Ana Sayfa / KASTAMONU / İz Bırakanlarımız / Hasan Ünsî Efendi Hz. – I / Can Alpgüvenç

Hasan Ünsî Efendi Hz. – I / Can Alpgüvenç

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.
Can ALPGÜVENÇ

“BÜLBÜLEM HOŞ ZÂRA GELDİM, GÜLSİTANIM ANDADIR!” 

Bunda hemân bu nişânım özge şânım andadır. 

Ünsiyâ kân-ı enis fahri bu Ünsî dediler

***

“Çün bu yere aslımı ben sora geldim, ben gârib.Bu yazıda sizlere, bir ilâhisinde

Cânı buldum dertli oldum ol Lokman’ım andadır!”

gibi beyitlerle çağıldayan; Pîr-i Sâni Karabaş Veli Hazretlerinin, “Otuz iki bin âdem bana biat etti, altı yüz seksen halifem vardır; ama bunun gibi ârif-i billah ve sahibü’s sır içlerinde yoktur,” diyerek iltifat ettiği bir “Gönül Sultanı”nı, Ünsî Hasan Efendi Hazretleri’ni tanıtmaya çalışacağım.

Karabaş Veli’ye intisap ediyor!

A’rec (aksak) Hasan Efendi diye de tanınan Hasan Ünsî Efendi 1643 yılında Kastamonu’nun Taşköprü ilçesinde doğmuştu. Babası, Bayramiye tarikatı mensuplarından Recep Efendi isimli gönül ehli bir zattı. Kendisinin tasavvufa olan âşinalığı babasından geliyordu. İlk tahsilini memleketi Kastamonu’da yapan Hasan Ünsî, küçük yaşta İstanbul’a gelerek medrese eğitimi görmüş, henüz yirmi yaşında iken (1663) müderris olmuştu. Genç müderris, 1664 yılında Ayasofya Camii’nde Beyzâvî tefsiri ve Mesnevî-i Şerif okutuyor, meclisine gelen pek çok âlimin sorularına cevap veriyor, herkesin müşkülünü hallediyordu.

Divan sahibi bir şâirdi. Arapça ve Farsçayı bu dillerde şiir yazacak kadar iyi biliyordu. Bir müddet müderrislik vazifesi yapan ve kendisine tahsis edilen odada ikamet edip ilimle meşgul olan Hasan Ünsî Efendi, sonradan tasavvufa meylederek, Üsküdar Toptaşı’ndaki Atik Valide dergâhında post-nişin olan Karabaş Veli Hz. intisap etmiş, medrese hizmetini terk etmişti.

Başka hoca bulsunlar!

Bir gün Hasan Ünsî’nin, ulemadan olan Ali Efendi namındaki oda komşusu, yanına gelerek, Kastamonu’dan Üsküdar’a, Karabaş Ali Efendi diye tanınan âlim, fâzıl, sahib-i hal ve sahib-i tasarruf bir zatın geldiğini, yazılı pek çok eseri olduğunu söyleyerek, “Gel seninle bu zatın ziyaretine gidip, tanışalım,” demişti. Hasan Efendi, bu görüşmeyi uygun gördüğünden birlikte şeyhin tekkesine vasıl olmuşlardı. Şeyh Ali Efendi kendilerini görür görmez: “Hasan Efendi, seninle görüşmeyi çok arzu ederdim, şükür Allah ü Teâlâ ki mülâkat müyesser oldu,” dedikten sonra, “Bana Asâdar Osman Efendi’yi çağırın” buyurmuşlar, Asâdar geldiğinde, “Osman, işte sana dediğim kimseler bunlardı,” demişti. Ali Efendi, hazretin yanında yarım saat kadar oturup sohbet ettikten sonra arkadaşının kulağına eğilerek: “Hasan kalk gidelim, ikindi yaklaşıyor,” diye fısıldamıştı. Hasan Efendi, âdeti olmadığı halde şeyhin ellerini ve dizini öptükten sonra kalkmış, ardından avluya çıkmıştı.

Ali Efendi:

“Haydi gidelim!”

Hasan Ünsî:

“Siz buyurun gidin, ben artık burada kalacağım.”

“Burada kalmanızı gerektirecek bir durum yok. Senin medresede odan, kitapların, birçok eşyan, özellikle seni bekleyen pek çok şakirdin var, onları nasıl feda edersin? Burada kalamazsın gidelim, sonra yine geliriz!”

Hasan Ünsî, hücresinin anahtarını arkadaşının üzerine atarak:

“Hücremde ne kadar kitabım, eşyam varsa cümlesi senin olsun. Şakirtlerime de söyle, kendilerine başka hoca bulsunlar. Bugünden itibaren İstanbul’a gelmeyeceğim, meğerki şeyhim müsaade ede!”

Hasan, bu konuşmadan sonra, Karabaş Ali Efendi’ye intisap etmiş, tekkeye yerleşmişti.

***

Hasan Ünsi, Karabaş Veli’ye intisap etmeden önce de meşayihi takip ediyor, nerede işitirse ziyaretlerine gidiyor, onlarla tanışıp sohbetlerinde bulunuyordu. Karabaş Veli Hazretlerini, daha önce görüp tanımamış olmasına rağmen, daha ilk görüşmesinde yanında kalıp, ona intisap etmesi, Hasan Ünsi’nin içinde bu derin boşluğu aralıksız yaşadığını, ciddi bir arayış içinde olduğunu göstermektedir.

Siyah sarıkla gel!

Halvetiye’nin Şabaniye kolundaki tarikat edeplerinden biri de – halife veya mürşid-i kâmil, kim olursa olsun, – şeyhin huzuruna beyaz destarla (sarıkla) girilmesiydi.[1]

Karabaş Ali Hz, bir gün Hasan Efendi’yi huzurlarına istedikleri sırada, başında siyah destar bulunuyordu. Âdâb-ı tarikata göre şeyh bekletilmez, huzuruna hemen – âdeta koşarak – varılırdı, ama Hasan Efendi’nin siyah sarığı çıkarıp, beyazını sarmaya vakti yoktu. Siyahın üzerine, hemen beyaz bir gömlek parçası sarmış, böylece huzura varmışlardı.

Şeyh Efendi sordu:

“Niçin geç geldin?”

“Sultanım, biraz işim vardı!”

Karabaş Ali Efendi:

Beri gel!” buyurdular.

Sonra da, kendisine yaklaşan Hasan Ünsî’nin başına alelacele sardığı gömlek parçasını çözdüler. Altındaki siyah destar ortaya çıkmıştı. Şöyle buyurdular:

“Hasan Efendi bundan sonra sana izin, yanıma geldiğinde böyle siyah sarıkla gel. Yine sana izin, artık tekkede her ne işlersen işle, serbestsin!”

O günden sonra halifelerin içinde huzur u Şeyh’e, Ünsî Hasan Efendi’den başka hiç kimse siyah destarla varmamıştı…

Okun temreni batardı!

A’rec Hasan Efendi hem âlim, hem de ârif ve fâdıl bir zattı. Dinin zâhiri yönü olan şeriata sıkı sıkıya bağlı olduğu kadar, bâtınî yönü olan tasavvufî hayatın icaplarını da son derece titizlikle yerine getirirdi. Bu ilimleri öğrenmek için her türlü zahmet ve mihnete katlanmıştı. Dervişlerini ilme teşvik ve terğîb için onlara şöyle konuşmuştu:

“Zâhir ilimlerini öğrenmek için öyle zahmetler çektim ki anlatılamaz. Bâtın ilimlerini öğrenmek için de nice dert ve belâya uğradım. Öyle ki; sürekli perhiz üzere idim, yemeği içmeyi terk eylemiştim. Gece gündüz zikir halinde idim, uykuyu terk etmiştim.  Fakat zaman zaman uykum gelirdi. Uykuya mani olamayınca çileye girdim, ama bir müddet sonra çileye de alıştım. O durumda da uyumaya başlayınca çileyi de terk ettim, perçem[2] uzattım. Sonra perçemi bir iple tavanın halkasına bağladım, zikri böyle sürdürdüm! Uykum gelip uyukladığımda, ip perçemimden yukarı çeker, gözlerim açılırdı. Ancak bir müddet sonra bu hale de alıştım. Uykum gelince, perçemimden çekildiğimde bile uyanmaz olmuştum. Öyle ki, başım perçemimden asılı, rahatça uyur hale gelmiştim… Sonunda perçemimi tıraş ettim… Bundan sonra temrenli[3] bir ok tedarik edip, yelek tarafını yere, temrenini alnıma dayadım. Uyku gelip başım öne düştüğünde, okun temreni alnıma batar, gözüm açılırdı. Öyle ki alnımda nasır meydana gelmişti. Bunlar dışında daha nice sıkıntılar çektim ki, inanılmaz…

Ayrıca, Acem Ağa Camii’nde yirmi yıl kadar tevhit ve devran eyledim. Yedi gün aç kaldım. Dervişlerim ve halifelerimin çoğunluğu zenginlerdendi. Onlardan hiçbir şey talep etmedim. Öyle ki namazı ayakta kılamayacak derecede güçten kesilmiştim. Oturduğum odanın raflarında farelerden artakalan ekmek ufakları olurdu, onları aradım, bulamadım. Helâk olmama ramak kalmıştı, ama yine de halimi kimseye açmadım. Hak sırrına, böyle nice riyazet ve mücahede ile eriştim.  Bu sözlerimi övünme ve benlik olarak anlamayınız. Kişinin, özendirmek gayesiyle kendi halinden söz etmesi övünmek ve benlik değildir…”

DEVAMI VAR…


[1] Bu usul, kişinin hangi makam veya statüde olursa olsun,  sürekli şeyhinin himmet ve irşadına muhtaç olduğunu göstermek, aynı zamanda hali hazırda şeyhinin müritlerinden biri olduğunu ifade etmek anlamındadır.

[2] Perçem: Başlarını tıraş edenlerin tepede bıraktıkları saç tutamı…

[3] Temren: Ok ya da kargı gibi savaş âletlerinin ucundaki sivri demirin adıdır.

Tefekkür Dergisi

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Seyyid Hasan Efendi

Müftü es-Seyyid Hasan Efendi 1083/1673 yılında Kastamonu Müftüsü olarak görev yapan es-Seyyid Hasan Efendi, aynı …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Niçin Yeni Anayasa ve Cumhurbaşkanlığı Sistemi? / Vehbi KARA

Eskiden padişahların kralların dalkavukları olurmuş. Bunlar şaklabanlık yapıp padişahın neşesini yerine getirmeye çalışırmış. Günümüzde ise …

Kapat