Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Makaleler / İman ve Hidayetin Kesbî ve Vehbî Cihetleri

İman ve Hidayetin Kesbî ve Vehbî Cihetleri

İMAN VE HİDAYETİN, KESBî VE VEHBî CİHETLERİ

Öz

     Nail YILMAZ
  • İman ve hidayette enfüsî ve afakî bürhanların, icmalî ve tafsilî imana bakan cihetleri.
  • Tebliğ ve temsil noktasında enfüsî ve afakî bürhanların takdim ve tehirleri ile dünyevî ve uhrevî boyutları.
  • Teklife muhatab olan akıl, kalp ve vicdan ile irade-i cüziye, cüz’-i ihtiyari ve ruhun hiyerarşik yapısı.
  • Hayır ve şer tercihinde, İrade-i cüziye ve cüz’-i ihtiyarinin devre dışı kalması halinde, nihai karar merciinin ne olduğu.
  • Kesbî hidayet, vehbî hidayet ve fıtrî hidayet arasında bir mukayese.
  • İslâm’ın, vahy ve fıtrat gibi, iki esasa istinad etmesi….

Anahtar Kelimeler

İman, akıl, İrade-i cüziye, Cüz’-i ihtiyari, kesbi, vehbi

THE KASBI AND VEHBI ASPECTS OF FAITH AND GUIDANCE

Abstract

The aspects of the spiritual and afaki proofs that look at faith, the mind, heart and conscience, the will of juziye, partial of the elder and the hierarchical structure of the soul are discussed. By making a comparison between kasbî guidance, vehbi guidance and natural guidance, it is drawn attention to the fact that Islam is based on two principles, such as revelation and fitra.

Key Words

Faith, reason, the will of juziye, partial of the elder, kasbi, vehbi

Giriş

Bu çalışmada iman ve hidayette enfüsî ve afakî bürhanların icmalî ve tafsilî imana bakan cihetlerini, tebliğ ve temsil noktasında enfüsî ve afakî bürhanların takdim ve tehirleri ile dünyevî ve uhrevî boyutları üzerinde durulmaktadır. Teklife muhatap olan akıl, kalp ve vicdan ile irade-i cüziye, cüz’-i ihtiyari ve ruhun hiyerarşik yapısı, hayır ve şer tercihinde, irade-i cüziye ve cüz’-i ihtiyarinin devre dışı kalması halinde nihai karar merciinin ne olduğu sorusuna cevap aranmaktadır. Kesbî, vehbî ve fıtrî hidayetler arasında bir mukayese yapılarak İslâm’ın –vahiy ve fıtrat gibi– iki esasa istinad ettiği sonucu ile çalışma sonlandırılmaktadır.

Enfüs ve Âfak

Canab-ı Hakk, Zâriyat Sûresinde; (Ben) “Cinleri ve insanları ancak Bana iman ve ibadet etsinler diye yarattım”[1] buyuruyor.

Yani “insanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi; Hâlık-ı Kâinat’ı tanımak ve ona iman edip ibadet etmektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve farîza-i zimmeti, marifetullah ve iman-ı billahtır ve iz’an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir.[2]

İşarat-ül İ’caz’da, âyetin evvelinde bulunan اُعْبُدُوا emri İlahisi ile ibadetten kastedilen emrin bir manasının da insanları ‘Tevhid-i hakiki ile iman-ı billah’a davet ederek,  ‘Zât-ı Akdesi’ isimleri ve sıfatlarıyla bilmek tanımak ve tanıtmak olduğu belirtilir

Otuz üçüncü sözün başında yer alan; Fussılet Sûresinin, “Onlara, gerek içinde yaşadıkları âlemin her tarafında, gerekse kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz”[3] ayet-i kerimesine atfen yapılan tefsirde, Zât-ı Akdesin varlığına veya vücuduna dair olan delil ve bürhanları iki kısma ayrılmıştır:

  • “Birisi: Hariçten alınan delillerdir ki, buna âfâkî denilir.
  • İkincisi: İnsanların nefislerinden alınan bürhanlardır. Buna enfüsî tesmiye edilir[4]

Aklın’ ikna olmasıyla ‘kalbin ve bazı hissiyatların’, ikna olmasının farklı olduğunu[5] söyleyen B. S. Nursî; Cenab-ı Hakk’ın nur-u marifetine yetişmek ve bakmak için, akla görünen ‘âfâkî bürhanlar’ ile kalbe ve vicdana gelen ‘enfüsî ve dâhilî bürhanlar’ arasında yaptığı bir mukayesede, ‘enfüsî bürhan ve delilerin’ ‘âfâkî  delil ve bürhanlara’ göre daha ‘güvenli’, veya ‘önceliği’ olduğuna dikkat çekerek şöyle der.[6]

 “Âfâkî malûmat, yani hariçten, uzaklardan alınan malûmat, evham ve vesveselerden hâlî olamıyor. Amma bizzât vicdanî bir şuura mahal olan enfüsî ve dâhilî malûmat ise, evham ve ihtimallerden (daha) temizdir. Binaenaleyh merkezden muhite, dâhilden harice bakmak lâzımdır.”[7]

İman ve hidayet ile ilgili dersimizin ana temasını oluşturan bu paragrafın en önemli birkaç noktası şunlardır:

  1. ‘Evham ve vesveselerden hâlî’ olamayan ‘âfâkî malûmatın’ geldiği ilk mahallin ‘akıl’ olduğu;[8]
  2. ‘Enfüsî ve dâhilî’ cümlesiyle, genelde ‘nefs’ kavramıyla ifade edilen insanın ‘bedenle beraber ruhu’ yani maddî ve manevî varlığı ve ‘Kendi Zat’ının’ kast edildiği,
  3. ‘Vicdanî bir şuur’ ifadesinin de kişinin ‘kendi zatını’ bilmesi olduğuna göre; ‘merkezden muhite, dâhilden harice bakmak’ cümlesiyle de insanın ‘marifetullah’ yolculuğuna, ‘önce nefsinden’ başlaması gerektiğine işaret edildiği anlaşılıyor.

Çünkü Hz. Peygamber (as) birçok defa enfüsî âlemdeki nefsin hakikati ve mahiyetinin bilinmesiyle ilgili olarak; “Nefsini (kendini) bilen rabbini bilir ve nefsini (kendini) en iyi bileniniz Rabbini en iyi bileninizdir”[9] derken, bazen de âfâkî âlemdeki eşyanın mahiyeti için; “Ya Rabbi eşyanın hakikatini bana göster”[10] diye dua etmiştir.

‘Hâlık-ı Kâinat’ı tanımak’ ve ‘Rabbini bilmede’ Hadis-i Şerifte belirtildiği gibi ‘Önce nefsini bilme’ vurgusu yapan Hz. Bediüzzaman, Mesnevi-i Nuriye’de bu önceliği şöyle ifade eder:

“Ey nefis! Kâinatın uzak çöllerine gidip Sâni’in isbatına deliller toplamaya ihtiyaç yoktur. Bir kulübecik hükmünde bulunan içerisinde oturduğun cisim kafesine bak!”[11] der.

Hadis-i şeriflerde belirtilen, âfâkî âlemdeki eşyanın mahiyeti ile enfüsî ve dâhilî âlemde kendini bilmekten kastedilen mânanın, Hz. Üstad’ın yaptığı izahatlara göre, ‘eşyanın ve insanın kendisinin, sadece maddî terkiplerinin mahiyetini bilmek’ olmadığı anlaşılıyor. On İkinci Söz’de ve Mesnevi Nuriye’de bu mesele mâna-yı harfi ve mâna-yı ismi prensibiyle izah edilir.

R. Nur Külliyatında uzunca izah edildiği gibi, önce nefsini bilerek rabbini tanıyan insanın, âfâkî âlemlerden gelen delil ve bürhanlara, mânay-ı harfiyle; yani her şeye ve kâinata, Allah’ın hesabına (baktığı için) her ne müşahede ederse ilim[12] olur.

Çünkü Kâinata Allah’ın hesabına bakan adam: “Kâinat ne olduğunu ve ne vazife gördüğünü görür ve âfâkî malûmat nefse geldiği vakit, ene’de bir musaddık görür. O ulûm, nur ve hikmet olarak kalır. Zulmet ve abesiyete inkılab etmez.”[13]

Yoksa insan kendini, yani nefsini bilmeden “Binler fünunu bilse de, (yine) cehl-i mürekkeble bir eçheldir... Çünki duyguları, efkârları kâinatın envâr-ı marifetini getirdiği vakit, nefsinde onu tasdik edecek, ışıklandıracak ve idame edecek bir madde bulmadığı için sönerler… Bütün kâinat parlak âyetlerle dolsa; o ene’deki karanlıklı bir nokta, onları nazarda söndürür, göstermez.”[14]

Yine Mesnevi-i Nuriye’de ‘Hâlık-ı Kâinat’ı tanımak’ için yapılan ‘âfâkî ve enfüsî tefekkür’ yolculuğunda çok mühim diğer bir noktaya da şöyle dikkat çekilir:

Nefsinde, bâtınında, hususî ahvalinde tefekkür ettiğin zaman derinden derine tafsilât ile tedkikat yap. Fakat âfâkî, haricî, umumî ahvalâta teemmül ettiğin vakit sathî, icmalî düşün, tafsilâta geçme. Çünki icmalde, fezlekede olan kıymet ve güzellik, tafsilâtında yoktur. Hem de âfâkî tefekkür, dipsiz denize benziyor, sahili yoktur. İçine dalma, boğulursun.

 (Fakat) Nefsî tefekkürde tafsilâtlı, âfâkî tefekkürde ise icmalî yaparsan, vahdete takarrüb edersin. Aksini yaptığın takdirde kesret fikrini dağıtır, evham seni havalandırır. Enaniyetin kalınlaşır, gafletin kuvvet bulur, tabiata kalbeder.”[15]

Âfâkî ve enfüsi tefekkür ile ‘Hâlık-ı Kâinat’ı tanımak’ isteyen adam için: “Cenab-ı Hakk’a nâzır ve ona vâsıl olan yollar, kapılar; âlemin tabakaları, sahifeleri, mürekkebatı nisbetinde bir yekûn teşkil etmektedir.”[16]

Fakat bazı yollar daha selametli ve emniyetli iken, bazıları daha uzun ve hatarlıdır. Mesela: ‘Nefsini bilerek Rabbini tanıyan ve muhabbet eden bir adam’ o ‘muhabbet’ ayağıyla seyr-i süluka başlayıp; “En evvel muhabbetini Allah’a verirse, onun muhabbeti dolayısıyla Allah’ın sevdiği herşeyi sever ve mahlûkata taksim ettiği muhabbeti, Allah’a olan muhabbetini tenkis değil, tezyid eder.

İkinci kısım ise, en evvel esbabı sever ve bu muhabbetini Allah’ı sevmeğe vesile yapar. Bu kısım muhabbet, topluluğunu muhafaza edemez, dağılır. Ve bazan da kavî bir esbaba rast gelir. Onun muhabbetini mâna-yı ismiyle tamamen cezbeder, helâkete sebeb olur. Şayet Allah’a vâsıl olsa da, vusulü nâkıs olur.”[17]

Onun için: “insanın seyr-i ruhanîsinde çok tabakalar vardır. Bir tabakada, insanlara huzur u tevhid pek sühuletle nasîb ü müyesser olur. Bir tabakasına da, gaflet ü evham öyle istilâ eder ki, kesret içinde gark olmakla tam mânasıyla tevhidi unutmuş olur.”[18]

Fakat B. S. Nursî’nin; “merkezden muhite, dâhilden harice bakmak lâzımdır’ dediği ve buraya kadar zikredilen marifetullaha gidiş yolları, asgari Allah’a mücmel mânada, inanan bir mü’minin kemâlat yolculuğu için geçerlidir. Allah’a inanmayan birisiyle olan muhatabiyette öncelik enfüsî deliller değil âfakî delillerdir.

Çünkü enfüsî deliller daha çok şahsî ve hususî olduğu için ilmî mahfillerde delil kabul edilmiyor. Onun için, imanlı bir mü’min, Allah’a inanmayan birisiyle olan muhatabiyette enfüsî delilleri değil, daha objektif olan âfakî delilleri kullanması akla ve hikmete daha uygundur.

Hatta İmam-ı Gazali Hazretleri böyle bir durumda; Kitap, Sünnet ve İcma gibi şer’i delil ve bürhanların da kullanılamayacağını söyler.[19]

Bu tespitlere göre, iman ve itikat şahsın kendine bakan yönüyle ‘enfüsî’ bir vakıa olduğu, fakat enfüsî olan bu inancın, dış dünyaya bakan ‘âfakî’ yönü, tahkiki bir şekilde aklî ve mantikî delil ve bürhanlar ile ispatı, ‘ilmî’ bir faaliyet olduğu için, delil ve bürhanların da ‘objektif’ olması lazım geldiği anlaşılmaktadır.

Bununla beraber, akl-ı selim nazarında aklî ve ilmî binler delil ve bürhanlar ile isbat edilen iman ve itikada dair birçok mesele, tarihî tesbitleri göre çoğunluk tarafından kabul edilmemiş.

Nitekim Kuran-ı Kerim’de, bildiği halde iman etmeyenlerin varlığından, En’am Sûresi 6/111. âyetinde şöyle bahsedilir: “Biz onlara melekleri indirseydik, ölüler kendileriyle konuşsaydı ve her şeyi karşılarında toplasaydık, Allah dilemedikçe yine de iman edecek değillerdi. Fakat onların çoğu bilmiyor.”

Onun için ehl-i ilim demişler ki, isbata dayalı ilmî ve aklî meselelerde aslolan ilmî kaide ve kurallara göre bir meseleyi isbat etmek olup, muhatabı ikna etmek değildir. Çünkü bütün isbatlara rağmen bazı insanları ikna etmek mümkün olmayabilir.

İcmali ve tafsili iman:

 “Sual: Avam-ı nâstan, hakaik-i diniyeyi tabir eden ancak yüzde birdir?

Cevap: Tabir etmemesi, bilmemesine delil olamaz. Evet, çok defa lisan insanın tasavvuratından incelerini tabirden âciz olduğu gibi kalbindeki ve vicdanındaki inceler de akla görünmez. İmanın var olup olmadığı sorgu ile anlaşılır.

Meselâ âmi bir adama, bu âlem bütün cihetleriyle, eczasıyla kudretinde, tasarrufunda bulunan Sâni’in yarattığı bu âlemin bir cihetinde olup olmadığı gibi bir sorgu yapıldığı zaman, “Hiçbir cihetinde değildir!” dese kâfidir. Çünki nefiy cihetinin, yani Sâni’siz olamayacağının onun vicdanında sabit olduğuna delalet eder.”[20]

B. S. Nursî İşarat-ül İ’caz’da “İmanın, Sa’d-ı Taftazanî’nin tefsirine göre: “Cenab-ı Hakk’ın istediği kulunun kalbine, cüz’-i ihtiyarının sarfından sonra ilka ettiği bir nur[21] olduğu naklini yaptıktan sonra, kendisi de imanla ilgili şu tarifi yapar:

“İman, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın tebliğ ettiği zaruriyat-ı diniyeyi tafsilen ve zaruriyatın gayrisini icmalen tasdik etmekten hasıl olan bir nur[22] dur.

Nursî’nin yaptığı bu tarif, Hz. Peygamber (as)ın tebliğ ve davet ettiği akaidi imaniyenin bir özeti mahiyetindedir. Çünkü hadis kaynaklarına ve Hanefi ulamasının naklettiğine göre:

Hz. Peygamber (sav) Allah’tan getirdiği hükümleri (icmalen)  tasdik eden kişiyi mümin saymış, ona inançla ilgili meselelerde (tafsilî ve) aklî delilleri öğretmekle meşgul olmamıştır.”[23] Fakat tafsil ve tahkik yolunu da kapatmamıştır.

Otuz İkinci Sözde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın tebliğ ettiği ‘imanın tafsilî ve icmalî’ kısmı, biraz daha açılarak haşir akidesi üzerinden şöyle izah edilir. Özetle:

Önce ‘Haşrin meratibi var’ diyerek genel bir tesbit yapılır. Daha sonrada ‘umuma lâzım olan  haşre olan imanın’, yani haşrin geleceğine dair itikadınicmalen’ bilinmesinin ‘farz’ olduğu, diğer ‘tafsilî’ kısmının ise terakkiyat-ı ruhiye ve fikriyenin derecatına göre, ilim ve marifeti lazım olduğu  söylenir.[24]

Diğer iman akidelerinin tafsilî ve icmalî kısımlarının mertebelerine, yani farz olan ve olmayan kısımlarına da bu bölümde yapılan tasnif ve tertibe göre bakılabilir.

İman ve hidayet farkı:

Âsar-ı Bediiye’de yapılan diğer bir ‘iman’ tarifi ise şöyledir:

  “Kelime-i şahadetteki cevher-i iman bir nurdur, Allah (onu) istediğinin kalbine atar / bırakır. Kayyumu Hidayet-i ilahiyedir. Burhanı ise bir mücahittir (ki), düşmanını tart eder, bir süpürgecidir ki, evhamdan tezhip eder.”[25] 

Bu cümlede, cüz’-i ihtiyarının sarfından sonra Cenab-ı Hakk’ın ilka ettiği bir nur olan ‘imanın’ kalpte devam ve istimrarı veya ‘Kayyum’ oluşu ‘Hidayet’ kavramıyla ifade edilmiştir.

 İşarat-ül İ’caz’da ‘hidayet imanın kendisi’ veya kalpteki ‘itikadın’ devamlılık haline verilen bir isim olduğu belirtildikten sonra, “iman ve hidâyetin büyük bir nimet” olduğu ve saadet-i dâreyni temin ettiği şöyle ifade edilir:

“Hidayetin neticesi, nefs-i hidayettir. (yani hidayetin neticesi hidayetin kendisidir) Hidayetin semeresi, ayn-ı hidayettir. Zira hidayet haddizâtında büyük bir nimettir ve vicdanî bir lezzettir, belki ruhun cennetidir (nasıl ki dalâlet, ruhun cehennemidir); ve bilâhere âhiretin felâh ve saadetini intac eder.”[26]

Nursî’nin bu cümlenin geçtiği babda, cüz’-i ihtiyarının sarfından sonra Cenab-ı Hakk’ın istediği kulun kalbine ilka ettiği bir nur olan ‘imanın’, kalpte devam ve istimrarı veya  ‘Kayyumu’ olan ‘Hidayetin’saadet-i dareyni’ netice verdiğini, dünyada vicdanî ve ruhanî bir cennet lezzetini hissettirdiğini, ahirette ise hem ‘ruhanî hem de cismanî’ ve hakiki bir saadeti intaç ettiğini ifade eder.

Çünkü “Teklifin esası ve imanın birinci rüknü olan[27] tevhid, teslimi; teslim, tevekkülü; tevekkül, saadet-i dareyni iktiza eder.”[28] Bundan dolayı saadet-i dareyni intaç eden imanın ve imanın kayyumu olan ‘Hidayetin’  devamı ve istimrarı için her bir mü’min namazlarında günde ‘kırk defa’ Fatiha suresinde ‘ihdina’ duasıyla imanının muhafazası ve devamı için Cenab-ı Hakk’a iltica eder.

Çünkü “Hakaik-i imaniyeye sağlam bir surette (iman ve) itikad etmek, feraiz-i diniyeyi imtisal etmekle olur.”[29] Ve ona “hizmet (etmenin) büyük ve ağır bir defineyi taşımak ve muhafaza etmek gibi” olduğu belirtilir. Çünkü insanın ebedi hayatta kendisine verilen nimetlerin devamlılığı, o nimetin verilmesinden daha büyük olduğu ise Lem’alar ’da şöyle ifade edilir:

“Nimetin devamı, nimetin zatından daha kıymetlidir. Lezzetin bekası, lezzetten daha lezizdir. Cennette devam, cennetin fevkindedir. Ve hakeza…”[30]

Hidayetin derece ve mertebeleri:

Temel İslamî kaynaklarda Cenab-ı Hakk’ın; insanlara olan hidâyeti, dört ana başlık altında tahlil edilir. Bunlar Cenab-ı Hakk’ın:

  1. “Her mükellefe lütfettiği akıl ve idrak yetenekleriyle hayatını sürdürmeyi sağlayan zaruri bilgiler.
  2. Vahiy ve peygamberler yoluyla yaptığı davet.
  3. Hidâyeti benimseyenlere lutfettiği tevfîk.
  4. Hak kazananları âhirette cennetle mükâfatlandırma” [31] şeklindedir.

Bir hadis-i şerifte ise ‘hidâyetin tevfîk ve dua’ ile olan irtibatı şöyle izah edilir: “Namaz kılarken Fatiha okuyan kişinin dilinden dökülen her âyete Cenab-ı Hakk’ın anında cevap verdiğini, dolayısıyla Cenab-ı Allah’ın Kur’an okuyana bizzat karşılık verdiği”[32] buyrulur.

Mesela: “Kul, “İyyake na’büdü ve iyyake nestain. (Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.)” dediğinde, Cenab-ı Hakk,”[33] (Manen) “Sana nasıl yardım edeyim?” (veya) “Kul; “İhdinâ; bize hidayet et” deyince Allâhü Teâlâ,“Hangi hidayeti istiyorsun?” buyurur.” Kul da “ihdinassıratel müstakim” dediği zaman”[34] Cenab-ı Hakk’da “Bu, kulum ile benim aramdadır. Kulum ne istiyorsa onundur”[35] buyurur.

Bu hadis-i şeriflerde belirtilen ‘ihdina’ duasıyla bir günde kırk defa her bir müminin, Cenab-ı Hakk’tan istemiş olduğu ‘hidayet talebi, yani o ‘Kul Allah’tan ne istiyorsa’ o’nun durumuna, ihtiyacına ve niyetine göre farklılık arz etmesi, dua, ibadet ve ubudiyet boyutlarıyla, İşarat-ül İ’caz da Fatiha’nın tefsirinde şöyle izah edilir:

  • Meselâ:
  • (Her hangi) bir mü’min hidayeti isterse, اِهْدِنَا sebat ve devam mânasını ifade eder.
  •  Zengin olan (bir mü’min) isterse, ziyade mânasını;
  • Fakir olan (bir mü’min) isterse, i’ta mânasını;
  • Zaîf olan (bir mü’min) isterse iane ve tevfik mnasını ifade eder.”[36]

Veya: ‘’abd ‘Allahım yalnızca senden yardım dileriz’ deyince Allah sanki sorar: “En ziyade kalbini meşgul eden hangi maksatlarındır?” Abd der:

Bize hidayet et’ Bil ki, “Bize hidayet et.” ifadesi, “hidayet üzere olanlar, hidayeti talep edenler, hidayetinin arttırılmasını isteyenler ve daha diğerleri için” manasının mertebelerinin taaddüdü sebebiyle, sanki fiilinin hidayet dört masdarından iştikak etmiştir. Bu durumda “Bize hidayet et.” İfadesi:

  • Bir topluluğa göre “Bizi hidayette sabit kıl”,
  • Bir cemaata göre “hidayetimizi arttır”,
  • Bir taifeye kıyasla “bizi muvaffak kıl”,
  • Bir fırkaya göre “bize hidayet ver” anlamına gelir.”[37]

Buna göre ‘ihdina’ dua ve talebinin mânasının çok geniş olduğu hatta dünya ve ahiret hayatının her alanını kapsadığı anlaşılıyor. Yani bir mü’minin maddî, manevî, dünyevî ve uhrevî bütün ihtiyaçlarını ve arzularını ‘ihdina’ duasıyla ifade edilebileceği, ama bunların en birinci ve en önemli olan kısmının İ. İcaz’da:

“En büyük hidayetin, hicabın kaldırılmasıyla hakkı hak, bâtılı bâtıl göstermek”[38] olduğu belirtilir.

Hidayetin ahirete bakan yönü:

Bazı İslam âlimleri Muhammed Suresinin, “Dünyada) onlara doğru yolu gösterecek, durumlarını düzeltecektir.” Beşinci âyeti ile âltıncı âyetindeki “(Âhirette ise) kendilerine tanıttığı cennete idhal edecektir” beyanlarına atfen, (bir ön sahifede de geçtiği gibi) hidayeti dört kısma ayırarak, son kısmının ahiret hayatına taalluk ettiğini ifade etmişlerdir.[39]

B. Said Nursî de İşarat-ül İ’caz ve Sözler gibi eserlerinde aynı mânaya dikkat çekerek, hidayetten asıl maksadın, ‘sırat-ı müstakim’ üzere olmak olduğunu belirterek: “Sanki hidayet-i İlahî, bir burak olup mü’minlere (taraf-ı İlahî den) gönderilmiştir. Mü’minler tarîk-i müstakimde ona binerek arş-ı kemalâta”[40] yürüyüp, kurtuluşa ereceklerini söyler.

Ayrıca dünyevî hayatlarında hidayet ve istikamet üzere sebat edenlerin, sebat ve sadakatlarının bir mükâfatı olarak ahirette daimî ve ebedî bir felaha ereceklerini ve bu felahın ise çok farklı derecelerinin olduğunu belirtir. Mesela:

Bakara Sûresinin: اُولئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ” Yani “İşte kurtuluşa erenler onlardır”[41] diye buyrulan beşinci âyetinin beyanında:

Bir sükût var, bir ıtlak var. Neye zafer bulacaklarını tayin etmemiş. Tâ herkes istediğini içinde bulabilsin. Sözü az söyler, tâ uzun olsun.

  • Çünkü bir kısım muhatabın maksadı ateşten kurtulmaktır.
  • Bir kısmı yalnız Cennet’i düşünür.
  • Bir kısım, saadet-i ebediyeyi arzu eder.
  • Bir kısım, yalnız rıza-yı İlahîyi rica eder.
  • Bir kısım, rü’yet-i İlahiyeyi gaye-i emel bilir ve hâkeza…

İşte  اَلْمُفْلِحُونَ der. Neye felah bulacaklarını tayin etmiyor. Güya o sükûtla der:

  • “Ey müslümanlar! Müjde size.
  • Ey müttaki! Sen Cehennem’den felah bulursun.
  •  Ey sâlih! Sen Cennet’e felah bulursun.
  • Ey ârif! Sen rıza-yı İlahîye nail olursun.
  • Ey âşık! Sen rü’yete mazhar olursun.” ve hâkeza…

İşte Kur’an, câmiiyet-i lafziye cihetiyle kelâmdan, kelimeden, huruftan ve sükûttan her birisinin binler misallerinden yalnız nümune olarak birer misal getirdik. Âyeti ve kıssatı bunlara kıyas edersin.”[42]    

Hidayetin Kesbî ve Vehbî yönü:

Enam Suresinde geçen; “Allah Teâlâ kime hidâyet dilerse gönlünü İslâmiyet’e açar”[43] âyeti kerimesindeki, “kalbin açılma­sı” (şerh-i sadr) Hz. Peygamber’e (as) sorulduğunda: “Allah Teâlâ’nın mü’min kulunun kal­bine attığı bir nûr ile olur”[44] demiştir.

İşarat-ül İ’caz’da nakledildiğine göre, Sa’d-ı Taftazanî bu iman tarifine, ‘cüz’-i ihtiyarının sarfını’ ilave ederek şöyle der: İman; “Cenab-ı Hakk’ın istediği kulunun kalbine, cüz’-i ihtiyarının sarfından sonra, ilka ettiği bir nurdur.” 

Hz. Üstad’ın yaptığı iman tarifinde ise: “İman, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın tebliğ ettiği zaruriyat-ı diniyeyi tafsilen ve zaruriyatın gayrisini icmalen tasdik etmekten hâsıl olan bir nur” olduğunu söyler.

Burada yapılan ‘iman’ tariflerine göre:

  •  Birincisinde; ‘Kalbe ilka edilen bir nur’,
  •  İkincisinde; ‘Cüz’-i ihtiyarının sarfından sonra kalbe ilka edilen bir nur’,
  • Üçüncüsünde ise; ‘Tasdik ile hâsıl olan bir nur’ olduğu ifade edildi.

Bu tariflere göre, bir nur olan iman ve hidayete gidiş sürecinin, R. Nur külliyatı ve diğer İslamî kaynakların geneline baktığımız zaman, üç ayrı safhadan veya üç ayrı merhaleden oluştuğu görülüyor.

  • Birincisi: İman ve hidayet arayışında olan kulun marifetullaha dair, âfakî âlemde gördüğü ve işittiği aklî bürhanlar ile kalbine ve vicdanına gelen enfüsî delil ve bürhanları, ‘bir şartı adi’ olarak hazır etmesi. Yani “cüz’î iradeyi, irade-i külliyenin taallukuna bir şart-ı âdi yapması…”[45]
  • İkincisi: Kulun âfakî ve enfüsî âlemden elde ettiği aklî ve kalbî bürhanlara istinaden, Sa’d-ı Taftazanî’ye göre; cüz’-i ihtiyarının sarfı’, Hz. Üstad’a göre ‘cüz’-i ihtiyarının tercihi ile aklen ve kalben tasdik’ edilmesi, ‘hidayetin kesbi ve vesilelik yönünü’ oluşturması. (Yani nasıl ki şifa için ilaç, rızık için çalışmak birer vesile ve ‘birer şartı adi’ olduğu gibi)
  •  Üçüncüsünde; kula terettüb eden bütün şartlar hazır olduktan sonra meşiet-i İlahinin taallûk etmesiyle,  Cenab-ı Hakk’ın istediği kulunun kalbineiman ve hidayeti’ ilka etmesi, ‘hidayetin vehbi yönünü’  yani üçüncü kısmını oluşturduğu anlaşılmaktadır.

Bu üç safhayı tekrar ve özetle ifade edecek olursak:

  • İlk iki safhası vesilelik cihetidir ki, insanın ‘irade-i cüz’iyesi ile kesbettiği’ malumat ve marifetten oluşan, aklî ve kalbî kanaatinin temayülatına göre, ‘cüz’-i ihtiyarisinin sarfına’ veya ‘tercihine’ bakar.
  • Üçüncü safhası isegayrın müdahalesini reddeden’ tevhid ve celalin istiklal ve iktizasına ve de meşiet-i İlahinin taallûkuna bakar.
  • Bu üç merhalede, kulun kesbiyle ve hür iradesiyle yaptığı ve ‘bir şartı adi’ olan ön hazırlık safhasının sonundaki, ‘tercih ve tasdik kısmı, yüzde bir’ nisbetinde iken, Cenab-ı Hakk’ın ‘iman ve hidayeti ilka etme’ cihetindeki hissesi yüzde doksan dokuzdur.[46]

Bu noktada asıl mesele, kula terettüb eden vazifenin,  ‘daire-i itikad’ ile ‘daire-i esbabı’ birbirine karıştırmamaktır.[47] Çünküdaire-i esbabın iktizası ile daire-i itikad ve tevhid’in iktizası bir değildir.”[48]

İşarat-ül İ’caz’da genişçe izah edildiğine göre: ‘Hakk’ı ve ‘hidayeti’ arayan bir insan, kulluk edebi ve âdabı iktizasınca ‘daire-i esbabın’ bütün basamaklarına riayet edip, cüz’î iradesini ve cüz’-i ihtiyarisini sarf ederek, maddî ve manevî vesileler ile hakk’ı ve hidayeti araması gerektiği

Hidayeti bulduktan sonra da, ‘daire-i itikadıniktiza ettiği, ‘neticeyi Cenab-ı Hakk’tan bilmek’ olan, cebir ve itizal arasındaki, hadd-i vasat noktasının, ehl-i sünnet itîkadı olduğu belirtilir.[49]

Buna göre insanı hidayete götüren kesb dediğimiz bütün teşebbüslerin birer vesile olduğunu düşünüp neticeyi halk edenin, Cânab-ı Hakk olduğunu bilmek sırat-ı müstakim çizgisidir.

Çünkü daha çok ‘nur’ kelimesiyle temsil edilen “Hidâyet kavramı Kur’ân-ı Kerîm’de ekseriyetle Allah’a izâfe edilmekle birlikte ilâhî vahye, peygamberlere, meleklere, fert olarak insana ve ümmetlere de nisbet edildiği (gibi)… Bir âyette de Kâbe’ye nisbet edilmiştir. (Âl-i Îmrân3/96) (Fakat) Naslarda hidâyetin Hz. Peygamber’e ve Kur’an’a nisbet edilmesi ona vesile olmaları itibariyle mecazi mânadadır[50]

      Kesbî hidayette akıl, irade-i cüziye ve cüz’-i ihtiyari:

Bir kısım âyet ve hadislerde ve R. Nur külliyatının birçok yerlerinde iman teklifinin ilk muhatabının ‘akıl’ olduğu belirtilir. İslam âlimleri iman teklifi ile ilgili âyet ve hadislerde bildirilen hidayet sürecinin, irade-i cüziyenin kesbi ile başlayıp, cüz’-i ihtiyarisinin sarfı veya tercihi ile esbab ve vesilelik cihetinin tamamlandığını söylerler.

Temel İslamî kaynaklarda, teklife muhatab olan ‘aklın’ yanında, ön hazırlık vazifesi ifa eden ‘irade-i cüziye’ ile beraber, nihai kararı belirleyen ‘cüz’-i ihtiyari’ ile ilgili çok farklı tarif ve tanımlamalar var. Bunlardan bahsimize ışık tutan birkaç tarif, kısaca ve özetle şöyledir:

  1. İrade-i cüziye: “Zihne doğan bir şeye yönelme istikametinde; niyet, kast azim, zihne doğan şeyi yapmaya, elde etmeye kesin karar verme fiilidir.”
  2. Cüz’-i ihtiyari ise: “Hayır kökünden gelen ihtiyar veya (Cüz’-i ihtiyari) birden çok ihtimaller arasında en hayırlısını en faydalısını seçme, ayırt etme iradesi ve kararıdır”
  3. Duyulardan gelenİrade-i cüziye’ insanın yapacağı fiillerin evvelinde; akıldan gelen ‘Cüz’-i ihtiyari’ ise en nihai kararı vermek veya tercih etmek için fiillerin sonunda yer alır.[51]
  4. Duyulardan gelen İrade-i cüziye’nin kesbi ile elde edilen delil ve bürhanlar ‘zannî’; akıldan gelen ‘Cüz’-i ihtiyarinin’ tercihiyle elde edilen delil ve bürhanlar ‘hakiki hayır’ sayılır.[52]

Biraz dikkat ile baktığımız zaman, ‘İrade-i cüziye’ ve ‘cüz’-i ihtiyari’ terkiplerinin Risale metinlerinde, bu tarifler çerçevesinde kullanıldığı görülüyor.

Bu izahatlara göre Sözler’de ‘dimağ mertebelerinde’ izah edilen, ‘bilginin itikada’[53] dönüşme sürecini, ‘İrade-i cüziye’ ile ‘Cüz’-i ihtiyari’ bağlamında okuduğumuz zaman, ‘hidayet’ bahsine daha farklı bir açıdan bakmış oluruz. Dimağ mertebelerini, irade-i cüziye ve Cüz’-i ihtiyari muvacehesinde kısaca ve özetle ifade edecek olursak:

  1. Akla iman teklifinden sonra ‘irade-i cüziye’, enfüsî ve afakî delil ve bürhanları kudretle bereber kesb ederek akıl midesine tevdi eder.
  2. Akıl bu bilgileri ‘tahayyül ve tasavvur’ merhalelerinden geçirip, kendisi de tahlil ve tahkik ederek, ‘îz’ân’ safhasından sonra, red veya tasdik eder.
  3. Îz’ân ve tasdik-î aklî safhasından geçebilen bilgiler, kalbe gönderilir.
  4. Kalp dairesi, akıldan gelen bilgileri, kendi bilgileriyle birleştirerek bir tarafa meyleder. Çünkü: “insanın fiilleri kalbin ve hissin temayülatından çıkar.”[54]
  5. Tam bu noktada Cüz’-i ihtiyari devreye girerek, kalbin temayülatını da dikkate alarak nihai bir tercih veya seçim yaparak bir karar verir.
  6. Bir karara bağlanan bu bilgiler ya reddedilir veya tasdik edilerek imana ve itikada dönüşür.

Bu tasnife göre  iman ve hidayet; irade ve kesbe dayanan bilginin, ‘’Cüz’-i ihtiyarinin sarfından ve tasdikinden sonra, Cenab-ı Hakk’ın istediği kulunun kalbine, ilka ettiği bir nur”  olduğu görülüyor. Ve bu şekilde malumat yığınları marifetullaha dönüşerek nura inkılâb ettiği anaşılıyor.

Nihai karar mercii niçin akıl veya kalp değil de, ‘Cüz’-i ihtiyari’dir’? 

Sözlerd’en yapılan bu tespitlere göre, ‘irade-i cüziye’ ile başlayan, bilginin iman ve itikada dönüşme süreci, niçin akılda veya kalpte değilde, ‘Cüz’-i ihtiyari’nin’ yaptığı seçim veya tercihiyle nihai bir karara bağlandığını akla getiriyor.

Bu hususla ilgili, ‘Dimağ mertebeleri’ bahsine, ‘bilginin iman ve itikada dönüşme’ safhalarına dikkatle baktığımız zaman: ‘cüz’-i ihtiyarinin’tahayyül, tasavvur, taakkûl, îzân-ı akli ve tasdik-i kalb-î merhalelerinden gelen bilgilerin genelinden veya toplamından çıkan bir sonuca ve vicdanında müdahil olduğu bir kanaate göre tercih yaptığı anlaşılıyor.

Burada ‘cüz’-i ihtiyarinin’ sadece aklî veya kalbî bilgiler ile yetinmemesi çok önemli bir husustur. Çünkü Mektubat’ta geçen bir cümlede: “İman yalnız ilim (ve akıl) ile değil, imanda çok letaifin hisseleri[55] olduğu belirtildiği gibi “İbn-i Sina gibi bir dâhî-yi hikmet, (bile, haşrin cismani kısmı için) “İman ederiz, fakat akıl bu yolda gidemez” diye hükmetmesine  binaen, ‘cüz’-i ihtiyari’nin’ niçin, nihai iman tercihinde sadece aklî ve kalbî bilgilerle iktifa etmemesi daha anlaşılır hale geliyor. Buna göre ‘iman, akla istinat ettiği, fakat bütün bütün akıl ile sınırlı bir mefhum olmadığı’ anlaşılıyor.

Çünkü Bediüzzaman’a göre teklife konu olan itikat veya inanç mefhumu: “Yalnız aklî (bir) mesail-i ilmiye değil; belki kalbî, ruhî, hâlî  mesail-i  imaniye ve pek yüksek ve kıymetdar maarif-i İlahiye”[56] şeklinde tarif ve tavsif edilir.

Bununla beraber, bazı istisnalar dışında, genel durumun; teklife birinci muhatab ‘akıl’ olması sebebiyle, Hanefi âlimleri akıl; özellikle ‘akl-ı selimin’, “kesin bilgiyi reddedemiyeceğini”[57]  söyler. B. S. Nursi Hz. de “aklın şe’ni, bürhan üzere gitmektir” veya “Biz Kur’an şakirtleri, bürhana tâbi’ oluyoruz” diyerek aynı manayı teyid eder.

29. Söz’de, ‘İlmî ve ispata dayalı konularda, aklın ikna olmasıyla kalbin ikna olmasının farklı olduğu’ belirtildiği gibi[58]aklın’ bürhan ve dellileri tahkik safhasında ‘bîtaraf’ oluşu ile ‘kalbin’ devamlı bir halde duramayıp, sürekli ‘değişken’ yapısı ve bu kararsız durumu sebebiyle, nihai karar safhasının ‘akıl ve kalpte’ hükme bağlanmamış olduğu anlaşılıyor.

Bu görevin, akıl ve kalpten, belki biraz daha ötede ve daha bağımsız ve yapısı gereği daha hür ve kolay kolay yanılmaz bir mahiyette yaratılan, ‘vicdanın ’da müdahil’ olduğu ‘cüz’-i ihtiyariye verilmiş’[59] olduğu görülüyor.

Nitekim ilm-i kelam ûlaması da “İmanda nazarî sürecin değil, (cüz’-i ihtiyari) süreci ve tasdikin, asıl olup, akıl yürütmenin haricî bir yükümlülük”[60] olduğunu ifade etmişlerdir.

Çünkü ‘Cüz’-i ihtiyari’nin bu bağımsız ve fıtraten hür bir mahiyetteki mec’uliyeti sebebiyle bazen bir veya birkaç bürhan ile ikna olurken, bazende binler hak ve doğru bürhan ve deliller ‘Cüz’-i ihtiyari’yi’ ikna etmeye yetmiyor. Mesela:

Bir kısım Mekke müşrikleri ve  “kâfirleri, Hazret-i Muhammed’i (A.S.M.) evlâdları kadar tanıdıkları”[61] ve bildikleri halde, binler mu’cizelerine de bizzat şahid olmalarına rağmen akılları, kalpleri ve ‘cüz’-i ihtiyariyileri’ ikna olmayıp hidayet nimetinden mahrum kalmışlardır.

Ayrıca: “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın mübalağasız binler vecihte binler çeşit insan, herbiri birtek mu’cizesiyle veya bir delil-i nübüvvet ile veya bir kelâmı ile veya yüzünü görmesiyle ve hâkeza birer alâmetiyle iman getirdikleri halde, bütün bu binler ayrı ayrı insanları ve müdakkik mütefekkirleri imana getiren bütün o binler delail-i nübüvveti, nakl-i sahih ile ve âsâr-ı kat’iyye ile şimdiki bedbaht bir kısım insanlara kâfi gelmeyerek”[62] iman nimetinden mahrum kalmışlardır.

Hz. Üstad bu örnekler ile teklife birinci muhatab ‘aklın’ ve imanın mahalli olan ‘akleden kalbin’, hak ve doğru bilgiyi kabul etmek ve tasdik etmek fıtratlarının şe’ni iken bazı engeller yüzünden bunun her zaman mümkün olmadığını söyler.

Hâlbuki enfüsî ve âfakî bürhanları kesb etmek gibi bir işlevi olmayan ‘cüz’-i ihtiyari’; enfüsî ve âfakî bürhanları kesb eden aklın ve kalbin, lehine karar verebildiği gibi, bazen de binler delil ve bürhanlara rağmen, aklın ve kalbin aleyhine de vehim, inat, kibir, kıskançlık, husumet ve ırkçılık gibi bazı  saikler ile onların aleyhine bir tercihte bulunabiliyor.

Çünkü “insanda hissiyat galib olsa, aklın muhakemesini dinlemez.”[63] İnsanın bu acib durumu sadece iman ve küfür tercihiyle sınırlı olmadığı hidayete erdikten sonra da hayır ve şer veya her günah-sevap tercihinde ‘Cüz’-i ihtiyari’nin’ vazifesinin devam ettiği görülüyor.

R. Nur Külliyatının iman ve küfür muvazelerinde, özellikle Küçük Sözlerde birçok örnekleri bulunan ve hayat boyu devam eden, yolların hayır ve şer veya günah ve sevap diyerek ikiye ayrıldığı her noktada ‘Cüz’-i ihtiyari’nin’ tercihine göre dünya ve ahiret hayatımız şekillenir.

Buna göre sanki her hayır ve şer veya günah ve sevap tercihi noktasında, ‘Cüz’-i ihtiyari’ tekrar göreve çağrılarak, kendisinden ‘tecdid-i biat ve tecdid-i iman’ vazifesi yapması istenmektedir.

Yirmi Altıncı mektupta geçen جَدِّدُوا اِيمَانَكُمْ بِلاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ Yani “İmanınızı Lâ ilâhe illâllah ile yenileyiniz” Hadis-i Şerifini, ‘Cüz’-i ihtiyari’nin’ her hayır ve şer tercihi noktasında yapmasını beklediğimiz, ‘hayır tercihini’ bir nevi ‘tecdid-i iman’ veya imanın bir güncellenmesi olarak düşünebilir miyiz? (Allahualem bissevap.)

      Cüz’-i ihtiyarinin bile devre dışı kaldığı bazı insanî haller:

S. Nursî, bir kısım eserlerinde hayatın her anında ve alanında aktif bir vazife üstlenen, ‘cüz’-i ihtiyarinin’ bazı insanî hallerde, adeta fevt olduğunu, yani devre dışı kalarak, sanki vazifeden azl edildiğini, 13. Lem’a ve 29. Mektup’ta çok temel ‘itikadî’ bir mesele olarak tahlil eder.

Bu eserlerde ‘Cüz’-i ihtiyarinin’  fevt oluşu, kuvve-i gadabiye ve kuvve-i cazibe gibi duyguların ifrat etmesi bağlamında ele alınıp tahlil edilirken ikiye ayrılır:

Birincisi: insandaki öfke, gazab, inat, kin, husumet ve kıskançlık gibi negatif ve zulmanî duyguların ifrat ederek hâkim olmasıyla geçici bir ‘cünün’ hali yaşayan insanın akıl, kalp ve ‘cüz’-i ihtiyarinin’ kontrolünden çıkarak kebair günahlara bile girebileceği belirtilir.

Mesela: Lemalar’da geçen bir cümlede: “İnsanın letaifi içinde teşhis edemediğim bir-iki latife var ki, ihtiyar ve iradeyi dinlemezler; belki de mes’uliyet altına da giremezler. Bazan o latifeler hükmediyorlar, hakkı dinlemiyorlar, yanlış şeylere giriyorlar”[64] denilir.

İkincisinde: Muhabbet, şefkat, merhamet, vecd, cezbe, istiğrak ve sekr gibi haller yaşayan ‘ehl-i cezbe ve ehl-i istiğrakın’; “Aşkın “Hây Hûy” perdelerinin en hassas tellerinde (ve) damarlarında..”[65] seyr-i süluk ederken; akıl, kalp ve cüz’-i ihtiyarî gibi hissiyatın tedbiri altına giremediği Mektubat’ta şöyle izah edilir:

İnsanda bazı letaif var ki, teklif altına giremez; o latife hâkim olduğu vakit, tekâlif-i şer’iyeye muhalefetiyle mes’ul tutulmaz; ve madem insanda bazı letaif var ki, teklif altına girmediği gibi, ihtiyar altına da girmez; hattâ aklın tedbiri altına da girmez,..”[66] Ve o latifeler o vakitlerde kalbi ve aklı dinlemez denilir.

B. S. Nursî, Şualar’da aklın mesuliyet sınırının; “İman ve teklif, ihtiyar dairesinde bir imtihan, bir tecrübe, bir müsabaka olduğunu”[67] ifade eder. Bununla beraber, bazen istisnai ve şaz bir durum olan insanî hallerin, aklı ve kalbi hatta iradeyi bile dinlemeyen ve de ‘teşhis edilemeyen’ bazı duyguların hâkim olmasıyla, “cüz’-i ihtiyarinin” bile devre dışı kalıp, insana zaman zaman ‘akıldışı’ işler yaptırdığını belirtir.

İnsan aklını ve idrakini zorlayan “Cüz’-i ihtiyari” gibi bazı hissiyatlar ve onu da aşan ‘aklı dinlemeyen’ bazı ‘latifeler’  için, İşarat-ül İ’caz da geçen bir cümlede: Bir şeyin (varlığını veya vücudunu)  bilmekle, (o şeyin) mahiyetini bilmek lâzım gelmez.. Binaenaleyh, cüz’-i ihtiyarînin (ve bazı emsali latifelerin) mahiyetinin tabir edilememesi, vücudunun kat’iyyetine münafî değildir”[68] denilir.

Çünkü “Bizzarure herkes kendisinde bir ihtiyar hisseder. O ihtiyarın vücudunu vicdanen bilir. Mevcudatın mahiyetini bilmek ayrıdır, vücudunu bilmek ayrıdır. Çok şeyler var; vücudu bizce bedihî olduğu halde, mahiyeti bizce meçhul… İşte şu cüz’-i ihtiyarî, öyleler sırasına girebilir.

Herşey, malûmatımıza münhasır değildir. Adem-i ilmimiz, onun ademine delalet etmez”[69] denilerek ‘cüz’-i ihtiyarî’ ile ilgili genel bir durum tespiti yapıldıktan sonra, ruh ve ruha bağlı bazı hissiyatların işleyiş biçimi ve birbiriyle iletişimi ile alakalı bahsimize açıklık getiren, bir kısım tahliller yapılır. Mesela Muhakemat’ta geçen bir cümlede:

kulağın dimağa karabeti ve akıl ile sıla-i rahmi vardır. Hâlbuki maden-i kelâm olan kalb ise, lisandan uzak ve ecnebidir. Ve hem de çok defa lisan, kalbin dilini tamamen anlamıyor. (Hususan) kalb bazan mes’elenin derin yerlerinden -kuyu dibinde gibi- bir tıntın eder ise (de) lisan işitemez (ki) nasıl tercümanlık edecektir?..”[70] denilir.

Sikke-i Tasdik-i Gaybi’de ise “cüz’-i ihtiyarinin” de bazen devre dışı kaldığı, biraz daha tavzih edilerek açıklığa kavuşturulur. Özetle:

Nasıl ki “Lisan, (çoğu zaman) aklın dekaik-ı tasavvuratının tercümesinde âciz” olduğu gibi:

  • ‘Cüz’-i irade ve Cüz’-i ihtiyar’i de bazen aklın ve kalbin kendisine arzettiği delil ve bürhanların lisanını tam idrak edemeyip nihai bir tercih yapıp karar veremiyor.
  • İşte: ‘Cüz’-i irade ve Cüz’-i ihtiyari’nin aciz kaldığı tam bu noktada, karar mekanizmasında bir boşluk ve kaos olmaması için bir sultan veya başkomutan gibi  ‘ruh’, insiyatifi uhdesine alarak, nihai kararı bizzat ‘kendisi’ verdiği anlaşılıyor.[71]

Çünkü artık bu safhada nihai karar, ‘Cüz’-i irade’ ve ‘Cüz’-i ihtiyariye’yi’ de aştığı için varlığını bildiğimiz, fakat mahiyetini ve işleyişini tam bilemediğimiz ruhun tasarrufu ve tercihi ile şekilleniyor.

Bu durum karşısında belki; ‘Cüz’-i ihtiyari’ sadece şaşkınlık ve hayretle yetiniyor. Çünkü ruh bazen ‘Cüz’-i ihtiyarinin’ elindeki bütün bilgilere rağmen onlara muhalif veya muvafık hareket edebiliyor.

Çünkü: ‘Ruhun külli nazarı ile yaptığı dekaik-ı harekâtını, yani bazı icraatlarının ve kararlarının hikmetini, ‘Cüz’-i ihtiyari elindeki, akıldan ve kalpten gelen bütün biligilere rağmen’ âciz kalıp, ruhun harekâtını derkedip ihata edemiyor.’

Nasıl ki; ‘’kavanin-i akliyeden ibaret olan şeriatın’’,[72] ‘’aklın hükümlerine bağlı olmayan taabüdi’ hükümleri’’[73] olduğu gibi “kavanin-i itibariyeden ibaret[74] olan, “şeriat-ı fıtriye ahkâmı, (dahi her zaman) aklın vücuduna ve hükümlerine tâbi”[75] değildir.

Aynen bu ‘şer’i ve fıtrî kanunlar’ gibi bir kanun olan ‘ruhun’da her zaman aklın  ve kalbin hükümlerine tâbi ve bağlı hareket etmeye mecbur olmadığı, aklı ve kalbi aşan bazı kararlarından anlaşılıyor.

Bu fiilî durum, küllî bir nazar-ı dekaik-i aşina ile hareket eden ‘ruhanî hikmetin’, ‘aklın ve kalbin’ de idrak edemediği kendine has bazı kriterleri olduğunu gösteriyor.

Velhasıl; ‘fıtrat boşluk kabul etmez’ kaidesine binaen, ‘aklın, kalbin ve Cüz’-i ihtiyarinin’ aciz kaldığı bu safhada verilen nihai bir karar ve bir ‘tercih  fiili’ olduğuna göre, bu fiilin illa ki bir mercii istinat etmek zorunda oluşu, akl-ı selime  son mercii, vücudun kayyumu olan ‘ruh-u sultâniyi’ gösteriyor.

Çünkü Kastamonu Lahikası’ndaki bir Mektupta son nefesteki tahkiki imanın, mahiyeti ve hiyerarşik yapısı nazara verilirken, akıl, kalp ve ruh sıralaması yapılarak şeytanın elinin akıl ve kalbe erişse bile ruha ve ruhun bir başka boyutu olan sırra erişemeyeceği belirtilir. Bu tesbite göre de imanın en son tahassungâhının akıl ve kalp değil ruh ve sır olduğu anlaşılıyor.[76]

       İman ve hidayetin sebepsiz ve perdesiz yaratılışı:

R. Nur Külliyatında, iman, hidayet ve şifa gibi bazı mühim hakikat ve mahiyetlerin yaratılışında, bazı zahirî sebeb ve vesileler olsa da onların mecazî olduğu, hakikatte ve mutlak mânada bu küllî hakikatlerin perdesiz yaratıldığı, Şualar ve Lem’alar isimli eserlerde şöyle ifade edilir:

“Kâinatta en mühim hakikat ve en kıymetdar mahiyet; nur,(iman –hidayet) vücud ve hayat ve rahmettir ki, bu dört şey perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya kudret-i İlahiye ve meşiet-i hâssa-i İlahiyeye bakar. Sair masnuatta zahirî esbab, kudretin tasarrufuna perde oluyorlar.

Ve muttarid kanunlar ve kaideler, bir derece irade ve meşiete hicab oluyor. Fakat vücud, hayat ve nur, (iman –hidayet) ve rahmette o perdeler konulmamış. Çünki perdelerin sırr-ı hikmeti o işde cereyan etmiyor.”[77]

Bu ince sır içindir ki; şükrü ve perestişi ve minnetdarlığı ve muhabbeti ve medhi ve ubudiyeti intac eden rızk ve şifa ve bilhâssa hidayet ve iman gibi daire-i kesretin en âhirindeki cüz’î ve küllî bu gibi fiiller ve in’amlar, doğrudan doğruya kâinat Hâlıkının ve umum mevcudat sultanının eseri ve ihsanı ve in’amı ve hediyesi ve fiili olduğunu göstermek için Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan:

   الْمَتٖينُ الْقُوَّةِ ذُو الرَّزَّاقُ هُوَ اللّٰهَ اِنَّ  “Şüphesiz ki rızık veren, mutlak kudret ve kuvvet sahibi olan sadece Allah’tır.”[78] (diyerek) tekrar ile rızkı ve hidayeti ve şifayı Zât-ı Vâcib-ül Vücud’a veriyor ve onları ihsan etmek ona mahsus ve ona münhasırdır diyor ve gayet şiddetle gayrın müdahalesini reddediyor[79]

Hz. Üstad ‘hidayetin’ verilişinde vesilelere mecazî anlamın dışında hakiki bir tesir atfetmenin, peygamber de olsa, gayrın müdahalesi olarak değerlendirip tevhid akidesine münafi olduğunu’ söyler.  Hristiyanlık ve sâir dinlerdeki peygamberlerine olan aşırı muhabbetten dolayı vesâit ve esbaba tesir-i hakikî vermelerinin, İslâmiyet ile asla kabil-i te’lif olamayacağını Mektubat’ta şöyle izah eder:

“İslâmiyet’in Hristiyanlık ve sair dinlere cihet-i farkının sırr-ı hikmeti şudur ki: İslâmiyet’in esası, mahz-ı tevhiddir; vesait ve esbaba tesir-i hakikî vermiyor, icad ve makam cihetiyle kıymet vermiyor. Hristiyanlık ise “velediyet” fikrini kabul ettiği için, vesait ve esbaba bir kıymet verir, اِتَّخَذُوا اَحْبَارَهُمْ وَرُهْبَانَهُمْ اَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللّٰهِ “Onlar hahamlarını ve papazlarını kendilerine Allah’tan başka rab edindiler.”[80] âyetine mâsadak olmuşlardır.”[81]

Hıristiyanlıkta rububiyet-i İlâhiyenin bir cilvesini azizlerine, büyüklerine vererek onlara bir te’sir ve hakiki bir mercii kabul etmesine mukabil, İslâmiyette peygamberler dâhil, Allah’tan başka hiç kimsenin hakiki mercii ve hidayet verici olmadığı vazifelerinin sadece tebliğ olduğu, Hutbe-i Şamiye şöyle ifade edilir:

İslâmiyet der: لاَ خَالِقَ اِلاَّهُوَ Hem vesait ve esbabı, müessir-i hakikî olarak kabul etmez. Vasıtaya mana-yı harfî nazarıyla bakar. Akide-i tevhid ve vazife-i teslim ve tefviz öyle ister. Tahrif sebebiyle şimdiki Hristiyanlık esbab ve vesaiti müessir bilir, mâna-yı ismî nazarıyla bakar.

Akide-i velediyet ve fikr-i ruhbaniyet öyle ister, öyle sevk eder. Onlar azizlerine mâna-yı ismiyle birer menba-ı feyz ve -güneşin ziyasından bir fikre göre istihale etmiş lâmbanın nuru gibi- birer maden-i nur nazarıyla bakıyorlar.

 Biz ise evliyaya (ve enbiyaya) mâna-yı harfiyle, yani âyine güneşin ziyasını neşrettiği gibi birer ma’kes-i tecelli nazarıyla bakıyoruz.”[82]

Aynı mânanın Lem’alar da Risale-İ Nur hizmetleri açısından tahlil edilip güncellendiği ise şu şekilde ifade edilir.

“Evet insanın elindeki cüz’-i ihtiyarî ile işledikleri ef’allerinde, Cenab-ı Hakk’a ait netaici düşünmemek gerektir. Meselâ: Kardeşlerimizden bir kısım zâtlar, halkların Risale-i Nur’a iltihakları şevklerini ziyadeleştiriyor, gayrete getiriyor.

Dinlemedikleri vakit zaîflerin kuvve-i maneviyeleri kırılıyor, şevkleri bir derece sönüyor. Hâlbuki Üstad-ı Mutlak, Mukteda-yı Küll, Rehber-i Ekmel olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, وَمَا عَلَى الرَّسُولِ اِلاَّ الْبَلاَغُ

Peygambere düşen, ancak tebliğ etmekten ibarettir”[83] olan ferman-ı İlahîyi kendine rehber-i mutlak ederek, insanların çekilmesiyle ve dinlememesiyle daha ziyade sa’y ü gayret ve ciddiyetle tebliğ etmiş. Çünki

اِنَّكَ لاَ تَهْدِى مَنْ اَحْبَبْتَ وَلكِنَّ اللّهَ يَهْدِى مَنْ يَشَاءُSen sevdiğin kimseyi hidayete erdiremezsin. Ancak Allah dilediğine hidayet verir.”[84] sırrıyla anlamış ki: İnsanlara dinlettirmek ve hidayet vermek, Cenab-ı Hakk’ın vazifesidir. Cenab-ı Hakk’ın vazifesine karışmazdı.”[85]

Nitekim Câmiü’s-Sağir’de geçen bir hadis-i Şerifte hidayete eriştirmekte tebliğin vesilelik yönü şöyle ifade edilir:

“Ben halkı Allah yoluna davet eden ve Allah’ın emirlerini insanlara ulaştıran olarak gönderildim. Hidayet konusunda elimden bir şey gelmez. Şeytan da Allah’ın yasak kıldığı şeyleri süslü olarak gösterici olarak yaratılmıştır, dalâlet hususunda elinden bir şey gelmez[86]

İnsanı imana ve hidayete götüren bazı vesileler olsa da meşiet-i İlahiyenin asıl oluşu ve hidayetin mutlak mânada Cenab-ı Hakk’ın elinde olduğu ile ilgili birçok âyetler de vardır. Mesela:

“(Resulum!) Onları hidayete / hak yola getirmek senin görevin değil, lâkin Allah dilediğini hidayete / doğru yola getirir.” (Bakara, 2/272),

“Eğer Senin Rabbin dileseydi, dünyada ne kadar insan varsa hepsi imana gelirdi. (Ama bunu irade etmedi). Şimdi sen mi, imana gelsinler diye insanları zorlayacaksın? Allah’ın izni olmadıkça hiç bir kimsenin iman etmesi mümkün değildir.” (Yunus, 10/99-100),

“(Resulüm!) Sen dilediğin kimseyi hidayete / doğru yola eriştiremezsin, lâkin ancak Allah dilediğini hidayete / doğruya ulaştırır.” (Kasas, 28/56).

“Doğrusu sen sevdiğine hidayet veremezsin. Fakat Allah kimi dilerse ona hidayet verir. Ve hidayete erecekleri en iyi o bilir.” (Kasas, 28/56)

Kur’an’da ‘hidayet’ kavramı ‘hâdi, hüda ve mühtedi’ gibi farklı isimler altında 300’den fazla yerde geçer.[87] Hidayet ile ilgili en çok bilinen âyetlerden birisi olan; “Allah kimi dilerse ona hidayet verir” mealindeki âyetin, hakiki mânasının ve hikmetinin ne olduğu bilinemediği için, bazı âlimler tarafından ‘te’vil’ edilmesi gereken âyetlerden birisi olduğunu söylemişlerdir.[88]

Bazı âlimler de (Kasas, 28/56) âyetinin bir meali olan “Allah kimi dilerse ona hidayet verir” yerine, “kim isterse Allah ona hidayet verir” şeklinde tercüme etmişler.

Bu tesbitlere göre hidayet sadece arayanların bulduğu bir şey midir? Yoksa ‘bir şartı adi’ olan cüz’-i ihtiyarının sarfı’ ve ‘vahyin talimi ve tasdiki’ gibi vesilelerin, bazen devre dışı olduğu bir ihsan-ı ilahi olarak bazılarının kalbine doğrudan ilka edilen bir mevhibe-i ilahi midir? Doğrusu üzerinde araştırılması ve düşünülmesi lazım gelen bir konu….

         Kesbî hidayet, vehbî hidayet ve fıtri hidayet: 

Bir üst sahifede ‘Hidayetin kesbî ve vehbî yönü’ yönü üzerinde durulmuştu. Bu bölümde ise ‘kesbî ve vehbî Hidayete’ çok benzeyen ‘hidayet-i fıtrıye’ üzerinde duracağız. Konuya bir giriş olarak Hz. Üstadın birçok yerlerde işaret ettiği, ‘kesbî hidayet’,vehbî Hidayeti’ tekrar çok kısaca özetle hatırlatarak, ‘Fıtri hidayet’ ile müzakereye devam edeceğiz.

Kesbî hidayet: Zaruriyat-ı diniyeyi tafsilen ve zaruriyatın gayrisini icmalen, tasdik eden kişinin, cüz’-i ihtiyarisini sarfederek hakk’a ve hakikate meyledip, ‘Cenab-ı Hakk’tan  iman ve hidayetin verilmesini beklemesi..

Vehbî hidayet: Kulun kesbî olan, ‘zaruriyat-ı diniyeyi tafsilen ve zaruriyatın gayrisini icmalen tasdikinden ve ‘cüz’-i ihtiyarisini sarf’ ettikten sonra, Cenab-ı Hakk’ın istediği kulunun kalbine, iman ve hidayet nurunu ilka etmesidir.”

Fıtri hidayet ise: İşarat-ül İ’caz da Bakara Sûresinin, 16. âyetinin tefsirinde, şöyle izah edilir:

شْتَرَوْا اِ ‘Satın aldılar.’[89] (âyeti)Münafıkların “Hidayeti terk edip dalâleti aldığımız, fıtratımızın iktizasıdır, ihtiyarımızla değildir” diye yapacakları mâzeretin reddine işarettir. Evet, sanki Kur’ân-ı Kerim onlara diyor ki: “Cenâb-ı Hak re’sülmal olarak size uzun bir ömür vermiştir. Ve ruhlarınızda da kemâlât istidadını bırakmıştır.

 Ve hidayet-i fıtrıyenin çekirdeğini de vicdanınıza dikmiştir ki, saâdeti alasınız. Hâlbuki sizler saâdete bedel, lezâiz-i fâniye ve menafi-i dünyeviyeyi alıyorsunuz. Demek, su-i ihtiyarınızla, dalâlet mesleğini hidayet mesleğine ihtiyar ve tercih etmekle, hidayet-i fıtriyenizi ifsat, re’sülmalınızı da zayi ettiniz”[90] denilir.

 İktibas ettiğimiz bu paragrafta, münafıkların “Hidayeti terk edip dalâleti aldığımız, fıtratımızın iktizasıdır, ihtiyarımızla değildir” diye yaptıkları veya yapacakaları   mazeretlerinin asılsız ve temelsiz olduğuna dikkat çekilir.

Çünkü güya onlar; yaratılış itibariyle ‘fıtratlarının hidayete’ uygun olmadığı mazeretine sığınıp mecburen dalâlette olduklarını ileri sürüyorlar. Hz. Üstad münafıkların bu asılsız mazeretlerine شْتَرَوْا اِ âyetiyle sanki onlara şöyle denildiğini söyler. Özetle:

  • Size hidayeti taharri ve tahkik ederek araştırıp bulmak için uzun bir ömür verildiği,
  • Ruhlarınıza hidayeti bulmak ve  kemâlâta ulaşmak istidadı tevdi edildiği,
  • Hidayet-i fıtrıyenin çekirdekleri de vicdanınıza dikildiği halde;
  • Siz su-i ihtiyarınızla dalâleti hidayete tercih etmekle hidayet-i fıtrıyenizi ifsat ve re’sülmalınızı da zayi ettiniz, der.

Hâlbuki ‘hidayet-i fıtriyenin’ enfüsî ve âfakî âlemde bütün şartlarının hazırlandığını, Fussılet Sûresi’nde  “Onlara, gerek içinde yaşadıkları âlemin her tarafında, gerekse kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz.[91] Yani iman ve hidayet ile ilgili delilleri, onlara iç dünyalarında ve dış dünyalarında açıkça göstereceğiz denildiğine binaen, münafıkların ‘fıtratlarının hidayete uygun olmadığı’ mazeretlerinin asılsız olduğu belirtilir.

Çünkü “Her doğan, İslâm fıtratı üzerine doğar.” Hadis-i şerifinde beyan edildiği gibi İslam’a göre herkes doğuştan ‘hidayet-i fıtriyeye’ müheyya bir şekilde dünyaya gönderilir. Hristiyanlardaki ‘aslî günah’ inancı İslam’da yoktur.

Hz. Üstad burada ve külliyatın muhtelif yerlerinde klasik iman ve hidayet tariflerinin dışında, ‘Hidayet-i fıtrıye’ başlığı altında daha çok ‘fıtrat dilinin’ esas olduğu veya ‘lisan-i hal dili’ şeklinde de ifade edilebilecek farklı bir ‘hidayet’ tanımlaması yapar.

Eserlerinde insanları ‘Hidayet-i fıtrıye’ye götüren vesileleri yani ‘fıtrat dilini’ konuşturarak ve eşyanın yaratılış biçimleri olan ‘lisan-i hal dilini’ nazara vererek, oradan hâsıl olan ilmî, aklî ve mantıki burhanların imana ve hidayete vesile olduklarına dikkat çeker.

Bediüzzaman bu konuda “Fıtrat yalan söylemez”[92] ve “İslâm, vahy ile fıtrat gibi, iki metin esasa istinad etmiştir”[93] diyerek, genel bir tespit yaptıktan sonra diğer bütün iman rükünlerini ve imanî ve İslamî hakikatleri fıtrat dili üzerinden anlatır. Özellikle ‘hiç yalan söylemeyen’ insanın fıtratı itibariyle iman ve hidayete müheyya bir şekilde yaratıldığı, ibadet, ubudiyet ve dua etmek üzere tavzif ve teçhiz edildiğini nazara vererek, birçok lisan-ı hal okumaları yapar.

İnsanların maddi ve manevi teçhizatının ‘Hidayet-i fıtrıye’ dili olması:

Sözler’de “insan ibadet için halk olunduğunu, fıtratı ve cihazat-ı mâneviyesi gösteriyor”[94] denilerek diğer bazı eserlerde şu örnekler verilir:

Nasılki bir insan bir iş için bir adamı techiz ettiği zaman, o işin o adamdan yapılmasını ümid eder. Kezalik -bilâ teşbih- Cenab-ı Hak insanlara kemal için bir istidad, teklif için bir kabiliyet ve bir ihtiyar vermiştir. Bu itibarla Cenab-ı Hak insanlardan o işlerin yapılmasını intizar etmektedir, denilebilir.[95]

“Meselâ ilmin i’tası, manen ameli emrediyor; zekânın i’tası, ilmi emrediyor; istidadın bulunması, zekâyı; aklın verilmesi, marifetullahı; kudretin verilmesi, çalışmayı; cesaretin verilmesi, cihadı manen ve tekvinen emrediyor.”[96]

Arslan gibi hayvanların diş ve pençelerine bakılırsa, iftiras ve parçalamak için yaratılmış oldukları anlaşılır. Ve kavunun, meselâ, letafetine dikkat edilirse, yemek için yaratılmış olduğu hissedilir. Kezalik insanın da istidadına bakılırsa, vazife-i fıtriyesinin ubudiyet olduğu anlaşıldığı gibi; ruhanî ulviyetine ve ebediyete olan derece-i iştiyakına da dikkat edilirse, en evvel insan bu âlemden daha latif bir âlemde ruhen yaratılmış da, teçhizat almak üzere muvakkaten bu âleme gönderilmiş olduğu anlaşılır.”[97]

 “Ey müşahidler! Arslanın pençesini gören adam, o pençenin iktizası olan parçalamayı arslandan ümid ve reca ettiği gibi; siz de insanları ibadet techizatıyla mücehhez olduklarını gördüğünüzden, onlardan (hidayeti ve) takvayı reca ve intizar edebilirsiniz.”[98] 

“Cenab-ı Hak Âdem’i (A.S.) bütün kemalâtın mebadisini tazammun eden âlî bir fıtratla tasvir etmiştir ve bütün maâlînin tohumlarına mezraa olarak yüksek bir istidad ile halketmiştir ve mevcudatı ihata eden ulvî bir vicdan ve ihatalı on duygu ile teçhiz  etmiştir ve bu üç meziyet sayesinde, bütün hakaik-i eşyayı öğretmeye hazırlamıştır, sonra bütün esmayı kendisine öğretmiştir.”[99] 

 İslâm’ın, vahy ile fıtrat gibi, iki esasa istinad etmesi:

Bir üst sahifede Sözler’den iktibas ettiğimiz “İslâm, vahy ile fıtrat gibi, iki metin esasa istinad etmiştir” cümlesi İşarat-ül İ’caz’da şöyle izah edilir:

“Cenab-ı Hak (insana) verdiği cüz’-i ihtiyarî ile ef’al-i ihtiyariye âlemini kesbiyle teşkil etmeğe insanı mükellef kıldığı gibi, ruh-u beşerde vedîa olarak ekilen gayr-ı mütenahî tohumları sulamak ve neşv ü nemalandırmak için de beşeri teklif ile mükellef kılmıştır…

    Evet, nev’-i beşerin ahvaline dikkatle bakılırsa görülür ki;

  • Ruhun mânen terakkisini, vicdanın tekâmülünü, akıl ve fikrin inkişaf ve terakkisini telkih eden yani aşılayan, (vahiyle gelen) şeriatlardır;
  • Vücud veren, tekliftir;
  • Hayat veren, peygamberlerin gönderilmesidir;
  • İlham eden, dinlerdir.

Eğer bu noktalar olmasaydı, insan hayvan olarak kalacaktı ve insandaki bu kadar kemalât-ı vicdaniye ve ahlâk-ı hasene tamamen yok olurlardı.”[100] 

“Cenab-ı Hak insanı kâinata câmi’ bir nüsha ve onsekiz bin âlemi hâvi şu büyük âlemin kitabına bir fihrist olarak yaratmıştır. Ve esma-i hüsnadan herbirisinin tecelligâhı olan herbir âlemden bir örnek, bir nümune, insanın cevherinde vedîa bırakmıştır. Eğer insan maddî ve manevî herbir uzvunu Allah’ın emrettiği yere sarfetmekle hamdin şubelerinden olan şükr-ü örfîyi îfa ve şeriata imtisal ederse, insanın cevherinde vedîa bırakılan o örneklerin herbirisi, kendi âlemine bir pencere olur. İnsan o pencereden, o âleme bakar. Ve o âleme tecelli eden sıfatla, o âlemden tezahür eden isme bir mir’at ve bir âyine olur.

O vakit insan ruhuyla, cismiyle âlem-i şehadet ve âlem-i gayba bir hülâsa olur. Ve her iki âleme tecelli eden, insana da tecelli eder. İşte bu cihetle insan, sıfât-ı kemaliye-i İlahiyeye hem mazhar olur, hem müzhir olur.”[101] 

Sonuç

Bu çalışmada önce, icmalî ve tafsilî imanın argümanları olan, âfâkî ve enfüsî, tevhid delil ve bürhanları, farklı açılardan tahlilleri yapılarak, muktezayı hale  ve muhataba göre takdim ve tehirleri üzerinde durulur. Ayrıca âfâkî ve enfüsî,  delil ve bürhanlar ile icmalî ve tafsilî iman arasında, parelel bir bağlantı kurulmaya çalışılır.

Bilahare, insanın bu dünyaya gelişinin asıl gayesi olan, iman ve hidayeti kesp etme noktasında, ‘irade-i cüziye ile cüz’-i ihtiyarinin’ akıl, kalp, vicdan ve ruh arasında nasıl bir fonksiyon ifa ettiği esası üzerine bir kısım tespitler yapılarak, iman ve hidayetin dünyevî ve uhrevî cihetleri ve sonuçları nazara verilir.

En son bölümlerde ise, imanın kayyumu olan hidayet; Kesbî, vehbî ve fıtrî ana başlıklar altında tahlil edilip, vahiyle irtibatı kurularak, İslâm’ın –vahiy ve fıtrat gibi– iki esasa istinad ettiği sonucu ile çalışma sonlandırılmaktadır.

Dipnotlar:

  1. (Zâriyat Sûresi, 51: 56)
  2. Şualar ( 100 )
  3. Fussılet Sûresi, 41.53
  4. İşarat-ül İ’caz ( 94 )
  5. (Sözler ( 519 )
  6. Lem’alar( 128 ) – Mesnevi-i Nuriye ( 123 )
  7. Mesnevi-i Nuriye ( 123 )
  8. Sözler ( 706 )
  9. İmam-ı Gazâlî. Mearicül-Kuds. Trc., Yaman Arıkan (İstanbul: Erkin Matbaası, 1971), 9.
  10. https://sorularlaislamiyet.com/
  11. Mesnevi-i Nuriye ( 68 )
  12. Mesnevi-i Nuriye ( 199 )
  13. Sözler ( 537 )
  14. Sözler ( 538 )
  15. Mesnevi-i Nuriye ( 147 )
  16. Mesnevi-i Nuriye ( 180 )
  17. Mesnevi-i Nuriye ( 73 )
  18. Mesnevi-i Nuriye ( 210 )
  19. İ.Gazali -Mevlana Şibli Nûmânî. Terc. Yusuf Karaca. Kayıhan Yayınları. İstanbul/ 2012. Sh: 47
  20. İşarat-ül İ’caz ( 42 )
  21. ,,               ,,     ,,
  22. İşarat-ül İ’caz ( 41 )
  23. İ.Canan Hds. Külly. 2. Cilt Sh. 232-233-(Ekrem Sefa Gül. YAKÎNÎ İMANIN İMKÂN VE MAHİYETİ:  Doktora Tezi.  31)
  24. Sözler ( 614 )
  25. (Asar- ı Bediiye, Nokta, s. 21)
  26. İşarat-ül İ’caz ( 60 )
  27. (İşarat-ül İ’caz ( 140 )
  28. Sözler ( 314 )
  29. Mektubat ( 22 )
  30. (721) Y. Asya Neşriyat
  31. i.a. cilt.17 Sh. 474
  32. Diyanet Hadislerle İslamiyet 1. Cilt Sh 557
  33. (Diyanet Hadislerle İslamiyet 1. Cilt Sh 167)
  34. Ruhul Beyan. 1.cilt sh.44- Sahih-i müslim: 299 Numaralı hadis
  35. (Diyanet Hadislerle İslamiyet 1. Cilt Sh 167)
  36. İşarat-ül İ’caz ( 22 )
  37. (İşarat-ül İ’caz terc. Prof. Dr. Şadi Eren Şahdamar yay.2013. İstanbul. Sh. 46)
  38. İşarat-ül İ’caz ( 22 ) denilir.
  39. (Köprü Dergisi.91. sayı. Sh: 54)- d.i.a Cilt. 17. Sh. 474
  40. İşarat-ül İ’caz ( 61 )
  41. (Bakara Sûresi, 2:5)
  42. Sözler ( 394 – İşarat-ül İ’caz ( 63 )
  43. Enam suresi: 165/125
  44. İmam el-Gazzâlî. İslam’da Müsamaha Faysalü’t-Tefrika Beyne’l-İslam Ve’z-Zendeka- Terc. Süleyman Uludağ. 2020/ İstanbul. 6. Baskı, Sh.59- DERGÂH YAYINLARI.
  45. Sözler: 468
  46. Sözler ( 608 )
  47. İşarat-ül İ’caz ( 20 )
  48. Mesnevi-i Nuriye ( 80 )
  49. İşarat-ül İ’caz ( 24 )
  50. i.a Cilt. 17. Sh.472- 474-476
  51. (d.i.a. cilt 22. Sh. 381-382)
  52. (d.i.a. cilt 16. Sh. 122)
  53. “ İşarat-ül İ’cazda geçen bir cümlede, ‘iman ve itikat’ kavramlarının farklı olduğuna dikkat çekilmiş.  Şöyle ki: “Bizler, Cenab-ı Hakkın Uluhiyetine lâyık olmayan şeylerden münezzeh olduğuna iman ve bütün evsaf-ı azamet ve celal ile muttasıf olduğuna itikad ediyoruz” İşarat-ül İ’caz ( 203 )  Bu cümlede biraz daha ayrıntılı bir iman tarifini yapıldığını görüyoruz. Çünkü imanın asıl hedefi olan Zat-ı Akdesi tavsifte iman ve itikad kavramlarına hem ‘nefy’ hem ‘isbat’ anlamları yüklenerek daha geniş bir iman tarifi yapılmış. İlk cümle nefy, ikinci cümle ise isbat ile ilgili olduğu görülüyor. Yani Cenab-ı Hakkın, Uluhiyetine lâyık olmayan şeylerden münezzeh olduğuna, iman’; evsaf-ı azamet ve celal ile muttasıf olduğuna, ‘itikad’ denilmiş. Bu iman ve itikad ayrımı yapılan cümleye göre: ‘İman’ kelimesi, kelime-i tevhidin ‘nefy’ boyutunu, ‘İtikat’ kelimesi ise; daha çok ‘isbat’ boyutunu oluşturduğunu görüyoruz. Bu tespitlere göre: İmanın esas öz ve cevher olduğu, İtikadın ise imanın esasları ve meseleleri olduğu anlaşılıyor. Ayrıca R. Nur külliyatında ve genel akaid kitaplarında iman daha çok tevhid bağlamında, itikad ise hak inanaçları ifade için kullanıldığı gibi, batıl inançları ifade etmek için de kullanılır.” İşarat-ül İ’caz (176)
  54. Hutbe-i Şamiye ( 78 )
  55. Mektubat ( 331 )
  56. Mektubat ( 356 )
  57. (Ekrem Sefa Gül. YAKÎNÎ İMANIN İMKÂN VE MAHİYETİ: Doktora Tezi.  13)
  58. (Sözler ( 519 )
  59. Sözler ( 706 )
  60. https://dergi.diyanet.gov.tr/makaledetay.php?ID=6532
  61. İşarat-ül İ’caz ( 66 )
  62. Mektubat ( 93 )
  63. Lem’alar ( 76 )
  64. Lem’alar ( 75 )
  65. Sözler ( 225 )
  66. Mektubat ( 452 – 453 )
  67. Şualar ( 579 )
  68. İşarat-ül İ’caz ( 73 )
  69. Sözler ( 466 )
  70. Muhakemet ( 113)
  71. Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 150 )
  72. Mektubat (250)
  73. Mektubat (397)
  74. Mesnevi-i Nuriye ( 250 )
  75. Mesnevi-i Nuriye ( 74 )
  76. Kastamonu Lahikası ( 18 )
  77. Şualar ( 19 )
  78. Zâriyat Sûresi, 51:58.
  79. Şualar ( 21 )
  80. Tevbe Sûresi, 9:31
  81. Mektubat ( 326 )
  82. Hutbe-i Şamiye (137-138 )
  83. Nur Sûresi, 24:54.
  84. Kasas Sûresi, 28:56
  85. Lem’alar ( 131 )
  86. Suyuti, Câmiü’s-Sağir, 2. Cilt. Sh.798. Yeni Asya Neşriyat. 2002 Baskı/ İstanbul.
  87. i.a. 17. Cilt. Sh.473.
  88. (Doç. Atilla yargıcı. Köprü Dergisi.91. sayı. Sh: 65)
  89. (Bakara Sûresi, 2:16.
  90. İşarat-ül İ’caz. Sh.157. Y. Asya Neşriyat
  91. Fussılet Sûresi, 41: 53
  92. Sözler ( 521 )
  93. Sözler ( 731 )
  94. Sözler ( 23 )
  95. İşarat-ül İ’caz ( 98 )
  96. İşarat-ül İ’caz ( 174 )
  97. Mesnevi-i Nuriye ( 186 )
  98. İşarat-ül İ’caz ( 99 )
  99. İşarat-ül İ’caz ( 210 )
  100. İşarat-ül İ’caz ( 164 )
  101. İşarat-ül İ’caz ( 17 )

Kaynakça

  1. Canan, İbrahim. Hadis Külliyatı Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi. 2. Ankara: Akçağ Yayınları, 1998.
  2. Çağrıcı, Mustafa ve Hökelekli, Hayati. “İrade”. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. 22: 380-387. Ankara: TDV Yayınları. 2000.
  3. Demir, Abdullah. “Ehl-i Sünnet ve Mu’tezile’ye göre Mukallidin İmanı”. 20 Aralık 2021 tarihinde erişildi. diyanet.gov.tr/makaledetay.php?ID=6532
  4. Durusoy, Ali. “Hareket”. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. 16: 120-123. Ankara: TDV Yayınları. 1997.
  1. Eren, Şadi. “4. Ders: Fatiha Sûresinin Tefsiri”. 20 Aralık 2021 tarihinde erişildi.

www.sadieren.com/kuran/isaratul-icaz/4-ders-fatiha-suresinin-tefsiri.

  1. es-Suyutî, Celâleddin. Câmiü’s-Sağîr. 2. İstanbul: Yeni Asya Neşriyat, 2002.
  2. Gül, Ekrem Sefa. “Yakînî İmanın İmkân ve Mahiyeti”. Doktora tezi, Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2016.
  3. Hadislerle İslâm. 1. Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2013.
  4. 2. Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2013.
  5. İmam el-Gazzâlî. İslam’da Müsamaha Faysalü’t-Tefrika Beyne’l-İslam Ve’z-Zendeka. trc., Süleyman Uludağ. İstanbul: Dergah Yayınları, 2020.
  6. İmam-ı Gazâlî. Mearicül-Kuds. trc., Yaman Arıkan. İstanbul: Erkin Matbaası, 1971.
  7. Nûmânî, Mevlânâ Şiblî. Gazâlî Hayatı-Eserleri-Fikirleri. trc., Yusuf Karaca. İstanbul: Kayıhan Yayınları, 2012.
  8. Nursi, Bediüzzaman Said. Âsâr-ı Bedîiyye. İstanbul: Envar Neşriyat, 2012.
  9. İlk Dönem Eserleri. İstanbul: Söz Basım Yayın, 2012.
  10. İman ve Küfür Muvazeneleri. İstanbul: Söz Basım Yayın, 2012.
  11. İşârâtü’l-İ’câz. trc., Abdülmecid Nursi. İstanbul: Söz Basım Yayın, 2012.
  12. Kastamonu Lahikası. İstanbul: Söz Basım Yayın, 2012.
  13. Lem’alar. İstanbul: Söz Basım Yayın, 2012.
  14. Mektubat. İstanbul: Söz Basım Yayın, 2012.
  15. Mesnevî-i Nuriye. trc., Abdülmecid Nursi. İstanbul: Söz Basım Yayın, 2012.
  16. Muhakemat. İstanbul: Söz Basım Yayın, 2012.
  17. Sikke-i Tasdik-i Gaybi. İstanbul: Söz Basım Yayın, 2012.
  18. Sözler. İstanbul: Söz Basım Yayın, 2012.
  19. Şualar. İstanbul: Söz Basım Yayın, 2012.
  20. Sorularla İslamiyet. “Peygamberimiz’in ‘Ya Rabbi eşyanın hakikatını bana göster.’ diye dua etmesini nasıl anlamalıyız, eşyanın hakikati nedir?”. 20 Aralık 2021 tarihinde erişildi. sorularlaislamiyet.com
  21. Uludağ, Süleyman. “Hidayet ve Aşamaları”. Köprü 91 (Yaz 2005): 51-60.
  22. Yargıcı, Atilla. “Hidayet Kavramına Kur’anî Yaklaşım”. Köprü 91 (Yaz 2005): 61-68.
  23. Yavuz, Yusuf Şevki. “Hidâyet”. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. 17: 473-477. Ankara: TDV Yayınları. 1998.

İlginizi Çekebilir

Leyle-i Berat Hakkında (Âyet, Hadis, Risale-i Nur)

BERAT: Nişan, rütbe ve imtiyaz için verilen resmî belge, kurtuluş. Sitemizde Berat Gecesi ile İlgili yazılar …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Gençlik Vasıta-i Hayrattır

GENÇLİK, EN KUVVETLİ BİR VESİLE-İ TİCARET  VE GÜZEL VE ŞİRİN BİR VASITA-İ HAYRATTIR!..  “İhtiyarlığın alâmeti …

Kapat