Hakiki terakki nedir?

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

“Evet hakikî terakki ise; insana verilen kalb, sır, ruh, akıl hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, her biri kendine lâyık hususî bir vazife-i ubudiyet ile meşgul olmaktadır.” İzahı nasıldır?

Bu tarife göre, maddî terakkiler, yükselmeler, ilerlemeler hakikî değil, mecazîdirler. Zira, kabir kapısında sona ererler. Eğer bu terakkiler manevî terakkilere vesile olursa o başka meseledir; insanlığın hayrına olan teknoloji, insanın marifet ufkunu genişlendiren ve onu hikmet sahasında derinleştiren ilim gibi.

Hakikî terakki, insanın iç dünyasında, onu melekler sırasına geçiren hatta bazı yönleriyle onların da ilerisine götüren ilerlemelerdir. Bu ise her bir manevî duygu ve latîfeyi yaratılış gayesine en uygun ve ilâhî rızaya muvafık şekilde kullanmakla gerçekleşir. Bu takdirde, bu latîfeler kendilerine has ibadetlerini yerine getirmiş oldukları gibi, insanın manen terakkisine ve ebedî saadetine vesile olurlar.

Kalbi iman nuruyla parlayan insan, terakki etmiştir. Aklı ilimle aydınlanan insan, terakki etmiştir.

Şefkatli ve merhametli insan, terakki yolundadır.

Sevgi ve korku hislerini yerinde kullanan, yani Allah için seven ve korkan insan, manen ilerlemenin en büyük iki sebebini bulmuş demektir.

İnsan, bütün duyguları ve latîfeleriyle tek başına bir şirketler gurubu gibidir. Yüzlerce belki binlerce yönden kâr sağlayabilmekte, aksi hâlde yine binlerce çeşit zararlara düşebilmektedir.

Meselâ, helâle nazar eden, ilim tahsiline yardımcı olan göz, insan ruhu için büyük bir kâr kaynağıdır. Aynı alet, haramda ve zararlı eserleri okumakta kullanılırsa, insanı isyana ve iflâsa götürebilir. Her organ, her duygu, her latîfe bu mânâda değerlendirilirse, Üstadımızın terakki tarifi çok daha iyi anlaşılır.

***

“Cenab-ı Hak insanı kâinata câmi’ bir nüsha ve on sekiz bin âlemi hâvi şu büyük âlemin kitabına bir fihrist olarak yaratmıştır. Ve esma-i hüsnadan herbirisinin tecelligâhı olan herbir âlemden bir örnek, bir nümune, insanın cevherinde vedîa bırakmıştır. Eğer insan maddî ve manevî her bir uzvunu Allah’ın emrettiği yere sarfetmekle hamdin şubelerinden olan şükr-ü örfîyi îfa ve şeriata imtisal ederse, insanın cevherinde vedîa bırakılan o örneklerin her birisi, kendi âlemine bir pencere olur. İnsan o pencereden, o âleme bakar.”
Üstadımız, maddi ve manevi her bir uzvun, Allah’a nasıl bir pencere olduğnu ve şuunatı ilahiyeyi nasıl gösterdiğini muhtelif risalelerde anlatmaktadır. Bir latife-i Rabbaniye olan sırrın vazifesine ise “müşahedetullahtır” diyerek işaret etmektedir.
 
Müşahede; seyretmek, seyrederek anlamak, görmek manasındadır. Sırrın vazifesi olan müşahedetullahtan anladığımız kadarıyla, Cenab-ı Hakk’ın –temsilde hata olmasın– sırrı mesabesinde olan bazı gizli hakikatların seyri için insanda vedia bırakılan manevi bir latifedir. Bu latife marifetullahla birlikte terakki eder ve sahibini Cenab-ı Hakk’a muhatap edecek seviyeye getirince bazı sırlara vâkıf eder.

Zira insan dahi samimi olmayan muhatabına sırrını vermez. Samimi muhatabiyetten sonra kâinatın gizli hakikatleri o zata açılır, o zat’da sanki gözüyle seyreder gibi o gizli hakikatleri müşahede eder.

 
* * *
İnsandaki “sır” denilen şey, daha çok adı ve mahiyeti bilinmeyen duygular anlamında kullanılmıştır. Bir çok his ve duygular bilinirken bir çoğunun da varlığı hissedildiği halde mahiyet ve keyfiyeti bilinmiyor. İnsan hayatın en cami ve mükemmeline mazhar olduğu için, bir çok hisler ve duygular ile donatılmıştır. Allah kendi isim ve sıfatlarını tanıtmak için insana bu isim ve sıfatları tartıp tanıyacak cihazlar vermiştir. Bu cihaz ve duyguların adedi, bilineni ve bilinmeyeni çoktur. İşin uzmanları bu duygu ve latifeleri ana hatları ile tespit ve tayin etmişlerdir. Burada bunlardan herkesin rahatlıkla bilebildiği zahiri ve batini hislerin yanında bir de bilinmeyen hisler ve duygulara işaret ediliyor.

Mesela, bu bilinmeyenlerden iki tanesini Üstad Hazretleri “saika ve şaika şeklinde tespit ettim” diyor.

Saika: Şuuru olmaksızın bir şeye sevk olunmaktır. Buna sevk-i İlahi de denir. İnkarcı filozoflar buna sevk-i tabii veya  içgüdü adını veriyorlar. Üstad burada arının mükemmel ve hikmetli  vazifeleri görmesini sevk-i İlahi anlamında saika duygusu ile izah ediyor. Yani Allah arıya ne yapacağını saika duygusu ile talim ediyor. Onu bu duygu vasıtası ile yönlendiriyor. Yoksa aklı ve şuuru olamayan arının o hikmetli ve mükemmel vazifeleri kendi başına görmesi ya da kör ve sağır tabiatın sevki ile yapması imkansıdır.

Şaika: Canlılardaki  şevk ve motive duygusudur. Allah mahlukatına yapacağı vazifeleri “saika” ile bildirirken, o vazifelere karşı istek ve arzuyu da “şaika” duygusu ile takviye ve teyit ediyor. Tabi bu saika ve şaika duyguları her canlıda aynı derece ve mertebede görünmez. İnsanlarda daha cami ve daha mükemmeldir.

Arı saika ve şaika duyguları sayesinde gider çiçeği bulur, onunla dostluk kurar, ona bir şeyler verir, ondan bir şeyler alarak her bir nebatla münasebet kurar. İşte arıya bütün bu davranışları yaptıran temel nimet hayat nimetidir. Zira insandaki bütün duygu ve latifeleri çalıştırıp anlamlandıran hayattır.

(1) bk. İşarat-ül İ’caz, Fatiha Suresi.

***

Mesnevî-i Nuriye’de şöyle bir cümle geçer: 

“İnsanın bir ferdinde bir cemaat-i mükellefîn bulunur.”

İnsanın her organı gibi, her duygusu ve hissi de yaratılış gayesinde kullanıldığında ibâdetini yapmış olur. Aksi halde, ya isyanda kullanılmakla  bir azap vesilesi olacak, yahut boşuna harcanmakla zayi olup gidecektir.

Kâmil insan, bütün bu maddî ve manevî sermayesini yerinde kullanan, her birinden ayrı bir feyz, ayrı bir fayda ve sevap edinen kimsedir.

Bahsimize konu olan bu cümlelerden birincisi, bir yönüyle, insan-ı kâmilin tarifi gibidir. İkinci cümle ise bu sermayeyi yanlış kullananların sukut edeceklerini, yâni o yüksek makamı kaybedip aşağılara düşeceklerini beyan eder.

İnsan tek başına, farklı sahalarda ticaret yapan büyük bir holding gibidir. Kalbinin, aklının, hafızasının, hayalinin, sevgi ve korku hislerinin, şefkat ve merhametinin, himmet ve gayretinin her birisi müstakil bir ticaret ünitesi gibidir. Her birinin kârı diğerinden farklıdır. Bütün bu kazançlar ruha ulaşır ve onu zenginleştirir, ulvileştirir.

Kalb, îman mahallidir. İnsanın îmanı ve marifeti ne kadar inkişaf  ederse o insan o kadar büyür, terakki eder.

Akıl, faydalı ilimlerde kullanıldığı taktirde sahibini yükseltir, terakki ettirir.

Sevgi hissi, Allah sevgisiyle ve mahlukatı Allah’ın eserleri ve isimlerinin aynaları olarak sevmekle terakki eder ve sahibini yükseltir, yücelere çıkarır.

Korku hissi sayesinde, insan takva yolunu tutar, haramlardan ve günahlardan şiddetle kaçındığı gibi şüpheli şeylerden de uzak durur. Bu ise o insan için ayrı bir  terakki vesilesidir.

Mektûbat’ta bu konuyla yakın ilgisi olarak şu ifadeler geçer:

“İnsanın fıtratındaki şiddetli merak ve hararetli muhabbet ve dehşetli hırs ve inatlı talep ve hâkezâ şedit hissiyatlar, umur-u uhreviyeyi kazanmak için verilmiştir. O hissiyatı şiddetli bir sûrette fâni umur-u dünyeviyeye tevcih etmek, fâni ve kırılacak şişelere bâki elmas fiyatlarını vermek demektir.”

Beden ruhun hizmetçisidir; şu gördüğümüz maddî âlem de bedenin hizmetine verilmiştir. Ruh, ne beslenmek için meyvelere, ne de görmek için göze ihtiyaç duyar. O,  bedenin ve şu görünen kâinatın ötesinde bir mahlûktur. Bedeni de, kâinatı da “bir kitabın iki sayfası gibi” önüne alır, inceler, tefekkür eder.

İnsan,  göz nimetine karşı Rabbine şükrettiği gibi güneş nimeti için de şükreder. Bu şükür ruhun hem gıdası, hem de aslî görevidir. Ruh îmanla nurlanır, sahih amelle terakki eder, tefekkürle yükselir, şükürle kemâle erer.

Üstat Hazretleri bu Yirmi Üçüncü  Söz ile, herkesin maddeye dalıp ruhunu unuttuğu, menfaat kavgalarının fazilet mücadelesinden öne geçtiği  bu gaflet ve menfaat asrında, bütün insanları bir bakıma aslî görevlerine çağırıyor. Onlara ahsen-i takvimde yaratıldıklarını hatırlatıyor. Her biri elmas değerinde olan latifelerini, duygularını, hislerini dünyanın cam parçaları hükmünde olan geçici zevkleri uğrunda zayi etmemelerini harika bir şekilde ders veriyor.

“Dünya âhiretin tarlasıdır.”(1)

Bu hadis-i şerifin verdiği çok önemli dersi dikkate alan insanlar, tarlanın zevk  ve safa yeri olmayıp çalışma yeri olduğunun idraki içinde, bu fâni âlemde baki âlem namına  bir şeyler yapmaya, o âlemde işe yarayacak sermayeler edinmeye öncelik verirler. Adâlet ve istikamet üzere bir hayat geçirip,  tarlaya tarla kadar, dönüp varacakları menzillerine de ona göre değer verir, o ölçüde gönül bağlarlar.

Doğru yoldan sapmakla hakikate zıt bir yola giren ehl-i dalâlet ise, dünyayı ebedî zannederler ve  âhireti hiç düşünmezler. Ölümü hiçliğe atılma zanneder, bütün güçleriyle bu dünyaya çalışırlar. Ömür sermayelerinin tümünü nefislerinin emrine verir, süflî zevklerle oyalanır, ulvî  lezzetlerden mahrum kalırlar.

(1) bk. Aclûnî, Keşfu’l-Hafa, I/412.

Sorularlarisale

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Dâru’s-Siyâdeler (Seyyidlik Evleri)

Dâru’s-Siyâdeler (Seyyidlik Evleri) Doç. Dr. Murat Sarıcık   “Dâru’s-Siyade”, “Nakîbu’l-Eşrâflar”(1) ve Seyyidler için, ilk kez …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
“Onların Allah’tan başka taptıklarına sövmeyin…”

"Allah'tan başkasına tapanlara sövmeyin; sonra onlar da bilmeyerek Allah'a söverler." denmesine rağmen bazı ayetlerde kafirler …

Kapat