İlk Müslümanlar

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlk Müslümanlar ve çekilen sıkıntılar

Peygamber efendimize, ilk vahyin gelmesinden sonra, ilk iman eden hazret-i Hadice validemizdir. Hiç tereddüt etmeden İslâmiyet’i hemen kabul edip, ilk Müslüman olma şerefine kavuştu.

Hazret-i Hadice validimize, Cebrail aleyhisselamın öğrettiği gibi abdest almasını öğretti. Sonra Peygamber efendimiz imam oldu, birlikte iki rekat namaz kıldılar.

Hadice validemiz, sevgili Peygamberimizin her sözüne, her emrine, en mükemmel şekilde, itaat etti. Böylece Allahü teâlânın katında pek yüksek derecelere kavuştu.

Resulullah efendimiz üzülse, inkar edenlerin alay etmesiyle elem çekse, O’nu teselli eder, kederini giderirdi. Derdi ki: “Ya Resulallah! Hiç üzülme, gam çekme. Sonunda dinimiz kuvvet bulup, müşrikler helak olurlar. Kavmin sana itaat eder…”

Hadice validemizin bu yardımlarından ötürü bir gün, Cebrail aleyhisselam gelip; “Ya Resulallah! Hadice’ye, Allahü teâlânın selamını bildir” dedi. Peygamber efendimiz; “Ey Hadice! İşte Cebrail, Allahü teâlânın sana selamını bildiriyor” buyurdu.
Peygamber efendimiz bir defasında da; “Allahü teâlâ bana Cennet’te inciden bir ev ile Hadice’ye müjde vermemi emretti. Orada hastalık, üzüntü ve baş ağrısı yoktur”

Hazret-i Hadice’den sonra yetişkinlerden ilk Müslüman olan, Resulullah efendimizin yakın arkadaşlarından hazret-i Ebu Bekir’dir.

Hazret-i Ebu Bekir, yirmi sene önce bir rüya görmüştü: “Gökten dolunay inip, Kabe-i muazzamaya gelmiş, parça parça olmuş, parçalardan her biri, Mekke evlerinden biri üzerine düşmüş, sonra bu parçalar bir araya gelerek gökyüzüne yükselmişti. Ebu Bekir’in evine düşen parça ise, gökyüzüne yükselmemişti. Hadiseyi gören hazret-i Ebu Bekir, hemen evin kapısını kapamış, sanki bu ay parçasının gitmesine mani olmuştu.”

Gördüğü rüyanın tabirini Bahira’ya sordu. Bahira; “Sen neredensin?” dedi. Hazret-i Ebu Bekir, “Kureyş’tenim” diye cevap verince, Bahira; “Orada bir peygamber çıkacak ve hidayet nuru Mekke’nin her yerine ulaşacak. Sen, hayatında O’nun vefatından sonra da, halifesi olacaksın” dedi.

Ebu Bekir bu cevaba çok hayret etmişti. Bu rüyasını ve tabirlerini, Peygamber efendimiz, peygamberliğini açıklayıncaya kadar kimseye söylememişti.

Efendimiz peygamberliğini açıklayınca, Ebu Bekir hemen Peygamber efendimize koşup; “Peygamberlerin, peygamberliklerine delilleri vardır, senin delilin nedir?” diye sual etti.

Peygamber efendimiz cevabında; “Bu nübüvvetime delil, o rüyadır ki, bir Yahudi alimden tabirini istedin. O alim; “Karışık rüyadandır, tabir edilmez” dedi. Sonra rahip Bahira, doğru tabir etti” buyurarak, hazret-i Ebu Bekir’e hitaben; “Ey Ebu Bekir! Seni, Allah’a ve Resulüne davet ederim” buyurdu.

Bunun üzerine hazret-i Ebu Bekir; “Şehadet ederim ki, sen, Allahü teâlânın resulüsün, senin peygamberliğin hakdır ve cihanı aydınlatan bir nurdur” diyerek Müslüman oldu.

Müslüman olur olmaz, arkadaşlarını da getirmesi için izin istedi. Çok sevdiği arkadaşlarını da getirip onların da iman ile şereflenmelerine vesile oldu.

Bunlar Eshab-ı kiramın ileri gelenlerinden ve Cennet ile müjdelenmiş; Hz. Osman, Hz. Talha, Hz.Zübeyr bin Avvam, Hz. Abdurrahman bin Avf, Hz. Sa’d ibni Vakkas, Hz. Ebu Ubeyde gibi yüksek şahsiyetler idi.

Müslüman olan ilk sekiz kişi

Peygamber efendimiz, bir gün hazret-i Hadice validemizle namaz kılarlarken, hazret-i Ali onları gördü. O zaman on yaşında idi. Namazdan sonra;

– Bu nedir? diye sordu.

Resul-i ekrem efendimiz;

– Bu, Allahü teâlânın dinidir. Seni bu dine davet ederim. Allahü teâlâ birdir, ortağı yoktur. Seni, bir olan, eşi, ortağı bulunmayan Allah’a imana davet ediyorum… buyurdu. Hz. Ali ;

– Önce babama danışayım, dedi. Resulullah ona,

– İslâm’a gelmezsen, bu sırrı kimseye söyleme! buyurdu.

Hazret-i Ali ertesi sabah, Resulullah’ın huzuruna gelerek;

– Ya Resulallah! Bana İslâm’ı öğret, dedi ve Müslüman oldu.

Hazret-i Ali, Müslüman olanların üçüncüsüdür. Resul-i ekrem efendimiz uğrunda gösterdiği fedakarlık ve O’nu kendine tercih etmesi ise her türlü takdirin üstündedir.

Zeyd bin Harise de, ilk iman edenlerdendir. Hz. Hadice, Hz. Ebu Bekir (ve arkadaşları) ve Hz. Ali’den sonra dördüncü olarak ve azad olmuş köleler içinde ilk Müslüman olmakla şereflendi. Kendisiyle beraber, hanımı Ümmü Eymen de Müslüman olmuştu.

Hazret-i Hadice validemizden sonra Müslüman olan sekiz kişiye Sabıkun-ı İslâm, yani ilk Müslümanlar denir.
Hazret-i Osman, Müslüman olmasını şöyle anlatır:

Benim kahin bir teyzem vardı. Bir gün onu ziyaret etmiştim. Bana; “Sana bir hanım nasib olur. Fakat ne sen ondan önce bir hatun görmüş olursun, ne de o, senden önce bir erkek görmüş olur. O, güzel yüzlü, zahide bir hanım ve bir büyük peygamber kızı olsa gerek” dedi. Ben, teyzemin bu sözüne hayret ettim.

Yine bana dedi ki:

“Bir peygamber geldi. O’na gökten vahy nazil oldu.” Ben dedim ki: “Ey teyzem! Böyle bir sır, şehirde hiç duyulmadı. O halde bu sözü açık söyle.” O zaman teyzem; “Muhammed bin Abdullah’a peygamberlik geldi. Halkı dine davet eder. Kısa zamanda O’nun dini ile alem nurlanır ve karşı gelenlerin başı kesilir” dedi.

Teyzemin bu sözleri, bana çok te’sir etti. Endişeye düştüm. Hazret-i Ebu Bekir ile aramızda büyük bir dostluk vardı. Birbirimizden hiç ayrılmazdık. Bu mes’eleyi görüşmek üzere, iki gün sonra Ebu Bekir’in yanına gittim. Teyzemin söylediklerini anlatınca, bana;

– Ya Osman! Sen akıllı bir kimsesin. Hiç görmeyip, işitmeyen; bir şeye fayda ve zarar vermekten uzak olan bir kaç taş, tanrılığa nasıl layık olur? dedi. Bunun üzerine ben;

– Doğru söylüyorsun, teyzemin sözü gerçektir, dedim.

Hz. Ebu Bekir, Hz.Osman’a İslâmiyet’i anlattıktan sonra, onu, Resulüssekaleyn, yani insan ve cinlerin peygamberi olan

Efendimizin huzuruna götürdü.

Sevgili Peygamberimiz, hazret-i Osman’a şöyle buyurdu:

– Ya Osman! Hak teâlâ, seni Cennet’e misafirliğe davet eder. Sen kabul et! Ben, bütün insanlara hidayet rehberi olarak gönderildim.

Hazret-i Osman, Resulullah’ın yüksek halleri ve güler yüzle söylediği sözler karşısında kendinden geçip, büyük bir şevk ve teslimiyetle;

“Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve resulüh” deyip, Müslüman oldu.

Yakın akrabanı dine çağır

Resulullah efendimiz, ilk üç yıl, insanları gizlice İslâm’a davet etti. İnsanlar, yavaş yavaş birer ikişer Müslüman oluyorlardı. Bu zaman içinde Müslümanların sayısı ancak otuza ulaşabildi. Onlar da, ibadetlerini evlerinde yapıyorlar ve Kur’an-ı kerimin nazil olan ayet-i kerimelerini gizlice okuyup ezberliyorlardı.

Efendimiz, Müddessir suresinin nazil olmasıyla, insanları İslâm dinine davete başlamıştı. Bu daveti gizli yapıyordu. Bir müddet sonra da; “Yakın akrabanı Allahü teâlânın azabı ile korkutarak, onları hak dine çağır” (Şu’ara suresi: 214) mealindeki ayet-i kerime nazil oldu.

Bunun üzerine Muhammed aleyhisselam, akrabasını dine davet etmek için hazret-i Ali’yi gönderdi ve hepsini Ebu Talib’in evine çağırdı. Önlerine bir kişiye yetecek kadar, bir tabak yemek ve bir tas süt koydu. Önce kendisi besmele ile başlayıp, gelen akrabasına; “Buyurun” dedi.

Gelenler kırk kişi idi. Ancak, konulan yemek hepsini doyurdu ve hiç eksilmedi. Davetliler bu mucize karşısında şaşıp kaldılar. Yemekten sonra Peygamber efendimiz, akrabalarını İslâm’a davet etmek için söze başlamak üzere idi.

Amcası Ebu Leheb düşmanlık ederek; “Biz bu günkü gibi bir sihir görmedik. Akrabanız sizi bir sihirle büyüledi. Ey kardeşimin oğlu! Ben senin gibi şer ve kötülük getiren başka bir kimse görmedim” diyerek, sözlerine hakaretle devam etti.

Peygamberimiz de, Ebu Leheb’e; “Kureyş ve bütün Arab kabilelerinin yapamayacağı kötülüğü bana sen yaptın” buyurdu. Hiç biri Müslüman olmadan dağıldılar. Bu hadiseden kısa bir müddet sonra, akrabasını tekrar davet etti.

Hazret-i Ali yine hepsini çağırdı. Önceki gibi önlerine yemek kondu. Peygamber efendimiz, yemekten sonra ayağa kalkıp;
– Hamd, yalnız Allahü teâlâya mahsustur. Yardımı ancak O’ndan isterim. O’na inanır, O’na dayanırım. Şüphesiz bilir ve bildiririm ki, Allahü teâlâdan başka ilah yoktur, O birdir. O’nun eşi ve ortağı yoktur, buyurduktan sonra, sözlerine şöyle devam etti:

– Sizi, bir olan ve O’ndan başka ilah olmayan Allahü teâlâya iman etmeye davet ediyorum. Ben, O’nun size ve bütün insanlığa gönderdiği peygamberiyim. Vallahi siz, uykuya daldığınız gibi, öleceksiniz, uykudan uyandığınız gibi de diriltileceksiniz ve bütün yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz. İyiliklerinizin karşılığında mükafat, kötülüklerinizin karşılığında ceza göreceksiniz. Bunlar da, ya Cennet’te ebedi kalmak veya Cehennem’de ebedi kalmaktır. İnsanlardan, ahıret azabı ile ilk korkuttuğum kimseler sizlersiniz.

Ebu Talib, bu sözleri dinledikten sonra;

– Ey muhterem yeğenim! Sana yardım etmekten daha kıymetli bir şey bilmiyorum. Nasihatlerini benimseyip kabullendik, sözlerini de gönülden tasdik ettik. Şu anda, burada toplananlar, deden Abdülmuttalib’in çocuklarıdır. Muhakkak ki, ben de onlardan biriyim. Senin istediğin şeye, içimizde en önce ben koşarım. Etrafını kuşatıp, seni korumaktan bir an geri durmayacağıma söz veriyorum. Sen, emrolunduğun şeye devam et. Fakat, eski dinimden ayrılmak hususunda, nefsimi bana boyun eğer bulmadım, dedi.

Ebu Leheb hariç, oradaki akrabaları ve amcaları yumuşak konuştular. Fakat Ebu Leheb;

– Ey Abdülmuttalib oğulları! Başkaları O’nun elini tutup mani olmadan önce, siz mani olun. Eğer bu gün O’nun dediklerini kabul ederseniz, zillete, hakarete uğrarsınız. O’nu korumaya kalkarsanız hepiniz öldürülürsünüz… diye tehditler savurdu.

Ben Allahın Resulüyüm

Ebu Leheb’in amansız düşmanlığı, Peygamber efendimizin halasını çok üzüyordu… Kendisine çıkıştı:

– Ey kardeşim! Kardeşimin oğlunu ve O’nun dinini yardımsız bırakmak sana yakışır mı? Vallahi bu gün yaşayan alimler,

Abdüllmuttalib’in soyundan bir peygamberin geleceğini bildiriyorlar. İşte, o peygamber budur, dedi.

Ebu Leheb, bu sözler karşısında çirkin konuşmalarına devam etti. Ebu Talib, Ebu Leheb’e kızarak;

– Ey korkak! Vallahi biz sağ oldukça, O’nun yardımcısı ve koruyucusuyuz, dedi. Efendimize dönerek de;

– Ey kardeşimin oğlu! İnsanları Rabbine imana davet etmek istediğin zamanı bilelim; silahlanıp seninle birlikte ortaya çıkarız, dedi.

Bu konuşmaları dinleyen Allahın resulü dedi ki;

– Ey Abdülmuttalib oğulları! Vallahi, Arablar içinde benim size getirdiğim, dünya ve ahıretiniz için hayırlı olan şeyden daha üstününü ve daha hayırlısını kavmine getirmiş bir kimse yoktur. Ben sizi, dile kolay gelen, mizanda ağır basan iki kelimeyi söylemeye davet ediyorum. O da; Allahdan başka ilah olmadığına ve benim O’nun kulu ve resulü olduğuma şehadet etmenizdir. Allahü teâlâ sizi buna davet etmemi emretti. O halde, hanginiz benim bu davetimi kabul eder ve bu yolda yardımcım olur?

Kimseden ses çıkmadı, başlarını önlerine eğdiler. Peygamber efendimiz, bu sözlerini üç defa tekrarladı. Her söyleyişinde hazret-i Ali ayağa kalkıyordu. Üçüncü defasında;

– Ya Resulallah! Her ne kadar bunların yaşça en küçüğü isem de, sana ben yardımcı olurum, dedi.

Bunun üzerine Resulullah efendimiz, hazret-i Ali’nin elinden tuttu. Diğerleri hayret içinde dağıldılar. Efendimiz, akrabalarının bu tutumu karşısında çok üzüldüler. Fakat yılmadan, onların Cehennem’den kurtulması, saadete kavuşması için davete devam ettiler.

Bi’setin dördüncü yılında Hicr suresinin 94. ayet-i kerimesi nazil oldu. Mealen; “Ey Habibim! sana emrolunan emir ve yasakları açıkla, hak ile batılın arasını ayır. Müşriklerden yüz çevir!” ilahi emri gelince, sevgili Peygamberimiz, Mekkelileri açıktan açığa İslâm’a davet etmeye başladı.

Bir gün Safa tepesine çıkıp; “Ey Kureyş halkı! Buraya toplanıp sözlerimi dinleyiniz!” buyurdu. Kabileler toplandıktan sonra da;

– Ey kavmim! Hiç benden yalan söz işittiniz mi? buyurunca, hepsi birden;

– Hayır işitmedik dediler.

– Allahü teâlâ bana peygamberlik ihsan etti ve beni size peygamber olarak gönderdi, buyurdu.

Sonra da; “Ey Habibim! Onlara de ki: Ey insanlar! Ben sizin hepinize gelmiş, Allahü teâlânın resulüyüm. O Allahü teâlâ ki, yerlerin ve göklerin sahibi ve idarecisidir. O’ndan başka ibadete müstehak yoktur. Her canlıyı öldüren ve dirilten O’dur…” mealindeki a’raf suresinin 158. ayet-i kerimesini okudu. Dinleyenlerden, amcası Ebu Leheb kızarak;

– Kardeşimin oğlu divane olmuş! Bizim putlarımıza tapmayanın, dinimizden ayrılanın sözünü dinlemeyiniz, diye küfürde direterek bağırdı.

Orada bulunanlar dağıldı ve hiç kimse iman etmedi. Peygamber efendimizin, doğru sözlü, yüksek ahlaklı olduğunu bildikleri halde, yüz çevirdiler ve düşman kesildiler.

Güneşi sağ elime verseler

Resulullah efendimiz peygamberliğini tebliğe devam ediyor… Bütün tepkilere rağmen… Bir gün yine, “Buraya geliniz, toplanınız, size mühim bir haberim var” diye seslendi.

Safa Tepesi’nde toplanan halka sordu:

– Ey Kureyş kabileleri! Ben size, şu dağın ardında bir düşman ordusu var, üzerinize hücum etmek üzeredir desem, bana inanır mısınız? Onlar:

– Evet inanırız. Çünkü, sende şimdiye kadar doğruluktan başka bir şeye şahid olmadık. Senin yalan söylediğini hiç görmedik!..

– O zaman beni dinleyin! Ben size geleceği muhakkak olan şiddetli azabın bildiricisiyim. Allahü teâlâ bana, en yakın akrabalarımı ahıret azabı ile korkutmamı emretti. Sizi, La ilahe illallahü vahdehu la şerikeleh, diyerek iman etmeye davet ediyorum. Ben de O’nun kulu ve resulüyüm. Eğer buna iman ederseniz, Cennet’e gideceksiniz. Siz, “La ilahe illallah” demedikçe, ben size ne dünyada bir fayda, ne de ahırette bir nasib sağlayabilirim?..

Ebu Leheb’in dışında bir muhalefet gelmedi. Aralarında konuşarak dağıldılar.

Sevgili Peygamberimiz, bu davetlerden sonra nerede bir kimse veya topluluk görse, onlara İslâm’ı anlattı. Hakiki kurtuluşun; nefse uymaktan, zulümden, haksızlıktan ve her türlü kötü işlerden uzaklaşmakla ve Allahü teâlâya iman etmekle mümkün olacağını bildirdi.

Nefslerinin isteklerine, şehvetlerine uyanlar, zayıfları ezenler ve azgınlıkta aşırı gidenler buna şiddetle karşı çıktılar. Bütün bu bozuk işlerine son verileceğini görerek, Muhammed aleyhisselamın bildirdiklerini inkar ettiler. O’na ve inananlara düşman oldular.

Müşrikler, önce alay ediyorlardı. Sonra baskı ve işkencelerini arttırmaya karar verdiler. Müminleri sindirmek, İslâm davasına zarar vermek istiyorlardı.

Bir gün Utbe, Şeybe ve Ebu Cehl, Ebu Talib’e; “Sen bizim büyüğümüzsün. Biz, sana daima saygı gösterir, hürmet ederiz. Şimdi, kardeşin oğlu, yeni bir din kurdu. Putlarımıza söğüp bizi kafirlikle itham ediyor. Kendisine nasihat et. Bu işten vazgeçir. Şayet vazgeçmezse, O’nun hakkından nasıl gelineceğini biz biliriz…” dediler.

Ebu Talib, onları yatıştırarak geri gönderdi ve durumu Peygamberimiz üzülmesin diye, O’ndan sakladı. Müşrikler, bir müddet sonra tekrar toplanıp, Ebu Talib’e yine geldiler, onları oyalamaya çalıştı. Fakat inadlarında ısrar ettiler.

Ebu Talib, çok sevdiği yeğeninin kırılmasını istemediği gibi, kavmiyle aralarında herhangi bir düşmanlık çıkmasını da arzu etmiyordu. Peygamberimize gelip;

– Ey Muhammed! Bütün kavim sana düşmanlıkta birleştiler ve bana şikayete geldiler. Akraba arasında düşmanlık, iyi değildir. Onlar kendilerine kafir dememeni ve bozuk yolda olduklarını söylemeyip, kötülememeni isterler, dedi.

Bunun üzerine Efendimiz;

– Ey amca! Şunu bil ki, güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler ben asla bu dinden ve onu insanlara tebliğ etmekten, bildirmekten vazgeçmem. Ya, Allahü teâlâ bu dini bütün cihana yayar, vazifem biter; veya bu yolda canımı feda ederim, buyurdu ve ayağa kalktı.

Mübarek gözleri yaş ile dolmuştu. Resulullah efendimizin üzüldüğünü gören Ebu Talib, söylediklerine pişman oldu ve

O’nun boynuna sarılarak;

– Ey kardeşimin oğlu! Yoluna devam et, istediğini yap. Ben hayatta oldukça seni himaye edip, koruyacağım, bundan endişen olmasın! dedi.

O’nun düşmanı benim düşmanımdır

Müşrikler, düşmanlıklarının dozunu gün be gün artırıyorlar… Peygamberimize mani olmak için her yolu deniyorlar… Bir gün müşriklerin ileri gelenlerinden on kişi, Umare bin Velid’i de yanlarına alarak Ebu Talib’e gittiler:

– Ey Ebu Talib! Bilirsin ki, bu Umare, Mekke gençlerinin, en güçlüsü, en ahlaklısıdır. Ayrıca şairdir. Onu sana verelim, kendi işlerinde kullan. Umare’nin karşılığında bize Muhammed’i ver, öldürelim. Sana adam karşılığında adam! Daha ne istersin! dediler.

Ebu Talib, bu söze son derece hiddetlendi.Sabrı taşmıştı artık:

– Siz, önce bana kendi oğullarınızı verin. Onları ben öldüreyim. Ondan sonra yeğenimi vereyim.

– Bizim çocuklarımız, O’nun yaptığını yapmıyor ki…

– Yemin ederim ki, benim yeğenim sizin çocuklarınızın cümlesinden hayırlıdır. Demek, siz oğlunuzu bana verecek, benim ciğerparemi alıp öldüreceksiniz ha!…

Dişi deve bile yavrusundan başkasını özlemez ve esirgemez. Bu iş akıl ve mantıktan çok uzaktır. Artık iş çığrından çıkmıştır. Kim ciğerparem Muhammed’in düşmanı ise, ben de onun düşmanıyım. Bunu böylece bilin ve elinizden ne gelirse yapın! dedi.

Müşrikler, hışımla yerlerinden kalkıp gittiler. Ebu Talib, hemen Haşim oğullarını ve Abdülmuttalib oğullarını topladı. Onlara durumu anlatıp; sevgili Peygamberimize yardım etmeye ikna etti. Resulullah’ı öldürmeye kalkan kollar kırılacaktı. Bu konuda müşriklere karşı birleştiler. Sadece Ebu Leheb katılmadı

Ebu Talib onlara;

– Ey yiğitler! Yarın herbiriniz kılıçlarınızı belinize takın ve benim ardımdan gelin dedi.

Ertesi günü Ebu Talib, Peygamber efendimizin evine gitti. Hep beraber Harem-i şerife doğru yürüdüler. Haşim oğullarının yiğitleri onları takib ediyorlardı. Kabe’ye varıp müşriklerin karşılarına geçtiler.

Ebu Talib, müşriklere;

– Ey Kureyş topluluğu! Kardeşimin oğlunu öldürmeye karar aldığınızı duydum. Bu arkamdaki gençlerin, elleri kılıçlarında sabırsızlıkla bir işaretimi beklediklerini biliyor musunuz? Yemin ederim ki, Muhammed’i öldürecek olursanız, hiç birinizi sağ bırakmam!… dedikten sonra, sevgili Peygamberimizi öven şiirler söylemeye başladı. Başta Ebu Cehl olmak üzere, orada bulunan müşrikler dağıldılar.

Kureyş’in ileri gelen müşrikleri, artık, Peygamber efendimizi yalnız gördükleri zaman, üzerine saldırırlar, hakaret etmeye, hatta dövmeye kalkışırlardı. Eshabına da işkence yapmaktan geri durmazlardı.

Bir gün Kureyş’in ileri gelen müşrikleri, Kabe-i şerifin yanında oturuyorlardı. Peygamber efendimizden bahsetmeye başladılar.

O anda Efendimiz, Kabe’yi ziyarete geldi. Hacer-i esvedi öpüp tavafa başladı. Onların yanından geçerken, müşrikler, Peygamber efendimize hakaret dolu sözler söylemeye başladılar. Resulullah efendimiz buna çok üzüldüler. Fakat bir şey demeyip tavafa devam ettiler.

Üçüncü defa yanlarından geçerken yine de merhamet edip şöyle buyurdu;

– Ey Kureyş! Beni dinleyin! Nefsim yed-i kudretinde bulunan Allahü teâlâya yemin ederim ki, bana, sizin perişan olacağınız bildirildi…

Eziyet, işkence ve zulüm…

Bir gün müşrikler Kabe’de toplanıp, Peygamber efendimizin aleyhinde atıp tutuyorlardı. O sırada Resulullah efendimiz orayı teşrif etti.

Müşrikler, hemen Allahü teâlânın Habibinin üzerine saldırdılar. İçlerinde en bedbaht olanlardan Ukbe bin Mu’ayt, sevgili Peygamberimizin mübarek yakasına yapıştı.

Mübarek boynunu nefes alamayacak kadar sıktı. O anda oraya gelen hazret-i Ebu Bekir;

– Rabbim Allah’dır diyen bir kimseyi öldürecek misiniz? Size Rabb-il-aleminden ayet getirdi… diye bağırarak, Resulullah’ı korumak için aralarına daldı.

Müşrikler, Habibullahı barıkıp, hazret-i Ebu Bekir-i Sıddik’a saldırdılar. Mübarek başına yumruk ve tekme vuruyorlardı. Utbe bin Rebia denilen bedbaht, hazret-i Ebu Bekir’in mübarek yüzüne ayakkabılarıyla vurdu ve kan içinde bıraktı. Tanınmayacak hale getirdi.

Teymoğulları yetişip ayırmasalardı, öldürünceye kadar döveceklerdi. Kabilesinden olanlar, bitkin ve perişan bir hale gelen hazret-i Ebu Bekir’i, bir çarşafın içine koyarak evine götürdüler. Hemen geri dönüp Kabe’ye geldiler;

– Eğer Ebu Bekir ölecek olursa, yemin olsun ki, biz de Utbe’yi gebertiriz!” dediler. Sonra hazret-i Ebu Bekir’in yanına gittiler.

Ebu Bekir, uzun bir süre kendine gelemedi. Babası ve Beni Teymliler, ayılması için çok uğraştılar. Ancak akşama doğru kendine gelebildi. Gözlerini açar açmaz ezik bir sesle;

– Resulullah ne yapıyor? O, ne haldedir? O’na da dil uzatmışlar, hakaret etmişlerdi, diyebildi. Annesi Ümm-ül-Hayr’a;

– Sor bakalım, bir şey yer veya içer mi? dediler. Ebu Bekir-i Sıddik’in hiç takati yoktu. Bir şey yemek ve içmek de istemiyordu. Onun derdi başkaydı. Annesi sordu:

– Ne yersin, ne içersin?

– Resulullah ne haldedir, ne yapıyor, sen onu söyle bana?

– Vallahi arkadaşın hakkında hiç bir bilgim yok!

– Hattab’ın kızı Ümmü Cemil’e git, Resulullah’ı oradan sor!

Ümmü Cemil hazret-i Ömer’in kız kardeşi olup, Müslüman olmuştu. Annesi Ümm-ül-Hayr, kalkıp, Ümmü Cemil’in yanına gitti durumu anlattı. O çok üzüldü. Hazret-i Ebu Bekir’in yanına geldiler. Ümmü Cemil, Ebu Bekir-i Sıddik’ı böyle perişan görünce, kendisini tutamıyarak çığlık kopardı :

Sana bunu yapan bir kavim, muhakkak azgın ve taşkındır. Allahü teâlâdan dileğim, yaptıklarının karşılığını bulmalarıdır, dedi. Hazret-i Ebu Bekir sordu:

– Resulullah ne yapıyor, ne haldedir?

– Burada annen var, söylediğimi işitir

– Ondan sana bir zarar gelmez, sırrını yaymaz.

– Hayattadır, hali iyidir. Erkam’ın evindedir.

Hazret-i Ebu Bekir rahatlamamıştı;

– Vallahi, Resulullah’ı gidip görmedikçe, ne yemek yer, ne de bir şey içerim!

Herkes uyuyup, ortalık tenhalaşınca, hazret-i Ebu Bekir, annesine ve Ümmü Cemil’e dayanarak, yavaş yavaş Resulullah’ın yanına vardı. Ebu Bekir’in bu hali, Peygamber efendimizi çok üzdü. Hazret-i Ebu Bekir; Annesinin Müslüman olması için dua talep etti. Bu duanın bereketi ile Ümm-ül-Hayr da hidayete kavuşup, Müslüman oldu ve ilk Müslümanlar arasında olmak şerefine kavuştu.

Ebu Leheb’in elleri kurusun

Peygamber efendimizin evi, Ebu Leheb ile Ukbe bin Ebi Mu’ayt denilen iki azılı müşrikin evleri arasında… Bunun için her fırsatta sevgili Peygamberimize eziyet etmeye, sıkıntı vermeye çalışırdı bu iki nasipsiz…

Geceleri hayvan işkembelerini Resulullah efendimizin kapısının önüne atarlardı. Amcası Ebu Leheb, bununla yetinmez, komşusu Adiy’in evinden, O’na taş atarak eziyet ederdi. Karısı Ümmü Cemil ondan aşağı kalmaz, topladığı dikenli ağaç dallarını Resulullah’ın mübarek ayaklarına batması için geçeceği yollara dökerdi.

Ebu Leheb bir gün, getirdiği pisliği, Peygamber efendimizin kapısı önüne dökerken, hazret-i Hamza gördü. Hemen koşup kardeşi Ebu Leheb’i yakaladı ve getirdiği pisliği başına döktü.

Ebu Leheb ve karısının bu eziyetlerinden sonra, onlar hakkında mealen; “Ebu Leheb’in elleri kurusun, zaten kurudu…” diye başlayan Tebbet suresi nazil oldu.

Ebu Leheb’in karısı Ümmü Cemil, kendileri hakkında sure indiğini işitince, Peygamber efendimizi aramaya başladı. Kabe’de olduğunu öğrenince, eline koca bir taş alıp oraya gitti. Hazret-i Ebu Bekir, o anda Peygamberimizin sohbetiyle şerefleniyordu. Ümmü Cemil’i elinde taş olduğu halde görünce;

– Ya Resulallah! Ümmü Cemil geliyor. Çok şerli bir kadın, size zarar vermesinden korkuyorum. Bir köşeye çekilseydiniz de eziyete maruz kalmasaydınız, dedi. Resulullah efendimiz;

– O beni göremez! buyurdu. Ümmü Cemil, hazret-i Ebu Bekir’in başına dikilip;

– Ey Ebu Bekir! Çabuk söyle, o arkadaşın nerede? Beni ve kocamı hicv edip, kötülemiş. O şairse ben de, kocam da şairiz. İşte ben de O’nu hicv ediyorum. Biz O’na isyan ediyor, peygamberliğini kabul etmiyor ve dininden de hoşlanmıyoruz. Yemin ederim ki, eğer O’nu bir görseydim, şu taşı başına vuracaktım… diyerek alçakca sözler söyledi.
Ebu Bekir, “Benim sahibim şair değildir ve seni hicv etmemiştir” deyince, Ümmü Cemil çekip gitti. Peygamber efendimiz;

– Beni görmedi. Allahü teâlâ, onun gözünü, beni göremez hale getirdi, buyurdu.

Peygamber efendimizin, mübarek kızlarından hazret-i Ümmü Gülsüm, Ebu Leheb’in oğlu Uteybe ile; hazret-i Rukayye de öteki oğlu Utbe ile nişanlı olup, henüz evlenmemişlerdi.

Tebbet suresi nazil olunca, Cehennemlik Ebu Leheb, karısı ve Kureyş’in ileri gelenleri Utbe ve Uteybe’ye; “O’nun kızlarını alıp, yükünü hafiflettiniz. Kızlarını boşayın ki, zahmete düşsün. Size Kureyş’ten istediğiniz kızı alalım” diye teklif ettiler.

Uteybe denilen alçak, Peygamberimizin huzur-ı şerifine gelip; “Ey Muhammed! Ben, seni ve dinini tanımıyorum. Kızını da boşadım. Artık ne sen beni sev, ne de ben seni! Ne sen bana gel, ne de ben sana gelirim!..” diye hakaret etti.

Sonra, sevgili Peygamberimize saldırıp, mübarek yakasına yapıştı. Gömleğini yırttı ve hakarette bulundu. Bunun üzerine sevgili Peygamberimiz; “Ya Rabbi! Buna canavarlarından birini musallat et!” diye beddua buyurdu.

Bir kaç gün sonra Uteybe ticaret için sefere çıktı. Kafile, Zerka denilen yerde yatmak üzere konaklamıştı. Uteybe, yüksekçe bir yere yattı. Gece, bir aslan geldi. Kafiledekileri birer birer koklayarak Uteybe’nin yanına vardı. Üzerine sıçrayıp karnını yardı, başını koparttı ve feci bir şekilde Cehenneme gönderdi…

Lâ ilâhe illâllah deyiniz

Sevgili Peygamberimiz, her türlü sıkıntıya rağmen insanları ebedi saadete çağırıyor… Onları, Allahü teâlânın varlığına, birliğine davet ediyor…Onların Cehennemde yanmamaları için çırpınıyor…

Fakat, müşrikler , “Biz babalarımızın dininden vazgeçmeyiz!” diyerek putperestlikte ısrar ediyorlar…

Peygamber efendimiz, onları insanca yaşamaya, haysiyetli ve şerefli olmaya, kıymetsizlikten kurtulup, yüksek, yüce makamlara çıkarmaya davet ediyor. Onlar ise inadlarında diretiyorlar ve eziyette bulunuyorlardı.

Hakaret ve eziyet edenlerin başında da amca Ebu Leheb…

Bu nasipsiz, Resulullah’ı devamlı takib ediyor, insanları, O’nu dinlemekten vazgeçirmeye, zihinlerinde şüphe meydana getirmeye uğraşıyordu. Toplantı yerlerinde, panayırlarda, Resulullah efendimiz;

– Ey insanlar! La ilahe illallah deyiniz ki kurtulasınız! buyurdukça, o hemen arkasından yetişip;

– Ey insanlar! Bu konuşan benim yeğenimdir. Sakın O’nun sözüne inanmayın, O’ndan uzak durun! diyordu.

Muhammed aleyhisselam bir gün Kabe-i şerifte namaz kılıyordu. Kureyş’in ileri gelenlerinden Ebu Cehil, Şeybe bin Rebia, Utbe bin Rebia, Ukbe bin Ebi Mu’ayt’ın bulunduğu yedi kişilik bir müşrik grubu gelip, Resulullaha yakın bir yere oturdular.
O civarda bir gün önce kesilmiş bir devenin işkembesi ve artıkları vardı. Alçak Ebu Cehl, yanındakilere döndü ve; “İçinizden kim, şu deve işkembesini alıp, Muhammed secdeye varınca iki omuzu arasına kor” diye, çirkin bir teklifte bulundu.

Oradakilerin en zalimi, en gaddarı, en merhametsizi, en bedbahtı olan Ukbe bin Ebi Mu’ayt; “Ben yaparım” diyerek hemen kalktı. İşkembeyi içindekilerle birlikte, secdede iken Peygamberimizin mübarek omuzlarına koydu.

Bunu seyreden müşrikler, katıla katıla gülmeye başladılar. Peygamber efendimiz, secdesini uzatıyor, mübarek başını kaldırmıyordu. O sırada Eshab-ı kiramdan Abdullah bin Mes’ud vaziyeti gördü.

O, bu hadiseyi şöyle anlatıyor:

“Resulullahı o halde görünce kan beynime sıçradı. Fakat, beni müşriklerin elinden koruyacak bir kavmim, kabilem yoktu. Kimsesizdim, zayıftım. O anda konuşmaya bile gücüm yetmiyordu. Ayakta bekleyip duruyor, Resulullahı büyük bir üzüntü içinde seyrediyordum.

Ne olurdu, o zaman kendimi müşriklerden koruyabilecek bir gücüm veya koruyucum olsaydı da, Resul aleyhisselamın mübarek omuzuna koyduklarını kaldırıp atsaydım.

Ben böyle beklerken, Resulullah’ın kızı hazret-i Fatıma’ya haber verdiler.

O zaman Hz. Fatıma küçüktü. Koşarak geldi, babasının üzerindekileri attı. Bunu yapanlara beddua etti, ağır sözler söyledi. Resulullah efendimiz, hiç bir şey olmamış gibi namazını tamamladıktan sonra üç defa; isim isim sayıp hepsini Allahü talaya havale etti.

Resulullah efendimiz, Ebu Cehl’e; “Vallahi sen, ya bundan vazgeçersin veya Allahü teâlâ başına bir felaket indirecektir” buyurdu.

Allahü teâlâya yemin ederim ki, Resulullah’ın isimlerini söylediği bu kimselerin herbirinin, Bedir muharebesinde öldürülüp yerlere serildiklerini, sıcaktan kokmuş bir leş halinde Bedir çukuruna doldurulduklarını gördüm.”

Alay edenlerin hakkından geliriz

Kureyş müşrikleri çıldırıyorlar… Çünkü ne yapsalar kar etmiyor… İslâmiyet çığ gibi büyüyor. Önüne atılan, çalı-çırpı, taş, kaya, kütük vs. de kar etmiyor…Yürüyen dağ gibi ilerliyor.

Bu hali gören müşriklerin başı Ebu Cehil üzüntüsünden ne yapacağını şaşırmış halde… Tertip üzerine tertip kuruyor. Bir gün, Beytullah’da, Kureyşli müşriklere hain emelini şöyle açıklıyor:

– Ey Kureyş topluluğu! Görüyorsunuz ki, Muhammed, dinimizi ayıplamak, putlarımıza ve ona tapan babalarımıza dil uzatmak, bizlere akılsız gözüyle bakmaktan geri durmuyor. Huzurunuzda yemin ederek söylüyorum ki, yarın kolay kolay taşıyamıyacağım bir taşı, buraya gelip namaz kılarken secdeye kapandığında, başına hızla vuracağım. O zaman siz beni, Abdülmuttalib oğullarına karşı ister koruyun, ister korumayın. Ben O’nu öldürdükten sonra, akrabaları bana istediğini yapsın…

Müşrikler arka çıktılar:

– Yemin ederiz ki, biz seni hem koruruz, hem de hiç kimseye teslim etmeyiz. Yeter ki, sen O’nu öldür! diyerek kışkırttılar.

Sabahleyin Ebu Cehil, elinde kocaman bir taş olduğu halde Kabe’ye geldi. Müşriklerin yanına oturup beklemeye başladı.

Efendimiz her zamanki gibi Beytullah’a gelip namaz kılmaya başladı.

Ebu Cehil, yerinden kalkıp, elindeki kocaman taşı vurmak üzere, Resulullah’a doğru yürüdü. Bütün müşrikler hadiseyi heyecanla takib ediyorlardı. Ebu Cehil, Resulullah’ın yanına yaklaşınca, birden titremeye başladı. Koca taş elinden yere düştü. Benzi kül gibi olup, büyük bir korku ile geri çekildi. Müşrikler hayretle Ebu Cehil’in yanına varıp;

– Ey Amr bin Hişam! Söyle, ne oldu? diye sordular. Ebu Cehil de;

– Tam O’nu öldürmek için taşı kaldırdığımda, önüme hırçın bir deve çıktı. Yemin ederim ki, ömrümde; öyle yüksek ayaklı, keskin dişli, heybetli bir deve ne gördüm ne de işittim. Eğer biraz daha yaklaşsaydım, muhakkak beni öldürürdü, dedi…

Bir gün de Kainatın efendisi, Kabe’de namaza durmuştu. Ebu Cehil de arkadaşları ile oturuyordu. Yerinden kalkarak, Resulullah doğru yürüdü. İyice yaklaştı. Fakat birden bire eliyle yüzünü silerek kaçmaya başladı. Müşrikler yanına gidip;

– Ne oldu, nedir bu halin? dediler. Ebu Cehil

– Aramızda bir ateş kuyusu meydana geldi. Bazı kimselerin üzerime hücum ettiğini görünce, geri döndüm, diye cevap verdi.

Velid bin Mugire, Ebu Cehil (Amr bin Hişam), Esved bin Muttalib, Ümeyye bin Halef, Esved bin Abdiyagves, As bin

Vail, Haris bin Kays gibi müşriklerin ileri gelenleri, Resulullah’ı gördükçe alay ederlerdi.

Habib-i ekremin çok üzüldüğü bir gün, Cebrail aleyhisselam geldi ve bazı ayet-i kerimeler getirdi. Bu ayetler mealen şöyleydi:

“And olsun ki, senden önce gönderilen peygamberlerle de istihza edildi. Onları, peygamberleri istihza edenleri, istihzalarının karşılığı olarak bela ve azab çepeçevre kuşatıverdi.” (En’am suresi: 10) “Muhakkak ki biz, seninle alay edenlere karşı kafiyiz. Onlar, o kimselerdir ki, Allahü teâlâ ile beraber başka bir ilah tanırlar. Onlar, yakında başlarına gelecek akıbeti bileceklerdir. Gerçekten biliriz ki, Onların sözlerine, göğsün daralıyor, için sıkılıyor” (Hicr suresi: 95-97)

Alay edenler cezalarını buldu

Kureyşli müşrikler, Resulullah efendimizi yolundan döndüremiyeceklerini anladılar… Bu defa taktik değiştirip iftira kampanyasına başladılar… Akıllarınca böylece Müslüman olmalarına mani olacaklardı.

Efendimiz hakkında, ortaya akla hayale gelmeyecek iftiralar edip, edepsizce laflar ediyorlardı. Peygamberimiz bu muamelelerden müteessir oluyor ve teessürlerinin izi mübarek çehrelerinde görülüyordu. Üzüntüleri had safhaya çıkmıştı.

Bir gün Kainatın sultanı Kabe-i muazzamayı tavaf ederken, Cebrail aleyhisselam geldi, “Ben seninle alay edenlerin hakkından gelmek üzere emir aldım” dedi. Biraz sonra Velid bin mugire önlerinden geçti. Cebrail aleyhisselam Efendimize sordu:

– Bu geçen nasıl bir kimsedir?

– O, Allahü teâlânın en kötü kullarından biridir.

Cebrail aleyhisselam, Velid’in bacağına işaret etti ve; “Hakkından geldim” dedi. Biraz sonra As bin Vail geçiyordu. Onu da sorup aynı cevabı alınca, karnına işaret etti ve; “Ona da haddini bildirdim” dedi.

Esved bin Muttalib geçince, gözüne; Abdiyagves’i görünce, başına işaret etti. Haris bin Kays geçerken de karnına işaret edip;
– Ya Muhammed! Allahü teâlâ bunların şerrinden seni kurtardı. Yakında bunların her biri bir belaya uğrar, dedi.

Bunlardan As bin Vail’in ayağına diken battı. Ne kadar ilaç yaptılarsa da derdine çare bulamadılar. Nihayet ayağı deve boynu gibi şişip; “Muhammed’in Allahı beni öldürdü” diye feryad ederek can verdi.

Esved bin Muttalib’in gözleri kör oldu. Başını ağaca çarpa çarpa helak etti kendini. Esved bin Abdiyagves, Bad-ı Semum denilen yerde iken, yüzü ve gövdesi simsiyah oldu. Evine gelince tanımadılar ve kapıdan kovdular. Kahrından başını evinin kapısına vura vura öldü.

Haris bin Kays da tuzlu balık yemişti. Harareti arttıkça arttı. Ne kadar su içtiyse kanmadı. Sonunda çatladı. Velid bin Mugire’nin de baldırına demir parçası battı. Yarası iyileşmedi, çok kan kaybetti feryad ederek can verdi. Böylece her biri yaptıklarının karşılığını görmüş oldu.

Sevgili Peygamberimiz, bir gün Hakem bin Ebü’l-As’a rastladı. Yanından ayrıldıktan sonra Hakem, Resulullah efendimizin arkasından alay ederek; ağzını, yüzünü ve vücudunu oynattı.

Resul-i ekrem, Hakem’in yaptıklarını nübüvvet nuru ile gördü ve öyle kalması için dua buyurunca, vücudunu bir titreme aldı, ömrünün sonuna kadar öyle kaldı.

Allah’ım, senden gelene razıyım

Müşrikler sadece Peygamber efendimize eziyet etmiyordu. O’nun şanlı Eshabına da işkence yapıyorlardı. Bilhassa fakir, kimsesiz olanları tercih ediyor, ellerinden gelen, akla hayale sığmayan baskı ve zulmü hiç çekinmeden yapıyorlardı.

Bunlardan biri de Bilal-i Habeşi idi. Ümeyye bin Halef isminde bir müşrikin kölesi olan hazret-i Bilal, Ebu Bekir-i Sıddik’ın vasıtası ile Müslüman olmuştu.

Ümeyye, on iki kölesinden en çok Bilal’ı sevdiği için, puthaneye bekçi yapmıştı. Hazret-i Bilal, Müslüman olunca, puthanedeki bütün putları secde vaziyetine getirdi. Bu haber Ümeyye’ye ulaşınca, büyük bir dehşete kapıldı. Çağırtıp;

– Sen Müslüman olmuşsun. Muhammed’in Rabbine secde ediyormuşsun, öyle mi? diye sordu. Hazret-i Bilal de;

– Evet. Büyük ve yüce olan Allahü teâlâya secde ederim, dedi.

İşte bu cevaptan sonra, tarihte az görülen akıl almaz işkencelere muhatap oldu hazret-i Bilal…

Hazret-i Bilal’e yaptıkları bütün tehditlerden, zorlamalardan bir netice alamadı müşrikler… Bu defa tehdidi işkenceye çevirdiler… Hem de ne işkence…

Öyle vakti güneş tam tepeye geldiğinde, onu soyup, sıcaktan kavrulmuş taşları, çıplak vücuduna koyarak dağladılar.

Ateş gibi yanan taşların bir kısmını arkasına, bir kısmını da karnı üzerine yığdıktan sonra;

– İslâm dininden dön!.. Lat ve Uzza putlarına iman et, diyorlar… Hz. Bilal ise;

– Allahü teâlâ birdir! Allahü teâlâ birdir! diyerek imanını bildiriyordu.

Ümeyye bin Halef, onun bu sabrını gördükçe deliye dönüyor, dikenler üzerinde süründürerek vücudunu yaralıyor ve işkence ediyordu. Hazret-i Bilal, vücudundan akan kanlara aldırmadan;

– Allahım! Senden gelene razıyım. Allahım! Senden gelene razıyım, diyordu.

Hazret-i Bilal, bu halini şöyle anlatmıştır:

O habis Ümeyye, beni, günün sıcağında bağlayıp, devamlı azab ederdi.

Hıncını almak için, bir gün çok büyük bir kayayı göğsümün üzerine koydu. O anda bayılmışım. Ayıldığımda, üzerimdeki kayanın kalkmış ve güneşin buluta girmiş olduğunu gördüm. Allahü teâlâya şükrettim ve kendi kendime;

“Ey Bilal! Cenab-ı Hak’tan gelen her şey güzeldir, hoştur” dedim.”

Ümeyye bin Halef, yine bir gün Bilal-i Habeşi’ye işkence yapmak için dışarı çıkarmıştı. Elbiselerini çıkarıp sadece bir don ile, yakıcı sıcakta kızgın kumlara yatırıp, üzerine taşlar yığmıştı. Müşrikler toplanıp ağır işkenceler yapıyorlar;

“Dininden dönmezsen seni öldüreceğiz” diyorlardı. Bilal-i Habeşi, bu dayanılmaz işkenceler altında; “Allah birdir! Allah birdir!” diyordu.

Bu sırada sevgili Peygamberimiz oradan geçiyordu. Hazret-i Bilal-i Habeşi’nin bu halini görünce çok üzüldü;
– Allahü teâlânın ismini söylemek seni kurtarır, buyurdu.

Evine döndükten biraz sonra, yanına hazret-i Ebu Bekir geldi. Bilal-i Habeşi’nin çektiği işkenceyi, Ebu Bekir-i Sıddik’a anlatıp;

– Çok üzüldüm! buyurdu. Efendimizin üzüldüğünü gören, Hazret-i Ebu Bekir, hemen oraya gitti. Müşriklere;

– Bilal’e böyle yapmakla elinize ne geçer? Bunu bana satın! dedi.

– Dünya dolusu altın versen satmayız. Fakat, senin kölen Amir ile değişiriz dediler.

Hazret-i Ebu Bekir’in kölesi Amir, onun ticaret işlerini yapar ve çok para kazanırdı. Yanında şahsi malından başka, on bin altını vardı. Hazret-i Ebu Bekir’in yardımcısı olup, her işini yürütürdü. Fakat müşrik idi ve küfründe ısrar ediyordu. Hazret-i Ebu Bekir;”Amir’i bütün malı ve paraları ile Bilal için size verdim” buyurdu.

Ümeyye bin Halef ve diğer müşrikler çok sevinip; “Ebu Bekir’i aldattık” dediler. Hazret-i Ebu Bekir, hemen Bilal-i Habeşi’nin üzerindeki ağır taşları atıp ayağa kaldırdı. Bilal-i Habeşi ağır işkenceler sebebiyle çok halsizleşmişti.

Elinden tutup, doğruca sevgili Peygamberimizin huzuruna getirdi.

– Ya Resulallah! Bilal’i, bugün Allah rızası için azad ettim dedi.

Resulullah efendimiz, çok sevindi. Hazret-i Ebu Bekir’e çok dua buyurdu. O sırada Cebrail aleyhisselam; Ebu Bekir’in Cehennemden uzak olduğunu müjdeleyen, Leyl suresinin 17. ve 18. ayet-i kerimelerini getirdi. Ayet-i kerimelerde mealen; “Ziyade takva sahibi olup, malını, Allahü teâlânın katında pak olmak için hayr yolunda harcayan kimse, Cehennemden uzaklaştırılmıştır” buyuruldu.

Demirden gömlek

Müşriklerin en çok işkence ettiklerinden biri de Habbab bin Eret hazretleridir. Çünkü o kimsesizdi… Ümmü Enmar adlı müşrik bir kadının kölesi idi. Onu koruyacak bir akrabası olmadığı için, müşrikler toplanırlar, mübarek vücudunu soyup, üzerini dikenlerle tararlardı.

Bazan da çıplak vücuduna demirden gömlek giydirip, güneş altında bekletirlerdi. Güneşte veya ateşte ısıttıkları taşları çıplak vücuduna bastırırlar;

– Dininden dön! Lat ve Uzza’ya tap! derler, Habbab da imanında ısrar eder;

– La ilahe ilallah, Muhammedün resulullah, diyerek onlara karşı koyardı.

Müşrikler, bir gün toplanıp bir meydanda ateş yaktılar. Hazret-i Habbab’ı bağlayıp, getirdiler. Soyarak, ateşin üzerine yatırdılar. Ya dininden döndürecekler veya ateşte yakacaklardı. Ateşin ortasına sırt üstü yatırılan hazret-i Habbab;”Allahım! Halimi görüyor, durumumu biliyorsun. Kalbimdeki imanı sabit et, büyük bir sabır ihsan eyle!” diye dua ediyordu.

Müşriklerden biri ayağıyla Habbab’ın göğsüne bastı. Fakat onlar, Allahü teâlânın inananları koruduğunu bilmiyorlardı. Yıllar sonra bu hadiseyi Habbab’a sorduklarında, sırtını açıp yanık izlerini göstererek;”O ateşi ancak benim etim söndürmüştü” dedi.

Hazret-i Habbab’a dışarıda böyle işkence ederlerken, sahibi Ümmü Enmar da, dininden döndürmek için ateşte demiri kızartır ve başına basarak dağlardı. O, dini için bütün bu acılara katlanır, teklif ettiklerini yerine getirmez ve imanından dönmezdi.

Bir gün hazret-i Habbab, sevgili Peygamberimizin huzurlarına çıktı ve;

– Ya Resulallah! Müşrikler dışarda beni gördükleri yerde ateşte yakıyorlar. Evde, sahibim Ümmü Enmar da kızartılmış demirle başımı dağlıyor. Duanızı istirham ediyorum! dedi.

Sonra sırtındaki ve başındaki yanıkları gösterdi. Peygamber efendimiz, bu haline çok acıdı. Dininden dönmemek için çektiği ıstıraba, yapılan zulme dayanamadı ve;

– Ya Rabbi! Habbab’a yardım et! diyerek duada bulundu.

Cenab-ı Hak, Resulünün duasını anında kabul buyurdu ve Ümmü Enmar’ın başına şiddetli bir ağrı verdi. Ümmü Enmar, başının ağrısından sabahlara kadar inlerdi…

Çare olarak ateşte kızdırılmış bir demirle başının dağlanmasını söylediler. Sonunda Habbab’ı çağırarak, demir çubuğu ateşte kızartmasını ve başını dağlamasını emretti… Habbab da demirle onun başını dağlardı…

Fakat eziyet ve işkenceler de dayanılmaz halde devam ediyordu. Olup bitenleri Kainatın efendisine arzedip;

– Ya Resulallah! Çektiğimiz işkencelerden kurtulmamız için, dua buyurur musunuz? dedi.

Bunun üzerine Resulullah efendimiz;

– Sizden önceki ümmetler içinde öyle kimseler vardı ki, demir tarakla derileri, etleri soyulup kazınırdı da, bu işkence yine onları dininden döndüremezdi. Testere ile tepesinden ikiye bölünürdü de, yine bu işkenceler onları dinlerinden geri çeviremezdi. Allahü teâlâ elbette bu dini tamamlayacaktır. Bütün dinlerden üstün kılacaktır. Fakat, siz acele ediyorsunuz, buyurdular ve sırtını okşayıp dua ettiler.

Resulullahın ruhlara gıda ve şifa olan bu latif sözleri, Habbab’ın acılarını dindirmişti…

Hazret-i Erkam’ın evi

Sevgili Peygamberimiz, İslâmiyet’in yayılması ve öğrenilmesi için emniyetli bir yer arıyordu… Sonunda birçok özelliklerinden dolayı, bu mukaddes vazife için Dar-ül-Erkam’ı yani hazret-i Erkam’ın evini kendine karargah seçti.

Evin yeri, giriş ve çıkışı, gelip geçenleri kontrol etmek bakımından çok elverişli… Ayrıca hazret-i Erkam, Mekke’nin ileri gelenlerinden, itibarı yüksek bir zat. Habib-i Ekrem efendimiz, bu evde Eshabına İslâmiyeti anlatıyordu. Birçok kimse buraya gelip İslâmiyetle şereflendiler.

Gelenler, Efendimizin mübarek sözlerini, adeta yutarcasına, hiç bir kelimesini kaçırmadan, ezberlerlerdiler. Peygamberimiz, gündüzlerini Erkam’ın evine ayırıyor ve sabahtan akşama kadar Eshabını yetiştirmekle meşgul oluyorlardı. Burası Müslümanların ilk karargahı idi. İlk Müslümanlar burada toplanırlar, böylece müşriklerin her türlü kötülüklerinden korunmuş olurlardı.

İlk Müslümanlardan olan, Ammar bin Yaser de burada Müslüman olmuştu.

Ammar Müslümanlığını açıklamaktan çekinmeyen mücahidlerden biri… Dininden dönmemek için en ağır işkencelere katlanırdı. Müşrikler onu yalnız buldukları zaman, Ramda mevkiine, Mekke kayalıklarına götürürler, elbiselerini çıkarıp, demir gömlek giydirirlerdi.

Bu şekilde yakıcı güneşin altında bekletilir ve işkence edilirdi. Bazan da sırtı ateşle dağlanır, bitmez tükenmez işkencelere uğrardı. Her defasında;

– İnkar et!.. İnkar et!.. Lat ve Uzza’ya tap da kurtul!.. derlerdi. Hazret-i Ammar, bu dayanılmaz işkencelere büyük bir sabırla;

– Rabbim Allah, peygamberim Muhammed aleyhisselamdır, diyerek karşılık verirdi.

Müşrikler buna daha çok sinirlenirler, göğsü üzerine, sıcaktan yanmış kayaları koyarlar, bazan da kuyu içine atarak suda boğmaya çalışırlardı.

Ammar bin Yaser bir gün sevgili Peygamberimizin huzurlarıyla şereflendiğinde;

– Ya Resulallah! Müşriklerin bize yaptığı işkenceler son haddine vardı, deyince, Peygamberimiz, hazret-i Ammar’ın haline acıdılar ve;

– Sabr ediniz ey Yakzan’ın babası! buyurdular. Sonra da, Ya Rabbi! Ammar ailesinden hiç kimseye Cehennem azabını tattırma, diye dua ettiler.

Bir gün Batha denilen yerde, Yaser ailesine topluca işkence yapılırken, Peygamberimiz oradan geçiyordu. Eshabının bu dayanılmaz işkencelerini görünce çok üzüldüler. Hazret-i Yaser;

– Ya Resulallah! Zamanımız hep böyle işkence ile mi geçecek? diye sual edince, Efendimiz;

– Sabrediniz ey Yaser ailesi! Seviniz ey Ammar ailesi! Hiç şüphesiz, sizin mükafat yeriniz Cennet’tir, buyurdu.

Bir müddet sonra, önce baba Yaser’i sonra oğlu, Abdullah’ı sonra da anne Sümeyye hatun vahşice şehid ettiler. Yaser ailesi böylece Cennete uçtular. İşte İslâmda ilk şehidler bunlar…

Eshab-ı kiram, ilk zamanlar rahat ibadet yapamazlar, namaz kılacakları zaman kimsenin bulunmadığı yerlere giderler, orada ibadetlerini gizlice yaparlardı. Bir gün tenha bir yerde namaz kılıyorlardı. O sırada, onları takip eden Ahnes bin Şerik ve bazı müşrikler yanlarına gelip ibadetleriyle alay etmeye, kötülemeye başladılar.

Buna dayanamayan hazret-i Sa’d bin Ebu Vakkas ve arkadaşları, müşriklere hücum ettiler. Hazret-i Sa’d, eline geçirdiği bir deve kemiğini, kafirlerden birinin kafasına vurarak yardı. Müşrikler korkarak kaçtılar. Böylece Müslümanlar ilk defa, müşrik kanı akıtmış oldular.

Ebu Zer-i Gıfari ve ilk selam…

İnsanlar, birer-ikişer hidayete kavuşuyordu… İslâmın nuru Mekke dışında da yayılarak alemi aydınlatmaya başlamıştı artık…

İslâmın doğuş ve yayılışı haberi dalga dalga yayılıyordu her tarafa… Nihayet bu haber, Beni Gıfar kabilesine de ulaştı.

Ebu Zerr-il-Gıfari bu haberi işitir işitmez kardeşi Üneys’i Mekke’ye gönderip, durumu araştırmasını istedi. Üneys, dönüşte;

– Vallahi hep hayrı, iyiliği emreden ve kötülüklerden sakındıran pek yüce bir zat gördüm, dedi.

Ebu Zerr-il-Gıfari sordu:

– Peki, insanlar O’nun hakkında ne diyorlar?

– Şair, kahin, sihirbaz diyorlar. Fakat O’nun sözleri kahinlerin, sihirbazların sözlerine benzemiyor. Ayrıca söylediklerini, şairlerin her çeşit şiirleriyle karşılaştırdım. Onlara da benzemiyor. Benzeri olmayan bu sözler hiç kimsenin sözüyle de ölçülemez. Vallahi, o zat hakkı bildiriyor, doğruyu söylüyor. O’na inanmayanlar yalancı ve sapıklık içindedirler!.

Ebu Zerr-il-Gıfari bu haber üzerine Mekke’ye gitmeye ve Peygamber efendimizi görüp Müslüman olmaya karar verdi.

Mekke’ye varınca, halini kimseye anlatmadı.

Ebu Zer, Mekke’de kimseyi tanımıyordu. Garib ve yabancı idi. Bu bakımdan kimseye birşey sormadı. Kabe’nin yanında Resulullah’ı görmek için fırsat kolluyor, nerede olduğunu öğrenmek için bir işaret arıyordu.

Akşam üstü bir sokak köşesine çekildi. Hazret-i Ali, Ebu Zer’i gördü. Garib olduğunu anlayarak evine götürdü. Halini sormayınca Ebu Zer de sırrını açmadı. Sabah olunca tekrar Kabe’ye gitti. Akşama kadar dolaştığı halde isteğine ulaşamamıştı. Önceki yere gidip oturdu.

Hazret-i Ali, o gece yine oradan geçiyordu. “Bu biçare hala evini öğrenememiş” diyerek tekrar götürdü. Sabahleyin yine Beytullah’a gitti ve oturduğu köşeye çekildi. Hazret-i Ali tekrar evine davet etti. Bu defa nereden ve niçin geldiğini sordu. Ebu Zer cevap verdi:

– Burada bir peygamberin çıktığını işittim. O’nunla görüşmek ve O’na kavuşmak için geldim.

– Şimdi ben o zatın yanına gidiyorum. Beni takib et, benim girdiğim eve sen de gir. Eğer yolda sana bir kimsenin zarar vereceğini anlarsam, ayakkabımı düzeltiyorum gibi davranırım. O zaman beklemeden beni geçip yürürsün!

Ebu Zerr-il-Gıfari, hazret-i Ali’yi takib etti. Sonunda Peygamberimizin mübarek yüzünü görmekle şereflendi. Ve;

“Esselamü aleyküm” diyerek selam verdi.

Bu selam İslâm’da verilen ilk selam ve Ebu Zerr-il-Gıfari de ilk selamlayan kimse oldu. Peygamber efendimiz selamına cevap verdikten sonra sordu:

– Sen kimsin?

– Ben Gıfar kabilesindenim

– Ne zamandan beri buradasın?

– Üç gün üç geceden beri buradayım.

– Seni kim doyurdu?

– Zemzemden başka bir yiyecek, içecek bulamadım. Zemzemi içtikçe, hiç bir açlık ve susuzluk duymadım.

– Zemzem mübarektir. Aç olanı doyurur.

Bundan sonra Ebu Zerr-il-Gıfari, Peygamber efendimize; “Bana İslâm’ı bildir” dedi. Peygamberimiz, ona Kelime-i şehadeti okudu, o da söyleyerek, İslâmiyet ile şereflenip, ilk Müslümanlar arasına katıldı.

Bu, akılsızlık değil mi

Ebu Zer-i Gıfari hazretleri, Müslüman olduktan sonra, iman aşkıyla haykırıp herkese İslâmiyeti duyurmak istiyordu… Bu sebeple Peygamber efendimize;

– Ya Resulallah! Seni hak peygamber olarak gönderen Cenab-ı Hakk’a yemin ederim ki, ben bunu müşriklerin arasında açıkça söyleyeceğim, dedi.

Efendimiz “Peki” demedi. Fakat Ebu Zer, içinde yanan iman ateşi ile yerinde duramıyordu. Kabe yanına gidip, yüksek sesle haykırdı:

– Ey Kureyş topluluğu! “Eşhedü enla ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve resulühu-Ben şehadet ederim ki, Allahü teâlâdan başka ilah yoktur. Muhammed aleyhisselam O’nun kulu ve resulüdür!..

Bunu işiten müşrikler, hemen üzerine hücum ettiler. Taş, sopa ve kemik parçalarıyla vurarak kan içinde bıraktılar. Bu hali gören hazret-i Abbas;

-Bırakın bu adamı, öldüreceksiniz! O, sizin ticaret kervanınızın geçtiği yol üzerinde oturan bir kabiledendir. Bir daha oradan nasıl geçeceksiniz? dedi.

Ebu Zer hazretlerini müşriklerin elinden kurtardı. Ebu Zer, Müslüman olmakla şereflenmenin verdiği sevinçle yerinde duramıyordu. Ertesi gün yine Kabe’nin yanında Kelime-i şehadeti yüksek sesle, bağıra bağıra söyledi. Müşrikler bu defa da dövdüler. Yere yıkıldı. Yine hazret-i Abbas yetişip, ellerinden kurtardı.

Ebu Zer-i Gıfari hazretlerine, Peygamber efendimiz kendi memleketine dönmesini ve orada İslâmiyet’i yaymasını emir buyurdu.

Bu emir üzerine kendi kabilesi arasına dönüp, onlara Allahü teâlânın birliğini, Muhammed aleyhisselamın O’nun resulü olduğunu anlattı. Bildiklerinin gerçek ve doğru olduğunu, taptıkları putların batıl, boş ve manasızlığını söyledi. Kendisini dinleyen kalabalıktan, bir kısmı itiraz etmeye başladı.

Bu sırada, kabilenin reisi Haffaf, bağıranları susturdu:

– Durun, dinleyelim bakalım, ne anlatacak, dedi.

Bunun üzerine, Ebu Zer hazretleri şöyle devam etti:

– Ben Müslüman olmadan önce, bir gün Ruhem putunun yanına gidip, önüne süt koymuştum. Bir köpeğin yaklaşıp sütü içtiğini ve putun üzerine pislediğini gördüm. Putun buna mani olacak güce sahip olmadığını yakinen anladım. Köpeğin bile hakaret ettiği puta tapmak nasıl hoşunuza gider? Bu akılsızlık değil midir? İşte sizin taptığınız budur!…

Herkes başını eğmiş duruyordu. İçlerinden biri sordu:

– Peki senin bahsettiğin Peygamber neyi bildiriyor? O’nun doğru söylediğini nasıl anladın?

O, Allahü teâlânın bir olduğunu, O’ndan başka ilah bulunmadığını, O’nun her şeyi yaratan ve her şeyin maliki, sahibi olduğunu bildiriyor… İnsanları O’na iman etmeye çağırıyor… İyiliğe, güzel ahlaka ve yardımlaşmaya davet ediyor. Kız çocuklarını diri diri toprağa gömmenin ve yaptığınız diğer her türlü kötülüğün, haksızlığın, zulmün çirkinliğini ve bunlardan sakınmayı bildiriyor.

Bu konuşmadan sonra, Onu dinleyenler arasında başta kabile reisi Haffaf ve kendi kardeşi Üneys olmak üzere pek çok kimse Müslüman oldu.

Açıkça müşriklere meydan okuyarak hareket edenlerden biri de İbni Mesud’dur. Bir gün, Kabede, ayakta Besmele-i şerifi çekti ve Rahman suresini okumaya başladı.

Müşrikler, üzerine yürüdüler. Yumruk, tekme ve tokatlarla yüzünü, gözünü morartarak belirsiz hale getirdiler… Fakat Abdullah ibni Mes’ud hiç üzgün değildi. Müşriklerin çaresiz hali onu sevindirmişti. Arkadaşlarına,

– Allahü teâlânın düşmanlarını ben bu günkü kadar zayıf görmedim, dedi.

Kulaklarına pamuk tıkadı

Peygamber efendimiz Mekke’de gece-gündüz insanlara nasihat veriyor; onları, İslâm dinine davet ediyordu… Mekkeli müşrikler, Efendimizin bu gayretlerini boşa çıkarmak için çabalıyorlar; O’nun anlattıklarını kabul edip iman edenlere de, her türlü hakaret, iftira ve işkenceyi reva görüyorlardı…

Resulullahla görüşen, konuşan birini gördüler mi, hemen yanına varıyorlar, O’nu dinlemeyip anlattıklarına inanmaması için her türlü hile ve yalana başvuruyorlardı. Dışarıdan Mekke’ye gelenleri O’nunla görüştürmemek için, ellerinden geleni yapmaktan geri durmuyorlardı.

Müslümanların, sıkıntı içinde olduklarını ve kafirlerden eziyet çektikleri bir zamanda, Tufeyl bin Amr , Mekke’ye gelmişti. Bunu gören müşriklerin önderleri, yanına giderek ikazını yaptı:

“Ey Tufeyl! Aramızda ortaya çıkan Abdülmuttalib’in yetiminin, şaşılacak birçok halleri vardır. Söylediği sözler sihir gibidir. Oğlunu babasından, kardeşi kardeşten, kocayı karısından ayırıyor! Ortaya attığı fikirlerle, ortalığı karıştırıyor, O’nun sözünü işiten oğul, babasına bakmıyor. O’na tabi oluyor. Artık kimse birbirini dinlemeyip, Müslüman oluyor. Korkarız ki, bizim başımıza gelen bu ayrılık belası, seninle kavminin başına da gelir. Sana nasihatimiz olsun, O’nunla sakın konuşma! Ne O’na bir söz söyle, ne de O’nun sözünü dinle! Anlattıklarına kulak asma! Çok dikkatli ol! Burada fazla da kalma!

Hemen çekip git!”

Bundan sonrasını kendisi şöyle anlatıyor:

Yemin ederek söylüyorum, bu sözü o kadar çok söylediler ki, artık O’nunla konuşmamaya ve sözünü asla dinlememeye karar verdim. Hatta Kabe’ye girdiğim zaman, ne olur ne olmaz belki sözlerini duyarım endişesiyle kulaklarıma pamuk bile tıkamıştım.

Ertesi gün, sabahleyin Kabe’ye gittim. Resul aleyhisselamın orada namaz kıldığını gördüm. O’na yakın bir yerde durdum. Cenab-ı Hakk’ın hikmeti olarak, okuduklarından bazısı kulağıma çarptı.

İşittiğim sözler ne kadar güzeldi. Kendi kendime; “Ben, iyiyi kötüden ayırt edemeyecek bir adam değilim. Üstelik şairim. Bunun söylediklerini ne diye dinlemeyeyim? Sözlerini güzel bulursam kabul ederim, güzel gelmezse terk ederim” dedim.

Ve bir tarafa gizlenip, Resulullah namazını kılıp evine hareket edinceye kadar orada bekledim. Sonra peşinden gittim.

Evine girince, ben de girdim ve;

-Ya Muhammed! “aleyhisselam” Ben bu diyara geldiğimde, senin kavmin bana şöyle şöyle dediler. Senden uzak durmamı istediler. Korkumdan sözünü işitmemek için kulaklarıma pamuk tıkadım. Ama Allahü teâlâ senin okuduklarından bir miktarını işittirdi. Onları pek güzel buldum. Şimdi sen, bana ne söyleyeceksen bildir! Kabul etmeye hazırım, dedim.

Resulullah efendimiz bana İslâmiyeti anlattı ve Kur’an-ı kerimden bir miktar okudu. Yemin ederim ki, ömrümde bundan daha güzel söz işitmemiştim. Hemen Kelime-i şehadet getirip Müslüman oldum.O anda dedim ki:

-Ya Resulallah! Ben, kavmimde sözü dinlenen, itibarlı bir kimseyim. Hiç biri sözümden dışarı çıkmaz. Gidip, onları da, İslâm dinine davet edeyim. Dua ediniz de, Allahü teâlâ benim için bir alamet, bir keramet buyursun! Böylece o alamet, kavmimi İslâmiyete davet ederken bana bir kolaylık, bir yardım olsun!

Bu ricam üzerine Resulullah efendimiz; “Ey Allah’ım! Onun için bir ayet, alamet yarat!” diye dua etti.
Karanlık bir gecede, kavmimin oturduğu su başına bakan tepeye vardığım zaman, Resulullahın duası sebebiyle alnımda kandil gibi bir nur peyda oldu ve ışık vermeye başladı.

O zaman; “Ey Allah’ım! Bu nuru alnımdan başka bir yere naklet! Devs kabilesinin cahilleri görüp de, dininden döndüğü için, Alah, onun alnında ilahi bir ceza olarak bunu çıkardı sanmasınlar!” diye dua ettim.

O nur, hemen elimdeki kamçının ucuna gelip kandil gibi asıldı. Kabilemin yanına yaklaşıp da, yokuştan aşağıya inmeye başladığım sırada, orada bulunanlar, elimdeki kamçının başında kandil gibi parlayan nuru birbirlerine gösteriyorlardı. Bu vaziyette yokuştan aşağıya inip evime geldim. Yanıma ilk önce babam gelip, beni bu halde gördü. Bana olan sevgisinden boynuma sarıldı. Babam çok yaşlıydı. Ona dedim ki:

– Ey babacığım! Eğer evvelki halin üzere kalırsan, ne ben sendenim, ne de sen bendensin!

– Sebebi ne ey oğlum!

– Ben artık Muhammed aleyhisselamın dinine girip Müslüman oldum.

– Oğlum, ben de senin girdiğin dine girdim. Senin dinin benim de dinim olsun!

Kelime-i şehadet getirerek Müslüman oldu. Bundan sonra İslâm dininden bildiğimi ona öğrettim. Sonra, yıkanıp temiz elbiseler giydi. Daha sonra yanıma hanımım geldi. Ona da aynı şeyleri söyledim. O da kabul edip Müslüman oldu.

Sabah olunca, Devs kabilesinin içine çıktım. Bütün Devslilere İslâmiyeti anlattım. Onları da davet ettim. Fakat kabullenmede ağır davrandılar. Hatta çok zaman muhalefet ettiler. Günah ve kötülük olan işlerinden el çekmediler. Daha da ileri gidip göz kaş hareketleri yaparak benimle alay ettiler; faiz ve kumara düşkünlüklerinden sözlerimi dinlemediler. İslâmiyete uymaktan kaçındılar. Allaha ve Peygamberine asi oldular.

Bir müddet sonra Mekke’ye gelip, kavmimin durumunu Resulullaha arz ettim:

– Ya Resulallah! Devs kabilesi, Allahü teâlâya asi oldular. İslâm’a girmeleri için yaptığım daveti kabul etmediler. Onlar için dua buyurun!

Peygamber efendimiz, ellerini açıp kıbleye dönerek; “Ya Rabbi! Devs halkına doğru yolu göster, onları İslâm dinine getir!” diye dua ettiler. Bana da;

– Kavmine dön! Onları güler yüzle ve tatlı dille İslâmiyete davet etmeye devam et! Kendilerine yumuşak davran! buyurdular. Hemen memleketime geldim. Devs halkını İslâma davetten hiç boş kalmadım…
* * *
Dar-ül Erkam’a gidip Müslüman olanlardan biri de Mus’ab bin Umeyr’dir. Bunu duyan anne ve babası, ona da işkence etmeye başladılar. Dininden döndürmek için, evlerindeki mahzene hapsedip, günlerce aç ve susuz bıraktılar.

Her türlü sıkıntıya dini için katlanan Mus’ab bin Umeyr, bir gün Resulullah efendimizin huzuruna gitti. Onun bu gelişini hazret-i Ali şöyle anlatır:

Resulullah ile oturuyorduk. Bu sırada Mus’ab bin Umeyr geldi. Üzerinde, yamalı bir elbisesi vardı ve acınacak halde idi. Resulullah, onun bu halini görünce, mübarek gözleri yaşla doldu. Mus’ab’ın çektiği bu işkence ve fakirliğe rağmen dininden dönmemesi üzerine;

“Kalbini, Allahü teâlânın nurlandırdığı şu kimseye bakın. Anne ve babası onu, en iyi yiyecek ve içeceklerle besliyorlardı.

Bunları terk etti. Allahü teâlâ ve Resulünün sevgisi, onu gördüğünüz hale getirdi” buyurdu.

İşte, her türlü akıl almaz eziyete, zulme rağmen imanlarından taviz vermedi bu ilk Müslümanlar…

Söyleyecek yalan bulamadılar

Her sene çeşitli şehirlerdeki insanlar, belli günlerde Kabe-i muazzamayı ziyaret etmek için Mekke’ye gelirlerdi… Resul-i ekrem de gelenleri karşılayıp, her gruba İslâmiyet’i anlatır, Allahü teâlânın bir, kendisinin hak peygamber olduğunu ve kurtuluşun bunda bulunduğunu bildirirdi…

Bir gün Velid bin Mugire, müşrikleri toplayarak bir teklifte bulundu:

– Ey Kureyş topluluğu! Yine Kabe’yi ziyaret etme mevsimi geldi. Muhammed’in sesi, aleme yayılmıştır. Arab kabileleri yanına gelip, tatlı sözlerine meyl ederler ve dinine girerler. Buna bir tedbir düşünmek lazımdır. Hepimiz anlaşalım, O’nun hakkında bir şey söyleyerek birbirimizi yalancı çıkarmış olmayalım.

– Ey Abdişems’in babası! İçimizde en ileri görüşlü olan sensin. Sen ne söyleyelim dersen, biz de onu söyleriz.

– Hayır, siz söyleyin ben dinleyeyim.

– Kahin diyelim.

– Hayır! Yemin ederim ki, O kahin değildir. Biz, çok kahin gördük. Doğruyu da yalanı da hiç çekinmeden söylerler.

Muhammed’in okuduğu şeyler, kahinlerin uydurduğu şeylere hiç benzemiyor. Sonra biz, şimdiye kadar Muhammed’den bir yalan da işitmedik. Eğer böyle söylersek kimse inanmaz.

Mecnundur, delidir diyelim.

– Hayır! Yemin ederim ki O, bir mecnun ve deli de değildir. Biz deli ve mecnunları biliriz, delilik alametlerinden de anlarız. O’nun ne boğulması, ne çırpınıp titremesi, ne de evhamlanması vardır. Böyle söylersek bizi tekzib edip yalanlarlar.

– O zaman şairdir diyelim…

Velid ona da itiraz etti:

– O şair de değildir! Biz, şiirin her çeşidini çok iyi biliriz. O’nun okudukları şiire hiç benzemez.

– O, sihirbazdır diyelim.

– O sihirbaz da değildir. Biz, sihirbazları ve yaptıkları sihirleri gördük, onları da biliriz. O’nun sözlerinde sihirden eser yoktur. Muhammed’in kelamı bütün aleme galiptir. Bilinmeyen kimse de değildir. Halkı O’ndan ayırıp konuşmalarına mani olamayız. Sonra fesahat ve belagatta, güzel ve manalı konuşmakta akranlarından üstündür… Velhasıl O’nun hakkında her ne söylesek, halk bizim sözümüzün yalan olduğunu anlar…

Kureyşliler, diyecek bir şey bulamayınca;

– İçimizde en yaşlı ve tecrübeli sensin, sen ne dersen biz ona razıyız, dediler.

Bunun üzerine Velid bin Mugire bir müddet düşündükten sonra;

-Yine biz O’na sihirbaz diyelim, dedi.

Kureyşliler hemen dağılıp, Mekke’de başlarına topladıkları insanlara; “Muhammed sihirbazdır!..” dediler ve halk arasına yaydılar.

Fakat, müşriklerin bu hareketleri sebebiyle, silah geri tepti, İslâmiyet’i bütün Arab ülkeleri işitmiş oldu ve zihinlerde putlara karşı büyük bir soru belirdi.

Allahü teâlâ, Velid bin Mugire kafirine acı azaplar tattıracağı hakkında ayet-i kerimeler indirdi. Müddessir suresinin 11. ayet-i kerimesinden itibaren mealen;

“Ey Resulüm! O şahsın işini bana havale et! Ona pek çok mal verdim. Yanına da hazır oğullar verdim. Ömrünü ve makamını yaydım. Sonra verdiğimizi daha da artırmamızı arzu ediyor. Hayır! Çünkü o, bizim ayetlerimize inat etti, inkarda bulundu. O münkiri saud (Cehennem’de bir dağ) azabına düçar edeceğim…”

Ben Sizin Peygamberinizim

Müşriklerin ileri gelenleri, çeşitli hilelerle ve zulümle insanların iman etmesine mani oluyorlar… Muhammed aleyhisselamın okuduğu ayet-i kerimeleri dinlemelerine engel çıkartıyorlar…

Fakat, ne gariptir ki, kendilerine mani olamıyorlar… Kendileri, geceleri gizlice, Efendimizin bulunduğu evin yanına gelerek bir köşeye saklanıp dinliyorlar…

Sabah olup ortalık aydınlanmaya başlayınca, birbirinden habersiz, gece Kur’an-ı kerimi dinlemeye geldiklerini gören müşriklerin ileri gelenleri, birbirlerini ayıplayıp; “Bir daha böyle yapmayalım” derlerdi. Ancak ertesi gece dayanamayıp yine birbirlerinden habersiz, gidip bir köşeye saklanarak tekrar dinlerlerdi.

Sabah olunca da yine birbirlerini görüp şaşırırlardı. Bir daha böyle yapmamak üzere yemin ederek ayrılırlar, fakat bundan vazgeçemezlerdi.

Ancak nefslerine uyup, üstünlük taslayarak, diğer müşriklerin kendilerini ayıplamalarından çekinerek ve daha birçok boş düşüncelere kapılarak iman etmediler. Başkalarına da mani oldular. Üstelik sokaklarda sözlerine kendileri de inanmadıkları halde; “Muhammed sihirbazdır” diye bağırdılar.

Bir akşam üzeri müşrikler, Kabe’nin etrafında toplanıp; “Muhammed’i çağırtıp bu meseleyi görüşelim! Ta ki sonunda bizi kınamasınlar ve mazur görsünler” diyerek Resulullah efendimize haber gönderdiler.

Bu davet üzerine Peygamber efendimiz Kabe’ye gelip, müşriklerin karşısına oturdu. Müşrikler şöyle bir teklifte bulundular:

– Ya Muhammed! Sana haber salmamızın sebebi, seninle anlaşmak içindir. Yemin ederiz ki, Araplardan senin gibi kavminin başını derde sokan bir kimse görülmedi! Sen dinimizi ayıpladın! Tanrılarımıza dil uzattın! Akıllılarımızı beğenmedin! Birliğimizi bölüp, bizi birbirimize düşürdün! Başımıza getirmediğin kötü iş kalmadı! Eğer sen, bu hareketlerinle ve sözlerinle zengin olmak istiyorsan, istediğinden fazla mal toplayalım. Şan ve şeref kazanmak istiyorsan, seni başımızda emir kabul edelim. Hükümdarlık istiyorsan, hükümdar olduğunu ilan edip etrafında toplanalım.

Şayet tesiri altında kaldığın bir şey varsa, seni ondan kurtaralım. Cinlerden meydana gelen bir hastalık ise, bütün varlığımızı dökerek şifasını arıyalım!..

Alemlerin Efendisi, onları sabırla dinledikten sonra, şu cevabı verdi:

– Ey Kureyş topluluğu! Bu söylediğiniz şeylerin hiç birisi bende yoktur. Ben size getirdiğim şeylerle, ne mallarınızı istemek, ne içinizde büyük şeref ve şan kazanmak, ne de üzerinize hükümdar olmak için gelmiş değilim. Fakat Allahü teâlâ, beni size peygamber olarak gönderdi ve bana bir de Kitap indirdi. Sizin için bir müjdeleyici ve bir korkutucu olmamı, bana emretti. Ben de, Rabbimin bu emrini size tebliğ ettim, size nasihatta bulundum. Eğer getirdiğim şeyi kabul ederseniz, O, size dünyada ve ahırette nasip ve azık olacaktır. Şayet kabul etmez de reddederseniz, Allahü teâlâ, benimle sizin aranızda hükmünü verinceye kadar, bana düşen, cenab-ı Hakk’ın emrini yerine getirmek üzere her güçlüğe göğüs gerip katlanmaktadır…

Ebu Cehil, Ümeyye bin Halef ve diğer müşrikler teklifleri reddedilince işi alaya döktüler… Konuşmalar hayli uzadı.

Anlaşıldı ki, küfürlerinde ısrarlıydılar… Öğrenmede samimi olmadıklarını görünce Efendimiz üzüldü… Kendisine yaklaşacakları yerde böyle büsbütün uzaklaştıklarını gören sevgili Peygamberimiz yanlarından ayrıldı.

Vallahi bu rüya gerçektir

İslâma davetin ilk zamanlarında Halid bin Sa’id bir rüya görmüştü… Rüyasında; Cehennemin kenarında dururken, babası onu itip düşürmek istedi. Tam o sırada, Peygamber efendimizin, belinden yakalayıp, Cehennem’e düşmekten kendisini kurtardığını gördü… Feryad ederek uyandı ve; “Vallahi bu rüya gerçektir!” diye söylendi.

Dışarı çıkınca, hazret-i Ebu Bekir’e rastlayıp rüyasını anlattı. Hz. Ebu Bekir ona; “Rüyan hakdır. Bu kimse, Allahü teâlânın peygamberidir. Hemen git, O’na tabi ol! Sen, O’na uyacak, getirdiği dine girecek ve beraber bulunacaksın. O da seni, rüyada gördüğün gibi Cehenneme düşmekten koruyacaktır. Baban ise Cehennemde kalacaktır!” dedi.

Hazret-i Halid bin Sa’id, rüyanın tesiri altındaydı… Vakit kaybetmeden hemen, Muhammed aleyhisselamın huzuruna gidip

sordu:

– Ya Muhammed! Sen, insanları neye davet ediyorsun?

Peygamber efendimiz:

– Ben, insanı, eşi ve benzeri olmayan tek Allaha ve Muhammedin de O’nun kulu ve peygamberi olduğuna inanmaya ve işitmeyen, görmeyen hiçbir zarar ve fayda vermeyen, kendisine tapınanları da tapınmayanları da bilmeyen bir takım taş parçalarına tapınmaktan vazgeçmeye davet ediyorum, buyurdu.

– Ben de, şehadet ederim ki, Allahü teâlâdan başka tapılacak ilah yoktur ve yine şehadet ederim ki, sen Allahü teâlânın peygamberisin? diyerek Müslüman oldu.

Onun Müslüman olması Peygamber efendimizi çok sevindirdi. Arkasından hanımı Ümeyye de Müslüman olmakla şereflendi. Hazret-i Halid bin Sa’id kardeşlerinin de Müslüman olmasını istiyor ve bunun için çalışıyordu. Onlardan Ömer bin Sa’id de Müslüman olmuştu.

Şiddetli bir İslâm düşmanı olan babası Ebu Uhayha, Halid’in ve Ömer’in Müslüman olduğunu öğrenince bunları azarlayıp dövmeye başladı.

Halid bin Sa’id hazretleri de;

– Allah’a yemin ederim ki, Muhammed aleyhisselam doğru söylüyor. O’na tabi oldum. Ölürüm de dinimden dönmem! deyince, babasının kızgınlığı daha da arttı. Kırılıncaya kadar sopayla vurduktan sonra;

– Ey yaramaz oğlum! İstediğin yere git. Yemin olsun ki, sana ekmek vermeyeceğim! dedi. Hazret-i Halid;

– Sen benim nefakamı kesersen, Allahü teâlâ elbette rızkımı başka bir yerden ihsan eder, dedi. Babası, öteki çocuklarını;

– Eğer sizden biriniz, onunla konuşacak olursa, ona yapmadığım şeyi size yaparım, diye tehdid etti. Halid’i de evin mahzenine hapsettirdi. Üç gün onu Mekke’nin sıcağında aç, susuz bıraktı.

Halid bin Sa’id hazretleri bir kolayını bulup, oradan kurtuldu. Babası şiddetli bir hastalığa yakalandı. Ebu Uhayha, hasta yattığı yerde İslâmiyet’e olan düşmanlığından;

– Hastalıktan kurtulup ayağa kalkarsam, Mekke’de bulunan herkes putlarımıza tapacak. Hiç kimse onlardan başkasına ibadet edemiyecektir!.. diyordu.

Hazret-i Halid, babasının hak dine olan düşmanlığının sona ermesi ve Müslüman kardeşlerine bir zarar vermemesi için ellerini kaldırıp;

-Ey alemleri yaratan Allah’ım! Babamı bu hastalıktan kaldırma! diyerek dua etti.

Cenab-ı Hak, duasını kabul buyurdu. Ebu Uhayha, hasta yatağından kalkamadı…. Oğulları ve diğer Müslümanlar şerrinden kurtulmuş oldular böylece…

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Leyle-i Berat Hakkında (Âyet, Hadis, Risale-i Nur)

BERAT: Nişan, rütbe ve imtiyaz için verilen resmî belge, kurtuluş. Sitemizde Berat Gecesi ile İlgili yazılar …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
“İttifak”, “ittihad” ; “fazilet” ve “meziyet” kavramları arasındaki farklar

"İttifak", iki farklı düşüncede ve fikirde olan insan, gurup, cemaat, parti vesairenin, karşılıklı menfaat gereği …

Kapat