Hakikatin Yolu Herkese Açık

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

 

3 Mart 1924 tarihinde kabul edilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile Osmanlı dönemine ait bütün eğitim kurumları kapatıldı. Kanun çıktığında, ülke genelinde 479 medrese ve 18.000 medrese talebesi vardı. Tevhid-i Tedrisat Kanunu bahane edilerek “Türkiye’de sadece Müslüman vatandaşların olmadığı, Müslüman olmayan Türk vatandaşlarının da dini ihtiyaçları ve vicdan özgürlüğü olduğu” düşünülerek; ilkokul programından Kur’an dersleri, ortaokul ve lise programından da din, Arapça ve Farsça dersleri çıkarıldı. Başlangıçta isteğe bağlı bir ders haline getirilmiş olan din dersi; ortaokullarda 1930’da, öğretmen okullarında 1931’de, şehir ilkokullarında 1933’de, köy ilkokullarında 1939’da tamamen müfredattan çıkarıldı. Tüm bu gelişmeler sonucu 1939-1948 yılları arasında din derslerinin hiç yer almadığı bir örgün eğitim dönemi yaşandı.

İşte tam da bu dönemde Risale-i Nur hizmeti adeta milletin imdadına yetişiyordu. Milletin imanı tehlikedeydi. Çağdaşlık bahanesiyle neredeyse dinsiz bir nesil yetiştirilmeye çalışılıyordu. Hazret-i Üstad bu durumu şöyle özetliyordu: Bana, ‘Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!”[1]

Devlet, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile eğitimi tamamen eline aldı. Eğitim tekelleştirildi. Bunun sonucu olarak halk dinini öğrenemez ve öğretemez oldu. Tabii ki bu uygulamanın amacı tek tip insan yetiştirmekti. Medreselerin, tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla ülkede “Allah Allah” diyen bütün kurumların kapısı kapatılmıştı. Risale-i Nur bu dönemde ortaya çıkıp her evi bir medreseye, bir mektebe dönüştürüyordu.

Üstadın dediği gibi: “Aynen öyle de, ma‘nevî bir elektrik olan Resâilü’n-Nûr dahi gayet yüksek ve derin bir ilim olduğu halde, külfet-itahsîle (tahsil zahmetine) ve derse çalışmaya ve başka üstâdlardan taallüm edilmeye (hocalardan ders alınmaya) ve müderrisinin ağzından iktibâs olmaya (müderrislerden ders alınarak elde edilmeye) muhtaç olmadan, herkes derecesine göre o ulûm-u âliyeyi (dinin yüksek ilimlerini) , meşakkat ateşine lüzûm kalmadan anlayabilir. Kendi kendine istifâde eder. Muhakkik (araştırmacı) bir âlim olur.”[2]  

Artık herkes kendi kendine iman hakikatlerini öğrenip bir din âlimi olabilecekti. Evde, işte, havada, karada, dağda, bağda bu iman hakikatleri her yerde hususi olarak talim edilip ettirilebilirdi. Bu suretle her yer bir medrese bir mektep olabilirdi. Risale-i Nur talebeleri işte bunu başardı. Bulundukları her yerde iman dersleri yaptılar. Her türlü yasağa rağmen iman hakikatlerini memleketin her köşesine ulaştırdılar. Bu sebeple sürgüne yollandılar. Hapse atıldılar. Yılmadılar. Oraları da bir Medrese-i Yusufiye yaptılar. Bu medreseleri kapatmaya kimsenin gücü yetmiyordu. Çünkü iman varsa imkân da vardı.

Ayrıca Risale-i Nurun eğitim modeli, Osmanlı döneminin eğitim modelinden farklı idi. Bediüzzaman Hazretleri, Osmanlı medreselerinden eğitim almıştı. Doğuda ve batıdaki Osmanlı medrese ve mekteplerini çok iyi bilen bir âlim olması hasebiyle, bu eğitim kurumlarının eksik yönlerini çok iyi tespit etmişti. O şöyle diyordu:

Vicdanın ziyâsı ulûm-u dîniyedir. Aklın nûru fünûn-u medeniyedir. İkisinin imtizâcıyla (birlikteliğiyle) hakîkat tecellî eder. O iki cenâh ile talebenin himmeti pervâz (gayreti yükselir) eder. İftirâk (ayrıldıkları) ettikleri vakit, birincisinde taassub (körü körüne bağlılık), ikincisinde hile şübhe tevellüd (doğar) eder.”[3]

Osmanlı medreselerinde dini ilimler verilirken matematik, fizik, kimya, coğrafya, astronomi, tarih, edebiyat gibi ilimler okutulmuyordu. Bunun neticesinde medreseden mezun olan insanlarda bunun eksikliği hemen göze çarpıyordu. Mekteplerde ise din eğitimi verilmiyordu. Müspet fenler verilirken de pozitivist bir yaklaşım sergileniyordu. Sanki kâinattaki bütün olaylar sebeplerin sonucunda meydana geliyor, Allah ile bir ilgisi yok gibi anlatılıyordu. Bu da halkı inancında şüpheye düşürmekten başka bir işe yaramıyordu. Sevgili Üstadımız yazdığı risalelerde imanî hakikatleri bilimsel gerçeklerle ispat ederek kuvvetli ve sarsılmaz bir imanı inşa ediyordu. Bu sistemde yetişen insanın aklı, kalbi, ruhu ve latifeleri iman hakikatlerinden tam manasıyla gıdalarını alıyor, delillerle donanmış sağlam bir itikada sahip oluyordu.

Üstadın açtığı bu yolda herkes gidebiliyordu. Aklı başında olan, yediden yetmiş yediye her sınıf insan, bu metotla imanını sarsılmaz bir hale getirebiliyordu. Cumhuriyet döneminde eşi benzeri görülmemiş bir hizmet ortaya koyan Risale-i Nur talebeleri, bugün milyonlarla insanın imanını tehlikeden kurtarıp istikamet dairesinde hayatlarını sürdürmelerinde rehberlik etmişlerdir. Bir senede sıradan bir insanı iman noktasında hakikatli bir âlim haline getirmek hem de her türlü baskı altındayken bunu başarmak bu zamanın insanlarına ilahi bir lütuf değil de nedir?

[1]Tarihçe-i Hayat,Isparta Hayatı, 228.

[2]Sikke-i Tasdik-i Gaybî, 63. Altınbaşak Neşriyat.

[3]Mektubat 2, 152. Altınbaşak Neşriyat.

İrfan Mektebi Dergisi

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Dâru’s-Siyâdeler (Seyyidlik Evleri)

Dâru’s-Siyâdeler (Seyyidlik Evleri) Doç. Dr. Murat Sarıcık   “Dâru’s-Siyade”, “Nakîbu’l-Eşrâflar”(1) ve Seyyidler için, ilk kez …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Âyet, Hadis ve Âlimlerin Sözlerinde Kur’an Okuman…

Kur'an'ın Faziletine Dair âyetler Kur'an'ın fazileti hakkındaki ayetler aynı zamanda bizleri Kur'an okumaya teşvik ederler. …

Kapat