Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Seçme Yazılar / Hususi kalp telefonu: İlham / Ömer Baldık

Hususi kalp telefonu: İlham / Ömer Baldık

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Allah’ın hususi bir rahmet eseri olarak herkesin kendi kalp telefonunu çaldırarak onlarla birebir konuşması anlamında ilham, “teselli etmek”, “yönlendirmek” ve “gelecekten haber vermek” gibi birtakım maksatlar taşır. Allah rububiyeti ve şefkati icabı kullarına mevcudiyetini ve himayetini dar zamanlarda hissettirmek için onlara fiilî yardımların yanı sıra, sadık rüya ve ilham kalıpları içinde kalp telefonuyla da konuşur.

Amerikalı demiryolu işçisi Phineas Gage, 1847 yılında kayaları patlatmakla uğraştığı sırada, farkında olmadan tıp açısından çok önemli bir gelişmeye yol açtı. Patlamanın etkisiyle fırlayan bir demir parçası, Phineas’ın tam alnının ortasına saplandı. Demiryolu işçisi ölmedi, ancak kişiliği bu kazadan sonra tamamen değişti; daha önce çok farklı bir kişiliğe sahipken birdenbire çekilmez bir adam olup çıktı. O, istemeden de olsa “frontal lobotomi”nin ortaya çıkmasında etkili olan ilk kişiydi. Bilim adamları, onun sayesinde bir “kaza eseri” olarak beynin frontal (ön) bölümüyle saldırganlık arasındaki bağıntıyı keşfetmişti.

Mühendis Wilson Greatbatch ise 1958 yılında Cornell Üniversitesi’nde kalp seslerini kaydeden bir cihaz üzerinde çalışıyordu. Yaptığı cihazdan yanlış parçayı çıkaran Wilson gerekli enerjiyi cihaza verdiğinde, icadı normal bir kalp gibi çalışmaya başlamıştı. Yeni cihazını 1960 yılında bir insanın kalbine yerleştirmeden önce hayvanlar üzerinde denedi ve ince ayarını yaptı.

Bu örnekler, bilim dünyasında “kaza eseri” gerçekleştirilen önemli keşiflerden sadece ikisi. Bilim camiasında daha bunlar gibi pek çok buluş var ki, ya başka bir şey aranırken bulunmuş ya da yanlış yerde doğruya isabet edilmiştir. Bunlar arasında penisilinden teflon tavaya, araba lastiğinden röntgen cihazına, mikrodalga fırından vazeline kadar daha pek çok keşfi sayabiliriz. Bu keşiflere kimi zaman laboratuvarda unutulan içi bakteri dolu kaplar, kimi zaman yanlışlıkla ateşe düşen ve şekil değiştiren maddeler, kimi zaman yanlış takılan parçalar yol açmıştır.

Eğer ilham olmasaydı!

Doğrusu, bilim ve fenler dünyasında bu tür keşiflerin sayıca çok fazla olması, “sevk-i kaderî” ve “ilham”ın bu sahada -ama aynı zamanda hayatın genelinde de- ne kadar etkin olduğunu ve olabileceğini açıkça gösteriyor. Sanki Allah insanlığın terakki etmesini istediği için, kendi ilmi ve aklı ölçüsünde bir şeyler yapmaya gayret eden —ama sırf bunlarla bir arpa boyu yol gidemeyecek olan— kâşifin eline bu keşfiyatları tutuşturuyor. Yoksa, hakikaten insanın kendi mevcut bilgilerini çarpıp toplayarak, analiz-sentez yaparak bugünkü bilim ve teknoloji düzeyine ulaşması mümkün olmazdı.

Bu tür keşfiyatta genelde en çok göze çarpan ilham şablonu ise, kâinatta Allah’ın kudret sıfatından yansıyan “kevnî” örneklerin sunulması ve insanların bu mevcut örnekleri taklit etmesidir. Mesela yeryüzünde ilk cinayeti işleyen Kabil, Habil’in cesedini ne yapacağını bilmez bir haldeyken, ona bir karganın yeri eşelemesi gösterilerek cesedi toprağa gömmesi ilham edildi. Yine bugüne bakınca insanoğlunun kuşlara bakıp uçağı keşfettiği, kemiğin gözenekli yapısını görüp dayanıklı yapı elemanlarını bulduğu, göze bakıp fotoğraf makinesi ve kamerayı geliştirmiş olduğu da sır değil.

Ama kevnî örneklerin yanı sıra, bir de Allah’ın sırf “kelam sıfatı”ndan vasıtasız ve sebepsiz bir şekilde kalbe bıraktığı ilhamları vardır ki, ilham denince genelde anlaşılan zaten budur. Bu ilhamın özelliği, o anda kalpte belirmesine sebep olabilecek herhangi bir vasıta veya sebebin bulunmamasıdır. Hz. Âdem’e tohumu toprağa savurması ve elini suya sokup balık tutmaya yönlendirilmesi —Allahu âlem— belki de yeryüzünde insanoğluna yapılan ilk ilhamlardı. Bilindiği gibi yeryüzünde tarım ve balıkçılık böyle başladı. Bu açıdan baktığımızda eğer ilham olmasaydı, yeryüzünde hayat kurulamazdı diyebiliriz.

Öte yandan, şayet insanın bu dünyadaki asli vazifesi ilim öğrenerek kemale ermek ve marifet kesbederek terakki etmek olmasaydı, muhtemelen bütün hâl ve davranışları ona ilham ediliyor olurdu. Nitekim böyle bir asli vazifesi olmayan hayvanlar âlemine baktığımızda, ilhamın çok büyük bir rol oynadığını görüyoruz.

Hayvanlarda ilham

Başta Kur’anî beyanda sabit olduğu üzere, arılar mükemmel bir bal üretirlerken ilhama mazhardırlar. Kuşlar tam zamanında göç için havalanıp tam doğru rotayı takip ederek binlerce kilometre yol katettikten sonra tam hedefledikleri noktaya ulaşırlarken, ilhama mazhardır. Somon balığı, okyanustan yüzlerce nehir yatağı arasından kendi doğduğu nehir yatağını bulup inanılması güç bir şekilde suyun akış yönünün tersine yolculuğunu tamamlarken, ilhama mazhardır. Afrika’da çekilen suyun yeniden hayat vermeye başladığı topraklara, uzak bölgelerden filler, zürafalar ve zebralar suyun haberini almış gibi tam zamanında çıkıp gelirken, ilhama mazhardırlar.

Eğer ilham olmasaydı, deniz kaplumbağaları doğdukları sahile ulaşamaz, zayıf gövdesi olan sarmaşık bitkisi ağaçların veya bir direğin etrafına sarılmayı düşünemez, yeni doğan antilop yavrusu sırtlanın düşmanı olduğunu bilip ondan kaçamaz, arılar bal yapamaz, ipekböceği koza öremez, sincaplar meşe palamutlarını toprağa gömmeyi akledemez, gözü kör olan kedi kendisine ilaç olan otu gözüne sürüp iyileşemezdi. Bu açıdan bakıldığında hayvanlar âleminde görülen bütün akılcı davranışların arkasında, o hayvan türünün fıtratına göre meleklerin yapmış olduğu ilhamlar vardır.

İlham ve cüz-i ihtiyari

Öte yandan, arı, ipekböceği gibi ilhama daha fazla mazhar olan hayvanların fiilleri; aslan, tilki, kurt, ayı gibi hareketlerinde cüz-i ihtiyarileri önemli rol oynayan hayvanlara göre daha mükemmeldir. Nitekim bu hayvanların giriştikleri av denemelerinin büyük kısmında başarısız olmaları, bu hakikatin bir yansımasıdır. Bir hayvanın davranışının gayesi ile neticesi arasında görülen mükemmellik, melek ilhamının varlığını ve kuvvetini gösterir. Şayet bizim de bütün hareketlerimiz bu şekilde melek ilhamıyla olsaydı veya bize memur edilen meleklerin ilhamına tam layıkınca kulak kesilebilseydik, her yaptığımız iş mükemmel olurdu!

Ama bu, çoğu zaman mümkün olmuyor. Çünkü insan kalbi meleklerin ilhamı kadar, şeytanların ilhamı olan vesveselere de açıktır. Aynı zamanda kalbin akıl ve nefisle de irtibatı olduğu için ilham, kalp aynasında çoğu kere “gölgeli” ve “perdeli” bir şekilde hissedilebilmektedir. Başka bir ifadeyle, insanın, kalbine meleklerin verdiği ilhamatın aksine hareket edecek maniaları çoktur. Bunların başında da, insana verilen cüz-i ihtiyarinin diğer bütün mahlukattan daha kavi olması gelir—yani insan “kendince” hareket etmekten, ilhama kulak kabartmaya fırsat bulamaz.

İlhamın farklı dereceleri

İlham konusunda, insanlar arasında bir ayrım da yapmak gerekir. Dinî ve kalbî hassasiyeti ve aklî titizliği yüksek olan büyük zatların, üzerine gelen nurları, kalbine gelen ilhamları ve gayb hazinesinden çıkıp dünya semasına doğru gelen kaderî olayların haberlerini ferasetleriyle bir sünger gibi emdikleri bilinmektedir. Kalbi lüzumsuz kaygı ve düşüncelerden uzak tutmak ve feraset sahibi olmak, bu çerçevede önemli ve gerekli kıstaslardır. Bir diğer önemli kıstas ise, kişinin bildiğiyle amel etmesidir; zira bir hadîs-i şerifte “bildikleriyle amel edene Allah, bilmediklerinin ilmini de ilham eder” buyurulmuştur. İşte bu kıstaslara uymak da, malum olduğu üzere, büyük zatların şe’nidir.

Bununla birlikte, ilhama mazhar olmak için illa büyük zatlardan olmak gerektiği de söylenemez. Elbette onların kendilerine göre daha küllî  -ve belki daha sık bir şekilde- ilhama mazhariyetleri söz konusu olsa da, sıradan insanlar da ihtiyaç ve dualarının karşılığı olarak rüya-yı sadıkada evliya gibi gaybî ve istikbalî şeyleri görebilirler. Bunda, sıradan insanların da velayete bir tür mazhariyetlerinin oluşu etkili olmaktadır.

Görüldüğü üzere, hayvanattan insanların avam kısmına, oradan büyük zatlara kadar farklı derecelerde ilhamlar vardır. Ama bunların en cüz’i ve basit olanı hayvanlara yapılan ilhamlar, en küllî ve kapsamlı olanı ise büyük meleklere (melaike-i izam) yapılan ilhamlardır. Daha sonra yukarıdan aşağıya sırasıyla evliyaya (büyük zatlara), meleklerin avam kısmına, insanların avam tabakasına ve hayvanlara yapılan ilhamlar gelir.

“İlahî rahmet” olarak ilham

Allah’ın hususi bir rahmet eseri olarak herkesin kendi kalp telefonunu çaldırarak onlarla birebir konuşması anlamında ilham, “teselli etmek”, “yönlendirmek” ve “gelecekten haber vermek” gibi birtakım maksatlar taşır. Nitekim, Hz. Musa’nın annesine yapılan ilhamda bu maksatların tamamı görülmektedir: “Çocuğu emzir, başına geleceklerden korktuğun zaman onu suya (Nil Nehri’ne) bırak. Korkma, üzülme. Biz şüphesiz onu sana döndüreceğiz ve peygamber yapacağız.” (El-Kasas, 7)

Allah’ın bu şekilde ister peygamber annesi olsun, ister sıradan bir mü’min olsun, ağır belalar ve şiddetli musibetler zamanında onların imdadına ilham yoluyla yetişmesine gelince, bu O’nun rahmetinin ve rububiyetinin gereğidir. Allah rububiyeti ve şefkati icabı; çok aciz, çok zayıf, çok fakir ve ihtiyacı çok olan ve bu nedenle kendisini koruyacak ve tedbirini görecek Biri’ne sonsuz ihtiyaç duyan kullarına mevcudiyetini ve himayetini dar zamanlarda hissettirmek için onlara fiilî yardımların yanı sıra, sadık rüya ve ilham kalıpları içinde kalp telefonuyla da konuşur. Bu “konuşma” o kulun kendi özel dairesine bakan, ona mahsus ve onun kabiliyetine göre yapılmış şefkat eseri ve terbiye maksatlı bir konuşmadır.

Bu tür “konuşmaları” yani ilhama dair anekdotları çevremizde çokça da duyarız. Özellikle savaş zamanlarında veya ihtida etmek üzere olan bir muhtedinin yaşam öyküsünde ya da bir doğal afet anında ya da bazı şahsiyetlerin bazı işlerde başarılı olmaları için çocukluktan belli hedeflere yönlendirilmelerinde ya da az sonra olacakları söyleme şeklinde gerçekleşen çokça ilham çeşidi söz konusudur.

Ancak ne olursa olsun, bu ilhamların “kişiye özel” bir niteliği olduğu unutulmamalıdır. O nedenle, bu tür ilhamlara göre hareket tarzı belirlemek ve bu hareket tarzını genele teşmil etmeye çalışmak doğru olmadığı gibi, şık da olmaz. Çünkü ümmetin uyması gereken küllî emirler, peygamberlere melekler vasıtasıyla bildirilir ki, ona da “vahiy” denir. Ve hiçbir ilham vahye yetişemez. Çünkü kalp nefis ve akılla da irtibatlı olduğundan ilham, daima zannî bir hüküm ifade eder ve nefsin renkleriyle boyanma tehlikesi taşır. Oysa vahiy kat’î bir hükümdür.

Tam da bu nedenle, peygamberler vahiyleri sorumlu bulundukları ümmete açıklamak zorunda oldukları halde, veli zatların kalbine vasıtasız düşürülen ilhamları kendisi ve yakın çevresi dışında duyurmaması daha münasiptir.

Hâsıl-ı kelam, ilham dediğimiz konu son derece geniş bir alana yayılan, çok farklı alanlara temas eden bir konudur. Öyle ki ilham bilim sahasında yanlış bir şekilde “kaza eseri” adını alırken, hayvanlar âleminde “sevk-i tabiî” kisvesine bürünmekte, insanlar arasında ise “içime doğdu” basitliğine terk edilmektedir.

Halbuki ilham, Allah’ın hususi kalp telefonuyla kullarına ulaştığı, onları bu şekilde himaye ettiği; ama onun dışında “sevk-i kaderî” çerçevesinde hayvanattan melaikeye kadar bütün mahlukatına onun sayesinde tek tek yön ve istikamet kazandırdığı bir tarz-ı hareketidir, hususi bir konuşmasıdır.

Eğer Allah’ın bu lütfu olmasaydı, ne insanlık bugünkü ulaştığı terakki seviyesine ulaşabilir, ne dar zamanlarda şahıslar kendilerine özel ilahî yardım görebilir, ne hayvanlar aslında kendilerinden beklenilemeyecek olan aklî hareketleri sergileyebilir, ne de melekler kendilerine yüklenen görevleri hakkıyla yerine getirebilirlerdi!

Moral Dünyası Dergisi-Eylül 2012
Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Saatler ve Manzaralar / Yahya Kemal BEYATLI

SAATLER VE MANZARALAR Yahya Kemal BEYATLI   Sütunların Dibinde Duâ Edenler Ayasofya’da, ikindiden sonra, yerle …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
İnsanlık Şahsiyete Hayran / M. Ali EŞMELİ

Yüce Allah; ‒İnsan, ahsen-i takvimdir, ‒Yeryüzünde benim vezirimdir, dedi. Tahtını kaybeden şeytan, dudak büktü; ‒En …

Kapat