Ana Sayfa / Yazarlar / “Hangisini seçmeli?”

“Hangisini seçmeli?”

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

“Hangisini seçmeli?”

  ‘ümide çağrı’…

 KUR’ÂN-I Kerîm’in pek çok yerinde ilgili konuyla da alakalı olarak bazı geçmiş kavimlere, Peygamberlere (a.s), kişilere ve olaylara dair önemli kıssalar yer alır. Ki bu kıssalar “anlatımda örneklendirme” metoduna verilebilecek en etkili örneklerden olmalarının yanı sıra, o eski olayların iç yüzleri hakkında fikir sahibi olmamızı da sağlarlar.

 Ne var ki, geçmişten günümüze birçok İslam âliminin belirttiği üzere, bu örneklendirmelerde geçen olaylar sadece o eski olayların iç yüzü veya -haşa- birer tarihî hikaye olarak görülmeleri için değil; “Tevhid, Nübüvvet, Haşir, Adalet ile İbadet” şeklinde beliren Kur’ân’ın dört esasının ve gayesinin[1]  ‘düşünenlerce’ daha iyi anlaşılabilmesi için geçerler Kur’ân sayfalarında…

Örneğin Hz. Adem, Musa, İbrahim, Yusuf, Eyyup aleyhimüsselam gibi; Ad, Semud kavmi ve Lut (a.s) kavmi gibi, ya da Bakara, Fil, Belkıs olayları veya Babil’e gönderilen “iki görevli” vakaları gibi zikredilen bir çok yer, olay ya da kişilik; tefsirlerin ve çeşitli eserlerin bin dört yüz küsur yıldır anlatmakla bitiremedikleri –ve de bitirilemeyecek- ince mesajlarla yüklüdürler.

Nitekim Hz. Yunus aleyhisselam’ın kıssası da bunlardan birisidir ve vermekte olduğu pek çok dersin yanında bu kıssa, İlahî kelamın en etkili ümit mesajlarından biri olarak da eşsiz bir değer sahibidir.

Bediüzzaman Hz. işte bu Kur’ânî kıssayı ‘Birinci Lem’a’ isimli eserinde zikrederken, Hz. Yunus aleyhisselamın dünyevî bakış açımıza göre “tam bir felaket” hali olan bir durum karşısında gösterdiği “tam bir teslimiyet” tavrından, nefislerimize de bazı dersler çıkarır. En ümitsiz vaziyetimizin bile sonunda selamete dönüşebileceğini, dolayısıyla başımıza gelebilecek böylesi bir durumun bile aslında “gerçek felaketimiz” olamayacağını bizlere hatırlatır:

“Bizim hevâ-yı nefsimiz, hûtumuzdur; hayat-ı ebediyemizi sıkıp mahvına çalışıyor. Bu hut, onun hûtundan bin derece daha muzırdır. Çünkü onun hûtu yüz senelik bir hayatı mahveder. Bizim hûtumuz ise, yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor.”

Ancak, bu konuda asıl önemli mesele ise şudur belki de:

Başta Kur’ân’ın mesajıyla da biliyoruz ki, ahirete hazırlık noktasında içinde bulunduğu tehlikenin kısmen de olsa farkına varan inananları, bu yolda adım atacağı başlangıçlardan alıkoymak için tam da ‘o yola oturarak’ hep fırsat kollayan çok sinsî düşmanları beklemektedirler[2].. Zira o sinsi düşmanlar farkındadırlar ki, artık hedefte alışılageldik “zamane inananları” gibi nispeten daha kolay yemler değil, din ile alakasını ilerletmeye ve iman hakikatlerini anlayarak dinini yaşamaya karar veren samimi hakikat talipleri bulunmaktadır..

Tam da böylesi durumlarda ise, insanın daimi ve sinsi düşmanları olarak şeytan ve adî mertebesindeki nefis başta olmak üzere tüm ‘perdeler’; kendi varlıklarını da unutturarak hakikate giden yolda insan için uçurumlar ve kör kuyular açma telaşına düşerler!… Ve “harekete geçmeyi” hep arzulayan inananları, o ilk adımı atmaktan alıkoymak için ardı ardına tuzaklar ve pusular sıraya koyarlar!

İşte bu söz konusu tuzakların belki de en başta gelenidir: Yeis ve ümitsizlik hastalığı…

Ne var ki bu hastalık, mümin olsa da kulluğunun gereklerini yapma çabasından uzak düşen kişinin, ‘amele ve taate muvaffak olamayan azaptan korkar, ye’se, umutsuzluğa düşer’[3] tarifiyle tanımlanması halidir çoğu zaman… Benden adam olmaz, yazıklar olsun bana!’ deme tuzağıdır. Belki her defasında nefse ve şeytana mağlup olunarak, ‘bunca günahla kurtuluşum olamaz, ne yüzle af dileyeyim?’ deme pususudur…

Dahası, hakikatte bu umutsuzluk, her yanını alevlerin sardığı bir insanın kibrit çöpü kuruluğuna bürünmesi halidir tamamen! Ya da tüm heybetine karşı aslında yüreksiz olan bir düşmana karşı daha baştan teslim-i silahta bulunma gafletidir.

Ve belki de en önemlisi ise, ‘sınırlarını’ ve mahiyetini tahmin etmeye dahi muktedir olamayacağımız derecede geniş bir şefkatin ve rahmetin kuşatıcı vaatlerinden umut keserek, o rahmet Sahibini vaadinde -haşa- yalanlama ve de o rahmetin genişliğini inkar etmiş olma cahilliğidir!

Çünkü en başta, Kelâm-ı İlâhî’de: “Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin; zira kâfir kavimden başkası Allah’ın rahmetinden ümit kesmez.”[4] ve: “..işte onlar benim rahmetimden ümitlerini kesmişlerdir ve onlar için acıklı bir azab vardır.”[5] gibi ayetlerde buyrulan manaya muhalefetten dolayı bir inkar, bir yalanlama ya da bir cahilliktir ümitsizlik! Üstelik özlerinde umut bağlamaya değmez şeylere hep umudumuzu bağlayarak “haddi aşmamıza” rağmen, yine de, “De ki: “Ey haddi aşarak (çok günah işleyerek) nefislerine karşı israf etmiş olan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah, bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.”[6] vaadiyle merhamette bulunuluyorsa bize, umutsuzluğumuz bu vaade karşı bir nankörlük ve yalanlamadır gerçekten de…

Evet, “Ümit kesmeyin!” emrine itaatsizlik etmek, şeytanın ‘ince’ bir tuzağına daha düşme cahilliğidir kesinlikle. Zira şeytan ve itaatkarları dünyaya yönelme söz konusu olduğunda insanları sürekli heveslendirip, onları hep dünya peşinde koşmak adına nice umutlara boğarlarken; ahiretini umursayan ve ebedî hayatını kurtarmak için çabalayan (ve özellikle de çabalama kararı alan) her mümine ise ha bire umutsuzluk telkin etmek gibi “vicdansız” -ve aslında bu yönüyle kendi içinde de çelişkili- bir oyun daha oynamaktadırlar!

Ama hadsiz şükürler olsun ki, bu oyuna karşı: “Onun için ümidi kesmeyin de başınıza azab gelmeden önce tevbe ile Rabbinize yönelin ve O’na teslim olun. Sonra kurtulamazsınız.”[7] gibi İlahî Fermanlar, vaad ettikleri rahmetle insan için bir rehber ve bir ‘oyun bozucudurlar’…

Başına gelen o dehşetli olayda dahî ümidini kaybetmeyen ve tüm o sebeplerin yaratıcısı olan Rabb-i Rahîm’e samîmi bir iltica ve duada bulunan Hz. Yunus aleyhisselam örneği de gösteriyor ki: Yaşadığımız en dehşetli dünyevî sıkıntılarda veya işlediğimiz günahların en koyu pişmanlıkları karşısında bile rahmetten yana umutsuzluğa kapılmaya hakkımız bulunmuyor! Tıpkı diğer Kur’ânî kıssalarda bizlere örnek gösterilen Hz.Adem’in, Hz. Eyyub’un, Hz. İbrahim’in, Hz. Musa’nın ya da diğer Rehberlerimizin (aleyhimüsselam), yaşadıkları sıkıntılar karşısında umutsuzluğa kapılmamaları gibi.

Tıpkı, canlarına kastetmiş düşmanlarla maddeten ancak bir örümcek ağı mesafesinde kalmalarına rağmen Hz. Muhammed aleyhissalatü vesselamın böylesi bir durumda bile yol arkadaşına: “Hüzne kapılma, elbette ki Allah bizimle beraberdir”[8] şeklinde bir hitapta bulunabilmesi gibi…

İşte bütün bu hakikat örnekliğinden dolayı, bizler de, mesela Hz. Nuh aleyhisselam’ın, (o uzun ve çileli hayatına rağmen) umutsuzluğun insanı taşıyacağı uçurumlara karşı ölüm döşeğindeyken bile: “Ey Oğulcağızım! Kalbinde zerre ağırlığınca, rahmetten ümit kesilmiş olarak kabre girme! çünkü dalalete düşmüş kimseden başkası, Allah’ın rahmetinden ümit kesmez.”[9] diyerek, evlatlarına ve aslında iman noktasında “kardeşleri” sayılan tüm inananlara yaptığı bu önemli nasihate candan bir ümitle muhatap saymalıyız kendimizi.[10]

Pek çoğumuzun kolayca düştüğü bu ümitsizlik belasına karşı, devrinin çilekeşlerinden M. Akif Ersoy’un şu dizeleri konuyu ne de iyi özetliyor:

Bırakın mâtemi, yâhu! Bırakın feryadı;

Ağlamak fâide verseydi babam kalkardı!

Gözyaşından ne çıkarmış? Niye ter dökmediniz?

Bâri müstakbeli kurtarmaya bir azm ediniz.

Ye’se hiç düşmeyecek zerrece imanı olan,

Siz sâde derdi bulun, sonra kolaydır derman.”[11]

İşte, söz konusu belanın dehşetinden dolayı Bediüzzaman Hz. de müminleri gerek fert ve gerek toplum olarak yapacakları maddi-manevî mücahede veya ıslah ve ikmal çalışmalarında o illete düşmemeleri konusunda uyarmaya çabalamıştır hep. Söz gelimi, şeytanın insanın iç alemine vereceği en tehlikeli desiselerden biri olarak “ye’sten” (umutsuzluktan) sıklıkla bahsederken; âlem-i İslam’ın içinde bulunduğu durumu netice veren “hastalıkların” teşhisi ve de tedavileri konularında da yine ye’sin zararlarına ısrarla dikkat çekmiştir.[12]

Demem o ki; bunca ihtar, ikaz ve de müjdeden dolayı, umutsuzluğa düşerek gaflete devam edemeyiz asla! Dahası, “Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her kötülük de nefsindendir”[13] ayetinin ikazıyla ise, aslında Allah’ın birer lütfu olan salih amellerimize güvenerek o rahmeti ‘garanti’ görme ukalalığını da yaşayamayız!

Bu konuda bizden beklenen, ümitsizlik ya da gurur aşılayan her türlü icraatımızdan dolayı her zaman tövbe zırhına bürünmemizdir ‘galiba’.

Zira meleklerin aksine günah işleyebilecek yapıda yaratıldığımız için aşağıdaki ayetlerin de vaadiyle bizlere tövbe denilen bir “kurtuluş kapısı” ihsan ediliyorsa eğer, biz de “akıl sahipleri” gibi şükretmeli ve de günahlarımızın bizi ‘kesinlikle helak edeceği’ şeklindeki o şeytanî “ümitsizlik kuyusuna” karşı hep tetikte olmalıyız:  

“Ey Müminler! Hepiniz toptan Allah’a tövbe ediniz ki, felaha (kurtuluşa) eresiniz”[14] (15)

“Ey iman edenler, Allah’a (kesin) nasuh bir tevbe ile tevbe edin. Olabilir ki, Allah sizin kötülüklerinizi örter ve altından ırmaklar akan cennetlere sokar. O gün Allah, Peygamberi ve onunla birlikte iman edenleri küçük düşürmeyecektir.”[15]

Böylelikle, bir yandan “Günahtan tevbe eden kimse, hiç günahı olmayan kimse gibidir.”[16] müjdesine sarılırken, diğer yandansa günah işlemeye meyilli heveslerimize karşı tövbeyle günahlardan arınma ümidini hep muhafaza etmeliyiz mutlaka!

O halde, başta “ara sıra sendeleyenler” olarak ümit konusunda iki seçeneğe sahibiz tam olarak:

Ya, “yandım-bittim” diyerek umutsuzluğa kapılmakla asıl yanma- nın ne olduğunu (maazallah) bir gün öğreneceğiz; ya da en dehşetli vaziyetlerde bile samimî tövbelerle o rahmete mazhar olabilme umudumuzu hiç yitirmeden “mücahedemize” hep devam edeceğiz.

Seçim bizim!

Sultan-ı Zülcemâl, özellikle de karanlıklara düştüğümüzü hissettiğimiz anlarda bizleri her türlü umutsuzluktan, hele hele af ve mağfiretinden umut kesme günahına düşmekten muhafaza buyursun…

Mustafa H. Kurt (2008)

[1] İşârat-ül İ’câz, Envâr Neşr., İst.1986, s.12. Kur’ân’daki bu dört temel maksadın özetle geçtiği yerlerden biri hakkında bkz: Lokman Sûresi.

[2] “Dedi ki: “Madem öyle, beni azdırdığından dolayı onlar(ı insanları saptırmak) için mutlaka senin dosdoğru yolunda (pusu kurup) oturacağım.” (Araf S.-7/16).

[3] Mesnevî-i Nuriye, Envâr Neşr., İst.2004, s.65; Bediüzzaman Hz., bu izahının devamında ise ileriki aşamalarında ye’sin açabileceği tehlikelere şöyle işaret eder: “Böyle bir me’yusun gözüne, dinî mes’elelere münafi edna ve zayıf bir emâre, kocaman bir bürhan görünür. Böyle birkaç emâreyi elde eder etmez, diğer emârelerin sâikasıyla ilân-ı isyan ederek İslâm dairesinden çıkar, şeytanın ordusuna iltihak eder.” 

[4] Yusuf S. 12/87.

[5] Ankebût S. 29/23.

[6] Zümer S. 39/53.

[7] Zümer Suresi-39/54.

[8] Tevbe Suresi, 9/40; M. LİNGS (E. SİRACEDDİN), Hz. Muhammed’in Hayatı, (Çev. N.ŞİŞMAN), İnsan Yay., İst. 2006, s.132.

[9] M.Asım KÖKSAL, Peygamberler Tarihi 1.C ,TDV Yay., Ankara 2005, s.106.

[10] Nitekim Hz. Nuh aleyhisselama, kendisine inanmayan oğlu hakkında “Ey Nuh, o senin ehlinden değildir. Çünkü o sâlih olmayan bir amel sahibidir” (Hûd sûresi-11/46) İlahî ikazıyla evladı sayılamayacağının bildirilmesini “Ancak mü’minler birbirinin kardeşidir” (Hucurat Suresi-49/10) ayetiyle birlikte ele alacak olursak, diyebiliriz ki: Hakkınca iman etmeyen birisi neseben Peygamber evladı da olsa, hakikatte o Zât’ın bir yakını değildir. Buna mukabil, ayrı bir ırktan da olsa bir mümin aslında o Zât’ın kardeşi olma şerefine sahip birisidir.

[11] M. Akif ERSOY, Safahat, Çağrı Yay., İst. 2006, s.172.

[12] Şeytanın, ‘iç alemdeki’ ye’s tuzağı hakkında Bediüzzaman: “Şeytanın en tehlikeli bir desisesi şudur ki: Bazı hassas ve sâfi-kalb insanlara, tahayyül-ü küfrîyi tasdik-i küfürle iltibas ettiriyor. Tasavvur-u dalâleti, dalâletin tasdiki suretinde gösteriyor. Ve mukaddes zatlar ve münezzeh şeyler hakkında gayet çirkin hatıraları hayaline gösteriyor. Ve imkân-ı zâtîyi imkân-ı aklî şeklinde gösterip, imandaki yakînine münâfi bir şek tarzını veriyor. Ve o vakit o biçare hassas adam, kendini dalâlet ve küfür içine düştüğünü tevehhüm edip imandaki yakîninin zâil olduğunu zanneder, ye’se düşer, o yeisle şeytana maskara olur. Şeytan hem ye’sini, hem o zayıf damarını, hem o iltibasını çok işlettirir; ya divane olur, yahut “Her-çibâd-âbâd” der, dalâlete gider.“ Lem’alar, Envâr Neşr., İst.1986, s.74; Bediüzzaman Hz. afâkî-dış alemdeki ye’s tuzağı hakkında ise, Şam Emevî Câmiinde verdiği hutbesinde: “..bizi maddî cihette kurûn-u vustada durduran ve tevlaf eden altı tane hastalıktır. O hastalıklar da bunlardır:” deyip, daha ilk sırada: “Ye’sin (ümitsizliğin) içimizde hayat bulup dirilmesi’ni sayar. Tarihçe-i Hayat, Envâr Neşr., İst.1989, s.89.

[13] Nisa Suresi-4/79.

[14] Nur Suresi- 24/31.

[15] Tahrim Suresi- 66/8. Bu ayette geçen “nasuh” ifadesinin, günahlara karşı tam bir pişmanlıkla ve o günahların tekrar işlenmeyeceğine dair samimi bir niyetle yapılacak tövbe ile anlamını bulacağı açıktır. Çünkü ‘çokça nasihat veren’ anlamına gelen bu kelime ile, yapılması istenilen o samimî ve kesin tövbenin, tövbe sahibine nasihat da verir bir yapıda olmasının gerekliliğine dikkat çekilmiş olsa gerektir.

[16] İbn Mâce, Sünen, Zühd Bl., Hadis no: 4250.

Yazar : Mustafa H. KURT

Mustafa H. Kurt: 1974 yılında Gaziantep'te doğdu. Cumhuriyet Lisesi (1992) ve Gaziantep Üniversitesi Tarih bölümünden mezun oldu (2000). Türkiye’de ve Almanya’da eğitimcilik yanında farklı iş kollarında çalıştı. Yazarımız, kastamonur.com yanında hâlihazırda çeşitli dergi ve haber sitelerinde yazıyor.

Tüm Yazıları Göster
Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

‘Salâvatın Mânâsı Rahmettir!..’ 

‘SALAVÂTIN MA‘NÂSI RAHMETTİR!..’  “(Ey resûlüm!)  (biz) seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik!..” (Enbiya,107) “İşte seni …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Uçak Yapılıyor, Peki Kuş Tesadüfen mi Oluyor?

Reader's Digest dergisinin eski bir sayısında kuşları konu alan bilimsel bir makalede şöyle bir cümle …

Kapat