Ana Sayfa / RİSALE-İ NUR & BEDİÜZZAMAN / Nurdan Hatıralar / “Hiç olmazsa ananın yatırdığı tavuktan ders alaydın”

“Hiç olmazsa ananın yatırdığı tavuktan ders alaydın”

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Nazım Akkurt Ağabey 1924 senesinde Ağrı’da dünyaya gelmiştir. Daha çocuk yaşlarında iken İslamiyet’e fıtri bir meyli vardır. Bu sâikle İlm-i Kur’ânı tahsil etmek ister. Fakat ne çare ki, devir, yasaklar devridir. Kur’ân talimini tamamlayamaz. Kendisini muhafaza edebilmek için bir tarikata girer. Bir zaman sonra da tarikat şeyhi olur, tarikat vermeye başlar. 50-60 müridi de olur… Fakat her şey yolunda değildir… huzursuzdur. Aradığı bir şey vardır…

Ve bu samimi talebi cevapsız kalmaz. Aradığını bulur. Bediüzzaman ve Risale-i Nur nasip olur ona. Bulduğu şey içini doldurmuştur. Sağlam bir gemidedir artık. 1952’den itibaren üç kere Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerini ziyaret eder. Üstadı ona çok alâka gösterir. Hatta yanında devamlı kalmasını bile teklif eder… Üstadın mesajlarla dolu konuşmaları olmuştur.

Kendisi diyor ki: “Ben bu hatıraları on sene evvel, daktilo ile 20-30 sayfa halinde yazmıştım. Fakat bastıramadım. Çünkü Üstadımız: “Sizlerde mühim ehl-i ilim de var. Ehl-i ilmin bir kısmında, bir enaniyet-i ilmiye bulunur. Kendi mütevazi de olsa, o cihette enaniyetlidir…” diyor. İşte onun için bastırmadım, öyle duruyordu.”

Ömer ÖZCAN

(…)

Şeyh Olmuştum. Müritlerim vardı

1941’de başlayan kıtlık artarak devam etti, yoksulluk had safhaya geldi. Millet inliyordu. (…)

Bu şartlarla askere gittim. Orada da müthiş kıtlık vardı. Koğuşta her sabah tayin çalınıyor, hırsızlık yapılıyordu. Askerliğimi İslahiye’de yaptım. 

Askerde namaz kılmak, oruç tutmak resmen yasaktı. Biz onbeş kişi cemaat olarak gizli namaz kılıyorduk. O sırada Halveti Tarikatına mensup bir sıhhiye onbaşı ile tanıştım. Ahmed Ahıskalı. Şahsiyeti çok kuvvetli bir insandı. Bana tarikatı anlattı… onun şahsına bakarak tarikata girdim ve talimat aldım. O birkaç ay sonra terhis olacaktı. Ben Tümen yazıcısı olarak mecbur olmadığım halde, gönüllü olarak nöbet tutuyordum. Gizlice zevkli zikirlere devam ettik. Cemaatimiz birden çoğaldı… Bana tarikatı veren hocamız terhis oldu. Bu sırada ben bir rüya gördüm. Bunu o hocaya yazdım. O da şeyhine arz etmiş. “Artık şeyhlik ondadır” demiş. Talimatı vererek beni şeyh ilan ettiler, tarikat verme yetkisi verdiler. Artık rüyaları ben tabir ediyordum. Tarikatı ben veriyor, zevkli zikirler içinde ibadetimize devam ediyorduk. Yalnız bunlar gizli oluyordu… Cemaatim çoğalmıştı.

(…) Ben her ne kadar zahiri halde şeyhliğimi sadakatle idare ediyorsam da… Müritlerime karşı kendimi küçültmüyordum. İşin aslı şu idi: Ben acizin hiçbir meziyetim yoktu. İlmim yok.. irfanım yok.. Maneviyattan bîbehre halim devam ediyordu… Halbuki müritlerim bana tam bir veli nazarıyla bakıyor ve öyle de hareket ediyorlardı. Ben de: “Kardeşlerim, dağılın, bende bir şey yok. Ben bu vazifeye layık değilim…” diyemedim. Bu büyüklüğü gösteremedim. Korktum. Bu halimle devamı daha uygun buldum. Tezkere alıncaya kadar şahsi ibadetlerimden taviz vermeden böylece devam ettik.

Allah aşkına Ahmed Ağa, çok sıkıntıdayım. Bana yardım et. Bana bir şeyh lazım

(…) Sene 1948. 24 yaşındayım. Şeyh Muhammed Küfrevi Hazretlerinin Tarikatına mensup arkadaşlarım vardı. Sonra Eski Alay Reislerinden Ahmed Alpaslan ile tanıştım. Hakikaten büyük bir zâttı. Ağrı’nın Milletvekillerinden Fecri Bey’in babasıdır. Onun evinde de zikirler yapmaya devam ettik.

Bir gün Ahmed Ağa’ya dedim ki: “Biliyorsun ben şeyhim. Fakat, ben ilmi olmayan, kerameti olmayan, zayıf, cahil bir kimseyim. Bir gün gelecek aczim bütün çıplaklığı ile ortaya çıkacak. (…)

Sonra dedim: “Allah aşkına Ahmed Ağa, çok sıkıntıdayım. Ben tarikatımı değiştirmek istiyorum… bana yardım et. Bana bir şeyh lazım. Yoksa diğer şeyhlere de su-i zan etmeye başladım.” Bana, “tevazu ediyorsun” dese de… “Senin aradığın birisi var. Ben ona Burdur’da altı ay hizmet ettim. Ancak o zât seni tatmin eder. Adı: Bediüzzaman Said Nursi’dir” dedi.

(…)

Üstadın çektiği şu sıkıntıya bakın

Böylece 1948’den beri, Bediüzzaman aşkıyla aylar, seneler geçti. 1952’ye kadar geldik. ‘Biz en iyisi Bediüzzaman’ı bulalım’ dedim. Üstadı aramaya karar verdim. İsa Kaya isminde halen sağ olan bir arkadaşım vardı. Benden yaşlıdır. Ona söyledim. O, “Ben Said Nursi Hazretlerini gençliğimde, İstanbul’da iken elini öpmek için otelinin önünde beklemiştim. Fakat o zaman nasip olmadı. Şimdi beraber onu bulalım” dedi. Anlaşmıştık.

Önce Afyon’a geldik, orada yok. Isparta’ya geçtik, yok. Soruyoruz, cevap veren de yok. Bolvadin’e, İstanbul’a sorduk, yok. Geldik Eskişehir’e. Orada Şükrü ve Muhiddin Yürüten diye iki kardeş vardı. Onlara dedik: “Biz üstadı arıyoruz?” “Yerini bilmiyoruz” dediler. Orada âmâ bir hâfız vardı. O, “Kardeşim niye söylemiyorsunuz? Bırakın gitsinler! Belki hizmete vesile olurlar” dedi. Meğer Üstad Emirdağ’ında imiş. “Ama, yasaktır isterseniz gidin” dediler.(…)

 (…)

Üstadın evine geldik. Baktık bahçe kapısı kilitli. Sağda da iki tane polis oturmuş bekliyorlar. Bizden evvel bir hacı gelmiş. Ben onu tanıyorum, Hacı zahir. O eve, Üstadın kaldığı eve bakıyormuş. Polis, “sen ne yapıyorsun?” demiş. Türkçe de tam bilmiyor. “Hocaefendiye bakim” demiş. “Gel sana göstereyim!” deyip karakola götürmüşler. Dövmüşler, dövmüşler… hatta sakalını yolmuşlar, cımbızla kıl çekmişler. En sonunda komiser: “Dövmeyin artık bunu günahtır” demiş. “Seni buraya kim gönderdi? Bunu söyle seni bırakalım” demişler. Tabi bu çok acaip bir sual, kimi söylese olmaz. Tam Türkçe de bilmiyor. Demiş ki: “Polos Aga! Heva güneş vardır? Güneş kim gösterecak? Güneş göstermak lüzum yok! Güneş kendi kendi gösterecak!” demiş. Aynen böyle demiş Zahir Hoca. “Bediüzzaman güneş gibidir. O kendi kendine gösteriyor.” Onu bırakmışlar.

Neyse… bizim Mustafa Hoca (Acet): “Ben dünyada gidemem. 24 saate ancak bir kere gidebilirim.” dedi. Üstadın çektiği şu sıkıntıya bakın siz. Hizmetinde bulunan kişi 24 saatte bir kere gelebiliyor yanına. O da sabah namazından sonra, polislerin olmadığı zamanda.

Sormadan her soruya cevap verdi

Emirdağ’da o geceyi zor geçirdik. Sabahleyin, namaza, camiye gittik. Mustafa Acet’in imam olduğu camiye… Beraber kıldık namazı. Üstadın evinin karşısında kahve vardı. “Siz burada oturun” dedi bize. Gitti Üstadın evini süpürdü geldi. Dedi: “Ben Üstada söyledim. Sizi içeri alacak, buradan ayrılmayın.” Daha güneş doğmamıştı. Polisler de yok henüz. O gitti, süt aldı geldi.

O önden biz arkadan, girdik Üstadın evinin avlusuna. Benim o günkü o hali tarif etmem mümkün değil. Ben her şeyi lüks gördüm o gün. Bahçeye giriyorum, yerleri granit taşlı ayna gibi o parlak görüyorum …. Cam gibi çok parlak. Oradan içeriye girdim, baktım öyle antika halılar, perdeler var ki gözlerim kamaşıyor. Lüks görüyorum her yeri. Her şey lüks görünüyordu bana.

İçeri girdik. Hemen üstadın elini öptük. Üstadı ben şeyh biliyorum, hani ben de şeyhim ya. Üstadın yüzü kıbleye karşı. Biz de arkamızı kıbleye karşı verdik karşısına oturduk. Ondan evvel de ne soralım diye dışarıda anlaşmıştık.

Arkadaşım Türkçe’yi benim kadar bilmediğinden ben üç şey diyecektim: “Efendim siz şarkta doğdunuz, niye şarka gelmiyorsunuz? Ben şeyhliğimi zayıf görüyorum, bana tarikat ver. Elimizde kitap yoktur, bize kitap ver.” Bu üç şeyi diyeceğim ben. Arkadaşım da diyecekti ki: “Efendim bizi mürit kabül et.” Biz böyle anlaşmıştık dışarıda.

Biz oturduk. Üstad sağ elini sol dizine vurarak başladı konuşmaya: “Maşallah, siz hoş gelmişsiniz” dedi. “Çok iyi ettiniz gelmekle. Ben çok memnun oldum. Mustafa, ben sana demedim mi, ‘on beş gündür iki kardeşe dua ediyorum’ diye. Bak demek ki oradan bu Nazım gelecekmiş. Sen Nazım, sen İsa. Maşallah çok iyi ettiniz. Çünkü ben çok darlanmıştım. Ben niye darlandım? Çünkü şark’ı çok özledim. (…)

“Kardeşim biliyor musunuz? Risale-i Nur varken buraya kadar gelmeye de lüzum yoktu. Her sayfada bir Said vardır. Ben de zayıfım, okuyamıyorum… Ben hem şeyh değilim. Ben tarikat vermiyorum. Tarikatın zamanı değil. Şimdi iman kurtarmak zamanıdır. Risale-i Nur okuyun. Evlerinizin bir odasını dersane yapın. Yahut bir dersane açın. (…)

Üstad bu şekilde epey şeyler söyledi bize. Bütün suallerimizin de cevaplarını almıştık. Ben bir şeye dikkat ettim. Üstad, böyle bizim gibi şark şivesiyle konuşuyordu. Ama bu Risalelerdeki ifadeye, belagata bakıyorum, çok farklı…

(…)

Zübeyir Ağabey okuyor. Üstad bize, “sen nasıl anladın?” diye soruyordu

Bir sene sonra 1953’de ikinci defa Üstadı ziyaret etmek için Ispartaya gitmeye karar verdim: (..)

Geldik Üstadın evine. Kapıyı Bayram Ağabey açtı. “Giremezsin, Üstad çok hasta” dedi. (…)

Baktım, hakikaten Üstad çok hasta. Dedi: “Kardeşim ben çok hastayım, kalkamıyorum, konuşamıyorum. Bana verdikleri zehirin nöbeti geldi. Hoş gelmişsin, nasılsın kardeşim?..” Baktım, Üstad çok zor konuşuyor. Elini öptüm, çıktım beklemedim artık.

Üstadın yanında kapıcı olmakta mesele. Her gelene soruyorlar ve akıllarında tutuyorlar: “Nerelisin? Nereden geldin? Burada nerde kalıyorsun? Ne zaman gideceksin? Hangi otobüsle geldin? Hangi arabayla geldin? Nerde bineceksin?..” Bunları tek tek soruyorlar ve akıllarında tutuyorlar.

Ben ayrıldıktan sonra Üstad açılmış, kalkmış: “O Nazım mıydı gelen? Gidin çağırın onu” demiş. Bayram Ağabey beni çarşıda buldu. Gittik. Öğlen namazı yeni kılınmış. Üstad: “Kardeşim ben hastaydım. Seninle ilgilenemedim…” dedi. Sonra Üstad, Tevafuklu Kur’ânı 18 madde olarak bana anlattı, ama hiç aklımda kalmadı.

(…)

Risale-i Nurları, talebeler düzelterek yazıyor zannederdim

Bu 1953’deki ikinci ziyaretimde gördüm ki: O gün Zübeyr Ağabey ders okuyup, Üstad izah ederken, Üstad da tam bir hitabet tarzı vardı. Aynı Risale-i Nur’un belagatı tarzında… aynı kelime, aynı tarz ile izah ediyordu. Hatta inanın, bir ara, acaba Üstadın yanında birisi mi var diye şöyle bir baktım. Gördüm ki Üstad tek.

Ben ilk başlarda, Üstadın günlük konuşmalarına bakınca: “Bu Risale-i Nurları Üstad söylemiş ama, herhalde talebeleri sonradan bunları düzelterek yazmıştır.” diye düşünüyordum. Fakat utandığımdan da kimseye soramıyordum. (…)

İşte o günkü Isparta ziyaretimde, her şeyi fark ettim. Üstad, o gün yanımızda tam Risale-i Nur tarzında konuşuyordu. Belagat, fesahat, selaset… hepsi vardı. Buna ben şahit oldum. İnan, bir ara yanında yardımcı birisi var zannettim.

Üstadın yüzüne bakamıyoruz. Bir ara ellerine baktım: “Kardeşim biz dünyaya tenezzül etmiyoruz. Yoksa dünya elimizde top gibi…” dedi. Ben birden Üstadın elinde küre-i arzı gördüm. Çok korktum ve şöyle bir titredim. Başımı önüme eğdim.

Sonra ben Üstadın evine baktım ki; Emirdağ’ında Üstada ilk ziyaretimde gördüğümü zannettiğim lüks halılar, aynalar filan yok. Hatta çuvalları yamamışlar örtü yapmışlar. Üstadın yaşadığı yer öyle bir durumdaydı.

(…)

Tabi Üstad Hazretlerinin yanında pek bir şey konuşma imkânı yoktu. Üstad bazen insanın kalbine bakıyordu. Bana: “Sen burada kal” dedi. Ben de zannediyordum ki; “bir iki gün kal” diyor. Zübeyr ağabeye: “Şu odada devamlı kalsın” diye talimat vermiş, yatağı odaya serdirmiş. Ben daktiloyu iyi yazardım. Halbuki işlerim çoktu, manifaturam vardı. Bir iki gün bile kalamazdım. İçimden, “işlerim var, ben giderim” diye düşünüyordum. Üstad: “Peki peki öyleyse git” dedi. Halbuki tek kelime konuşmamıştım. Üstad içimi okudu. Maalesef bunları bilemedik. Bu fırsatları terk ettik, çıktık geldik maalesef… Ama o zaman tarikat da bitti artık. Cenab-ı Hak ihsan etti. Risale-i Nurları okuduk.

Üstad o zaman dedi ki: “Kardeşim bir dersane, medrese açın orada. Olmazsa evinizin bir odasını dersane yapın. Benden tarafa çok selam söyleyin. Buraya gelmesinler. Risale-i Nur varken beni görmeye lüzum yoktur.” dedi. Allah’ın hikmeti, o günden itibaren ben nereye gitmiş isem, mutlaka dersane açıldı. Mesela fırın yaptık üstü dersane. Kayseri’ye gittik üstü dersane. Isparta’da öyle. Burdur’da otel yaptık, dersane açtık. Ağrı’da iki üç tane dersane açtık. Yani Üstadın o temennisi emir yerine geçti bizim için.

(…)

Nazım AKKURT hapse giderken…

Beni sık sık hapse attılar. Hatta yatağımı hapishaneden getirmemiştim. Ayda iki üç kere yatıyordum. Ama hep beraat ettim. Hiçbir sabıkam yoktur.

Kırkıncı Hoca mantık deryası

Sene 1964. Kırkıncı hoca ile Trabzon’a bir dersane açmıştık. Birkaç gün kalıp Trabzon’dan ayrıldık. Dersane kirası 15 lira idi. Dersaneyi orada matbaa dükkanı olan Müslim Selçuk’a bırakıp ayrıldık. Yirmi gün sonra Kırkıncı Hocamla beraber tekrar Trabzon’a gittik. Müslim Selçuk Kardeş: “O para boşa gitti. Siz buradan ayrıldıktan sonra kimse gelmedi dersaneye. Boş duruyor.” dedi

Tabi Kırkıncı Hoca mantık deryası. Dedi: “Müslim, senin anan hiç toyukları yumurtanın üzerine yatırıyor muydu?” “Evet” “Kaç yumurta koyuyordu?” “On beş-yirmi” “Peki toyuk ne yapıyordu? Yumurtanın üzerinden hiç ayrılıyor muydu?” “Hayır. Tavuk ayrılsa yumurtalar bozulur. Civciv çıkmaz.” “Eh kardeşim senin aklın o tavuk kadar yok mu? Sen hiç dersanede yattın mı? Sen orada bir tavuk kadar yatsaydın, şimdi orada 15-20 tane nur talebesi olacaktı. Hiç olmazsa ananın yatırdığı tavuktan ders alaydın bari…” dedi Kırkıncı Hoca. O da güldü… Biz de dersanede sebat edip kalmayı tavuktan ders almaya başlamıştık.

(…)

Ağabeyler Anlatıyor’dan

Yazar : Ömer ÖZCAN

1950 yılında Milas’ta doğdu. Ortaokul ve lise eğitimini İzmir’de tamamladı. 1968 senesinde lise ikinci sınıfta iken Risale-i Nur’u tanıdı. 1969’da ‘Ankara Erkek Teknik Yüksek Öğretmen Okulu’na (Bugünkü adıyla: Teknik Eğitim Fakültesi) kaydoldu… Ankara’da beş seneye yakın Bayram Yüksel Ağabeyin nezaretinde muhtelif Dersane-i Nûriyelerde kaldı. 1973 senesinde öğretmen olarak mezun oldu. 1973’den 1984’e kadar 11 sene Zonguldak’ta lise öğretmenliği yaptı. Sonra İzmir’e, mezun olduğu liseye öğretmen olarak atandı. 2000 senesinde aynı okuldan emekli oldu. Ömer Özcan evli ve iki kız babasıdır. Şimdi İzmir’de ikamet ediyor. Bütün mesaisini iman ve Kur’an hizmetlerine ayırmaya çalışmaktadır.
Ömer Özcan’ın Bediüzzaman Said Nursi ve talebeleri hakkında hatırı sayılır bir arşivi vardır. Kendisinde, Hz. Üstad’la görüşen veya görüşmeyen kadim ağabeylerden fotoğraf, ses, video veya yazılı olarak yaptığı kayıtlar mevcudtur. Ayrıca Risale-i Nur’un teksir veya matbaa olarak ilk baskılarının tamamına yakını Ömer Özcan’ın arşivinde bulunmaktadır. El yazılı orijinaller de vardır.
Ömer Özcan, Üstad Said Nursi Hazretleriyle hatıraları olan Ağabeylerle yaptığı röportajların bir kısmını kitaplaştırmıştır. “Risale-i Nur Hizmetkârları AĞABEYLER ANLATIYOR” adıyla seri olarak yayınlanmış sekiz kitabı bulunmaktadır. Yeni kitap hazırlıkları ve araştırma çalışmaları devam etmektedir.

Tüm Yazıları Göster
Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

‘Salâvatın Mânâsı Rahmettir!..’ 

‘SALAVÂTIN MA‘NÂSI RAHMETTİR!..’  “(Ey resûlüm!)  (biz) seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik!..” (Enbiya,107) “İşte seni …

Yorumlar

  1. avatar
    Hüseyin YILMAZ

    Yüce Allah (cc) habibinden ve sehablerinden üstadımızdan talebe ve mühabet yol arkadaşlarından ayrıca bu güzel hatıraları bize ulaştırmaya gayret eden yazar abimiz Ömer Özcandan razı olsun

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Kabir Hayatı İnkâr Edilemez – 13

Kabir hayatı hakkında ehli keşfi'l-kubur olan evliyanın ittifakı B- Şimdi de evliyanın “ehli keşfi-l kubur” …

Kapat