdı. Buradan da diğer yerlerdeki Nur Talebelerine dağıtımı yapılırdı. Santral Sabri bazen geç kaldığında, Hafız Ali Efendi evinin damına çıkıp yüzünü Bedre’ye çevirir ve şöyle seslenirdi:

“Keçeli! Keçeli! İndallah mes’ulsün!”

Üstad Bediüzzaman, Hafız Ali’nin ihlâsını örnek olarak gösterdiği mektubunda şunları kaydeder:
“Kardeşlerimizden İslâmköylü Hâfız Ali Efendi, kendine rakip olacak diğer bir kardeşimiz hakkında gösterdiği hiss-i uhuvveti, çok kıymettar gördüğüm için size beyan ediyorum:
O zat yanıma geldi; ötekinin hattı, kendisinin hattından iyi olduğunu söyledim. ‘O daha çok hizmet eder’ dedim. Baktım ki, Hâfız Ali kemal-i samimiyet ve ihlâsla, onun tefevvukuyla iftihar etti, telezzüz eyledi. Hem Üstadının nazar-ı muhabbetini celb ettiği için memnun oldu. Onun kalbine dikkat ettim, gösteriş değil, samimî olduğunu hissettim. Cenâb-ı Allah’a şükrettim ki, kardeşlerim içinde bu âlî hissi taşıyanlar var. İnşâallah bu his büyük hizmet görecek. Elhamdülillâh, yavaş yavaş o his bu civarımızdaki kardeşlere sirayet ediyor.” 1

Hafız Ali’nin yaşadığı evi dillere destandır. Dili olsa da o günleri bize anlatsa. Kim bilir neler gördü, neler yaşadı. Onun evi görünüşte eski bir köy evidir. Yani bir kaç merdivenle çıkılan, tahta, çamur karışımı ahşap bir ev… Duvarlarda boşluklar bırakılmış. Duvardaki tahta kaplamaların içinde gizli bölmeler yapılmış. Tabiî buralarda hazine veya para saklamak için değildi. Ya ne vardı, derseniz? Burada Halk Partisi zulmünden saklanan Kur’ân tefsiri Risâle-i Nur eserleri vardı. Pencerenin altında hususî bölmeler yapılmıştı. Hafız Ali’nin vefatından sonra yıllarca el sürülmemişti. Duvarın enine ve derinliğine doğru yayılan kısmına bir bölüm daha eklenmişti. Burada bir hazine daha yer alıyordu. Kâğıt ve kitap hazinesi…
İslâmköylü büyük şehidin evi yıllar sonra didik didik arandı. Duvarları delindi, pencereleri yıkıldı. Halk Partisi’nin şerrinden teneke kutular içinde saklanan Risâle-i Nur eserleri, tozların toprakların arasından çıkarıldı.

1943 yılında Denizli hapsine götürülen Hafız Ali’nin yolda uğradığı hakareti merhum Refet Bey (Barutçu) şöyle anlatmaktadır:
“Bizi karanlık bir hayvan vagonuna doldurdular. Kalabalıktan oturacak yer yoktu. Başımızda iri yarı insafsız bir başçavuş bulunuyordu. Eline aldığı büyük bir dengi Hafız Ali’nin üzerine fırlattı. Hafız Ali az kalsın eziliyordu. İşte Denizli hapsine Hafız Ali böyle gitmişti. Ve oradan şehid olarak çıktı.”
2

Hafız Ali’nin Denizli Ağır Ceza Mahkemesinde yaptığı kahramanca savunmasından bir bölüm:
“Ben Isparta hâkim ve müddeiumumîliğinde (savcılıkta) hak ve hakikatin bütün bütün aksine olarak Risâle-i Nur’a karşı asılsız bir ittiham gördüğümden Risâle-i Nur’dan kaçmak değil; belki o ittihamdan çekinmek için sordukları suallere ‘Ben değilim’ dedim. Hatta o müddeiumumî kanunsuz bana yemin vererek ‘Risâle-i Nur’da yazılı Hafız Ali sen değil misin?’ dedi. Sükût edip yemin etmediğim halde sorgu hâkimliğinde hamiyet-i İslâmiyeyi taşıyan âlî bir vicdan hissettiğimden adalet ve hakikatın tecelli edeceğini ümit edip ‘Risâle-i Nur’da yazılı Hafız Ali benim’ dedim. Ben Risâle-i Nur’u hakaik-i imaniye ve Kur’âniye ve kevniyeyi kat’î bürhanlarla izah edip insanların yüzünü âhirete çeviren, dünyadan ziyade âhireti sevdiren mukaddes bir eser bulup ondan binlerce menfaat görmüşüm…

“Evet, ben, Risâle-i Nur’un hemen ekser parçalarını anlayarak okuduğum gibi Üstadım Said Nursî’nin de on iki seneye yakındır en gizli ve en ince esrarına kendimi vâkıf biliyorum.

“Ben ne Risâle-i Nur’da ve ne de Üstadımda emniyet ve âsayişe zarar verecek bir emare, bir meyil görmediğim gibi âsayiş ve emniyetin temel taşlarını onlardan öğrenip müddet-i ömrümde mahkeme safahatını ancak bu def’a gördüğüm gibi; şu benim gibi suçlu olarak huzurunuzda bulunan cemaat-i nuraniyenin de ifadelerinden benim gibi olduklarını da anladım.”

Her nefesi Allah yolunda harcanmış bir ömür 17 Mart 1944 tarihinde Denizli hapsinde şehitlikle tamamlandı. Vefatıyla Bediüzzaman’ı en çok ağlatan isimlerden biri, belki de birincisiydi Hafız Ali. Said Nursî’nin “benim bedelime şehid oldu” dediği Hafız Ali’nin vefatı şöyledir:
1943 yılında Bediüzzaman’ın bulunduğu Denizli hapsine sevk edilenler arasında Hafız Ali de vardır. Bediüzzaman hapiste gizli düşmanları tarafından zehirlendiği sırada Hafız Ali de aniden rahatsızlanıp hastaneye kaldırılır ve orada vefat eder. Bunun üzerine Said Nursî “Hafız Ali benim bedelime berzah âlemine seyahat eyledi” demiştir.

Risâle-i Nur’da birçok yerde ismi geçen Hafız Ali’nin Barla, Kastamonu ve Emirdağ Lâhikalarında pek çok mektubu bulunmaktadır.

Hafız Ali’nin yarım kalan hizmetini diğer Nur Talebeleri yanında refikası Ümmühan Hanım devam ettirmiştir.

Merhum Hafız Ali’nin Denizli kabristanında bulunan mezar taşında şunlar yazıyor:
“…İman ve Kur’ân hizmetinde manevî mücahedesinde Medrese-i Yusufiye’de şehid olan merhum, kahraman şehid, Ömer oğlu Hafız Ali. Isparta İslâmköy. Tevellüdü: 1313 (1898). Ölümü: 1944”

Dipnotlar:
1- Barla Lâhikası, s. 210.
2- N. Şahiner, Son Şahitler, c. 1, s. 312-313

 

Kaynak:yeniasya


İSLAMKÖYLÜ HAFIZ ALİ ERGÜN HAKKINDA, TALEBESİ HAFIZ AHMED’İN VERDİĞİ ÇOK KIYMETLİ BİLGİLER VE HATIRALAR /Ömer Özcan*

Adım Ahmed Lütfi Sönmez İslamköylüyüm. Hâfız Ali Efendinin talebesiyim. Kendisi hâfızlık hocamdır. O, ilk evvela beni 1934’de Isparta’ya gönderdi, Üstad Hazretlerine dua ettirdikten sonra hafızlığa başlattı beni.

Uzun boylu ince yapılıydı

Hocam Hâfız Ali, 1.75 veya 1.80 boylarında ince uzun bir yapıdaydı… Yüzü de uzuncaydı… Esmer değil beyaz tenliydi… Bizim zamanımızda sakalı yoktu… Sonradan bıraktı mı bilmiyorum… Sarığı devamlı başında dururdu… Sarığını şimdi kardeşlerin namaza dururken taktıkları gibi ucunu arkadan sarkıtarak bağlardı…

Kur’an okurken beş altı kişi birden okuyor zannederdim

Hocam Hafız Ali’nin sesi çok güzeldi… Kur’anı öyle güzel bir sesle okurdu ki; bir başladı mı, sanki beş altı kişi birden okuyor zannederdim ben… “Ah ben de böyle okuyabilsem” derdim hep içimden.

Namaza dururken titrerdi

Namazlarını çok feyizli kılardı… Namaza dururken titrerdi adeta… Sanki yerler sarsılırdı…

On dört sene evden hiç çıkmamış, hep risale yazmıştır

Hocam Hafız Ali’nin evinden dışarı çıktığını ben hiç, ama hiç görmedim… Yıllarca münzevi yaşadı… On dört sene evden hiç çıkmamış, hep risale yazmıştır… Hiç boş durmaz devamlı risale yazardı… Çocuğu yoktu… Hiç çocuğu olmadı… Daha önceleri çiftçilik yaparmış. Hanımının adı Ümmühan’dır. Ben anne derdim ona.

İstiklal Harbine katılmış yanındaki arkadaşları şehit olmuş

Askerde iken İstiklal Harbine katılmış… Bir top isabet etmiş… Yanındaki arkadaşları şehit olmuş, kendisine hiç bir şey olmamış. Bunu kendisi anlatmıştı bana.

Kızdı mı “Keçeli!” derdi bize

1934’den itibaren üç sene kadar talebesi oldum kendisinin. Hocam çok şefkatliydi… Fakat işinde disiplinli ve düzenli birisiydi. Azıcık tokadını da yedim ben. En çok, ‘Keçeli!’ diye kızardı. Kızdı mı “Keçeli!” derdi bize… Kur’anı, dersimizi okurken yanıldık mı bir kere seslenmez… Bir daha seslenmez… Üçüncü kere hatalar devam etti mi; ‘Keçeli! Al Kur’anı eline, güzelce çalış öyle gel.’ derdi. Ben bir gün, on beş sayfadan sonra hoyratlık yapmıştım. Tokadı yedik tabi. Öyle ciddi olmasa hâfız olunmazdı zaten. Sadece beni değil arkadaşlarımı da şefkatle terbiye ederdi. Tabi bize risalelerden okurdu. Ben de bir miktar risale yazdım.

O, bu milletin iman selameti için sadece Kur’an dersleri ile meşgul olurdu

O zaman ben yanında okurken şunu duymuştum: Bir gün şikâyet etmişler hocamı… Kapının arkasında odunlar var ya, işte oraya odunların içine koyuvermiş yazdığı kitapları… Jandarmalar geliyor arıyorlar evini, fakat bir şey bulamadan geri dönüyorlar. Zaten her ne zaman karakola, mahkemeye gitse hep beraat eder gelirdi hocam. Çünkü hocamın devlete, millete karşı asla bir düşüncesi, menfi bir tavrı olmamıştır. O, bu milletin iman selameti için sadece Kur’an dersleri ile meşgul olurdu.

1939’da ben Nazilli’ye taşındım. Oradan 1942 senesinde askere gittim. 1944’de ben askerde iken hocamlar Denizli hapishanesine sevk edilmişler. Hocam orada hapishanede iken hastalanıp vefat etmiş.

Ezan yasak iken, çok ağır hastayken bile yattığı yerden ‘Allah-ü Ekber… Allah-ü Ekber…’ diye ezan okuyor

Bir zaman sonra, bir tren yolculuğumda, hocam hastanede iken onun bakıcılığını yapana rast geldim. Bana dedi ki: “O zat nasıl biriydi biliyor musun? Bak sana anlatayım: Hâfız Efendi çok ağır hastaydı… Namaz vakti gelince yataktan kalkamıyordu. Fakat yattığı yerden, önce: ‘Allah-ü Ekber… Allah-ü Ekber…’ diye ezan okuyor, sonra namazını işaretle kılıyordu…” Dedi bakıcısı bana. Malum o zamanlarda ezan okumak da yasaktı. İşte benim hocam böyle birisiydi.

________

*Ağabeyler Anlatıyor-3

Yazar : Ömer ÖZCAN

1950 yılında Milas’ta doğdu. Ortaokul ve lise eğitimini İzmir’de tamamladı. 1968 senesinde lise ikinci sınıfta iken Risale-i Nur’u tanıdı. 1969’da ‘Ankara Erkek Teknik Yüksek Öğretmen Okulu’na (Bugünkü adıyla: Teknik Eğitim Fakültesi) kaydoldu… Ankara’da beş seneye yakın Bayram Yüksel Ağabeyin nezaretinde muhtelif Dersane-i Nûriyelerde kaldı. 1973 senesinde öğretmen olarak mezun oldu. 1973’den 1984’e kadar 11 sene Zonguldak’ta lise öğretmenliği yaptı. Sonra İzmir’e, mezun olduğu liseye öğretmen olarak atandı. 2000 senesinde aynı okuldan emekli oldu. Ömer Özcan evli ve iki kız babasıdır. Şimdi İzmir’de ikamet ediyor. Bütün mesaisini iman ve Kur’an hizmetlerine ayırmaya çalışmaktadır.
Ömer Özcan’ın Bediüzzaman Said Nursi ve talebeleri hakkında hatırı sayılır bir arşivi vardır. Kendisinde, Hz. Üstad’la görüşen veya görüşmeyen kadim ağabeylerden fotoğraf, ses, video veya yazılı olarak yaptığı kayıtlar mevcudtur. Ayrıca Risale-i Nur’un teksir veya matbaa olarak ilk baskılarının tamamına yakını Ömer Özcan’ın arşivinde bulunmaktadır. El yazılı orijinaller de vardır.
Ömer Özcan, Üstad Said Nursi Hazretleriyle hatıraları olan Ağabeylerle yaptığı röportajların bir kısmını kitaplaştırmıştır. “Risale-i Nur Hizmetkârları AĞABEYLER ANLATIYOR” adıyla seri olarak yayınlanmış sekiz kitabı bulunmaktadır. Yeni kitap hazırlıkları ve araştırma çalışmaları devam etmektedir.

Tüm Yazıları Göster
Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Manevî Fizik Tedavi

Manevî fizik tedavi İhsan Kasım Salihî  (İhsan Kasım Salihî Ağabeyin bir sohbetinden derlenmiştir) Bir hakikat …

Önceki yazıyı okuyun:
Fazla başarı / Metin KARABAŞOĞLU

Metin KARABAŞOĞLU editor@karakalem.net Fazla başarı Bediüzzaman'ın destansı hayatını ahir zaman şartlarında kendi hayatı için bir …

Kapat