Hüsnü BAYRAM

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Bediüzzaman’ın Yakın Talebelerinden Hüsnü Bayram

Bediüzzaman’ın “mutlak vekilim”* dediği Hüsnü Bayramoğlu, 1935 yılında Safranbolu’da doğar. Babası Hıfzı Efendi Bediüzzaman’ın has talebelerinden olup ilk defa 1942 yılında Kastamonu’da Bediüzzaman’ı ziyaret eder.1948 yılında da Bediüzzaman’la Afyon hapsinde yatar. Bediüzzaman Said Nursî sağlığında bazı vasiyetnameler yazmış ve eserlerinde bunları neşretmiştir. Bu vasiyetnamelerinde “mutlak vekilim” diyerek tayin ettiği Nur talebeleri içinde halen hayatta olanlardan biri de Hüsnü Bayramoğlu’dur.

Soyu Horasan erenlerine dayanan ve Safranbolu Kalealtı Mevkii’nde medfun meşayih ve ulemanın torunu olan Hıfzı Efendi, iki oğlunu da hizmete vakfederek Bediüzzaman’a, iman hizmetine bağışlar. Hem Hüsnü Bayramoğlu hem de kardeşi Yılmaz Bayramoğlu, Bediüzzaman’ı Afyon hapsinden tahliye olduktan sonra ziyaret eder, dua ve teveccühlerine mazhar olurlar. Üstad ikisinin de alnından öptükten sonra kendilerine “Sizlere Kastamonu’dayken dua etmeye başlamıştım. Abdurrahman’ım yerindesiniz. Eviniz de medrese-i Nuriyedir. Yazdığınız risaleleri tashih ettim çok hizmet ettiler” diyerek pek çok iltifatlar eder.

Hüsnü Bayramoğlu, Safranbolu’ya döndükten bir sene sonra 1950 yılında Bediüzzaman’ı ziyaret için Emirdağ’a gelir. Ortaokulu yeni bitirmiştir. Babası Üstad’a gidecek bir mektubu da kendisiyle göndermiştir. O mektubu Üstad Bediüzzaman’a takdim ederek “Üstad’ım beni babam gönderdi. Devamlı olarak sizin hizmetinizde kalmak istiyorum” der.

Bediüzzaman kendisini hizmete kabul buyurur ve böylece 15 yaşında Üstad’ın hizmetine girmiş olur.

Bediüzzaman’ın pek çok hususi haline vakıf, çektiği çileleri bilen, bir kez de zehirlenmesi akabinde Üstad’ının yanında ıstırabını yakinen müşahede eden Hüsnü Bayramoğlu’ndan seneler önce şunları dinlemiştim: Bayramoğlu, Üstad’a on yıl hizmet eder. Son dönemlerinde şoförlüğünü de yapar. Hatta Üstad’ı vefat edeceği son yolculuğunda Urfa’ya Hüsnü Bayramoğlu götürür.

Üstadımız mübarek vakitlerini asla boş geçirmezlerdi. Çok şefkatli idiler. Sünnet-i seniyeyi harfiyen yaşarlardı. Risaleleri devamlı okur ve tashih ederlerdi. Üstadımız ‘Ben bu eserimi belki beş yüz defa okumuşum. Fakat şimdi yeni okuyorum gibi istifade ettim. Çünkü inkişaf-ı imaniyenin terakkisinde hudut olmadığından her okuyuşta ayrı bir iman hali zuhur eder’ buyururlardı.”

Risale-i Nur’un müteaddit yerlerinde, kendisinden övgüyle bahsedilen, Bediüzzaman’ın evlad-ı manevisi ve vekillerinden Hüsnü Bayramoğlu, ilkokulun birinci sınıfında babasından duyarak bağlandığı Üstad’ına ve onun mukaddes davası olan İslam’a hizmetine bilafasıla kemal-i ciddiyet, sadakat ve ihlasla devam etmektedir.

*Emirdağ Lâhikası’nın 1. ve 2. ciltlerinde yer alan vasiyetnamelerde Bediüzzaman şöyle diyor: “Şimdi bütün talebelerin fevkinde diyerek değil, benim en yakınımda, hizmetimde olup bir derece tam tarz-ı hareketimi bilenler ve yakından görenler içinde, dört-beş adamı mutlak vekil yapıyorum. Ben ölsem veya hayatta şuursuz kalsam, Nurlara karşı hizmetimin tarzını bilerek tam yapabilsinler. Şimdilik Tahiri, Sungur, Ceylan, Hüsnü ve bir iki adam daha mutlak vekilim olarak vasiyet ediyorum.” (Emirdağ Lahikası-2, Söz Basım, s. 621)

HÜSNÜ BAYRAM Ağabeyden Hatıralar

1- Üstad Hazretleri, teksir makinasının yerini iki ağabey bilirken, talebelerden üçüncü bir kişi öğrenince makinanın yerini değiştiriyor.

2- Emirdağı’nda Firdevs Hanımdan yoğurt alıyorduk. Üstad Hazretleri Zübeyr Ağabeyi optalidon almaya gönderiyor. Hüsnü Ağabey dönerken optalidonu da getiriyor. Fakat Üstad hapı bir türlü yutamıyor. Sonra anlaşılıyor ki, Zübeyr Ağabey ilâcı Ceylan ağabeye ısmarlamış, o da parasını vermeden almış. Ücreti verilmediği için Üstad yutamıyor. Sonra ücreti verilince Üstad hapı yutuyor.

3- Afyon hapsinin tahliyesinden sonra, maddî imkânsızlıklarımıza rağmen Merhum Pederim (kardeşimle bana): “Sizi Üstadımızı ziyarete göndereceğim., biraz para te’min ettim.” dedi. Ben 13, Kardeşim Yılmaz 11 yaşında idi. Afyon’da pastacı Sabri Bey vasıtasıyla Üstadımızı ziyaret ettik. İkinci gün ayrılırken bizlere, “Risale-i Nur’larla meşguliyetin her şeyin fevkinde olduğunu, okuyup yazmanın ehemmiyetini ve talebeliğin hassası olduğunu, Risale-i Nur’un herşeyimize ve ihtiyaçlarımıza kâfi geldiğini, bizlere ruhumuza çok te’sir eden ve her an tazeliğini muhafaza eden ve düstur olan dersleri neticesinde, yine şefkati icabı, “Üzerindeki cübbenin Mevlânâ Hâlid (k.s.)’e âit olduğunu, =’nun kendisine gönderdiğini, bize giydirmek istediğini, fakat şafi mezhebine göre yere sürüldüğü zaman yıkanması gerektiğini, bizlere bizzat çıkarıp giydiremediği” söyleyip cübbesini açıp bizleri iki koltuğunun altına alıp, sarıp, “Evladlarım, şimdi siz bu cübbeyi giymiş gibi oldunuz” müjdesini verdiği zaman bizler sevincimizen çocukça teşekkürlerimizi ifade etmeye çalıştık. “Her zaman yanımda ve duamdasınız” diyerek bizi uğurladı.

4- Üstadımızı ilk ziyaretimizde Rahmetli Validemin hazırladığı bir miktar hediye getirmiştik. Kabul etti, fakat bize on misli fazla karşılığını verdi. Biz de buna çok memnun olduk, çünki, tesbihini, hırkasını, uzun donunu ve bu gibi eşyalarını teberrüken verdi.

5- 1950 senesi sonbahar aylarında, 15 yaşında ortaokulu bitirmiş idim. Babam beni, “Üstadımızın yanına daimi kalmak için göndereceğini” söyleyince dünyalar bana verilmiş gibi sevindim. Emirdağı’na gittim. Zübeyr Ağabey vardı. Kabul etti beraber kaldık. Babam, Üstadıma “Beni hizmetine verdiğini, vakfettiğine dair” mektub yazdı. Üstadımızın hizmetine kuşluk vakti gidiyor, ikindiden sonra ayrılıyorduk. Evinin karşısında kaldığımız evde sabaha kadar nöbetle Üstadımızın bir işaretini beklerdik. Bir akşam ikimize de bir sıkıntı, bir yanmak düştü., sabaha kadar uyuyamadık. Âdeti hilâfına sabah namazdan sonra, sevk-i İlâhi ile yürüdük, yavaş yavaş oda kapısına geldik, içerden inilti işittik. Odaya girdik gördük ki, Müşfik Üstadımız yatıyor. “İyi ki geldiniz, beni zehirlediler. Gece kalktığımda hararetim vardı. Penceredeki destideki sudan bir iki yudum aldım ve yere yıkıldım. Desti parçalandı, gasyanla içimi boşalttım. Bu hal uzun müddet devam etti.” dedi. Gereken hizmeti yapıp üzerini değiştirdik. Yeşil gasyanlı yatağı değiştirdik. Üstadımız, “Bir saat böylece kaldım. Zorla sabah namazımı eda ettim.Cenab-ı Hakk’a niyaz ettim ki, “Ya Rabbi, bu nedir?” Kalbime ihtar oldu ki,” gece bekçisi kandırılarak, şiddetli zehir atılmış.” diye bana bildirildi.” dedi. Onbeş yirmi gün çok şiddetli ızdırab çekti, yemedi, içmedi. Yine de namazını kılıyor, âlem-i İslâmla ve hizmetle alakalanıyordu.

6- Emirdağı’nda iken bir ara beni Ankara’ya, Zübeyr Ağabeyi de İslahiye’ye gönderdi. Bir müddet sonra geldik. Hutbe-i Şamiye’yi tercüme etti ve bize yazdırdı.

7- Üstadımızın harekât ve etvarı sünnet-i seniyyenin aynasıdır, tatbikidir. Emirdağı’nda Dr. Tahir Barçın’ın tavsiyesi ile ağrı kesici bir ilâç kullanıyordu. Bir de göz merhemi sürerdi. Normal bir şalvar giyiyordu. Beyaz sabun kullanırdı. Yemek arasında su içmezdi. Yemekten tam iki saat sonra içmeyi titizlikle sürdürürdü.Bir öğünde beş altı kaşık ancak yerdi. Yarım ekmek içi bir hafta yeterdi. Umumiyetle cemaatle namaz kılardık. Ramazan geceleri uyumazdı. Günlük uykusu a’zami beş saat idi. Kimsenin gıyabında konuşmaz ve men ederdi. Bir an boş vakit geçirmez, fazla konuşmaz, devamlı, yorulmadan saatlerce hatt-ı Kur’an yazılı risaleleri tashih eder, okurdu. Ders, ikaz veya taltif mahiyetinde lâtifeler yapardı. Namaz kılarken çorablarını çıkarır, abdestten sonra havluya silerdi.

8- Üstadımızla, bir gün biz yoldan geçerken, bayram günü olduğu için, kalabalık bir gurup topluluğunu gördük. Dedi ki: “Zübeyr, sen git orada ne yapıyorlar, ne konuşuyorlar? Bana haber getir!” dedi. Biz dedik ki: “Efendim bu gün bayramdır. Bayram hakkında konuşma ve toplantı olması lâzımdır.” Üstad: “Yok. Zübeyr gitsin, dinlesin, gelsin. Ben ileride bekleyeceğim.” dedi. Zübeyr Ağabey indi ve gitti. Biz de, epey uzakta bekledik. Fakat Zübeyr Ağabey fazla durmadan hemen geldi. Üstad: “Neye çabuk geldin ve ne öğrendin?” dedi. Zübeyr Ağabey de: “Üstadım bayram dolayısıyla konuşuyorlar. Lüzumsuz içtima’ ve konuşmalar var.” dedi “Onun için hemen geldim.” Üstadımız da: “Eğer sen fazla kalıp kalbine te’sir etse ve seni meşgul etse idi, alâküllihal seni hizmetimden men edecektim!” dedi”

9- Bir gün, ikindi namazından sonra bize. “Kalbime gelen ve ihtar edilen bir hakikatı size açıklayacağım.” dedi.”1950 Senesine kadar beni ve talebelerimi üç defa muhakeme ettiler. 1950’den bu güne kadar Nur’ları ve talebelerimi iki yüze yakın takib altına alıp mahkemeye sevkettiler. Acaba bunun sebebi nedir? Neden bu kadar ilişiyorlar? diye düşündüm. Kalbime bu hakikat ihtar oldu ve dedi: “Şimdi Âlem-i İslâm diyecek ki, Kur’ana, şeriata, İslâma hizmet eden ve hizmet da’va eden Said ve talebeleri acaba küfür rejimi ile idare edenlere taraftar mı oldu? dememeleri ve bir şübhe kalmamasıiçin kader-i İlâhi bunları bize musallat ediyor

10- Üstadımız bazan “Ben bu risaleyi yüz def’adan fazla okuduğum halde, yeniden okuyormuşum gibi istifade ediyorum.” buyururlardı. 1956 Senesinde resmen matbaada tab’a başladı. Üstadımız çok mesrur oldular. “Şimdi bu bir risale beşbin adet basılıp bütün Anadolu’ya dağılacak, hizmete vesile olacak.” dediler. Her bir risale matbaadan çıkıp kendisine ulaştıkça, “Bu gün bizim bayramımızdır.” diyordu. Yanına gelenlere risale verdiği zaman, “Kardeşim bu kitabın hakiki fiatı lâakal yirmi kişiye okutmaktır.” diyordu.

11- Son zamanlarında Barla’da kırları gezdiriyor, her gün bir risalenin te’lif edildiği ya bir ağaç altı, ya bir kaya üstü veya bir su kenarı olan mübarek kudsî mevkilere götürüyor, hizmetlerle ilgili dersler veriyordu. Risaleleri okutur, hep beraber dinlerdik. Açıklama yapmazdı. Bazan, “Said ne güzel izah etmiş, Maşâallah!” diyerek hayranlığını ifade ederdi. Kırlarda veya yolda giderken dahi umumiyetle risalelerden okuttururdu.

12- Urfa’ya gidiyorduk. Üstad Hazretlerinin ayaklarında (ben) kadar küçük lekeler belirdi. Üstad bunları göstererek: “Öleceğime işarettir.” dedi.

13- Rü’ya görmekten hiç bahsetmeyen Üstadımız bir gün bana. “Hüsnü, ben bir rü’ya gördüm. Allah hayır etsin.” dedi.”Gördüm ki, ikimiz seninle beraber uzun bir sefere çıkmışız, gidiyoruz, gidiyoruz. İşte ben orada kalıyorum. Keçeli beni fazla konuşturma!” diye bana eliyle yüzümü okşar gibi iltifatkâr hareketiyle anlattı. Ben o zaman hiç bir şey anlamadım. Emirdağı’nda iken bir gün Urfa’lı bir kardeşimizle Mevlana Hazretlerinin cübbesini ve el yazması güzel risale mecmualarını Urfa’ya gönderdi ve “Ben Urfa’ya geleceğim, âhir ömrümü Urfa’da geçireceğim. Urfa benim için mübarek bir yerdir.” diyordu. O kadar hasta halinde Urfa’ya gitmesi ile, resmî mani ve müdahalelere rağmen bu arzusu tahakkuk etmiştir.

14- Isparta’da Üstadı ziyarete gelen birisi kiraz getiriyor. Hüsnü ağabeyler hediyeyi kapıdan çevirmeleri lâzım gelirken o zatı hediyesi ile beraber Üstadın yanına kadar götürüyor. Üstad da, bunlar hediyeyi kabule meylettiği için, hediyeyi kabul etmiş, fakat kirazları bekletip, kurtlanınca yedirmiş.

Risale-i Nur’da Hüsnü Bayramoğlu

Vasiyetnamemdir

Aziz,sıddık kardeşlerim ve vârislerim!

Ecel gizli olmasından, vasiyetname yazmak sünnettir. Benim metrukâtım ve Risale-i Nur’dan olan benim hususî kitablarım ve güzel cildlenmiş mecmualarım vesair şeylerimin bütününü, Gül ve Nur fabrikalarının heyetine, başta Hüsrev ve Tahirî olarak o heyetten oniki{(*): Kardeşim Abdülmecid, Zübeyr, Mustafa Sungur, Ceylan, Mehmed Kaya, Hüsnü, Bayram, Rüşdü, Abdullah, Ahmed Aytimur, Âtıf, Tillo’lu Said, Mustafa, Mustafa, Seyyid Sâlih.} kahraman kardeşlerime vasiyet ediyorum. Onlara bırakıyorum ki; emr-i hak olan ecelim geldiği zaman, benim arkamda o metrukâtım, benim bedelime o sadık ve mübarek ellerde hizmet-i Nuriye ve imaniyede çalışsın ve istimal edilsin.

Kardeşlerim! Bu vasiyetten telaş etmeyiniz. Ben, teessürattan ve dokuz defa zehirlenmekten,pek çok zaîf olmakla beraber; gizli münafıkların desiselerle müteaddid sû’-ikasdları için bu vasiyeti yazdım. Merak etmeyiniz, inayet-i Rabbaniye ve hıfz-ı İlahî devam ediyor.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Kardeşiniz Said Nursî

Emirdağ Lahikası-2

————————————-

Şimdi bütün talebelerin fevkinde diyerek değil, benim en yakınımda hizmetimde olup bir derece tam tarz-ı hareketimi bilenler ve yakından görenler içinde, dört-beş adamı mutlak vekil yapıyorum. Ben ölsem veya hayatta şuursuz kalsam, Nurlara karşı hizmetimin tarzını bilerek tam yapabilsinler. Şimdilik Tahirî, Sungur, Ceylan, Hüsnü ve bir-iki adam daha MUTLAK VEKİLİM olarak vasiyet ediyorum. Şimdi Risale-i Nur’un satılan nüshalarının sermayesi,Risale-i Nur’un malıdır. Said de bir hizmetkârdır.

Emirdağ Lahikası-2


Hakkında bir yazı:

Hüsnü Bayram / İslam YAŞAR

1935 yılında Safranbolu’da doğdu. O yıllarda medreseler, tekkeler kapatıldığı, mekteplerde din dersleri verilmediği, hocaların Kur’ân öğretmeleri yasak edildiği için pek dinî eğitim alamadı ise de muttakî insanlar olan annesinin ve babasının itinası sayesinde çok iyi bir aile terbiyesi gördü.

Babası berber Hıfzı Efendi, dükkânına gelen müşterilerden, ‘Kastamonu’ya velâyet sahibi büyük bir zâtın geldiğini’ duyunca, birkaç arkadaşı ile birlikte ziyaretine gitti.

Bediüzzaman’ın hâllerine hayran kalan Hıfzı Efendi, tarikata meraklı olduğundan onu büyük bir tarikat şeyhi zannederek tarikatının âdâbını öğrenip kendisine el vermesini istemek maksadıyla bir süre sonra tekrar yanına gitti.

Said Nursî, “Kardeşim, ben on iki tarikattan ders verebilirim fakat zaman tarikat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır” diyerek biraz hasbihâl etti. Ailesinin ve çocuklarının da dine müheyya, hizmete meyyal olduklarını anlayınca ona Risâle-i Nur hizmetini anlattı. “Sana risâle vereceğim, bunları evde yazıp okuyarak neşredeceksiniz. Sizin hânenizi medrese-i Nuriye olarak kabul ediyorum. Seni, aileni, çocukların Hüsnü ve Yılmaz’ı da talebeliğime kabul ediyorum” diyerek ona birkaç risâle verdi.

O gün heyecanla eve dönen Hıfzı, eşine ve çocuklarına olanları anlatıp Bediüzzaman’ın selâmını söyledi, hanelerini medrese-i Nuriye, kendilerini de Nur talebesi olarak kabul ettiği müjdesini verdi.

Bu haber ailenin bütün fertlerini memnun ve mesrur etmeye yetti. Hüsnü hemen o gün başladı ‘elifba’yı hecelemeye. Babasının da gayretiyle kısa zamanda Kur’ân hattı ile okuyup yazmayı öğrendi.

Daha yedi yaşındaydı ama o da babası, annesi ve kardeşi ile birlikte Said Nursî’nin senasına lâyık olup verdiği sıfatları hakkıyla taşıyabilmek için, imkânların azlığına ve şartların zorluğuna aldırmadan güzel yazısı ile risâle yazmaya başladı.

Mütemadiyen risâle okuyup yazdıkları, fırsat buldukça da akrabalarına, arkadaşlarına, komşularına anlatmaya çalıştıkları için evlerinin tam bir medrese-i Nuriye hususiyeti kazanmaya başladığı günlerde Afyon hadisesi vuku buldu.

Babası Denizli’den sonra Afyon Hapishanesi’ne de götürüldüğü için o da hapishâneye girmek istedi. Hapishânedeki Nurculara mektup yazanları yakaladıklarını duyunca babasına sık sık mektup yazdı.

Bu mektuplarda “Bizi idam dahi etseler yolumuzdan dönmeyeceğiz” şeklinde ifadelerin yer aldığı pervasız ifadeler kullanınca karakola çağırıp sorguya çektiler ama çocuk olduğu için tevkif etmediler.

Bunun üzerine Arapça ezan okumanın yasak olduğunu bildiği ve okuyanların hapsedildiklerini duyduğu için ezan vakitlerinde bahçeye çıkıp “Allahu Ekber” diye bağırarak ezan okudu. Yakalanıp karakola götürüldüğünde merdâne cevaplar verdi ise de yine kendisini tevkif ettiremedi.

Bu hicran hâli, babası Hıfzı Efendinin Afyon Mahkemesinde “Bizler kendisini hubb-u câhtan müberra, zamanın en yüksek bir âlimi ve bir ilm-i tahkik hocası biliyoruz” diye biten ve baştan sona Said Nursî’yi, Risâle-i Nur’u anlattığı müdafaasından sonra tahliye oluncaya kadar devam etti.

Babası eve gelince ona duyduğu hasret bir nebze bitti ama o hapishâne hatıralarını anlattıkça hiç görmediği Üstadına hasreti artarak devam etti. Bunu hisseden Hıfzı Efendi de Hüsnü’yü Bediüzzaman’ı ziyarete gönderdi.

Trenle Afyon’a giden Hüsnü, kapısının önünde devamlı nöbet tutan polislere aldırmadan gitti Said Nursî’yi kaldığı evde ziyaret etti, elini öpüp hayır duâsını aldı ve memleketine döndü.

Hüsnü ortaokulu bitirince annesi ve babası bir ara onu sağlık okuluna göndermeyi düşündüler. Fakat zamane okullarında okuyan çocukların çoğunun dine bigâne kalarak mânen öldüklerini görünce vazgeçtiler. Oğullarının mânevî hayat bulmasını sağlamak için Said Nursî’ye vakfetmek istediler.

Bir gün Safranbolu’dan, Hüsnü’nün mübarek peder ve validesinden bir mektup gelmişti. Hüsnü kardeşimizin pederi Hıfzı Efendi ve muhterem refikaları, Hüsnü’yü Üstadımıza daimî olarak vakfettiklerini arz ediyorlardı.”

Mustafa Sungur’un, şahit olduğu ve kendisinin de vakfedilmesine vesile olan hadiseyi bu şekilde de naklettiği gibi annesi ve babası Said Nursî’ye mektup yazarak oğullarını daimî olarak hizmetine vermek istediklerini söylediler. Bir süre sonra cevabî mektup geldi. Buna çok sevinen Hıfzı Efendi, “Üstadın, hizmet edecek birine ihtiyacı varmış. Gider misin?” dedi oğluna mektubu göstererek.

Hüsnü, böyle bir hareketin hayatını Said Nursî’ye bağışlamak olduğunu biliyordu. Kabul ettiği takdirde fiilî ebeveyninin o olacağının, artık hep onun yanında kalıp onun söylediklerini yapacağının farkındaydı. Buna rağmen bir an bile tereddüt etmedi.

Gönderirsen giderim” dedi Hazret-i İsmail (as) sâfiyetiyle.

Bu cevap ailesini de onu da memnun etti. Hüsnü annesi ile birlikte Emirdağ’a gitti. Bediüzzaman hanımlarla görüşmediğinden Hüsnü annesini Said Nursî ile uzaktan konuşturduktan sonra huzuruna çıktı.

Ben sizin hizmetinizde kalmak istiyorum” dedi.

Ben herkesi hizmetime almıyorum, ama seni alacağım” dedi Bediüzzaman da.

Bu söz, Hüsnü Bayram’ın, Said Nursî’nin hizmetine giriş belgesi oldu. Ondan sonra devamlı onun yanında kaldı. Çalışkan bir talebe gayreti ve vefalı evlât sadakati ile halisâne hizmet etti.

Bediüzzaman da ona her zaman müşfik bir baba tavrıyla muâmele etti, mânevî evlâtlarının arasında saydı. Sık sık ona ‘Sen benim oğlumsun’ mânâsına gelecek lâtifeler yaptı, yaşı diğerlerinden çok küçük olmasına rağmen varisleri arasında onun ismine de yer verdi. Onun da tam bir Nur talebesi olabilmesi için diğer has talebeleri ile birlikte yanına aldı. Hâl, hareket ve etvarıyla olduğu kadar, sabah ve ikindi namazlarından sonra yaptığı derslerle de iyice yetişmesini sağladı.

Hüsnü Bayram hep Üstadının yanında kalmak istiyordu. Lâkin iman hizmeti, ondan uzakta olmasını iktiza ettiği zaman onu da yaptı. Meselâ ilk olarak Ankara’ya gitti ve orada bir süre risâlelerin neşriyat işlerine yardım etti.

Ardından Bediüzzaman onun Urfa’ya gitmesini istedi. O da, Üstadının “Urfa halkını çok sevdiğim için Hüsnü’yü oraya gönderdim ve onların hatırı için Hüsnü’ye bu kadar zahmetler çektirdim” sözleri ile de ifade ettiği gibi çok eziyet çekeceğini bile bile oraya gitti.

Urfa’da gerçekten çok eziyetler çekti. Zübeyir ve Abdullah’la birlikte, müftünün himmetiyle Halilürrahman Dergâhı’nda kendilerine verilen odada zor şartlar altında yıllarca hizmet etti.

Aslında o da zaruretleri veya zorlukları eziyet saymıyordu. Onu asıl üzen şey, ‘Asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti’ yapmalarına rağmen kendilerine reva görülen kötü muamelelerdi.

Her gün, her yerde takip edilmelerinin yanı sıra, Nurculuk yapmak, çocuklara Kur’ân öğretmek, risâle okumak suçlarından yakalandıklarında, nezarete atıldıkları yer, bazı âmirleri “Bu ne hâl, burada insan durur mu?” diye isyan ettirecek kadar kötü idi.

Fakat o isyan etmedi. Urfa Hapishanesi’nde kendisine hayat kaynağı olan eserlerle mahkûmları da ihya etmek istedi. Her yolu denediği hâlde dışarıdan risâle ve Cevşen getirtemeyince ezbere bildiği bazı mühim bahisleri ve duâları yazarak irşad vazifesini o şartlarda orada da yapmaya çalıştı.

Çektiği onca zulmün üstüne bir de yirmi lira ağır para cezası ödeyerek hapishâneden çıktıktan sonra bir süre daha Urfa’da kaldı. Üstadının çağırması üzerine tekrar Isparta’ya döndü, hususî hizmetine girdi ve iki sene kadar şoförlüğünü yaptı.

Said Nursî’nin son seyahatlerinde hep yanındaydı. Onun, Isparta’dan Urfa’ya yaptığı vefat yolculuğunda arabayı o kullandı. Orada emniyet müdürünün Bediüzzaman’ı Isparta’ya geri götürmesi için yaptığı baskılara o da merdâne mukavemet etti.

Bediüzzaman, 23 Mart 1960 tarihinde vefat ettiğinde, başında bulunan dört talebesinden biriydi. Onun için fiilen ancak on sene kadar hizmetinde bulunabildi. Fakat Üstadı, samimiyetine mükâfaten o zamanı beş misli ile kabul etti.

Elli sene yerine kabul ettim.”

***

Mâsum çocuklar…

Bu sıfatı alarak girmişti Hüsnü Bayram da, Said Nursî’nin hizmetine. Onun vefatından sonra ‘Risâle-i Nur’u kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıkarak onu neşir ve hizmeti hayatının en mühim vazifesi bilerek’ Nur Talebesi sıfatını aldı ve hizmetlerine o sıfatla devam etti.

Bediüzzaman’ın yaptığı bütün vasiyetnâmelerde varis listesinde yer alması, saff-ı evvel olması ve hassü’l-has sıfatı taşıması hasebiyle, yeni kuşak Nur talebeleri gördükleri her yerde onun etrafını sardılar, haline, etvarına nazar ettiler, dersini dinleyip hatıralarını sordular.

Onların arasına, Nur hareketinin temayüz etmiş şahsiyetlerinin, gazetecilerinin, yazarlarının yanı sıra; zaman zaman matbuât âleminin meşhur isimleri de katıldı ve hepsi ondan kendince bir şeyler öğrenmeye çalıştı. Mustafa Sungur’un tavsifiyle ‘zarif, nazik, kâmil bir Nur Talebesi’ olan Hüsnü Bayram, telefonla ulaşan veya bizzat gelen kimseyi geri çevirmedi. Diğer saff-ı evveller gibi o da herkesin sorduğu her soruyu sükûnetle dinledi ama aklına gelenleri söylemek yerine Risâle-i Nur’u açıp okuyarak Üstadını ve Risâle-i Nur’u nazara vermeyi tercih etti.

Hizmetinin ikinci elli yılında hâlâ bu hasletini yaşamaya devam ediyor.

Onlar için Said Nursî’yi tanımak ve hizmetinde bulunmak zahiren çok zor da olsa, hakikatte büyük bir mazhariyetti. Bizim için onları tanımak, görüşüp konuşmaksa kolay ulaşılabilen iyi bir şans.

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

“Bediüzzaman’a İlk Ziyaretimi Yeis İçinde Yaptım”

Merhum Prof. Dr. Zekeriya KİTAPÇI anlatıyor: BEDİÜZZAMAN’A İLK ZİYARETİMİ YEİS VE BİTKİNLİK İÇİNDE YAPTIM Bediüzzaman …

Önceki yazıyı okuyun:
“Mesel” Meselesi / Mustafa ORAL

Mustafa ORAL "Mesel" Meselesi Yakın dönemde insanı kişisel gelişimini (!) sağlamaya yönelik 10 kadar öykü …

Kapat