Musa Yukarı Ağabey

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

1930 Denizli Tavas doğumlu olan Musa Yukarı Ağabey, uzun bir zamandan beri İzmir Ayrancılarda ikâmet etmekteydi. Üstad Hazretlerini 1960 tarihinde Emirdağ’ında ziyaret etmiştir. Nurculuk davasından da mahkeme ve hapis hatıraları vardır. 

Musa Yukarı ağabey, İzmir bölgesinde tatlı sohbetleri, ikna kabiliyeti ve hazır cevaplılığı ile tanınan ve sevilen bir kıymettir. O bilge bir kişidir. Üstad Hazretlerine yaptığı ziyaretinin yanında; yaşamış olduğu ibretli bazı hatıraları da vardır. Bunları bize anlatmıştır. Esasen kendisini keşfedenler onu pek boş bırakmazlar. Her yerde anlatacak bir şeyleri vardır. Gençler onu çok severler. Kendisini 40 senedir tanıyorum. Ben, hiç bir kimseyi incittiğini, kırdığını hatırlamıyorum, daima şefkatli davranır. Sesini yükseltmez, fakat ikna eder veya muhatabına göre, ilzam eder. Kendisi, Kur’an’ın en mükemmel bir tefsiri olan Risale-i Nurları, rehber ve hizmet düsturu olarak seçmiştir. Başarısı da buradan gelir. Yaşadıkları ve şimdi hatıra olarak bize anlattıkları çok ibretli ve istifadelidir. Musa Ağabey, 8 May 2015’te vefat etti. Allah rahmet eylesin.

Ömer ÖZCAN

MUSA YUKARI ANLATIYOR

(…)

ANKARA’DAN GELEN BİR MEKTUP

Sene 1960. Ocak veya şubat ayı olacak. Bize Ankaralı Kardeşlerden bir yazı geldi. Bu yazıda: “Demokrat Parti Milletvekilleri ile konuşabilecek olanlar, Ankara Mahkemesi dolayısıyla Ankara’ya buyursun. Ankaralı Kardeşleriniz” diyordu. Üstadımızın da Ankara’ya geleceğini de söylüyordu o yazıda. Her vilâyetten kendi milletvekillerini görmek ve “Risale-i Nurları sahip çıkın, yoksa yıkılacaksınız” diye uyarmak için. Biz buradan, Ayrancılardan “Kadir İnci” kardeşle beraber milletvekillerini uyarmak için değil de, doğrusu Üstadı görmek için gittik.

Şimdi hangi semtte idi hatırlamıyorum, “Murat lokantası”nın üst katındaki dersanede kardeşler toplanmaya başladılar. 80-100 kişi kadar oldu, biz de bir kenara oturduk. Orada; Bizim tanıyabildiğimiz, Ahmed Feyzi Kul, Avukat Bekir Berk, Selahaddin Çelebi ağabeyler vardı. Sonra bir genç geldi, ona hürmet ettiler. Ben, “bu genç kim?” diye sordum. “Bu Ceylan Ağabeydir” dediler.

Risale-i Nurlar okundu, sohbet ve dersler yapıldı. Sonra birsi bir sual sordu. Ahmed Feyzi ağabey cevap verdi. Orada duyduk ki; İçişleri Bakanı Namık Gedik Üstadı Ankara’ya sokmamış. Hatta, Ahmed Feyzi, Selahaddin Çelebi, eski Isparta Demokrat Parti milletvekili Tahsin Tola Ağabeyler İçişleri Bakanı Namık Gedik’e gidiyorlar. Ona: “Bizi Üstadımız gönderdi, siz bu Risale-i Nurları serbest bırakın, mekteplerde okunsun, her yerde okunsun, yoksa siz gidiyorsunuz, yıkılacaksınız” diyorlar. O zaman Namık Gedik, hâşa: “Yâhu siz bir Kürdün arkasına düştünüz, böyle söylüyorsunuz. Beş hâneli Yörük çadırının dört hânesi Demokrat Partilidir, bizi hiç bir güç yıkamaz” diye cevap veriyor. “Biz Üstadımızın sözünü söylüyoruz ister kabul edin, ister kabul etmeyin, biz Üstadımızın söylediğini söylüyoruz” diyorlar ve dönüyorlar.

(…)

ÜSTAD ÜÇ ŞEY SÖYLEDİ VE BİNECEĞİMİZ OTOBÜSÜ GÖRDÜ      

Üstadımız yatıyordu, elini uzattı bana, elini öptüm “seni Zübeyr’in yerine kabül ediyorum, nerelisin?” dedi. “Üstadım Denizliliyim fakat şu anda İzmir Torbalı-Ayrancılarda oturuyorum” dedim. Kadir elini öptü “sen nerelisin?” dedi. “Ben de Konya Ermenek’tenim, fakat şu anda ben de Torbalı Ayrancılarda oturuyorum” dedi. Üstad: “Seni de Sungur’un yerine kabül ediyorum” dedi. Biz oturduk şöyle sîmasına bir baktık ondan sonra başka yere bakarak dinledik, Ahmed Feyzi ağabey bize çok tembih ederdi “şayet Üstada ziyarete giderseniz yüzüne fazla bakıp durmayın Üstad rahatsız olur.” Biz “neden?” diye sorduğumuzda Ahmed Feyzi ağabey: “Ekseri bizim gözler dışarıda nâmahreme baktığı için, nâmahremlerden gelen günahlar göze sirayet eder, Üstada bakınca o Üstadı rahatsız eder” derdi. Biz de öyle yaptık başka yerlere kenarlara, hatta başının üstünde “Dost istersen Allah yeter” levhasına baktık.

Üstadımızın birinci sözü şu oldu: “Küfür ejderhasının bel kemiği kırılmıştır, artık küfür bir daha belini doğrultamaz, hiç müteessir olmayınız.” Biz buradan gittikten sonra Âtıf Hocaya (Egemen) sormuştum, “Üstadımız böyle dedi, hâlâ kardeşleri hapse atıyorlar?” O’da: “Ejderhanın bel kemiği kırıldığı zaman hemen birden gebermez böyle çırpınır, böyle kıvrıldığı zaman nurcuları içeri alır şöyle kıvrıldığı zaman dışarı bırakır, canı kesildiği zaman kalır, nurculuğun hapis işi biter” dedi.

Üstadımızın ikinci sözü şu oldu: “Risale-i Nurun hocası Risale-i Nurdur, yâni Risale-i Nurlarda her şey vardır, başka kitaplara müracaata lüzum yoktur.” Yoktur, ama bazı cemaatlerde birisi bir satır okur, yarım saat konuşur buna lüzum yoktur. Meselâ Sungur ağabey ders yaparken bir mevzûyu bir kaç kitaptan bulup okuyor, biz bulamıyorsak kabahat Risale-i Nurlarda değil bizdedir.

Üstadımızın üçüncü sözü de: “Zübeyr, bunlar buraya masraf edip gelmişler bunların yol paralarını ver” oldu. “Yok Üstadım biz başka yere uğramak için gelmiştik buraya da uğradık” dedik. Yarım saat kadar kaldık yanında. Hatta hiç yapmazmış, konuşup dururken Üstad elini uzatıverdi bana. Zübeyr ağabey: “Üstad müsaade ediyor” dedi. Hemen kalktım tekrar elini öptüm, sonra Kadir öptü. “Zübeyr bunları arabaya bindir öyle gel” dedi. 1960 senelerinde öyle hemen otobüs bulmak mesele, saatlerce hatta günlerce beklemek lâzım. Fakat tam biz avlu kapısından çıktık, otobüs geliverdi, ev anayol üstündeydi zaten. Üstad mânen otobüsü gördü, konuşurken elini uzattı, bir dakika beklemeden otobüse yetiştik. Hemen Zübeyr ağabey el kaldırdı bindik ve yeniden karakola gitmeden İzmir’e döndük.

PARA İLE BEDİÜZZAMAN’I ÖLDÜRTMEK İSTEDİLER

Isparta’ya Üstadı görebilmek için Sâlim Acar ve Veli Başarır ile gittiğimiz, fakat göremediğimiz 1957 senesinde yatılı kaldığımız bir handa bir genç bize şöyle bir hâdise anlattı:

“Ben kamyon şoförüyüm. Bir gün yanıma tanımadığım üç kişi geldi. Bana, ‘Memleketimizde Bediüzzaman diye zararlı bir âlim var, taksiyle dolaşıyor. Sana 50 bin lira verelim, yed-i emine parayı teslim edelim. Sen kamyonun ile buna çarp, kaza süsü ile öldür. Bu paraya yed-i eminden al’ dediler. Ben kabul ettim. Taksinin rengini ve plaka numarasını verdiler. Bana yardımcı olacaklarını söylediler.

“Nihayet yola çıktım. Taksinin karşımdan geleceğini söylediler. Gözüm taksinin renginde. Renk uyarsa, direksiyonun önüne koyduğum plaka numarasına bakıyordum. Bir baktım, aynı renkte bir taksi uzaktan geliyor. Yaklaştıkça plaka numarasına bakıyorum. Tam o anda taksi sağa yanaşıp durdu. İçinden bir genç indi. Sola geçti, yani benim önüme. El kaldırdı. Ben de durdum. “Ne o?’ dedim. ‘Seni Hoca Efendi çağırıyor’ dedi. İndim, taksinin yanına o genç ile beraber vardım. Hoca Efendi, taksinin camından başını çıkarıp bana dedi ki: “Oğlum, ben memlekete zararlı bir Hoca değilim. Sana yanlış bilgi verdiler. Bu teşebbüsünden vazgeç.” O anda Hocaya o kadar ısındım ki anlatamam, tarif edemem. Bana para teklif eden o üç kişi orada olsa idi üçünü de arabamla ezerdim. İster inanın, ister inanmayın ama ben bunu başka birinden duymadım, kendim yaşadım.”

Ben, o arkadaşın adresini almadığım için hâlâ üzgünüm ve pişmanım. Bu hadiseyi bütün o handa olan insanlar bizim ile beraber dinlediler.

MUSA AĞABEYİN TECRÜBELERİNDEN.. İBRETLİ DERSLER.. HATIRALAR..

KISKANAN MÜDERRİS EFENDİYİ NASIL SUSTURDU?

Bir gün komşu bir köy’e gittik, kahvede dinî sohbet yapıyoruz. Eskiden televizyonlar yokken, kahvelerde güzel dersler olurdu, herkes dinlerdi, bir-iki kişi oyun oynasa bile onlara da bıraktırırlardı.

Böyle bir kahvede konuşurken sakallı birisi geldi, arkaya bir yere oturdu, yüksek sesle konuşmaya, benim konuşmamın duyulmaması için gürültü etmeye başladı. Beni dinleyenler de ona dönüp bakıyorlar, fakat bir şey söyleyemiyorlardı. O zaman ben anladım ki bu adam herhâlde bu köyün hatırlı bir şahsı. Yanımdakine sordum “kimdir?” diye. “Ona Müderris Hüseyin Efendi, derler Arapçası, Farsçası vardır” dediler. O zaman ben hiç duymamış gibi “O amca kim, o arkada konuşan?” “Müderris Hüseyin Efendi” dediler. Dedim “yahu böyle müderrislerin yanında beni niye konuşturuyorsunuz, bana Subhâneke’yi oku deseler bir kaç hatam çıkar, hocam buyurun siz konuşun sizi dinleyelim” dedim. Böyle deyince “oğlum ben her zaman bu köydeyim, her zaman konuşurum sen devam et” dedi ve sesini kesti. Hatta ben konuşurken yeni gelenler, ona soruyorlardı “bu kim?” diye o’da eliyle çok güzel dinleyin diye işâret ediyordu. Sonuna kadar da beni dinledi.

Burada anlatmak istediğim şu. Ben ona deseydim “siz kimsiniz, ben buraya gelmişim, üç beş dakika konuşacağım, sen sonra konuş” desem olmaz. Çünkü onu sevenler “yâhu sen kim oluyorsun, O Müderris efendi” derler ve beni hiç konuşturmazlardı. Bizim yaptığımız gıcırdayan kapıyı yağlayıp sesi kesmek. Ben eskiden beri kırıcı konuşmam…

(…)

HÂKİM BEY İLZAM OLUYOR

Biz İzmir’de üç-dört kere nurculuktan hapse girdik. Hâkim Ahmet Adaman vardı, bizi beraat ettiren bir hâkim. O burada Ayrancılarda 18 dönüm bir şeftâli bahçesi aldı. Benim de 25 dönümlük yerim vardır. Aldığı yerle benim bahçe arasında bir yol var, komşuyuz yâni.

Bir gün bahçedeyken “gel buraya” dedi bana. “Ben hâkim değilim, sen de maznun değilsin, seninle burada sohbet edelim, bak kimse de yok” dedi. “Edelim” dedim. “Bediüzzaman Said Nursi’nin kitaplarından başka İslâmiyet’i anlatan kitap yok mu?” dedi. “Niye olmasın hâkim bey, var.” “Peki niye sizin evlerinizde yalnız Risale-i Nur kitapları varda, başka kitap yok?” “Hâkim bey bizde başka kitaplar da var fakat emniyet geldiği zaman yalnız Risale-i Nurları götürüyor, diğer kitapları bırakıyor, onun için siz hep Risale-i Nurları görüyorsunuz, onları buraya getirmiyorlar. Yalnız şu bir gerçektir, diğer kitaplardan varsa Risale-i Nurlardan beş tane vardır, en çok O kitapları okuruz diğerlerini pek fazla okumayız. Neden biliyor musun?” dedim. “Bak bu bahçeye zamanında arpa ektik buğday ektik, tütün diktik ama şimdi bak şeftali diktik. Şeftaliden çok güzel para kazanıyoruz, ticaretimiz kârlı. Şimdi, şeftaliyi kökle, buraya arpa ek desek, bu enayilik değil de nedir hâkim bey? İşte aynı bunun gibi biz Risale-i Nurdan daha çok istifade ediyoruz. Risale-i Nur’u sana biraz izah edeyim:

Risale-i Nur îman hakikatlerini anlatır, asrımızda inanç sarsılmıştır, İslâmiyet sadece ibâdet değil, yâni namaz kılmayanlara sabah namazı kaç rekâttır, yatsı namazı kaç rekâttır bilmediğinden değil, namaz kılmayı bilmediğinden de değil, bir namaz hocası alır hemen öğrenir. İnanç zayıflamış bir ağacın kökü zehirlenmiş kurumaya başlamışsa sen dallarına ilaç sıksan bu ağaç yaşar mı? Bugünkü neslin kökü zehirlenmiş, fıkıh ilimleri bu insanları ıslah etmez, bu asrın İslâm düşmanları fıkha hücum etmiyorlar. Sen hiç duydun mu, “Müslümanlar namazın farzını 12 diyor” diye saldırılsın. Öyleyse yıkılmayan bir yer niye tâmir edilsin, yıkılan yeri tâmir ediyor Risale-i Nurlar. Bu kâinat kendi kendine olmuş doğa, tabiat, sebebler yapmış diye insanlara doğrudan doğruya dinsizlik aşılanıyor.

İşte Bediüzzaman da: “Ey insan! Bir iğne ustasız olmaz, bir harf kâtipsiz olmaz, nasıl bu kâinat sahipsiz olur?” diye doğrudan doğruya “Allah’a îman” esaslarını işliyor. Ondan sonra Risale-i Nurlar Haşri işler, Kur’ânın üçte biri haşirden bahsediyor. Bir insan öldükten sonra dirilmeye inanmazsa niye dürüst hareket etsin? Niye anasını babasını sevsin “bir an önce ölsünler mirasına konayım” diye bekler, ama âhirete inanarak ben bütün bu hareketlerimden hesap vereceğim derse… Altı buçuk sene Mekke-i Mükerreme’de ibâdet âyeti gelmemiş, “bu şuursuz bulutlardan yağmuru size veren kimdir, bu şuursuz topraktan nebatatı veren kimdir?” diye, Allah’ı tanıttırdıktan sonra “ben bu Rabbimi nasıl memnun edebilirim endişesi duyulunca ibâdet âyetleri geliyordu. İşte bizim de Risale-i Nurları ehemmiyet vermemiz işin kökünü ele aldığı içindir. Meselâ bâzıları der ki ‘câmiler açık, câmiye gitme mi diyen var’. Câmi açık ama yolu kapalı, câmiye götürecek sebebleri bilmeyen adam câmiye niye gitsin? Risale-i Nur bunları öğretiyor, ondan sonra câmiye gitmek kolay, alır bir namaz hocası hemen öğrenir gider, ibâdet kolaydır, mühim olan evvelâ inançtır.

Hâkim: “sana bir şey sorayım” dedi. “Risale-i Nur mu üstün, Kur’ân mı?

Hâkim Bey aslında cevabını biliyor ama, arkadan başka bir şey söyleyecek onun için bu soruyu soruyor. Dedim “Hâkim Bey Risale-i Nur’un üstünlüğü bana Kur’ân’ımı tanıttığı içindir, hiç tefsiri aslından üstün olur mu?” Hâkim: “Mâdem Kur’ân üstün diyorsun, sen bu Risaleleri bu köylere dağıtıyormuşsun, o zaman Kur’ânları dağıt, daha üstün olan Kur’ânı dağıt” dedi. Ben gülerek dedim: “Hâkim Bey sen de Müslümansın değil mi?” “Elhamdülillah” dedi” “O zaman ikimiz çıkalım, sen de sevap kazan Kurânları sen dağıt, Risaleleri ben dağıtayım, azıcık sevap da sen kazan gözüm yok yâni.” “Yâhu size lâf yetmez” dedi, meseleyi kapattı.

(…)

BUCA CEZAEVİNDE MAHKUMLARLA BERABER

Netice olarak evlerimiz taharrî edildi, Risaleler çıktı, bizi Buca Cezaevine gönderdiler Artık, pislik işi kalmış, Nurculuk başlamıştı. Hapishanede gardiyanlar üzerimizi ararken birisi geldi, diğerleri hazır ol’a geçtiler. “Kim bunlar?” dedi. “Bunlar Nurcular” dediler. “Niye arıyorsunuz üzerlerini?” “Esrar mesrar var mı diye arıyoruz” dediler. “Para verseniz Nurcular hapishaneye esrar sokmaz, onların inançlarına zıttır, bırakın onları” dedi. Bize de “Oğlum merak etmeyin birinci mahkemede çıkarsınız, çok Nurcu gördü bu hapishane” diye de bize teselli verdi. Başgardiyanmış bu adam.

Hapishanede bize alt katta bir yer verdiler. Sakallı Fâruk kardeş şakacı idi. Herkes ona “Hocam! Hocam!” diye yer gösteriyordu. Dedi: “Öğlen ile ikindi namazında ben imam olayım, fakat sesli okunan sabah, akşam, yatsı namazlarında sizden biriniz geçer imamlığa” dedi. Böyle idâre ederken üçüncü kattan birileri elinde bir suâl listeleri ile ziyaretimize geldiler. “Hocam buyurun sana suallerimiz var” dediler. “Olur, bir saat sonra geliriz” dedi Faruk kardeş. Bize de: “Ben bir şey bilmiyorum, ben sizi gösterir çekilirim” dedi. Neyse biz çıktık yukarıya, Faruk’un yanına şeyhin müridleri gibi diz çöküp oturduk.

MAHKUMLARIN BİRİNCİ SUÂLİ: NİYE CEMAATLER VAR?

“Biz İslâmiyet’i bir tane biliyoruz, peki kimi Nurcuyum, kimi Süleymancıyım, kimi tarikatçıyım.. diyor bu nedir böyle parça parça?” Faruk: “Siz beni bunun için mi çağırdınız? Yâhu ben bu kadar mektep medrese gördüm böyle basit şeyler için beni meşgûl etmeyin, talebeler hâlleder onu, anlat Musa” dedi bana. Dedim:

“Kardeşim burada dikkat edeceğiniz bir husus var. Gaye ile vâsıta; gâye ile vâsıtayı karıştırırsanız bu işin içinden çıkamazsınız. Biz şimdi burada kaç kişiyiz otuz kişi, diyelim biz İzmir’e gideceğiz, ama vasıtalarımız değişik olabilir, kimi otobüsle, kimi, motorsikletle, kimi kamyonla, kimi trenle gider, yayan bile giden olabilir. Mühim olan gayedir, İzmir’e varmaktır, vasıta değişebilir. İşte bu saydığın cemaatlerin gayesi İslâmiyet’tir, ama vasıta değişik olabilir. İsterseniz bu cemaatlerin mensuplarını çağırın sorun; hepsi diyececektir ki gayem islâmiyettir, Peygamberim Hazreti Muhammed’tir, kitabım Kur’ân’dır…” Yol ayrı olabilir. Kimi Kemâlpaşa yolundan, kimi de Urla yolundan gider İzmir’e, bu Müslümanlar da böyledir.” Deyince tamam birinci sualin cevabını aldık dediler.

İkinci suâl: Şeytanı Allah niye yarattı? Bak şeytana uyduk hapse geldik, şeytan olmasaydı biz hapse girmeyecektik, o zaman şeytanı yaratmakla bizim hapse girmemizi Allah istemiş olmuyor mu?

“Evet her şeyi ve şeytanı da yaratan Allah’tır. ama şeytanı yaratmak şer değil, şeytana uymak şerdir. Bakın hayvanlarla meleklerin makamları sâbittir, insan ise bunların ikisi ortasındadır, insana şeytan musallat olur, şeytanla mücadele eder, şeytanla mücadelede üstün gelen melekleri geçer, şeytana mağlûp olan da hayvandan aşağı düşer. İşte şeytan bu vazifeyi yapar. Eğer şeytan olmasaydı; Ebu Bekir-i sıddıkla Ebu Cehil-i lâin bir olurdu. Birisi Peygambere, Kur’âna tâbi oldu, alâ-i illiyine çıktı, diğeri şeytana uydu lâin oldu…” buna da tamam dediler.

HANİ RAMAZANDA ŞEYTAN BAĞLANIRDI?

Üçüncü suâl: Ninem “Ramazanda Şeytan bağlanır” derdi. Hâlbuki ben Ramazanda günah işledim, bak hapse girdim. Ninem mi bilmiyor, yoksa nedir bu şeytanın bağlanması işi?

Dedim: “Kardeşim sen ne suç işledin, çekinme hadi söyle”. “Hırsızlık” dedi. “Oğlum! Bizim bahçelerimiz vardır, bahçelerimize köpek bağlarız. Onun da zincirinin, ipinin bir uzunluğu vardır. Eğer bir öteden dolaşırsan köpek seni ısırmaz, ama zincir seviyesine girersen köpek seni yakalar. Sen Ramazanda öyle bir şuç işlemişsin ki; Şeytan bağlı ama sen sürtünerek geçmişsin, Şeytan seni yakalamış. Şeytanın bağlanması ise; hani bir hayvan vardır, çok yerde gezer, birde ayakları kuşaklanmış hayvan vardır az bir yerde gezer. Şeytanın da Ramazanda ayakları kuşaklanır az bir sahada gezer fakat sen Ramazanda Şeytanın tesir sahasına girmişsin seni yakalamış.” Gülerek kabul etti.

Sonra bir kişilik yer varmış koğuşlarında bana “Mûsa ağabey sen burada kal” dediler. “Tamam” dedim, bir ara kulak misafiri oldum, aralarında konuşuyorlardı, “valla talebelerin hakkından gelemedik, bir de hoca ağzını açarsa ne olacak..” diyorlardı.

(…)

Ağabeyler Anlatıyor’ – 2’den

Yazar : Ömer ÖZCAN

1950 yılında Milas’ta doğdu. Ortaokul ve lise eğitimini İzmir’de tamamladı. 1968 senesinde lise ikinci sınıfta iken Risale-i Nur’u tanıdı. 1969’da ‘Ankara Erkek Teknik Yüksek Öğretmen Okulu’na (Bugünkü adıyla: Teknik Eğitim Fakültesi) kaydoldu… Ankara’da beş seneye yakın Bayram Yüksel Ağabeyin nezaretinde muhtelif Dersane-i Nûriyelerde kaldı. 1973 senesinde öğretmen olarak mezun oldu. 1973’den 1984’e kadar 11 sene Zonguldak’ta lise öğretmenliği yaptı. Sonra İzmir’e, mezun olduğu liseye öğretmen olarak atandı. 2000 senesinde aynı okuldan emekli oldu. Ömer Özcan evli ve iki kız babasıdır. Şimdi İzmir’de ikamet ediyor. Bütün mesaisini iman ve Kur’an hizmetlerine ayırmaya çalışmaktadır.
Ömer Özcan’ın Bediüzzaman Said Nursi ve talebeleri hakkında hatırı sayılır bir arşivi vardır. Kendisinde, Hz. Üstad’la görüşen veya görüşmeyen kadim ağabeylerden fotoğraf, ses, video veya yazılı olarak yaptığı kayıtlar mevcudtur. Ayrıca Risale-i Nur’un teksir veya matbaa olarak ilk baskılarının tamamına yakını Ömer Özcan’ın arşivinde bulunmaktadır. El yazılı orijinaller de vardır.
Ömer Özcan, Üstad Said Nursi Hazretleriyle hatıraları olan Ağabeylerle yaptığı röportajların bir kısmını kitaplaştırmıştır. “Risale-i Nur Hizmetkârları AĞABEYLER ANLATIYOR” adıyla seri olarak yayınlanmış sekiz kitabı bulunmaktadır. Yeni kitap hazırlıkları ve araştırma çalışmaları devam etmektedir.

Tüm Yazıları Göster
Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

‘Salâvatın Mânâsı Rahmettir!..’ 

‘SALAVÂTIN MA‘NÂSI RAHMETTİR!..’  “(Ey resûlüm!)  (biz) seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik!..” (Enbiya,107) “İşte seni …

2 Yorumlar

  1. avatar
    Hüseyin YILMAZ

    Kuran tefsiri risale i Nur ve müellifinin hizmetinde bulunanlar bahtiyardırlar Allah adetlerini artırsın

  2. avatar
    Hüseyin YILMAZ

    Yazar abimizden Allah razı olsun. Bu inceden inceye araştırması ve ilmek ilmek işlemesi takdire şayandır

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Sünnetin Bağlayıcılığı

Sünnetin bağlayıcılığı konusuna geçmeden önce sünnet kelimesinin anlamını ve ilk asırlardan itibaren yapılan sünnet tasniflerini …

Kapat