Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Seçme Yazılar / İlim Ahlâkı / Metin Said SERDENGEÇTİ

İlim Ahlâkı / Metin Said SERDENGEÇTİ

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlim Ahlâkı

İlim; bilmek mânâsında olup, Mücâdele Sûresi 11’de “Allah içinizden iman edenleri yüceltir, bunlardan kendilerine ilim verilmiş olanları ise, kat kat derecelerle yükseltir” âyeti ve “Allah u Teâlâ kime iyilik dilerse, onu, din âlimi yapar ve dinine zarar verecek şeyleri ona bildirir, doğruyu gösterir” hadis-i şerifiyle ve daha nice âyet ve hadislerle kıymeti bildirilmiş ve insanoğlu ilme teşvik edilmiştir.

Dinimizin ilme verdiği kıymet ve ehemmiyet, daha ilk nazil olan âyetlerde kendisini göstermektedir. Resul-i Ekrem (asm)’a “Oku!” emredilmiş ve bununla beraber neyi okuyacağı da yine Allah (cc) tarafından bildirilmiştir.

Resûl-i Ekrem (asm)’ın hayatına bakıldığında görülecektir ki; O zat, Kur’ân’ın medeniyetiyle harikulade bir inkılâp gerçekleştirmiş ve insanlığa hakiki insaniyeti öğretmesiyle; bütün kalplerin sevgilisi, akılların öğreticisi, nefislerin terbiye edicisi ve ruhların sultanı olmuştur. Hâl böyle olunca ahlâktan bahseden kişi, her ne ile alakalı olursa olsun, ahlâkı O’nun hayatında arayacaktır. Çünkü O’nu terbiye eden, Rabbi’dir. Biz bu yazımızı ilimle alakaları cihetiyle talebe, muallim (öğretmen) ve âlimlerin ilim ahlâkı adıyla, üç başlık altında inceleyeceğiz.

TALEBE VE İLİM AHLÂKI

Talebe; ilme talip olanlar, ilmi isteyenler mânâsında bir kelimedir. Ecdadımız ilmin ahlâk yapısını daha kelimeleri seçerken kelimelerin içerisine yerleştirmiş gibidirler. Zira öğrenci için ilk adım, istemekle alâkalıdır. İlme bir değer verip, kendisinde ona karşı ihtiyaç hissetmek ve bütün zorluklarıyla beraber, zahiren bir şey elde edilmeyen ilme tâlip olmak, talebelik edebinin ilk ve ehemmiyetli bir adımı olsa gerektir.

İlim, Gazâli Hazretleri’nin İhyâsında, “kalbin ibadeti, sırrın namazı ve ruhu Allah’a yaklaştıran bir sıfat” olarak tarif edilmiştir. Bu noktada talebenin, nefsini kötülüklerden temizleme niyeti ve çalışması içerisinde olması gerekmektedir. Bir işe niyet ise, o işin ruhu, temeli, esasıdır.

Talebe kendisine şu soruyu sormalıdır: Benim beklentim ne? Hedefim nedir? Neticede nereye ulaşmak istiyorum? Eğer bunları tanımlayabilirse, kaleme daha sıkı sarılacaktır. Daha da önemlisi hocasını ve kitabını akıllıca seçecektir. Seçici olacaktır.

Bu seçimden sonra talebe, gerek hocasına karşı gerekse okuduğu derslere karşı, öncelikle olabildiğince mütevazı olmalıdır. Hocasını velînimeti bilmeli, onda olan iyileri alabildiğince almalıdır. Bilmelidir ki, muhatap olduğu ilmin kapısı, hocasıdır. Bu meseleyi Fahreddin Râzi Hazretleri, Kehf Suresindeki Hızır (as) ve Musa (as) arasında geçen hadiseyi tefsir ederken genişçe izah etmiştir.

Talebe okuduğu dersleri için “Bu benim dersimdir, ben kendi nefsimin ıslahı için okuyorum” demelidir. Her talim ettiği dersi özümsemeli, öğrenmeden geçmemelidir. Veyahut sırf başkalarına taşıyıcılık yapmak, kendini biliyor göstermek için de okumamalıdır.

Bununla beraber hakîkat ilmi tahsil eden bir talebe, okuduğu hakîkat derslerini kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıkmalı ve hayatının en mühim vazifesini, onun neşir ve hizmeti bilmelidir. İlmin bu hizmetini üstlenenler, “Talebe-i Ulûm” denilen özel bir tanımlama içerisinde değerlendirilmişlerdir. İmam Şafii Hazretleri gibi zâtlar “Talebe-i ulûmun hatta uykusu dahi ibâdet sayılır” demekle, onların kıymetine ayrıca vurgu yapmışlardır.

Talebenin bir özelliği de, kafasını ilim haricinde işlerle meşgul etmemektir. Zaman, ileri bakıldığında çok uzun görünebilir. Fakat geriye dönüp bakıldığında ise, ne kadar hızla akıp gittiği bilinecektir. Talebe, zamanı bulunduğu an bilmeli ve sadece dersiyle meşgul olmalıdır.

Yaşadığımız asırda eğitimin kalitesinin bu derece düşmüş olmasını, talebelerin okuduğu fenlere karşı bu derece lakaytlığını izah etmek, çok güç olmasa gerektir. Ne var ki doğruyu bilen çok, lakin uygulayan neredeyse yok!

İlim talebesinin, “Talebe-i Ulûm”un şehid olduklarını da hatırından çıkarmaması elzemdir. Hedefinde rıza-yı İlâhi olan bir talebe, ilimle meşgul olduğu zamanlarını kayıp değil, belki bu uğurda ölse şehidlik gibi ulvi bir makam kazanacağı ideali ile azmini ortaya koyabilmelidir. Bedîüzzaman Hazretleri, ilim talebelerinin şehid olduklarını söyledikten sonra şöyle bir hâdise nakleder: “Ehl-i keşf-el kuburun (kabir halini görebilen) müşahedesiyle, müteaddit vakıatla (çok defa), tahsil-i ulûm (ilim öğrenme) anında vefat eden bazı müştak ve ciddî bir talebe-i ulûm, şehidler gibi kendini hayatta ve kendi dersiyle meşgul görüyor. Hatta meşhur bir ehl-i keşf-el kubur, vefat eden ve ilm-i sarf ve nahiv okuyan bir talebenin kabrinde, Münker Nekir’e nasıl cevap verecek diye murakabe etmiş ve müşahede edip (şahit olup) işitmiş ki: Melek-i sual ondan sordu: مَنْ رَبُّكَ ‘Senin rabbin kimdir?’ dediği zaman o nahiv dersiyle iştigal ederken (uğraşırken) vefat eden talebe, o meleğin cevabında demiş: مَنْ mübtedadır, رَبُّكَ onun haberidir.’ Nahiv ilmince cevap vermiş, kendini medresede zannetmiş.”

MUALLİM (ÖĞRETMEN) VE İLİM AHLÂKI

Öğretmenlik, bildiğini birilerine aktarabilmek ve sahip olduğunuz değerlerin hayatının devamının değeri hakkında hangi kelimeyi kullansak az gelir kanaatindeyim. Fakat şuna hepimiz kaniiz ki; âlimin ölümü, âlemin ölümü gibidir.

Öğretmenlik denilince sadece bilgi aktarmak anlaşılmamalıdır. Çünkü insan, bir şeyi anlatırken sadece dili kullanmaz. Belki bunlardan daha tesirli olan hâl lisanı, niyet, siret (iç güzelliği, ahlâk) gibi çok unsurlar vardır ki, eğer bunlar bilgi aktarımında bir öğretmende aktif halde değillerse, o öğretmen bir papağandan farksızdır. Büyüklerimiz “İnsan kıyafetiyle karşılanır, konuşmasıyla uğurlanır” demekle, bu konuyu gâyet veciz bir şekilde ifade etmişlerdir.

Ceset, ruhun evi olmakla beraber, cesedi ayakta tutan da ruhtur. Bedenin ihtiyaçları olduğu gibi, ruhun bedenden daha fazla ihtiyaçları olduğu kesindir. Ruhun ihtiyaçları elbette ki maddi değildir. Başta “Marifetullah” Allah’ı tanıma bilgisi olmakla beraber, hem dünyada hem âhirette kendisine lüzumlu olan her türlü bilgidir. Bunlar da muallimler, öğretmenler vasıtasıyla bizlere ulaşmaktadır. Aldığı ürünün ambalajına dikkat eden bir insan, elbette ki ilim tahsil ettiği kişinin ambalajına yani ilimdeki ve ilmi vermedeki ahlâkına dikkat edecektir ve etmelidir.

Muallim, öncelikle Alîm-i Mutlak olan Allah’a mü’min olmalıdır. Zira bilginin kaynağı orasıdır. Bu bilgi ise, ancak peygamberler aracılığıyla bizlere ulaşmaktadır. Demek muallimler peygamberlere de mü’min olmalıdırlar. Yani onların getirdikleri bilgiye, yani onların şeraitlerine ve diğer iman edilecek bütün bilgiye de.

Muallim talebesine karşı sevgi ile yaklaşmalı ve talebesini kendisine bırakılan bir emanet gibi görmelidir. Kâinattaki en kıymettar varlığın insan olduğu bilinciyle hareket etmeli ve yetiştirilmesi en zor varlık olmakla beraber, Hazret-i Ali (kv)’nin “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” sözündeki inceliğe göre hareket etmelidir.
Bir doğruyu anlatmanın sadece bir yönü olmadığını bilmemiz gerekmektedir. Meşhurdur, içinde yarıya kadar su bulunan bir bardak hakkında iki şekilde söz varit olur. Birincisi, bardağın yarısı boştur. Diğeri, bardağın yarısı doludur. Aynen bunu gibi; muhatabı tahkirden kaçınmak, bilakis teşvikçi olmak lazım geldiğini muallimler katiyetle unutmamalıdırlar.

Bedîüzzaman Hazretleri’nin, “Âlim-i mürşit, koyun olmalı; kuş olmamalı. Koyun, kuzusuna süt; kuş, yavrusuna kay (hazım olmamış gıda) verir.” Dediği gibi; muallim anlatacağı konuyu kendisinde özümsemiş ve anlamış olmalı ki, karşıya zarar vermesin. Temelden sağlam olmayan bir ev kısa zamanda yıkılacağı gibi, temel bilgileri eksik olan talebenin ileride hem kendisine hem başkalarına zararlı olabileceği ihtimali göz ardı edilmemelidir.

Muallim öğrettiği ilmi ve ameli öncelikle kendi hayatında tatbik etmelidir. Bu suretle hem daha tesirli olacaktır hem de “Kendinizi unutur da başkalarına mı emredersiniz?” âyet-i kerimesine muhalif hareket etmemiş olacaktır.

Hazret-i Aişe (rah) den rivâyet edilen bir hadis-i şerifte Peygamberimiz, “Biz peygamberler, herkese seviyesine göre muamele yapmak ve anlayabileceği şekilde hitap etmekle emr olunduk.” buyurmakla, muallimlerin de dikkatlerini bu noktaya çekmektedir.

ÂLİM VE İLİM AHLÂKI

Âlim, bilen kişi mânâsına gelmektedir. Öğrenme ve öğretmenin bir adabı olduğu gibi, bilmenin de adabı, haysiyeti, izzeti vardır. Peygamberimiz “Kıyamet gününde en ağır azabı görecek olan, Allah u Teala’nın ilminden kendisini faydalandırmadığı âlimlerdir.” buyurmuştur.

Toplumun çoğunluğu az sayıda kalan âlimlerin yönlendirmeleriyle hareket etmektedirler. Bu âlimlerin çoğunluğunu da din âlimleri teşkil etmektedir. Âlimler toplumda örnek alınan şahıslar olmaları hasebiyle, yaptıklarıyla mesul oldukları gibi, yapmadıklarından da mesuldürler. Nitekim Peygamber Efendimiz (sav), “Ümmetimin helâkı, fenâ âlimler ve câhil âbidlerdendir. Fenâların en fenâsı fenâ âlimler, iyilerin en iyisi iyi âlimlerdir.” buyurmaktadır.

Tespihteki imame nasıl ki, doksan dokuz taneyi bir arada tutuyor, âlimler de toplumun bilgisi ve değer yargıları cihetiyle insanları bir arada tutan zatlardır. Eğer bir toplumda ilim ve âlim haysiyeti kaybolmuşsa, o toplum daha felah bulamaz. Bunun içindir ki, bir yer fethedilmeden veya işgal edilmeden önce ilim adamları, dili, kültürü ihya veya gasp edilmektedir.

Âlim, ilmiyle amil olmadıkça gerçek bir âlim sayılmaz. İnsanlara anlattıklarından ziyade, hayatında yaşadıklarıyla rehber olacaktır. Toplum dile değil, ele bakar. Anlattığı şeyler batıl bile olsa, anlattığı şeyi yaşamaya çalışanların toplum üzerindeki tesiri tarih sayfalarında çoklukla mevcuttur.

Âlim için en kötü olan ise, ilmi ile dalalete düşmesidir. Tarihin değişik zamanlarında ilmiyle dalalete düşen insanlar boy göstermiş, diğer âlimleri de ağına düşürüp, toplumda zehir hükmüne geçmişlerdir. Hâlbuki âlim, bir mum gibidir. Kendisi eriyip kaybolmaya bedel, yüzlerce binlerce nur saçan talebeler yetiştirmek durumundadır.

Akıl insana Allah’ı tanımak için verilmiştir. Haddinden tecavüz ederse, hakkı batıl batılı hak gösterecek derecede bozulacaktır. Bundan dolayıdır ki, istikamet en büyük keramettir, denilmiştir.

Âlim, hiçbir zaman ümera (idareciler) kapısında maaş dilencisi konumuna düşmemelidir. Kendisi sıkıntıya girse bile, ilmin izzetine zarar gelmemelidir. Sahip olduğu bilgiyi, ilmi, dini alınıp-satılan bir meta gibi asla görmemelidir. Âlimin ücreti Allah’tandır. En mühim mal varlığı ise, iktisadıdır.

Ve ey din âlimleri! “Ücretim az, ilmime rağbet yok, diye mahzun olma. Çünkü mükâfat-ı dünyeviye (dünya mükâfatı) ihtiyaca bakar, kıymet-i zâtiyeye (kıymetin kendisine) bakmaz. Meziyet-i zâtiye (meziyet) ise mükâfat-ı uhreviyeye (ahiret mükafatına) nâzırdır (bakar). Öyle ise, zâtî (kendi zatında) olan meziyetini mükâfat-ı uhreviyeye sakla, birkaç kuruşluk dünya metaına satma.”

“Allah’ı hatırlatan ve Allah’a yaklaştıran cihetleriyle, öğreten ve öğrenenden başka, dünyada her ne varsa melundur.” hadis-i şerifi konuyu bütün cihetleriyle hulasa etmeye kâfidir. “Bilen, öğrenen, dinleyen veya ilmi sevenlerden biri ol. Beşincisi olma, helak olursun.”
Fi emanillah.

İLİM VE HİKMET NE DEMEKTİR?

İLİM:

Kelime olarak bilmek demektir. İlim bir şeyin hakîkatini ihata ederek bilmekten ibarettir. İlmin mukabili cehildir. Marifet kelimesinden daha umumi bir manası vardır. Marifet, bir şeyi tefekkür ve eserini düşünmek ile ve bir takım özellikleriyle bilmeye denir. Mukabili inkârdır. Bunun için Allah’ın bilmesine marifet demek caiz değildir.

İlim; öyle bir sıfattır ki, kendisinde bu sıfat bulunan kişiye, bilinmesi imkan dâhilinde bulunan şeyler şüphe götürmez bir şekilde anlaşılır ve kavranır hale gelir. Fahreddin Râzi’nin tarifi: “İlim, vakaya uygun olan kesin inançtır.”

Bir şeyden zihinde hâsıl olan sûret nedeniyle, o şeyin diğerlerinden ayırt edildiği şeydir. (Gelenbevînin mantık anlayışı)
Kelâm alîmlerinin çoğuna göre ilim: Âlim ile malum arasında nisbet ve izafetten ibarettir. (Tenkîhu’l kelâm fî akâid-i ehli’l islâm)

HİKMET: Hakkı hak bilip uymak, bâtılı bâtıl bilip sakınmaktır.

Âlimlerin örfünde hikmet: İnsanın, ilmi tahsil etmesi ve gücü nispetinde fazîletli amelleri yapmaktan gelen bir meleke (alışkanlık) ile olgunluğa doğru gitmesidir. Sebepleri bilerek gayeye isabet edecek tarzda ameli ilme, ilmi amele tevfik etmektir.

Bunlarla beraber hikmet, değişik tariflerle tefsir edilmiştir. Bir kısmı şunlardır:

1. Sözde ve fiilde isabet: Her hangi bir hususta kalbimizden veya dilimizle şu şöyledir, öyle yapmalı denildiğinde ve yapıldığında isabet etmeli. O zaman hikmet olur.

2. İlim ve onunla ameldir. Bu ikisini birleştiremeyene hakîm denilmez.

3. Varlığın manasını, gayelerini ve ne olduklarını anlamaktır.

4. İcad demektir

5. Ahlâk-ı İlâhiye ile ahlâklanmak

6. Eşyayı konulması gereken yere ve mertebesine koymak

7. Tefekkür fî emrillâh ve ona ittiba’dır.

8. Allaha taat, fıkıh, din, ameldir

9. Fehm demektir.


İrfan Mektebi

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Saatler ve Manzaralar / Yahya Kemal BEYATLI

SAATLER VE MANZARALAR Yahya Kemal BEYATLI   Sütunların Dibinde Duâ Edenler Ayasofya’da, ikindiden sonra, yerle …

Önceki yazıyı okuyun:
Kadı Nihânî

NİHÂNÎ (Kadı)* (d.?/?-ö.953'te sağ/1546'da sağ) divan şairi Kastamonuludur. Latîfî “Bu devir şuarâsındandır” dediğine göre Kanunî devri …

Kapat