Ana Sayfa / RİSALE-İ NUR & BEDİÜZZAMAN / Nurdan Hatıralar / Hüseyin BÜLBÜL: Çamdağı’nda Üstad’la 12 Gün Kaldım (Video – Hatıra)

Hüseyin BÜLBÜL: Çamdağı’nda Üstad’la 12 Gün Kaldım (Video – Hatıra)

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Hüseyin BÜLBÜL

Hüseyin BÜLBÜL Ağa­bey, 1913 doğumludur. Üs­tad’ımız Bar­la’ya nef­ye­dil­di­ğin­de ilk sa­hip çı­kan­lar­dan Sıd­dık Sü­ley­man’ın kız kar­de­şi­nin oğ­ludur. Emir­dağ Lâ­hi­ka­sı’nda is­mi ge­çi­yor. Daha 13 ya­şın­day­ken, Be­di­üz­za­man Haz­ret­le­ri bil­has­sa Çam Da­ğı’na çı­kar­ken onun hiz­met­le­rin­de bu­lunmuş. Hüseyin Ağabey, 1996 yılında Barla’da vefat etmiştir.

“Sıd­dık Sü­ley­man’ın hemşirezade­si Hü­se­yin” tam bir Bar­la­lı, Bar­la ile sıb­ğa­lan­mış bir zat. Onu ta­nı­yıp din­le­dik­ten son­ra Bar­la’da o dö­ne­min sıb­ğa­sı­nı ta­şı­yan, ya­şa­yan son mümes­si­li ol­du­ğu­nu an­la­dık. Evi çı­nar ağa­cı­nın tam al­tın­da, mü­ba­rek Üs­tad’ımı­zın bas­tı­ğı toprak­la­rın, yü­rü­dü­ğü yo­lun he­men al­tın­da. Bu zat, Üs­tad’ın Bar­la dev­ri­ni çocuk­ken bi­le ol­sa yaşa­mış ve Üs­tad Haz­ret­le­ri­ne çok hiz­met et­miş.

Ken­di­siy­le 1994 senesinde ilk defa tanış­tı­ğı­mız­da he­men bir Emir­dağ Lâ­hi­ka­sı ge­tirt­ti. Bir say­fa­yı bul­du ve oku de­di:

“Sab­ri’nin mek­tu­bu için­de, ben Bar­la’day­ken ba­na çok hiz­met eden ve çok de­fa hâ­tı­rı­ma ge­len Sıd­dık Sü­ley­man’ın hemş­ire­za­de­si Hü­se­yin’in mek­tu­bu be­ni çok se­vin­dir­di. Hem onun hak­kın­da­ki me­ra­kı­mı iza­le ey­le­di. Ma­şa­al­lah tam Sıd­dık Sü­ley­man’ın ma­hi­ye­tin­de es­ki alâkadar­lı­ğı­nı mu­ha­fa­za ediyor.” (Emir­dağ Lâ­hi­ka­sı-I, 168. Mektup, s. 224)

“İş­te bu ba­na ye­ter, Üs­tad benden bah­se­di­yor. De­niz­li hapsin­den son­ra Üs­tad’a bir mek­tup yaz­dım, Sab­ri Ağa­be­ye ver­dim. O da ken­di mek­tu­bu içine koy­du, gön­der­di. İş­te Üstad’ımı­zın bah­set­ti­ği mek­tup bu mek­tup­tur.” de­di. Çı­nar ağacı­nın al­tın­da­ki dün­ya­nın ilk med­re­se-i Nu­ri­ye­si­ne çı­kıp kendi­si­ni din­le­me­ye baş­la­dık. Çok kıymetli hatıralar anlattı:

“Ko­ca Çam Ağacı, Bu­nun Karnın­da Ya­tı­yor”

“Çam Da­ğı’na be­ra­ber çık­mış­tık. Her za­man ol­du­ğu gi­bi Üs­tad’la be­ra­ber bir ağa­cın altın­da yer ha­zır­la­dık. Son­ra da hep yap­tı­ğı gi­bi, ‘Hü­se­yin, ben bi­raz son­ra ge­li­rim.’ di­ye or­ta­dan kay­bol­du. Epey za­man son­ra bak­tım Üs­tad elin­de bir değn­ek, mü­te­ma­di­yen yer­le­ri ka­rış­tı­rıyor.”

“‘Al­lah, Al­lah! Üs­tad bir şey mi kay­bet­ti aca­ba?’ di­ye me­rak ettim. Bak­tım elin­de bir çam çekir­de­ği var; ba­na gös­ter­di, ‘Hü­se­yin, bun­lar­dan üç-dört tane daha bu­la­lım.’ de­di. Epey ara­dık­tan son­ra bul­duk. Son­ra çe­kir­dek­le­ri ba­na gös­te­re­rek, ‘Bak Hü­se­yin, bu ko­ca çam ağacı, bu­nun kar­nın­da ya­tı­yor.’ de­di. Ben de içim­den, ‘Hay Allah, bu­nun kar­nın­da ağa­cın ne işi var?’ di­ye o za­man anlayama­mış­tım.”

“Yo­ğurt­lar Ek­şi­miş, kurtlanmış, Üs­tad ye­me­miş­ti”

“Üs­tad bir gün Çam Da­ğı’nda yal­nız iken ma­lum çam ağa­cı­na çı­kı­yor te­fek­kür için… Ora­dan geç­mek­te olan bir ço­ban, ağa­cın al­tın­dan ba­ğı­rı­yor, ‘Ho­ca! Bak bu­ra­ya, iki bak­raç yoğurt bıraktım, bun­la­rı ye, ba­na da dua et ha!’ di­yor.”

“Üs­tad, ‘Kar­da­şım! Dur, bek­le… İni­yo­rum, pa­ra­sı­nı ve­re­yim, öy­le ala­yım, pa­ra­sız almam.’ de­di­ği hal­de, ço­ban, ‘Ne pa­ra­sı ho­ca! Bun­la­rı ye, ba­na da dua et­me­yi unut­ma ha! Bakraç­la­rı sak­la, son­ra alı­rım.’ di­yor ve bı­ra­kıp gi­di­yor. Ço­ban bun­la­rı son­ra­dan an­lat­tı ba­na.”

“‘On gün ka­dar son­ra bak­raç­la­rı al­ma­ya git­tim, ne gö­re­yim! Hoca eli­ni bi­le sür­me­miş, ay­nı bı­rak­tı­ğım yer­de yo­ğurt­lar ekşimiş, kurt­lan­mış… Bu na­sıl ho­cay­mış ki böy­le, ben anlayama­dım!’ dedi ço­ban.”

“Bu Na­sıl Ho­cay­mış Böy­le!”

“Yi­ne bir gün Çam Da­ğı’na beraber çık­tık. Bak­tık bir ço­ban, ça­dır kur­muş. Üs­tad ço­ba­nı çağır­dı, ço­ban Üs­tad’ın önün­de el­le­ri­ni önü­ne bağ­la­ya­rak durdu. ‘Kar­de­şim, ça­dı­rın­da 10-15 gün mi­sa­fir kal­mak is­ti­yo­rum. Fa­kat be­nim şart­la­rım­la… Hay­van, da­var, ke­çi, ko­yun kesmek yok. Süt, yo­ğurt üc­ret­siz al­mam…’

“Üs­tad’ın sö­zü bit­tik­ten son­ra adam eliy­le be­ni ça­ğır­dı. ‘Ho­ca ne di­yor, hiç­bir şey an­lama­dım!’ de­di. Ben izah et­tim. Ço­ban, ‘Al­lah, Al­lah! Bu na­sıl ho­cay­mış be!’ di­ye hay­re­ti­ni belirt­ti.”

“Sıd­dık Sü­ley­man-Mü­ba­rek Sü­ley­man”

“Üs­tad’ımı­zın Bar­la’da iki Sü­ley­man’ı var­dı. ‘Yir­mi Se­ki­zin­ci Söz / Cen­net Ri­sa­le­si’nin telif edil­di­ği Cen­net Bah­çe­si’nin sa­hi­bi da­yım Sıd­dık Sü­ley­man (Kervancı)’ ile ‘Mü­ba­rek Sü­ley­man (Köse)'”.

“Mü­ba­rek Sü­ley­man çok dü­rüst bir in­san­dı. Hiç ya­lan söy­le­mez, hiç ye­min et­mez­di. O ka­dar ki, bu­nu bi­len ar­ka­daş­la­rı şa­ka olsun di­ye onu bir şey çal­mak­la suç­lu­yor­lar, şa­ka­dan fala­ka­ya ya­tı­rı­yor­lar. Mü­ba­rek kat’iyen ye­min et­mi­yor. Çok sı­kış­tı­rı­yor­lar. ‘Tar­la­mın ya­rı­sı­nı sa­tıp ödeye­yim.’ di­yor. Hal­bu­ki arkadaş­la­rı mah­sus ye­min ettirmek için plan ku­ru­yor­lar. İş­te o de­re­ce dü­rüst ve düs­tur sa­hi­bi bir in­san­dı. On Al­tın­cı Mek­tup’ta Üs­tad’ımı­zın an­lat­tı­ğı ‘kat­ran ağa­cın­da ik­ram-ı İlâ­hî ola­rak ekmek gör­me’ ha­di­se­si­ni biz­zat ken­di­sin­den din­le­dim. Bir çar­şam­ba gü­nü­y­müş… Üs­tad, Süley­man Ağa­be­ye, ‘Kar­de­şim! Ek­me­ği­miz kal­ma­dı, sen git ekmek ge­tir.’ di­ye söy­le­miş. Süleyman Ağa­bey de er­te­si gün, ya­ni cu­ma ak­şa­mı Üs­tad’ın çok fe­yiz­li du­a­lar et­ti­ği­ni bil­di­ği için kal­mak is­temiş. Üs­tad da ‘Kal’ de­miş. Son­ra bir te­pe­ye çı­kıp otur­muş­lar. Bir­den Üs­tad, ‘Süley­man müj­de! Ce­nab-ı Hak bi­ze rı­zık ver­di.’ de­miş. Üs­tad’ın Mek­tu­bat’ta an­lat­tı­ğı ay­nı ha­dise­yi göz­le­riy­le gör­dü­ğü­nü anlat­tı ba­na.”

“Se­ne­ler son­ra Üs­tad’a Emir­dağ’da zi­ya­re­te gi­den Barlalı Bah­ri Çağ­lar Ağa­be­ye Üstad’ımız, ‘Mü­ba­rek Sü­ley­man ne ya­pı­yor?’ di­ye sor­muş. Bah­ri Ağa­bey de ‘Ri­sa­le ya­zı­yor Üstad’ım.’ demiş. Üs­tad, ‘Hay mübarek hay! Onun iki ke­li­me­si var ki 10 se­ne ri­sa­le yaz­mak­tan ef­dal­dir. O iki ke­li­me ise, Çam Da­ğı’nda ağaç­la­rın dal­la­rı arasın­da ek­mek bul­du­ğu­muz­da, “Üs­tad’ım, he­lâl olur mu?” de­mesi­dir.’ di­ye mem­nu­ni­ye­ti­ni be­lirt­miş.”

“Üs­tad’ın Bar­la’dan Ay­rı­lı­şı”

“Üs­tad’ımız Bar­la’da 8,5 se­ne kal­dı. Bel­ki daha git­mez­di. Çünkü bu­ra­da nis­pe­ten ra­hattı. Da­ğa ba­yı­ra çı­ka­bi­li­yor­du. Yanına ba­zen yi­ne sür­gün gelmiş Kürt Be­kir Ağa zi­ya­re­te ge­lirdi. Onun­la Kürt­çe ko­nu­şur, şa­ka­la­şır, ba­zen gü­ler­di.”

“Bir gün Be­kir Ağa, Üs­tad’a ‘Artık sen yaş­lan­dın, bak bu­ra­da do­ktor bi­le yok, se­ni Is­parta’ya al­dı­ra­yım.’ di­yor. Üs­tad’ın o sıralar­da göz­le­ri çapaklanıyordu. İşte Üs­tad bu şe­kil­de Barla’dan ay­rıl­dı, Is­par­ta’ya ta­şın­dı. Daha son­ra ma­lum 1935 Es­ki­şe­hir mah­ke­me­si…”

“Üs­tad’a Eğir­dir Gö­lü’nün Suyun­dan Gö­tür­düm”

“Yıl­lar­ son­ra Üs­tad Is­par­ta’da iken zi­ya­re­ti­ne git­me­yi düşündüm. ‘Ne gö­tü­re­yim, ne götüreyim?’ di­ye dü­şü­nür­ken ak­lı­ma su gö­tür­mek gel­di.”

“Üs­tad, Eğir­dir Gö­lü’nün su­yu­nu içer­di. İki tes­ti alıp Eğir­dir Gö­lü’nden dol­dur­dum. Eşe­ğe yükle­yip Is­par­ta’ya var­dım. Üstad o ka­dar mem­nun ol­du ki, ‘Tes­ti­le­rin ağır­lı­ğın­ca al­tın getirmiş ol­dun!’ di­ye il­ti­fat­ta bulun­du.”

Kaynak: Ömer ÖZCAN, Ağabeyler Anlatıyor-I

Yazar : Ömer ÖZCAN

1950 yılında Milas’ta doğdu. Ortaokul ve lise eğitimini İzmir’de tamamladı. 1968 senesinde lise ikinci sınıfta iken Risale-i Nur’u tanıdı. 1969’da ‘Ankara Erkek Teknik Yüksek Öğretmen Okulu’na (Bugünkü adıyla: Teknik Eğitim Fakültesi) kaydoldu… Ankara’da beş seneye yakın Bayram Yüksel Ağabeyin nezaretinde muhtelif Dersane-i Nûriyelerde kaldı. 1973 senesinde öğretmen olarak mezun oldu. 1973’den 1984’e kadar 11 sene Zonguldak’ta lise öğretmenliği yaptı. Sonra İzmir’e, mezun olduğu liseye öğretmen olarak atandı. 2000 senesinde aynı okuldan emekli oldu. Ömer Özcan evli ve iki kız babasıdır. Şimdi İzmir’de ikamet ediyor. Bütün mesaisini iman ve Kur’an hizmetlerine ayırmaya çalışmaktadır.
Ömer Özcan’ın Bediüzzaman Said Nursi ve talebeleri hakkında hatırı sayılır bir arşivi vardır. Kendisinde, Hz. Üstad’la görüşen veya görüşmeyen kadim ağabeylerden fotoğraf, ses, video veya yazılı olarak yaptığı kayıtlar mevcudtur. Ayrıca Risale-i Nur’un teksir veya matbaa olarak ilk baskılarının tamamına yakını Ömer Özcan’ın arşivinde bulunmaktadır. El yazılı orijinaller de vardır.
Ömer Özcan, Üstad Said Nursi Hazretleriyle hatıraları olan Ağabeylerle yaptığı röportajların bir kısmını kitaplaştırmıştır. “Risale-i Nur Hizmetkârları AĞABEYLER ANLATIYOR” adıyla seri olarak yayınlanmış sekiz kitabı bulunmaktadır. Yeni kitap hazırlıkları ve araştırma çalışmaları devam etmektedir.

Tüm Yazıları Göster
Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

‘Salâvatın Mânâsı Rahmettir!..’ 

‘SALAVÂTIN MA‘NÂSI RAHMETTİR!..’  “(Ey resûlüm!)  (biz) seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik!..” (Enbiya,107) “İşte seni …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Yaratılış Muammâsını ve Esmâ-i İlâhiye’nin Sırlarını Keşfeden Zât! (asm)

HZ. MUHAMMED (ASM), YARATILIŞ MUAMMASINI VE ESMA-İ İLAHİYE'NİN SIRLARINI KEŞFEDEN ZAT! Peygamberimiz (asm)'ın insanların, meleklerin, …

Kapat