Ana Sayfa / RİSALE-İ NUR & BEDİÜZZAMAN / Nurdan Hatıralar / Hatıralarla Bediüzzaman Hazretlerinin Tahsil Hayatı, İstanbul’a İlk Gelişi ve İlim Muhitlerindeki Yankıları

Hatıralarla Bediüzzaman Hazretlerinin Tahsil Hayatı, İstanbul’a İlk Gelişi ve İlim Muhitlerindeki Yankıları

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Salih OKUR

TAHSİL HAYATINA DAİR HATIRALAR

Şeyh Muhammed Celali’nin oğlu merhum Nizameddin Arvasî anlatıyor;

Ben 1912 yılında dünyaya gelmişim. Arvasî sülâlesindenim. Arvasîler dayım olurlar. Ben kendim Üstad Bediüzzaman’ı görmedim. Annem Sekine (Şeker kadın), ağabeyim Molla Muhammed Sıddık, Halife Yusuf ve Molla Şerif’ten Üstad hakkında birçok mâlûmatlar almıştım.

“Bediüzzaman doğuda birçok medrese ve ulemânın yanına gidip, kendi ilim ve zekâ seviyesine uygun ders verecek âlim bulamayınca, 1887’lerde on dört yaşındayken babamın medresesine gelmiş. Babama meşhur ve maruf Hacı Seyyid Muhammed Celâlî derler. Üstad babamın medresesinde üç ay tahsil görmüş. Sonraki üç ayda ise ders almayıp, babamla ilmî münazaralarda bulunmuş.

“Babamın doksan civarında talebesi varmış. Talebelerin en küçüğü Bediüzzaman’mış. Ama o zaman kendisine Molla Said denmekteymiş. Talebelerin en küçüğü olmasına rağmen, bütün talebeler tarafından çok hürmet görürmüş. Diğer talebelerin hepsine müderris ve müftü Sadullah Efendi tarafından dersler verilirken, tek başına yalnız Bediüzzaman babamdan ders alırmış. Ders esnasında kimseyi de yanlarına almazlarmış.

Bediüzzaman babama, ‘Bu kitaplar okuyup öğrenmekle baş olmaz, bu ilmin hazinesinin anahtarı sizdedir,’ diyerek her ilimden sadece birer ders almış. İlimde ve zekâda bütün talebelerin fevkinde imiş. Gündüzleri babamdan ders alırken, Perşembe geceleri de Ahmed Hanî‘nin türbesine gidermiş. Şüphelenen babam, küçük Said’in arkasına Halife Yusuf ve Molla Şerif’i takipçi koymuş, Türbeye varan takipçiler, küçük Said’i göremezler, fakat içeriden; ‘Belî Seydâ, belî Seydâ (evet hocam, tamam hocam)’ diye sesler duymuşlar. Durumu gelip babama bildirmişler. Babam talebelerine ‘Bundan sonra Said’e kesinlikle kimse karışmayacak’ diye emir vererek, yaşça büyük olan Molla Şerif’i de Bediüzzaman’ın hizmetine vermiş.

Molla Şerif’in anlattığına göre, ders esnasında bazan babam, bazan da Bediüzzaman sinirlenirmiş. Bediüzzaman sinirlendiği zaman dışarı çıkarak medreseden uzaklaşırmış. Talebeler Bediüzzaman’ın medreseyi terk ettiğini söyleyince, babam, ‘Bırakın Said’i, bırakın Said’i, ona sizler karışmayın, o biraz sonra yine gelir’ diyerek cevap verirmiş. Gerçekten de Üstad sinirleri yatışınca tekrar medreseye dönermiş.(C:1, s: 35-36)

Üç aylık bu tahsilden sonra babam, Küçük Said’e ‘Artık sen ilmi tekemmül eyledin. Bizim sana verecek bir şeyimiz kalmadı’ diyerek icazetini vermiş. Üstad, babamın elini öperek medreseden ayrılmış. Daha sonraları, Birinci Cihan Harbine kadar, her yıl evimize gelerek, babamı ziyaret edermiş. Bazı yıllar, Van’da açtığı medresedeki talebelerini de yanına alır, öyle gelirmiş, Babam Bediüzzaman’a, ‘Yetiştirdiğim talebelerin hepsinin de üstadı sensin’ dermiş. Üstad bir defasında babama hediye olarak bir çift yün çorap getirmiş. Babam sadece talebelerden Halife Yusuf’la Üstad Bediüzzaman’ın bize gelmelerine müsaade edermiş.

“Daha sonraları Üstada annem de hediye olarak çorap vermişti. 1953 yılında babamın doksan dokuzluk yüsr tesbihini Üstada gönderdim.. Üstad da bana kehribar doksan dokuzlu bir tesbih, bir mektup, ayrıca Nur Risalelerinden Tılsımlar, Mektubat ve Zülfikar eserlerini göndermişti. (C:1, s: 37)

“Bediüzzaman’ı bizim tarifimiz, bir kuşun ummandan aldığı katrelere benzer”

Gıyaseddin Emre anlatıyor: “Bizim gibilerin Bediüzzaman misâli şahsiyetlerden bahsetmesi kolay birşey değildir. O derece büyük bir şahsiyetin sıfatlarını tâdât, târif gücümüzün çok üstündedir. Çünkü öylesine zevat, kat’î surette bizim gibilerin tavsif ve târifinin hududuna sığmazlar. Onun çok daha ötesinde bir târif gerektirir. Bizim târifimiz, âdeta bir kuşun ummandan aldığı katrelere benzer. Bütün bunlara rağmen, kendi sohbetlerinde zamanlar olsun, kendilerinden kudretim nisbetinde istifade edebildiğim hususlar olsun, âilemden, pederimden ve büyük amcam Şeyh Alâeddin Efendi Hazretlerinden kendisi hakkında söyleyen sözler olsun hâfızamda kaldığı kadarı ile söylemeye çalışacağım.

“Biliyorsunuz ki, Bediüzzaman Nurs köyündendir. Nurs, Bitlis’e bağlı sarp bir yerde ve derenin içinde bir köydür. Fakat insan bakımından çok münbittir, büyük insanlar çıkmıştır. Bilhassa Bediüzzaman’ın mensup olduğu bir âileyi yetiştirmitir. Bediüzzaman’ın kardeşlerinin her birisi de, birer dehâdır. Ama Bediüzzaman ortada olduğu içindir ki, onlar pek fazla şöhret ve revaç bulamamışlardır. Yoksa kardeşleri de her birisi ayrı bir kıymet, ayrı bir meziyet, ayrı bir dehâdırlar.

“Onun ağabeyi, benim dedemin yanında okumuş, onun talebesidir. Ayrıca Bitlis’teki Farukî Tekkesi sahibi olan Şeyh Fethullah Efendi gibi büyük bir âlimin de talebesidir. Ağabeyi, Hoca Abdullah Efendi, dedemin yanında okuduğu için, Molla Said de bir müddet Şeyh Fethullah Efendinin rahle-i tedrisinde bulunmuştur. Şeyh Fethullah’ın yanında okuduğu zamanlar, enterasan hâdiseler cereyan etmiştir.

“Molla Said ileride dîn-i İslâm’a büyük hizmetler yapacaktır”

“Şeyh Fethullah Efendinin yanında bulunan büyük âlimlerden Hoca Abdülkerim, bir gün Şeyh Fethullah Efendiye;

“Kurban (Efendim Hazretleri), nedir bunu bu kadar çok şımartıyorsunuz, her kitaptan bir iki ders verip geçiyorsunuz? Çocuk zekî, ama böyle olunca şımaracak, böyle yapmayın’ diye ikazda bulunmuş, Fethullah Efendi ise,

“Sen benim Said’ime karışma! O ileride din-i İslâma büyük hizmetler yapacaktır’ diye cevap vermiş. O şekilde Molla Câmi’ye kadar okur. Tabiî, İzzî’den Molla Câmi’ye kadarki kitaplar, üç-dört senede bitmez; fakat o, iki-üç ay gibi kısa bir zamanda okuyup bitiriyor.

Bediüzzaman’ın giyimi büyük bir aşiret reisinin giyimini andırıyordu”

“O zaman Bediüzzaman’ın giyimi çok garip bir şekildeymiş. Büyük bir kaması ve hançeri varmış. Şirvan taraflarında ve Şirvan Beylerinin giydiği şalvar, şepik giyiyormuş (oranın tâbiriyle söylüyorum). Başında külah, külahın etrafında o zaman büyük âşiret reislerinin başlarına sardıkları ipekli sargılar varmış, yani âlim giyiminde değil, büyük bir âşiret reisinin giyiminde birisi… O zaman yaşı da çok gençmiş.

“Üstad, dedemin yanında okuduğu zaman, hem büyük amcam Şeyh Alâeddin, hem de pederim daha küçük yaştaymışlar. Dedem, Hicrî 1317’de vefat etti. Tabiî son zamanlarda birbirleri ile müşerref olamadılar. Ancak vasıtalarla, gelen gidenlerle haberleşmişlerdi. Selâm ve hürmetlerini, böylece birbirlerini gönderme imkânını bulabilmişlerdi. Biliyorsunuz, 1950’ye kadar zaten çok sıkıydı. Doğudan birisinin kalkıp onun yanına gelmesi çok zordu. Zaten bizimkileri bırakmıyorlardı. İstanbul’a gelseler dahi, ziyaretine gitmeye bırakmazlardı. Hatta amcam Şeyh Alâeddin Efendi’nin bir-iki kere görüşmek için teşebbüsü olmuştur. Ankara’ya kadar gelmiş, ondan sonra geri gönderilmiştir. Zaten onlar da 1950’den evvel tarassut altındaydılar. 1949’un Kasımında Şeyh Alâeddin Efendi de vefat etti. Pederim ise, 1975’de çok yaşlı bulunduğu halde vefat etti.(C: 3, s: 271-272)

ÜSTAD ERZURUM’DA-1907

Mehmed Kırkıncı Hocaefendi anlatıyor; “1946 yılının Mart ayında bir gün Hacı Faruk Efendi‘nin ziyaretine 40-45 yaşlarında bir misafir geldi. Hocamın elini öptükten sonra:

Ben Isparta’dan geliyorum, Bediüzzaman Hazretleri’nin sana selâmı var.” dedi. Hocam da hürmeten hemen ayağa kalktı ve selamı aldı. Hoş geldin faslından sonra misafire Bediüzzaman’ın hâl ve sıhhatinin nasıl olduğunu ve gözaltında olup olmadığını sual etti. Misafir gittikten sonra Hocam’a:

“Hocam, siz Bediüzzaman Hazretleri’ni tanıyor musun?” diye sordum.

Ben Erzurum’da Bediüzzaman’a otuz beş gün hizmet etmişimdir.” dedi ve şunları anlattı: “Cihan Harbi’nden evvel Erzurum’a geldi. O zamanlar Bediüzzaman’a Molla Said-i Meşhur diyorlardı. Bu zat, Van Valisi Tahir Paşa’ya:

“Ben Dersaâdet’e gidip Padişaha Şark’ın bir Darü’l Fünun’a ihtiyacı var.” diyeceğim. Bu Darü’l Fünun için tahsisat alacağım” demiş.

Tahir Paşa da “İstanbul’a gitmeden önce Erzurum’a git, Erzurum uleması ile görüş, onların da fikirlerini al. Orada Yetim Hoca namıyla maruf meşhur bir zat var. Benim Hoca’mdır. Ona bir mektup yazayım seni misafir etsin ve ulema ile görüşmene vesile olsun. Ben gençliğimde kendisinden bir süre ilim tahsil etmiştim.” demiş.

Bediüzzaman Erzurum’da Yetim Hoca’nın Havuzlu Han’daki medresesine gelmiş.” Yıllar sonra bu ihtişamlı gelişi Sakıp Efendi şöyle anlattı.

“Sabahın erken saatlerinde ders okuyorduk. Birden kapı açıldı. İçeriye elinde ince bir bastonla bir zat girdi. Deri ceketli, çizmeli, Pakistan papaklı, heybetli ve genç bir zattı. Yetim Hoca’ya bir mektup verdi. Hoca mektubu okudu ve “Sen o Said Efendi misin?” dedi. hâl hatır faslından sonra, talebelerinden birini yanına çağırarak:

“Sen bu zatı Kurşunlu Müderrisi Süleyman Efendi’ye götür. Orada daha rahat eder.” dedi.”

Bundan sonrasını Hacı Faruk Efendi de şöyle anlattı:

“Medresede ders okunurken Bediüzzaman Hazretleri içeri girmiş. Yetim Hoca’nın gönderdiği talebe Bediüzzaman’ı Süleyman Efendi’ye tanıtmış. Süleyman Efendi de hürmeten ayağa kalkarak:

“Molla Said-i Meşhur denilen genç sen misin?” demiş. Sonra Faruk Efendi’ye dönerek:

“Faruk! Sen beyzadesin, Said Efendi’yi en iyi sen ağırlarsın. O, senin medresende misafir kalsın.” demiş. Hoca’m da:

“Baş üstüne.” diyerek kabul etmiş.

Hoca’m o zamanları şöyle anlatırdı:

“Üç dört günde bir çamaşırını yıkardım. Sabah erkenden kahvaltısını yapar, akabinde pişirdiğim kahvesini içtikten sonra Kur’an okur ve kitap mütalaa ederdi. Ben O’nun en çok Kur’an okumasına meftun olurdum. O güzel sesiyle öyle bir Kur’an okuyuşu vardı ki, iliklerime işlerdi.

Bahar ayları olduğu için Erzurum’un bütün çarşı ve yolları çamurdu. Biz çeşmeye gidip gelinceye kadar üstümüz başımız çamur olur, Molla Said’in o kadar gezmesine rağmen bırakın elbisesini çizmelerinde bile bir tek çamur lekesi olmaz, tertemiz pırıl pırıl dururdu.

Her akşam şehrin ileri gelen ağalarının evinde ziyafet verilir ve ardından da sohbet edilirdi. Bu sohbetler de ekseriya Bediüzzaman Hazretleri Erzurum ulemasına Avrupa’nın ilim ve teknikte ilerlediğini, bizim ise sadece dinî ilimleri okumakla yetindiğimizi, bu yüzden Avrupa’ya yetişemeyeceğimizi anlatırdı. Dinî ilimlerin yanı sıra dünyevi ilimleri de okumak gerektiğini tavsiye ederdi. Şarkta kurulacak bir darü’l-fünuna bütün İslam ülkelerinden talebeler geleceğini, böylece İslam Birliğinin temelinin atılmış olacağını anlatırdı. Bize de sadece ulum-u nakliye ile değil, ulûm-u akliye ile de meşgul olmamızı söylerdi. Sadece nakli ilimle meşgul bazı hocaların, ilmin ve fennin kabul ettiği birtakım hakikatlere karşı çıktıklarını, bunun da İslam’a zarar verdiğini söylerdi. Bazı safdil medrese ehlinin hâlâ dünyanın sabit ve düz olduğunu iddia etmelerini üzülerek anlatır, bu ve benzeri yanlışlıklara düşülmemesi için medreselerde dinî ilimler yanında fennî ilimlerin de okutulması gerektiğini tekrarlardı.

Bazı medrese ehlinin ayet ve hadislerde geçen mecazi manaları hakikat telakki ederek din düşmanlarının İslam’a saldırmalarına zemin hazırladıklarını söylerdi.

Bir defasında yine bu manayı anlatırken, “Mecaz, ilmin elinden cehlin eline düşerse, hakikat telakki edilir ve hurafata kapı açar.” buyurmuştu. O’nun bu sözünü hayretle karşıladık ve doğrusu bu gencin fikirleri ve sohbetleri bizde derin izler bıraktı. O’nu takdir etmekten kendimizi alamadık.

Daha sonra ben Risale-i Nur Külliyatından Muhakemat’ı mütalaa ederken Üstad’ın bu meselelere şöylece temas ettiğini gördüm ve meselenin ne kadar ciddi ve önemli olduğunu anladım. “Maatteessüf benim ile şu zamanın kıtasında iştirak eden cümlesi; eğer çendan, sureten 13. asrın evladıdırlar. Fakat fikir ve terakki cihetiyle kurun-u vustanın yadigârıdırlar. Hatta bu zamanın çok bediiyyatı onlarca mevhumat sayılır.”

Hoca’m Faruk Efendi, Üstadın bu fikirlerinden etkilerenek fennî ilimler tahsil etmeye başladığını, hatta diploma alarak harf inkılabına kadar lisede o günkü adı ile idadide muallimlik yaptığını anlattıktan sonra şöyle dedi:

“Bediüzzaman ekser Cuma namazlarını Esat Paşa Cami’inde kılardı. Her gün ikindi namazına Gürcükapı Camiine giderlerdi. Eğer o, caminin sağ tarafına oturursa cemaat sağa döner, sol tarafa oturursa cemaat sola döner, onu seyrederdi. Her şeyi garip ve bedi’ idi. Giyinmesi, yüzü, boyu, sesi, kısaca her şeyi garipti. Erzurum’da üstadı tanıyanlar onun gittiği camiye giderlerdi. Akşamları sohbete gittiği ev tıklım tıklım dolardı. İkindiden sonra Kurşunlu Camiinde oranın müderrisi Süleyman Efendi’nin verdiği tefsir derslerini kemali sükûtla dinledi. 

Daha sonra bütün ulemanın ve de Erzurum halkının katıldığı büyük bir merasimle Bayburt’a uğurlandı. Oradan da Erzincan ve Trabzon üzerinden İstanbul’a gitti. Bediüzzaman Hazretleri İstanbul’a gidince Ahmet Ramiz adında bir gazeteci “Şarkın yalçın kayalıklarından bir ateşpâre-i zekâ İstanbul afakında tülû etti. Başlıklı bir yazı yazarak, Bediüzzaman’ın İstanbul’a teşrifini haber verdi.” (M. Kırkıncı, Hayatım, Hatıralarım, s: 27-31)

Hacı Faruk Tivnikli Hocaefendi anlatıyor; “Bediüzzaman, başındaki kalpağından, belindeki gümüş hançerine ve ayağındaki çizmesine kadar o bedi’ kıyafetiyle herkesin nazar-ı dikkatini çekerdi. Bakışları celalliydi. Gözlerinden zekâ fışkırırdı. Sür’atli, fakat ahenkli konuşurdu. Sohbetleri fevkalâde te’sirliydi. Nezahete, temizliğe son derece dikkat ederdi. Nazarı engin ve siması daima mütebessimdi.

Eserlerinde ise, zengin bir mantık, yüksek bir ilim ve fikir dokusu vardı. Mantık hususunda te’lif ettiği “Kızıl Î’caz” isimli eser şark ulemâsının fevkalâde takdir ve teveccühünü celbetmişti. O’nun beni meftun eden üstün meziyetlerinden birisi de Hak yolunda her türlü meşru zevkini, hatta istirahatını severek feda etmesiydi.

O, sohbetlerinde bu asrın hastalık ve ızdıraplarını hakkıyla teşhis ederdi. O’nun bu mümtaz meziyetleriyle, istikbalin manevî bir hekimi olacağını tâ o zamanlar hissetmiştim. Daha sonra yaptığı hizmetler ve yazdığı eserler bu kanaatimi tescil etti.”

Hizmetinde bulunduğum müddet içerisinde pek az uyuduğuna şahid oldum. Çokça Kur’an okur ve kitap mütalâa ederdi. Kur’an’a o derece meftun idi ki, O’nunla meşgul ola ola aklı, fikri, kalbi ve bütün hissiyatı O’nun nuruyla âdeta meczolunmuştu. Vüs’atli ve parlak bir hayale sahipti. Ateşin bir zekâ ve derûnî bir vicdana mâlikti. Fıtratındaki füyuzat, öyle bir derecedeydi ki, iki-üç saatte bir risale yazabilme kaabiliyetindeydi.”(M. Kırkıncı, Bediüzzaman’ı Nasıl Tanıdım?)

*Solakzâde Sadık Efendi de Bediüzzaman Hazretlerinin hayranlarındandı. Üstad’dan sık sık bahseder ve şöyle derdi:

“O, nadirü’l-vücüd bir insandı. Muhakkik ve müdakkik idi Erzurum’da kaldığı müddetçe birçok sohbetlerinde bulundum. Doğrusu, ilmin ve irfanın zirvesinde bir zat idi. Âl-i himmetdi. Ruhunda büyük bir cihad aşkı vardı. Onda bu memleketin terakkisine mani bütün engelleri aşacak bir istidat görünüyordu. Görülmemiş bir celâdet, büyük bir cesaret, sarsılmaz bir gayret, yılmaz bir azm ve müstesna bir irade sahibiydi. Biz O’nu sadece bir medrese hocası olarak değil, aynı zamanda bir içtimaiyatçı olarak da tanıdık. Memleket ve milletin terakki ve tealisi hakkında fevkalade fikirler serdederdi. Ulûm-u diniyyede olduğu gibi fünün-u medeniyyede de çok geniş malûmat sahibiydi. Medreselerde fen ilimlerinin okutulmasının vücub derecesinde bir zaruret olduğunu söylerdi. Tedris sisteminde bir tecdid hareketi düşünmekteydi. Bu hususu padişahla görüşmek için İstanbul’a gideceğinden bahsederdi.” (M. Kırkıncı, Bediüzzaman’ı Nasıl Tanıdım?)

1907’DE İSTANBUL’A GELİŞİ VE HATIRALAR

Üstadın kardeşi Abdülmecid Nursi’nin Bir Hatırası

 Mustafa Kırıkçı anlatıyor; “Bir defa kendisine, ilk İstanbul seyahatinde Üstadın yanında olup olmadığını sordum. ‘Evet, yanında beraber idim’ dedi. Van’dan karayolu ile Trabzon’a, oradan da denizyolu ile İstanbul’a geldiklerini ve uğradıkları her yerde kendilerini valilerin, paşaların misafir ettiklerini söylemişti. Üstad, Abdülmecid’e Kamus-u Okyanus kitabını uzatır. ‘Aç bir yerini Abdülmecid’ der. Sonra kitabı Üstad eline alıp açılan sahifeye bir göz atar, tekrar kitabı takip etmesi için Abdülmecid’e verir ve takib ettirir. Abdülmecid, ‘Açılan yerin sanki fotoğrafını almış gibi, bütün sahifeyi noksansız olarak takır takır ezberden okudu ve hiçbir yerinde de yanılmadı’ diye hayretle anlatmıştı.(C: 3, s: 289)

İlim muhitlerinde herkes ondan bahsederdi

 Ali Himmet Berki anlatıyor; “Ben o yıllarda Medresetü’l-Kuzat‘ta talebe idim. Talebe arkadaşlar arasında ileri bir derecemiz vardı. Bütün İstanbul’a Bediüzzaman’ın ismi ve şöhreti yayılmıştı. Bütün ilim muhitlerinde herkes ondan bahsediyordu. “Fatih’te bir handa misafireten kalıyormuş, herkesin her çeşit sualine cevap veriyormuş, diye hakkında çok rivayetler duyuyorduk.

“Talebe arkadaşlarla gidelim diye karar verdik. Bir grup arkadaşla bu meşhur zatı ziyarete gittik. “O gün Fatih’te bir çayhanede olduğunu, sorulan suallere cevap verdiğini işittik. Hemen oraya gittik. Çok kalabalık bir meclisi ve sırtında garip bir elbisesi vardı. Bir hoca kisvesi yoktu. Şarkın mahallî kıyafetiyle oturuyordu.

“Biz yanına vardığımızda Bediüzzaman kendisine sorulan suallere cevap veriyordu. Etrafındaki ilim sahipleri, derin bir sessizlik ve hayranlık içinde dinliyorlardı kendisini. Herkes verdiği cevaptan memnun ve tatmin oluyordu.

“Felsefecilerden, sofistlerin iddia ve fikirlerine cevap veriyordu. Aklî, mantikî delillerle onların görüşlerini çürütmüştü.

Lügatte ve kelâmda üzerine kimse yoktu

“Benim ilk defa görmem ve görüşmem o zaman olmuştur. Benim Bediüzzaman hakkında görüşlerim ise şudur:

Her lügati bilirdi. Arapça lügatten herhangi bir kelime sorsanız, hemen cevabını ve manasını verirdi. Sonra kelâmda üzerine kimse yoktu. Bu iki ilimde, bilgisine son yoktu.

“Arap edebiyatı, Fars edebiyatı, Doğu ve Batı edebiyatına vakıftı. Yine hakkında yaygın fikir, bir din adamı olarak kimseden hediye, para vesaire almıyordu. İsteseydi çok şeylere sahip olabilirdi. Dünyada dikili bir ağacı yoktu.

İlmine itiraz edemeyenler onu iftira ile çürütmek istiyorlar

“İslâmcı bir zattı. Ona atılmak istenen taşlar hep iftira taşıdır. Şöyle-böyle derler, kat’iyyen doğru değildir. Eserleri meydandadır, onun ilmine, irfanına başka bir delil aramaya ihtiyaç yoktur. Çünkü eserleri Nur Külliyatı meydanda ve ellerdedir. Kat’iyyen Kürtçü falan değil, hep yalan ve iftira atıyorlar. Yıllardır adlî ve resmî mercilerden geçen Nur Risaleleri çok incelendi. Her şeyi ile meydana kondu. İlmine itiraz edemiyorlar, ancak iftira ile çürütmek istiyorlar.” (C:1, s: 159-160)

*Ali Rıza Sağman anlatıyor; 1907 kışı idi, sanıyorum; İstanbul’un ilmî mahfillerinde, hele medrese bucaklarında birden bire mânâlı bir fısıltı, ilgilendirici bir dedikodu hâsıl oldu ve elektrik hızıyla ağızlara yayıldı, kulakları doldurdu:

Kürdistan’dan bir adam gelmiş. Yaşça pek genç olduğu halde ilimce kendisine karşı çıkan yokmuş. Bu yaşta bu kadar geniş ilim, ancak vehbî (Allah vergisi) olabilirmiş. Bu zatın kılığı, kıyafeti de dikkat ve hayreti çekici imiş; çenesinde sakal, başında sarık, sırtında cübbe, ayaklarında şalvar yokmuş. Bu adam bir harika imiş. Adı Said, lâkabı Bediüzzaman imiş.’

“O tarihte biz çocuktuk. Hakkında tılsımlı haberler duyduğumuz bu zatı görmek sevdasının zebunu olduk. Fakat yine işitmiştik ki; hafiyeler, bu zatı göz hapsine almışlar. Her yerde serbest gezemiyormuş. Çemberlitaş tarafında bir han odasında oturuyormuş… filân(C.1, s: 161-162)

“Bediüzzaman’da cinnet değil, dehâ vardır”

Gaziantep’in eski ve meşhur doktorlarından Dr. Hamid Uras şunları anlatıyor:

“İkinci Meşrutiyet senelerindeydi. Biz Mekteb-i Tıbbiyede (Tıp Fakültesinde) talebe idik. Bediüzzaman da İstanbul’da bulunmaktaydı. Kendisi müderrisler içinde Fatih müderrisini beğenir, takdir ederdi. Onun ünvanı ve şöhreti her tarafa yayılmıştı. Daha sonra kendisini adlî tıbba sevk edilince Adlî tıptaki doktorlar, muayenesini sohbet ederek yapıyorlar. Bediüzzaman orada bulunan bir teşrih [anatomi] kitabını eline alarak dört-beş sayfasını okuyor ve kendisinin o sahifelerden imtihan edilmesini istiyor. Biraz sonra da, mezkûr sahifeleri aynen ezberden okuyor. Durumu hayretler içinde tâkip eden Rum doktor heyecan ve şaşkınlıkla, ‘Bediüzzaman’da cinnet değil, dehâ vardır’ diye raporunu veriyor.”(C:1, s: 168-169)

Ona meşhur Said derler

Mustafa Bolay‘ın yaşından umulmayacak kadar dinç ve kuvvetli bir hafızası var. Hatıralarını dinlemek istediğimiz zaman memnuniyetle kabul etti. Bediüzzaman Said Nursî ile ilgili hatırladıklarını bize şöyle anlattı:

“Ben Bediüzzaman’ı Balkan Harbinden önce tanımıştım. O zaman İstanbul’da talebeydim. 1911 senesinin Temmuz ayında İstanbul’a gitmiştim. O zaman, hemen hemen İstanbul’da onu tanımayan yok gibiydi.

“Sultanahmet taraflarında çok bulunurdu. Başında sivri bir külâh, belinde bir hançer, allı, yeşilli bir elbisesi vardı. ‘Meşhur Bediüzzaman’ diye herkes Onu bilir ve tanırdı.

“Ben de ilk gördüğümde yanımda bulunan ağabeyim İsa’ya; ‘A… Şu zat kim?’ diye sordum. Ağabeyim de o zaman talebeydi.

Sus ayıptır… Ona meşhur Said derler, lâkabı Bediüzzamandır. ‘O öyle bir âlimdir ki, İstanbul’da Onun karşısına çıkacak kimse yoktur’ dedi.(C:1, s: 195)

Hocaların Sualleri

İrfan Gökova anlatıyor: İlk olarak Üstad Bediüzzaman Hazretleri hakkında malumatı, hocalarımdan Hacı Veyiszade Mustafa Efendi ve Adapazarlı Hacı Hafız Ahmed Efendiden aldım. Şunları anlatmışlardı: Üstad Bediüzzaman, gençliğinde İstanbul-Vefa semtinde gezerken, İstanbul âlimleri ve Mısır’dan gelen âlimler, Vefa’da boza içerken, bu genç âlimi kamalı ve kuşaklı olarak görüyorlar. Daha önceleri de şöhretini duymuşlar. ‘Çok alimmiş’ diye aralarında latife ederek, Üstad Bediüzzaman’la görüşmek isteyerek, bazı sorular sormuşlar.

“Üstadın verdiği harika cevaplar karşısında çok şaşırmış ve hayretler içinde kalmışlar. Bu yaşta deryalar gibi bir ilim adamıyla karşılaştıklarını anlamışlar.

“Bu hârikalar hârikası zatın âhirzaman müceddidi olduğunu onlar da kabul etmişler. İlminin de vehbî olduğunu ifade etmişler. O zamanlar Üstad Bediüzzaman, ‘Her suali sorabilirsiniz, ama ben size sormam’ diyormuş. (C:3, s: 197)

“Vehbî ilim, kuyudaki su gibidir”

Muhiddin Yürüten anlatıyor; “Ailem çok önceleri Konya-Seydişehir’den Bulgaristan’ın Şumnu kasabasına hicret etmiş. Osmanlılar zamanında Sebilü’r-reşâd mecmuası gelirmiş. Mecmuada, 31 Mart vak’asından sonra kurulan mahkemede, Bediüzzaman Hazretlerinin müdafaaları çıkarmış. Bunları takip eden babam şöyle derdi:

“Zamanın ileri gelen âlimlerinden bir Bediüzzaman vardır. Bunun ilmi vehbîdir. Ona yetişmek kabil değildir. Çünkü vehbî ilim kuyulardaki su gibidir. Su çekildikçe arkasından gelir. Diğer kesbî âlimlerin ilmi ise, depodaki suya benzer. Bir müddet sonra bitmesi muhtemeldir. Bediüzzaman denilen zata, hâkimler ne sormuşsa cevap verirmiş. Onun müdafaa ve konuşmalarından hâkimler hayretler içerisinde kalırmış. Ben böylesine âlim daha duymadım ve işitmedim.’ (C:3, s: 199)

Üstadın Hâfızası

Gültekin Sarıgül anlatıyor: Abdülhamid Hazretleri maarifinde yetişme ve kendisine ‘Üstad’ diye hitap ettiğimiz Sıdkı Tekeli isminde bir zat-ı muhterem vardı. Kendisinden zaman zaman bazı meseleleri sorar ve mâlumatından istifade ederdik. Bir seferinde bana Kur’ân-ı Kerimin mucizelik vasfını anlatıyordu. Elif Lâm Mim’in belki kırk bin ayrı mânâsı bulunduğunu söyleyerek, ‘Bu zamanda bu mânâları bilse bilse ancak Bediüzzaman bilebilir‘ diye ilâve etti. Büyük bir merakla Bediüzzaman’ı tanıyıp tanımadığını sordum. Cevaben şöyle dedi:

“Bediüzzaman’ı gençlik yıllarından tanırım. Beyazıt Camii dibinde bir kahvehane vardı. Oraya gelirdi. Ben de bazen sohbetinde bulunurdum. Korkunç bir hafızaya mâlikti. Hafızasını tecrübe için birgün eline o zamanların nâşir-i efkârı Sabah gazetesini verdim. Sabah gazetesi on sayfadan ibaret ve her sayfası da bugünkülerden ebatça büyük idi.

“Hazret, gazetenin sayfalarına on dakika kadar baktı ve bana iade etti. Kendilerine merakla, ‘Üstadım okudunuz mu?’ diye sordum. ‘Tecrübe edebilirsiniz’ buyurdular. Gazetede yer alan tâli derecedeki haber ve mevzuları sordum. Aynen olduğu gibi aktardılar. Sormakta o kadar ileri gittim ki, gazetenin basıldığı matbaayı da söylemelerini istedim. Hiç yanılmadan matbaanın ismini de söylediler. Böylece gazetenin münderacatını on dakikalık bir zamanda tamamen hafızasına almış bulunduğunu hayretlerle müşahade ettim. Bunun ilmen izahı mümkün mü bilemiyorum.'(C:4, s.261)

Mehmed Kırkıncı Hocaefendi anlatıyor; “Ali Çavuş’un hafızası çok kuvvetliydi. Üstad ile ilgili hatıraları hiç unutmamıştı. Orada Üstad Hazretleri’nin kendisine anlattıklarını bize tek tek aktardı. Üstad, Ali Çavuş’a:

“İstanbul boş değil. Orada güzide âlimler var. İstanbul’a gittiğim zaman orada usul-ü fıkıh ile ilm-i kelamın daha itibarda olduğunu gördüm. Ben daha önce sadece Cemü’l-Cevami’yi ezberlemiştim. İstanbul’da Molla Husrev’in usul-ü fıkha ait “Mir’at” adlı eseri ile ilm-i kelamdan Şerhü’l-Mevakıf ve Şerhü’l-Makasıd’ın daha çok itibar gördüğünü müşahade ettim. Mir’at’ı mütalaa ettim ve Şerhü’l-Mevakıf ve Şerhü’l-Makasıd’ın metinlerini ezberledim” demiş.

İstanbul’un mekânlarını sevdiği gibi ahalisini de takdir eden Üstad İstanbul hakkında sitayişlerde bulunmuş. Ali Çavuş bunları anlatırken ben hayretler içerisinde kaldım. Her biri ikişer cilt olan bu eserlerdeki bütün metinlerin ezberlenmesi benim için akıl almaz bir şeydi. Sonraki yıllarda Ali Çavuş’un söylediklerinin aynısını Eşref Edip Bey’den de dinledim. 

Ali Çavuş, Üstadın şöyle söylediğini bize anlattı:

 “İstanbul âlimleri beni baştacı ettiler. Hiç kıskançlık göstermediler. Layık olmadığım hâlde bana “Bediüzzaman” ismini verdiler. Benim “Muhakemat” kitabımı çok beğendiler, çok takdir ettiler.”

Ben sonraları, Mustafa Sabri Efendi’nin Mısır’da yazdığı “El-Kavl ve’l-fasl” isimli eserinde Üstad’ın Muhakemat’ından senakârane bahsettiğini gördüm.

Üstad: “İstanbul’dan çok memnun kaldım. Fakat orada daha fazla kalamam. Ömrümün geri kalan kısmını mağarada geçirmek istiyorum. En iyi yer de bu Erek Dağı’nın arkasıdır. Yazın oraya çıkacağım.”demiş.”(M. Kırkıncı, Hayatım Hatıralarım, s: 51-52)

Oflu Hacı Dursun Efendi anlatıyor

“Bediüzzaman Hazretleri’nin İstanbul’a geldiği sırada biz medrese ilimlerini tamamlamış ve icazetlerimizi almıştık. Şarktan gelen genç bir âlimin, Şark’a Darü’l-Fünun açmak için Padişahtan yardım istediğini öğrendik. Molla Said ismindeki bu genç âlim, ilim ve irfanıyla çok kısa bir sürede İstanbul’da tanındı. Şekerci Hanı’nda kaldığı süre içinde “Burada bütün suallere cevap verilir, sual sorulmaz.” diye bir levhayı hanın duvarına astırmıştı.

Bu durum İstanbul’daki genç âlimlerin gıpta damarını tahrik etmiş. “Nasıl olur da bir kimse bütün suallere cevap verir? Bu aklın haricinde bir iştir.” dediler ve Süleymaniye medreselerinde bulunan, başta Hasan Hüsnü Erdem olmak üzere, icazet alma safhasına gelmiş bir çok medrese talebesi günlerce çalışarak en müşkül meselelerden yirmi sual hazırladılar. Hatta içlerinden birisi, “Şark âlimleri tecvid ilmini çok fazla bilmezler. Bir sual de tecvidden hazırlayalım. Belki o sualden açığını yakalarız.” demiş. Bir sual de tecvitten hazırlamış ve Şekerci Han’ına gitmişler.

Bediüzzaman Hazretleri’nin yanına gittiklerinde, kendi hocalarını onunla sohbet ederken bulmuşlar ve bir köşeye oturup sohbeti dinlemişler. Hocaları ordan ayrıldıktan sonra hazırladıkları soruları Bediüzzaman’a vermişler. Bediüzzaman bütün soruları tek tek okuyup cevaplamış, hem de bir suali sorarken yanlışlık yaptıklarını söylemiş ve sualin nasıl sorulması gerektiğini anlatmış. Bu olaydan sonra arkadaşlar Bediüzzaman’ın ilmine hayran kalmışlar.

Ben Bediüzzaman’ı çok merak etmeme rağmen, onu İstanbul’a bu ilk gelişinde göremedim. Rus esaretinden dönüşünde ikinci kez İstanbul’a geldiğinde İstanbul uleması, Şeyhü’lislam Cemaleddin Efendi’nin arzusuyla, Bediüzzaman’a istirham ederek kendisini Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’ye aza olarak almışlar.

O günlerde bir arkadaşımla birlikte Bayezid Camii’nin yanında bulunan bir hemşehrimizi ziyarete gittiğimizde, birden bire bütün çarşı esnafının ayağa kalktığını gördük. “Ne oluyor?” diye sorduğumuzda “Bediüzzaman geliyor.” dediler. İşte Bediüzzaman’ı ilk defa orada gördüm. Başında bir Pakistan kalpağı, elinde ince bir bastonu vardı. Uzun boylu, heybetliydi. Emin adımlarla yürüyordu. Omuzunda da bir seccadesi vardı. Süleymaniye Camii’ne doğru gidiyordu. Biz de peşine takılıp Süleymaniye’ye doğru gittik. Süleymaniye Camii’nde iki rekât kuşluk namazı kıldı. Sonra Süleymaniye medreselerinin yanında bulunan âlimlerin oturup ilmî sohbetler yaptıkları kahvede bir masaya oturdu. Biz hemen yanına gidip elini öptük. O kahve İstanbul’un en lüks kahvesiydi. O anda aklımızda bulunan, ilmî sualleri kendisine sorduk. Rahat bir şekilde suallerimize cevap verdi. Biraz oturduktan sonra elini öpüp yanından ayrıldık. İşte kendisini ilk görüşüm bu şekilde oldu.

O sıralar biz Rûus imtihanı için tez hazırlıyorduk. Tezin konusu “tevhid” bahsiydi. Tezde “nübüvvet” konusunu işleyip işlemeyeceğimize bir türlü karar veremedik. Danışmak için Şeyhülislam Cemaleddin Efendi’ye gitmeye karar verdik. Yanına gittiğimizde Bediüzzaman’ın da aralarında bulunduğu birkaç kişi ile birlikte sohbet ettiklerini gördük. Şeyhülislâm’a, “Tezde “tevhid” bahsi ile birlikte “nübüvvet” bahsini de işleyecek miyiz?” diye sorduk. Fakat daha Şeyhülislam ağzını açmadan Bediüzzaman, “Sadece tevhidi işleyeceksiniz!” dedi.

Biz Şeyhü’l İslâm’a soru sorduğumuz hâlde, Bediüzzaman’ın bize cevap vermesine hayret ettik ve oradan ayrıldık. Daha sonra bir gece soru sormak üzere Şeyhülislam Cemaleddin Efendi’nin evine gitmiştik. Evindeki kütüphanesini görünce hayretler içinde kaldık. Kütüphanesi çok zengindi. Görüşmemiz sırasında bir ara şunu sorduk:

“Geçenlerde biz size bir soru sorduğumuzda sizin yerinize Bediüzzaman cevap verdi. Bu durumu garipsedik. Bediüzzaman neden böyle yaptı?”

Bize cevaben şöyle dedi: “Sakın ha! Böyle düşünmeyin. Kesinlikle bu edebe aykırı değildir. Avrupalılar bize (Dârü’l- Hikmet’e), İslamiyet’e ait bazı sualler soruyorlardı. Bediüzzaman bu suallerin cevabını hemen veriyordu. Ben her soru sorulduğunda bu gördüğünüz kütüphanede araştırmaya başlıyor, on on beş gün araştırdıktan sonra Bediüzzaman’ın verdiği cevapların isabetli olduğunu anlıyordum.” dedi. Bediüzzaman ile ikinci karşılaşmam da bu şekilde oldu.” (M. Kırkıncı, Hayatım Hatıralarım, s: 271-273)

Tarihçi İbrahim Hakkı Konyalı’nın Anlattıkları

 M.Kırkıncı Hocaefendi anlatıyor; (İbrahim Hakkı Konyalı’ya) “Üstad Bediüzzaman’ı nasıl tanıdınız?” diye sordum.

“Üstad İstanbul’a ilk geldiğinde ben üniversite son sınıf talebesiydim. Hocalarımızdan biri de Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi idi. O bize bir gün ders esnasında: “Çocuklar; Şark’tan bir âlim İstanbul’a geldi. Bu zat ulûm-u akliye ve nakliyede engin ve zengin bir ilme sahip olmakla beraber, müstesna bir istidat ve kabiliyete de haizdir” dedi ve onunla mutlaka görüşmemizi tavsiye etti. Hoca’mızın Bediüzzaman hakkındaki bu sözleri bizim merakımızı tahrik etti. Biz de o muhterem zatı Şekerci Hanı’nda ziyaret ettik ve birkaç kez sohbetlerinde bulunduk.

“O sohbetlerde üstadımızın en çok dikkatinizi çeken ve takdir ettiğiniz yönleri nelerdi?” diye sordum.

“Estağfurullah, bütün İstanbul ulemasının takdir edip, beğenip, baş tacı ettiği ve kendisine Bediüzzaman lakabını verdiği bir zat hakkında ben ne söyleyebilirim. Üstad ender rastlanan bir fikir ve aksiyon adamıydı. Onu bütün cepheleriyle anlatmaya benim imkânım yoktur. Fakat erbab-ı kalem olan mahir insanlar, istikbalde onu inşallah bütün yönleriyle anlatacaklardır.” dedi ve şunu ilâve etti:

“Üstad’ın İstanbul’a ikinci gelişinde nazarı dikkatimi çeken bir hususu anlatmak isterim. O zaman ben genç bir gazeteciydim. Üstad muktezayı hâle mutabakatta çok maharetli idi. Herkesin seviyesine göre konuşur ve davranırdı.” Dedi ve sonra şu misalleri verdi.

İstanbul’da isyan eden kırk bin hamala karşı tesirli bir nutuk irat etti ve bu nutku ile hamalları isyandan vazgeçirerek itaat etmelerini sağladı. İşte burada asıl mahareti şu idi: Hamallık mesleğini o kadar sevdirerek izah etti ki, biz bile içimizden “Keşke biz de hamal olsaydık.” diye geçirdik.

Meclis reisi Mecdi Bey‘i ziyaretinde biz de gazeteci olarak yanında bulunduk. Mecdî Beyle o kadar yüksek bir seviyede konuşma yaptı ki, Bediüzzaman’a muhatap olmak için “Keşke biz de Mecdi Bey’in seviyesinde olsaydık.” dedik.

31 Mart hadisesinde isyan eden sekiz tabur askeri, onların hâlet-i ruhiyesine muvafık olarak yaptığı konuşma ile itaate getirdi ve böylece büyük bir musibetin önünü aldı. (M. Kırkıncı, Hayatım Hatıralarım, s: 291-292)

31 Mart Mahkemesinde

 Said Özdemir anlatıyor; “Üstad, yolda 31 Mart hadisesini anlattı. ‘Beni, pencerenin önüne getirmişlerdi. 18 kişinin asıldığı görünüyordu. ‘Seni de asarız gibisinden’ beni buraya getirmişlerdi. Allah’ın izniyle yaptığım müdafaadan sonra berat verdiler. O anda mahkeme reisi Hurşit Paşa hiddetlendi, ayağa kalktı ve ‘Sen de mürteci imişsin’ dedi. Ben, ‘Paşa, paşa! Gözlerini muvahhidinin kalemlerinin uçlarıyla patlatırım’ dedim.’ Daha sonra Üstad ‘On bir buçuk cinayeti ‘ ifade etmiş.

“Aynı hatırayı Sadık Başgöze de bana anlatmıştı. Sadık Beyin babası müftü idi. Üstadla o zaman Erzincan’a gitmişler. Müftülük kütüphanesinden hangi kitabı çıkardıysa, Üstadın kitabı ezbere okuduğunu görmüş. Sonra Şerhü’l-Mevakıf’ı çıkarmış. Üstad, ‘Ona da bir zaman nazar etmiştim’ demiş ve başlamış ezbere okumaya.

Mart hapsinde Üstada eziyet yapmaya geliyorlar. Onlar daha kapıya yanaşır yanaşmaz, Üstad, sandalyeyi kaptığı gib ‘Ey ekpekü’l-küpeka… ‘ diyor ve onlara mani oluyor. Sandalyeyi vuruyor mu, vurmuyor mu, hadisenin teferuatını bilmiyorum. (C: 4, s: 124)

Kaynak: Necmettin Şahiner, Son Şahitler

cevaplar.org

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

“Ne Hürriyeti, Ne Hürriyeti!”

MUS­TA­FA CHİT TÜRK­ME­NOĞ­LU AĞABEY ANLATIYOR   ACİP BİR İS­TİH­DAM HA­Dİ­SE­Sİ: NE HÜRRİYETİ! (…)   “Mat­baa …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Organ Bağışı Üzerine

Organ bağışı câiz midir? Risale-i Nur'un bu konuya bakışı nasıldır? Doğrudan açık bir görüş olmamakla …

Kapat