Ana Sayfa / Yazarlar / İman derslerinin berekete vesile olduğunu söylemek İslam’a uymaz mı?

İman derslerinin berekete vesile olduğunu söylemek İslam’a uymaz mı?

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Efendimizin “Kişilerin fiilleri, doğumu, ölümü gibi hadiseler doğa olaylarına tesir etmez.” mealindeki sözüne rağmen, “Risale-i Nur’un gittiği yerlerde berekete vesile olması İslam gerçekleriyle uyuşmazlık gösteriyor.” şeklindeki itirazlara nasıl cevap verebiliriz?

Üstad Hazretleri, hiçbir yerde benim hürmetime şöyle olmuş, böyle olmuş demiyor, “Risale-i Nur’un bereketi ve iman derslerinin vesilesi” ile olmuş diyor. Kaldı ki Allah’ın makbul zatları için bazı vakaları yaratması Kur’an ve sünnet ile çelişmez buna işaret eden bir çok ayet ve hadisler vardır.

Bu hususa Üstad Hazretleri şu şekilde işaret ediyor:

“Gök ve yer onlara ağlamadı.” (Duhân Sûresi, 44/29.)  “Şu âyet, mefhum-u muvâfık ile şöyle ferman ediyor: “Ehl-i dalâletin ölmesiyle, semâvât ve zemin, onların üstünde ağlamıyorlar.” Ve mefhum-u muhâlif ile delâlet ediyor ki, “Ehl-i imânın dünyadan gitmesiyle, semâvât ve zemin onların üstünde ağlıyor.” Yani, ehl-i dalâlet, mâdem semâvât ve arzın vazifelerini inkâr ediyor, mânâlarını bilmiyor, onların kıymetlerini ıskat ediyor, Sâni’lerini tanımıyor. Onlara karşı bir hakâret, bir adâvet ettiğinden, elbette semâvât ve zemin, onlara ağlamak değil, belki onlara nefrîn eder. Onların gebermesiyle memnun olurlar. Ve mefhum-u muhâlif ile der: “Semâvât ve arz ehl-i imânın ölmesiyle ağlarlar.” Zîrâ ehl-i İmân ise -çünkü- semâvât ve arzın vazifelerini bilir. Hakiki hakikatlerini tasdik ediyor. Ve onların ifade ettikleri mânâları İmân ile anlıyor. “Ne kadar güzel yapılmışlar, ne kadar güzel hizmet ediyorlar.” diyor ve onlara lâyık kıymeti veriyor ve ihtiram ediyor. Cenâb-ı Hak hesâbına onlara ve onlar ayna oldukları esmâya muhabbet ediyor. İşte bu sır içindir ki, semâvât ve zemin, ağlar gibi, ehl-i imânın zevâline mahzun oluyorlar.”(1)

Bu mesele ayrıca tevessül konusu ile ilişkili olduğu için, bu konuya da kısaca değinelim.

İslam dininde tevessül, yani Allah katında makbul bir şeyi vasıta kılarak Allah’tan bir şey istemek caizdir. Mesela “Allah’ım Kâbe hakkı için beni affet.” demek, “Peygamber hürmetine bana yardım et.”,  “İmam Rabbani Hazretlerinin vesilesi ile beni şu musibetten kurtar.” demek de İslam alimlerince hiçbir sakınca görülmemiştir. Bunu sakıncalı ve şirk görenler ehli bidat ve ateş olan sapkın ve Ehl-i sünnetin dışında olan mezheplerdir.

Vesileleri vesilelikten çıkarıp, bizzat vesileleri merci ve müessir bilmek şirk olur. Mesela, “Ey Kâbe, bana şunu ver.” “Ey Peygamber beni affet.” “Ey filanca, benim başımdan şu musibeti al.” demek şirktir. İkisini birbirbiri ile karıştırmamak gerekir. Tevessül, yani vesile ile  Allah’tan istemek caizken, bizzat vesileden yardım ve talepte bulunmak şirktir.

Vesile edilen şey Allah ile kul arasında kesif bir perde olup, Allah’tan istemeyi engelliyor ise, bu vesile şirk unsuru oluyor. Yok vesile Allah ile kul arasında şeffaf bir perde olup, Allah’tan istemek manasına kuvvet veriyor ise bu makbul ve caizdir. İşte bazı sapkın zihniyetler bu hakikati kavramadığı için, tevessülü şirk olarak kabul ediyor.

Allah Tealâ şöyle buyurmuştur:

“Ey iman edenler, Allah’tan korkun, ona ulaşmak için vesile arayın ve onun uğrunda cihad edin. Umulur ki, felâha kavuşursunuz.” (Maide, 5/35)

 “Dua edenler Rabbına ulaşmak için bir vesile edindiler. Böylece kim (Allah’a) daha yakın olur diye ortaya çıkar. Bunlar, onun rahmetini umuyorlar ve onun azabından korkuyorlar. Şüphesiz ki onun azabı sakınması gerekli olan husustur.” (İsra, 17/57)

Hz. Enes anlatıyor: Hz. Ömer, kuraklık ve kıtlık olduğunda -halkla birlikte- yağmur duasına çıktığı her seferinde Hz. Abbas’ı vesile yapar ve şöyle dua ederdi:

“Allah’ım! Biz daha önce Peygamberimizi vesile yaparak senden yağmur istiyorduk ve sen de bize yağmur veriyordun. Şimdi ise -Peygamberimiz aramızda yok- onun amcasını vesile kılarak senden yağmur istiyoruz, ne olur bize yağmur ver.”

derdi ve hemen yağmur yağmaya başlardı. (Buharî, İstiska, 3).

İmam Ahmed ve Trimizî’nin bildirdiğine göre, Gözünden muzdarip olan a’ma bir adam Hz. Peygamber (a.s.m)’e gelerek kendisi için dua etmesini istedi. Hz. Peygamber (a.s.m), ona: ”İstersen senin için bunu tehir edeyim ki, ahiretin için hayırlı olur (Tirmizî’de: istersen sabredersin);  istersen sana dua edeceğim.” dedi. Adam, dua etmesini isteyince, Hz. Peygamber (a.s.m), ona güzelce abdest almasını, sonra iki rekat namaz kılmasını ve ardından da şöyle dua etmesini emretti:

“Allah’ım! Senin rahmet peygamberin olan Muhammed’i vesile kılarak senden istiyor ve sana yöneliyorum. Ya Muhammed! Bu ihtiyacımın giderilmesi için seninle / seni vesile ederek, Rabbime yöneliyorum. Allah’ım! Onun hakkımdaki  şefaatini kabul buyur!”(2)

Adam – gidip söylenenleri yaptı – dönüp geldiğinde gözleri açılmıştı.(Tuhfet’u’l-Ahvezî, ilgili hadisin şerhi).

Peygamber Efendimizin (a.s.m) çocuğu İbrahim vefat ettiği gün güneş tutulmuştu. Halk bunun, onun vefâtıyla ilgili olduğunu sanarak, “İbrahim’in ölümü sebebiyle güneş tutuldu.” dedi. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz  (asm) bunu duyunca, Mescid-i Şerife vardı ve Allah’a hamd ve senâdan sonra Ashab-ı Kirama şu dersi verdi:

“Ey insanlar! Biliniz ki, güneş ve ay; Allah’ın kudret alâmetlerinden ikisidir. Bir kimsenin vefatı veya birinin hayatı sebebiyle tutulmazlar. Bunları tutulmuş gördüğünüzde, hemen mescidlere gidiniz. Onlar açılıncaya kadar da Allah’a duâ ediniz, namaz kılınız!”(3)

Bu olayda Allah Resulü (asm) külli kanun ve olayların, kişilerin ölüm ve kalımı ile değil Allah’ın değişmez prensipleri ile hareket ettiğini izah ediyor. Yoksa sema ve mevcudatın ehli iman ile alakasız ve kayıtsız olduğuna işaret etmiyor. Yağmurun yağmasının külli şartı Risale-i Nur’dur denilse o zaman hata olur; ama onun hürmetine yağmur geldi demekte bir sakınca yoktur.

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf.

(2) bk. Tirmizi, Daavat, 119, Müsned, IV/138.

(3) bk. Tabakât, 1:142; Müslim, 2:630.

***

Risaleleri okumanın rızkı arttırdığı, bereket ihsan ettiği söyleniyor. Bunun hakkında Risale-i Nur dairesi içinde yaşanmış örnekler var mıdır?

Kastamonu Lahikası’nda geçen aşağıdaki tespit ve örenkler yalnız bunlardan bir kaç nümunedir. Aynı lahikada ve İktisat Risalesi’nde geçen örneklere de bakılacak olursa, bu konuda hiç bir şüphenin kalmadığı görülecektir.

“Risaletü’n-Nur’un hizmetinde ekser şakirtleri birer nevi keramet ve ikram-ı İlahî hissettikleri gibi, bu aciz kardeşiniz çok muhtaç olduğu için, çok nevilerini ve çeşitlerini hissediyorum. Ve bu sıralarda bu havalideki şakirtleri, yeminle itiraf ediyoruz ki, ‘Biz Nurun hizmetinde çalıştıkça hem maişetçe, hem istirahat-i kalbce bir genişlik, bir ferah zahir bir surette hissediyoruz.’ Ben kendimce o kadar hissediyorum ki, nefis ve şeytanım dahi o bedâhete karşı hayret ederek sustular.”

“Biliniz ki, bir seneden ziyadedir, ben duada, Risaletü’n-Nur’un şakirtlerinin risalelerle alâkadar olan ezvaç ve evlât ve valideynlerini dahi dahil ediyorum. Bunun bir sebebi, başta Sabri olarak, orada burada bazı zatlar, çoluk ve çocuklarıyla daireye girmeleridir.”

Üstad’ın hayatında yaşadığı bereket örneklerinden bir tanesi şudur:

“Bir zaman, Barla’da bir zat, ağaçtan bir kutuda, cevizli bir tatlı bana göndermişti. Mukabilini verdiğim o bir buçuk kilo lokmalardan hergün altışar tane ben kendim yerdim ve bazan o kadar ve daha ziyade başkalara teberrük olarak verirdim. Sıddık Süleyman bu hadiseyi belki tahattur eder. Bir aydan ziyade devam etti. Sonra, merhum Galip Beyle hesap ettik, onun beş altı misli bereket içinde olduğuna kanaatimiz geldi.”(1)

“Hem, dört ay evvel bize bir parça tarhana getiren Risale-i Nur şakirtlerinden Fuad’ın, İstanbul’a gidip, otuz gün tehirinden, geç kalmasından endişe ettiğimiz aynı günde, onun tarhanası bittiği aynı günde gelmesi tevafuk etti.”

“Hem aynı günde, bir parça tereyağı -biz ve Üstadımız da bunun bereketini hissediyorduk- bittiği dakikada onun miktarına tevafuk edip, zannımızca aynı yerde, aynı miktar, aynı zamanda geldiği gibi; hem buralarda, köylerde, kül içinde yapılan bir çörek, Üstadımızın hoşuna gittiği için sabah akşam ondan yiyip ve on beş gün devam edip, bittiği aynı günde, aynı çörekten, onun akrabasından birisi getirdi. Bu tevafukun hatırı için geri çevirmedi, kabul etti. Mukabilinde bir teberrük verdi. Gözümüzle bu lâtif tevafukdaki şirin inayet-i ilâhiyyenin cüz’î cilvelerini gördük ve anladık ki, kör tesadüf işimize karışmıyor.”(2)

Dipnotlar:

(1) bk. Kastamonu Lahikası, (16. Mektup)

(2) bk. a.g.e., (139. Mektup)

sorularlarisale

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

‘Salâvatın Mânâsı Rahmettir!..’ 

‘SALAVÂTIN MA‘NÂSI RAHMETTİR!..’  “(Ey resûlüm!)  (biz) seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik!..” (Enbiya,107) “İşte seni …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Yatma – Kalkma – Uyuma Âdâbı

Allahu Teala buyuruyor ki: "Biz uykunuzu bir dinlenme kıldık." Bu ayetlerden de anlaşıldığı üzere uyku, …

Kapat