Ana Sayfa / Yazarlar / Her Pencereye Ayrı Perde / M.Nuri BİNGÖL

Her Pencereye Ayrı Perde / M.Nuri BİNGÖL

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

HER PECEREYE AYRI PERDE Hikâye

 

-Rahmetlik Dayımın Aziz Ruhuna-

Değişik yüzlerle tanıştığı gibi, pencerenin bir başkasıyla yüzleşeceği gün de gelmişti.

Bu gelişme onu biraz daha ihtiyarlatmışa benziyordu. Eğri büğrü pervazları “düştüm düşeceğim” diyordu belki; demir “cağ”ının uçları “havara “ taş duvardan çıkacak gibi iğreti duruyordu. Her zamanki perdenin yerinde yeller mi esiyordu, ne? Yeşil üstüne oturmuş pembe, kahverengi, leylaki su cereyanları arasından koyu mavi çiçekçiklerin göz kırptığı perde hani? O ana kadar ömrün bir başka penceresine perde olmadığını kim diyebilirdi?

Pencerenin sevmediği, ama belki de sevmeye mecbur bırakılacağı insanlar gibi onu da görmüştü neticede. Ailenin büyük oğluyla beraber adım atmıştı eve. Avluya, yukarıda kalan sokaktan, çocuk ve torunların zorla çıkabilecek kadar yüksek beş basamakla inilirdi.

Evin büyük oğlu muallim değil öğretmen Halil Bey’in o uzun bacakları basamakları çabucak inip de koridora benzer girişin ucunda durunca, gözleri pencerenin parlak camları ile kesişti, fakat bakışları hemencecik, belki de elinde olmadan yere indi, kaçtı açıkçası.

Portakal ağacını atlayan nazarı, iki odayı birbirine bağlayan “livan”da durdu; iç geçirdi.

Ne oldu Halil Bey?”

Öğretmen Halil Bey soruyu duyunca, kendisinin de alışmadığı ve pencerenin aksine alışmak zorunda bırakılamayacağı simayı tekrar süzmek için kalbinde sebebini itiraf edemeyeceği bir iştiyak duydu.

Adamın çoğu beyaza bürünmüş pos bıyıkları vardı; boynunda görülen uzun yara belli ki bir bıçak iziydi. Dik bakışlı ve kalın kaşlıydı. Yüzü boy posuna göre uzundu elbet, alnı dar ve dümdüz. Kirli ve düzensiz sakalı da cabası… O yüze yabancılığı, farklılığı, alışılmamazlığı veren de oydu; Öğretmen Halil’e öyle geldi. Suskunluğu karşısında soru yine adamdan geldi:

Efkarlandın mı kurban?”

Durgun ve yorgun bakışları avluyu arşınladı tekrar, tam karşısına düşen odunluk ile kümesin ortak kapısına takıldı. Neden sonra da pencereye, o pencereye kadar yükseldi… Pencere –acaba- kaşlarını neden çatmıştı? Adama döndü aniden:

Siz dolaşın beyim…” dedi.” Çekinmeyin… Eviniz gibi…”

Sesi kıvranıyordu halbuki; ne kadar vurdumduymaz görünse de… Adam “nasıl olursa olsun” sezdi bunu elbette.

O kayıtsız ve durgun tavır karşısında adam da kayıtsız, durgun, kale almaz bir havaya girecekti; nihayet öyle de oldu. “ Tavşan dağa küsmüş…” diye düşünüp, hiçbir şey demeden merdivene yürüdü. O garip pencerenin ait olduğu odaya bakmak için basamakları tırmanmaya başladı. Merdivenin tırabzını kuvvetli bir pençe tarafından sıkılacak olsa un ufak olabilirdi, zamanın dişlerince öylesince kemirilmişti. Taş basamakların onca aşınması için acaba kaç yağmur mevsimi ile kaç ayakkabı tabanı gerekmişti.

Öğretmen Halil Bey’in adımları evdeki, avludaki, hakim iklimdeki hatıraları uyandırmak istemez gibi ürkek ilerledi. Portakalın her mevsim yeşil yaprakları, pencerenin yüzüne –hâla- gülüyor; hışırtıları ile, belki de “hey bunak bana bak” demek istiyordu.

Demek ki kendisi gibi ağaç da yaşlanıyordu; tıpkı baba evi gibi… Belki de o da gidicidir ötelere.

Anlaşılan babamı takibe niyetli…”

Babasını hatırlaması kalbine “o” odaya bakma cesaretini getirmişti. Yana çarpılmış oda kapısına – nihayet- bakıverdi.

Babaevine sonradan iliştirilen biriket oda ile karşısındaki ömür döküntüsü odayı birbirine bağlayan “livan” dile gelecek olsaydı eğer, neler neler anlatmazdı?

Gezinen, ağlayan, cıvıldayan, sızlanan, gülen, neşelenenen, küsen, sevinen çocukları ya da torunları, yeğenleri hayaline getirdi. Onların kimisi kendisi, kimi kardeşleri, kimi çocukları, kimisi de yeğenleridir. Hepsi de o vakitler birer çiçek ya da tohumdular. Ya şimdi?..

Rahmetli babasının bazen çakırkeyif haliyle annesine uluorta azarlamalarının hepsini kendisi de –tam- hatırlamaz. Aklına takılanlarıysa öylesine uzak gelir ki o günlerin hakikaten yaşanıp yaşanmadığı hususunda şüpheye düştükleri çok olmuştur. Kardeşinin düğününü, küçük kardeşinin nişanını, kızkardeşinin gelinlik giyip oradan geçişini hem livan, hem avlu, hatta portakal ağacı da şahit olmuştur.

Gözleri tekrar o odaya döndü; engin bir hasret, iştiyak ve hatırlama arzusuyla döndü. Eski harabe taş odayı yıktırıp yerine biriketten bir yenisini yaptırdıkları gün yüreği düğün bayram etmişti, bir acayip gurulanmıştı.

O harabeyi böylesine “toparlamak” her babayiğidin karı mıydı? Şimdi ev değil, apartman bile inşa ettirebilecek bir varlığa sahip olduğunu hatırlayınca gülme hissi gelip geçti içinden. Ama o bir başka türlü pencerenin hayali buna mani oldu elbet; buruklaşmasına sebep oldu.

Babası kış geceleri karanlığı korkutmak ister gibi ardı ardına öksürür, uykusundan ederdi herkesi. O biriket odayı yaptırmaları bu yüzdendi; yerer ki o rahat etsindi!

Pencere”nin kendisine kederden gölgelenmiş gelen camlarından seken ikindi ışığı ile kara ve iri gözleri kesişince bakışları da sekti, “oraya” döndü tekrar. Çocukluğunun, ilkokul yıllarının, Ortaokul ve liseyi okurken tatile geldiklerinin, babalık senelerinin pırıltılı günlerinin hepsini o pencerenin ait olduğu odada yaşamıştı; camlarına işlemiş olmalıydı. Baktı, baktı, kopmamacasına baktı bu sefer.

Gördü ki pencere eninde sonunda yabancı, çok yabancı, sevip benimseyemeyeceği kadar yabancı yüzlerden birini daha görmüş ve camları bulutlanmıştır.

Gidip gelip avlusuna baktığı eve alıcı gözle bakan insanlar gitgide canını sıkmış, onu biraz daha ihtiyarlatmıştır. Eğrilmiş büğrülmüş pervazları “düştüm düşeceğim” demektedir; demir pancurlarının uçları taş duvardan çıkacak gibi iğreti durmaktadır. Halil Bey’in gözleri neden o perdeyi göremiyor şimdi. Ömrün bir başka penceresine perdelik yapmaya gitmediğini kim söyleyebilir?

Merdiven”in başına yürüdü, mazi denen şaşmaz hakikat onu tekrar içine çekiverdi.

Damda oyun oynuyorlarmış; kimbilir hangi çocuk oyunu?.. İkinci küçük kardeşi Abdulkadir “açıkgözlülük” edeyim diye duvardan avluya atlamayı düşünmüş kestirme olsun diye.

Oyundaki “diğerleri” merdivenden inip sokağı dolaşıncaya kadar eve daha çabuk varmayı düşünmüş olmalı. Ama ilk başlarda ona çok kızdığı, hatta üzüldüğü ve bir dönem ailesi – kızkardeşi olan annesi de – Almanya’da olduğundan tahsil için kendilerinde kalan yeğeninin “Ecel birdir, tegayyür etmez.” dediği değişmez akıbet duvardaki taşları yerinden oynatmış demek.

O zaman Zeynep daha doğmamıştı; rahmetlik babasının ona düşkünlüğü, beklenilmeyen kaza ile düşüp ölen küçük kardeşine benzediği içindi elbet. Acaba bu pencere, Abdulkadir’in ölümünden sonra delirir gibi olan ana-babasını doğumuyla teskin eden o kara saçlı ve kara gözlü kızkardeşini de hatırlar mı?

Acaba “o yeğenini” baskı ve göz korkutma ile –o zaman- yanlış bulduğu telkin yaptığı günü de hatırlar mı?

Yeğenim, sen o adamın eserlerini okuyor, o “eser”leri açıklayan insanlarla görüşüyormuşsun. Bunu nasıl yaparsın?”

Bunları derken hiddetlendiği her vakit yaptığı gibi gözlerini de iri iri açmıştı; kaşlarını çatması da cabası…

Orta üçe giden yeğeni sakince nefeslenmişti:

O eserleri okuyorsam ne olmuş? Stalinin ihtilalci fikirlerini anlatmıyor ki onlar?”

O gün yanlarında olan “hınk deyici” akraba ise atılmıştı huzursuzlanarak:

Stalinin düşünceleri ile bir devlet doğdu. Niye küçümsüyorsunuz ki…”

Devlet ki ne devlet ama. Adında Cumhuriyet kelimesi var ama tam bir despotik idare… Güya eşitlik dâva eder ama eşit olan sadece halk; o da sefalette eşitlik. Politbüro üyeleriyse…”

Polit ne?..”

Tebessüm etti genç.

Bizim medresede yaptığımız ilim öğrenme işinin hududuna bile yaklaşamamış baronlar!”

Şaşırmıştı Öğretmen Halil Bey. Bu kararlı ve çekinmez ifadelerle karşılaşacağını tahmin etmiyordu. O ana kadar kimin üzerine gittiyse onu pıstırmıştı hep. Hele insanın öğrenilmesi, düşünülmesi, mahiyetinin anlaşılması lazım gelen bir nesne olduğunu hiç düşünmemişti.

Hafif bir rüzgâr kurumaya başlamış portakal ağacının dallarını ırgalayınca gözlerini kırpıştırdı. İşte o an gülümsedi nedense. Evet, elinde büyüyen ve “hâla bir çocuk” dediği yeğeni kendisini şaşırtmıştı şaşırtmasına da ya kendisi?..

O buz üzerinde yürüdükleri, ayağının kayıp da hangi duvara toslayacağını tahmin edemediği, her talebesini gördüğünde birer cani görür gibi olduğu günleri hatırladı; geçirmiş oldukları, belki de tekrarlanmamasını arzuladığı o ad konamayacak kargaşayı düşündü.

Herkesin elinde silah, yeğeninin tabiriyle “topuz” vardı; kiminde dinamit, kiminde ses bombası, kiminde kalaşnikof, tabanca…

Bütün diller koro halinde bağır babam bağır… “Kurtaracağız..kurtaracağız!” Ama…Onlar, o insanlar, “hakiki insanlar”; “Biz zaten kurtulmuşuz Allah’ın izniyle…” derlerdi. “Sırada siz varsınız. Gelin de gösterelim ‘Büyük Cadde’ olan kurtuluş yolunu”

Silahlarının da sadece ve sadece fikir olduğunu, doğruluk ve fedakarlık olduğunu anladığında önceki kanaatından utandı. Ellerinde sadece kitap, nurdan kitapların varlığını, ondan başka bir silah düşünmediklerini – bir de dua-, hiçbir zaman da düşünmeyeceklerini öğrendiği vakit Öğretmen Halil Bey, sadece utanmayacak, hayran da olacaktı onlara.

Hele daha önceleri kitap okuyor diye – o zamanlar okulda idareciydi- mahkeme önüne attığı Mehmed’in –Rahmetlik- ona sitem bile etmemesi, hürmetinden bir zerrenin bile eksilmemesi –acaba- nasıl bir anlayışın , nasıl bir terbiyenin ifadesi idi?

O delikanlıyla tekrar görüşmüştü o gün; bir bakkal dükkanındaydı; Küçük Çarşı’da… Onun da bir alacağı varmış ki oraya gelmişti. Elinde de bir kitap, bir araştırma eseri. Kendisine uzatıp “ Zannedersem Bediüzzaman hakkındaki bilgileri bundan alabilirsin hocam. Bu memleketi ve gençliği kurtaracak fikirlerinin neler olduğunu aydınlarımız öğrenmeliler.”

Aslında vasıl olduğu o fikri noktada, hediye edilen o araştırma mahsulü eseri okumasına pek gerek de yoktu. Çünkü kendi fikirlerinin, hatta idealinin meyveleri de ortada, “onlar” da ortadaydı. Yeğeni demez miydi hep; “ Müştebih ağaçları gösteren semereleridir.” diye…

Hani eskiler “Allah örbet göstermesin!” derlerdi ya. İbret ancak böyle olabilirdi. Ama keşke böyle olmasaydı, hiçbirini görmeseydi.

Ne o buzdan arenayı, ne kafasını duvarlara toslayıp yara alanları, ne ortadan kalkan ömür pencerelerini, ne eskiyen, sapır sapır dökülen pervazları, cumba ve cağları… Keşke onları yetiştiren yılların “öğretmeni” olarak, keşke hiçbirine şahit olmasaydı.

Her insanın ve ömrün ayrı ayrı pencereleri, gün geçtikçe ihtiyarlanan, pervazları “düştüm düşeceğim” de dese, o bütün pencerelerin “cağları” hemencecik sökülecek, düşecek gibi “iğreti” de duracak olsalar, hatta, hatta, onların çok çok mütenevvi renklere sahip –küçük çiçek desenli- perdeleri, hayatın başka pencerelerine perde olmaya, başka türlü pencerelere perde olmaya da niyetlenseler, onları, o “ibretleri” –ya da örbetleri- görmek eğer nasipse, onlarla karşılaşması lüzumlu ise, daha pek çok hayat dalgasına dalgakıran olmak insanlığın da gereği değil miydi?

Sayılamayacak kadar hayata darbe akıntı ile burun buruna gelmek, onların dondurucu soğukluğunu duymak, müdhiş çağıltılarını işitmek, köpüklenmelerini görmek mümkün olacaktır. Çünkü hayat denilen nehir devamlı akıyor, biteviye akmaktadır; ummanına kavuşuncaya kadar da akmayı sürdürecektir. Daha pek çok insan kendisi gibi, çok sevdiği baba evinden ayrılacak, evin asıl sahipleri ana-babalar-oğul ve torunlar oradan çıkmak zorunda kalacak, çocuklar büyüyecek, ihtiyarlar göçecek; o simaları, o hatıraları, o hadiseleri camlarına işleyen ve emen pencereler, işte tam böyle kaş çatacaktır.

Benim işim tamam Halil oğlum. Evi gezdim.”

Ses arkasından gelmişti, takılıp kaldığı merdivenin birinci basamağından döndü, baktı. Adamın o kaba yüzü gülüyor ve içindeki memnuniyetini ilan ediyordu:

Beğendim evi. Anlaşacağız seninle.”

Ya konuştuğumuz fiyat?..”

O da kabulüm.”

Kabulü imiş, öyle mi?

Halil Bey gözlerini yumdu, derinden derine sesler çınladı kulaklarında. Acaba o sesler pencerenin camından ayrılıp da kendisine kasten mi yöneltmiştir? Babasının öksürük sesleri idi bunlar, küçük kardeşlerinin cıvıltıları. Yavrularının pati pati adım sesleri, yeğenlerinin şen gülücükleri.

Ağabey razı olamam, inanolsun satırmam evi. İlle de satmak istiyorsan, ben alayım.”

İrkildi, gözlerini açtı iri iri.. Siyahları büyüyecek kadar irileştirdi onları.

Ne o? Efkarlandın mı kurban?”

Adama baktı tekrar; o kaba-saba siması –hala- gülümsüyor, memnun kaldığı her halinden belli oluyordu. Bakışları etrafı taradı; yaşlı ağaca baktı; pencereye, hayat izleri ile oyulmuş basamaklar, o “livan” ile odaya daldı.

Tekrar adama baktı. “Sevilemeyecek kadar yabancı yüz”e baktı.

Adam gurur ve iftiharla elini uzatmıştı ona; şaşırdı ama… Halil Bey’in eli eline uzanmamış da omzuna gitmiştir.

Satmaktan vazgeçtim be Hasan dayı.”

Cevap beklemeden pencereye kaldırdı bakışlarını, camları ne zaman böyle pırıl pırıl olmuştu? Ya tahta pervazların aniden düzelmesi… O “cağ”ın uçlarının iğretiliğinin tükenmesi de ne oluyor? Livan tatlı tatlı gülümsüyor. Biriket odadan kumruların –tam o an- ötmeye durmalarına tesadüf mü denirmiş? Acaba önce gördükleri mi hakikat, şimdikiler mi?

Kainatta tesadüfe tesadüf edilememiştir” diye yeğeninin naklettiği gerçek –şimdi- tam bir endam aynasıdır; Fırat parlaklığında ve saflığında…

Yazar : Mehmet Nuri BİNGÖL

BİYOGRAFİ
1961’de Şanlıurfa/Birecik’te doğdu. İlkokul ve ortaokulu aynı ilçede okudu. 1982’de İstanbul Edebiyat Fakültesinden mezun oldu. Anadolu’nun çok yöresinde Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenliği yaptı.
Yazgı, Köprü, Bizim Külliye dergilerinde hikâye, deneme ve makaleleri yer aldı. Gap Gündemi, Tasvir, Yeni Nesil gazetelerinde yazıları yayımlandı. Birecik yıllıklarına alınmış şiirleri, yaptığı derlemeleri ve değişik site ve kitaplara alınmış makale, mülakat ve köşe yazıları bulunuyor.
Kitaplaşan iki eseri ve tefrika romanları Mehmet Nuri EMİNLER mahlasıyla yayımlanmıştır. Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliğine devam ediyor. Birecik’te temsilciliği açıldığı ilk günden beri Eğitim-Bir-Sen üyesi. Dört kızı ve üç torunu bulunuyor. Şanlıurfa/ Birecik’te ikâmet ediyor.

Tarık Buğra ile yaptığı mülakatın iktibas edildiği eserler:
Politika Dışı (Tarık Buğra)
Tarık Buğra’yla Söyleşiler (Mehmet Tekin)

Hikâyelerinin İktibas Edildiği Eserler:
Kedinâme (M. Nuri Yardım, 2019)
Dergizan Yıllığı (Ramazan Seydaoğlu, 2020)

İktibas edilen mahalli derlemeleri:
Cumhuriyetin 50. Yılında Birecik Yıllığı
Cumhuriyetin 70. Yılında Birecik Yıllığı

Tefrika Romanları:
Yokuşta ( 1986)
Yokuşta Tırmanış-1 (1984)
Yokuşta Tırmanış- 2 (1988)
Kafkasya’da Sarp Ufuklar (1981)

Kitapları:
Sürgündeki Çeçenya (1. Baskı: 1996; 2. Baskı: 2000) Gençlik Yayınevi
Nur Üstad (Biyografi- Deneme; 2002) Erguvan Yayınevi
Siyahtan Turkuaza (15 Temmuz) [Hikâyeler] 2021. KDY yayıncılık
Ver Elini Türkmeneli [Gönül Sayhası-1] (Roman) 2021, KDY Yayıncılık
Azada Yürüyüş [Gönül Sayhası-2] (Roman), 2021, KDY Yayıncılık, "Bir Başka Çeşme" (2022- KDY- Öyküler)

Tüm Yazıları Göster
Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

‘Salâvatın Mânâsı Rahmettir!..’ 

‘SALAVÂTIN MA‘NÂSI RAHMETTİR!..’  “(Ey resûlüm!)  (biz) seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik!..” (Enbiya,107) “İşte seni …

Önceki yazıyı okuyun:
Kastamonu Evlerinin Saçaklarındaki Hayvan ve Bitki Motifleri / Nail TAN

Kastamonu Evlerinin Saçaklarındaki Hayvan ve Bitki Motifleri Kastamonu'nun eski evleri konusunda Sanat Dünyamız'ın 5. C. …

Kapat