Ana Sayfa / RİSALE-İ NUR & BEDİÜZZAMAN / Nurdan Hatıralar / İnançsız Muallim ve Bediüzzaman

İnançsız Muallim ve Bediüzzaman

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Avukat Gültekin Sarıgül Anlatıyor: 

Üstadın günlük konuşmaları ile vazife anındaki konuşmasının farkı

Üstadla Isparta’da görüştükten sonra, Antalya için trende ikinci mevkide bilet almıştım. Koltuk numarası olmadığından yolcu çoksa yer bulunmazdı. Bir kompartımanı o telaşla açtım, baktım, genç, o günkü ölçülerle asrî diyebileceğimiz bir kadın, yanında da sakallı nurani bir zat var. Selam verdim, müsaade isteyip girdim. Elimde de el yapması bir asker bavulu var. Onu kaldırdım, yukarıya koyarken o zat bana bakıyormuş, dedi ki: “Evladım sen büyük bir zatı, Bediüzzaman Hazretlerini ziyaretten geliyorsun?” “Allah! Allah!” deyip şaşırdım. “Nerden anladınız?” dedim. “Evladım yüzün ifade ediyor” dedi. “Siz kimsiniz?” dedim. “Üstad Hazretleri Burdur’a ilk geldiğinde ona talebe olmuş, emekli muallim Hasan Melli” dedi.

Hasan Melli Anlatıyor

Hasan Melli: “Ben birçok kerametlerine şahit oldum. Yalnız evvela sana bir şey sorayım: Üstadın konuşma tarzını nasıl buldun?” dedi. Tebessüm ettim: “Hal hatır sorarken Türkçe’yi az bilen, şark şivesiyle konuşan bir zat- ı muhterem” dedim. “Hah! Onu istiyorum ben işte, sen Bediüzzamanın hususi şahsiyetini görmüşsün. Onun dellal-ı Kur’an noktasındaki şahsiyetini görmeliydin” dedi. “O nasıl oluyor?” dedim. “Biz de ilk tanıdığımızda günlük konuşmaları aynı böyleydi. Ama o safha biter, sonra diz çöker oturur, euzu besmele, salâvat-ı şerife… Arkasından bir başlar konuşmaya; O, Risale-i Nurlarda okuduğun bedi, veciz ifadeler mübarek ağzından dökülmeye başlar. O zaman ne şark şivesi kalır, ne de bir şey. Haza bir İstanbul efendisi gibi, İstanbul şivesiyle konuşurdu. Bu ifadeler nerden geliyor diye, biz hayran kalırdık.

Hatta iki oda kitabı, kütüphanesi olan, Hatip Hoca denilen, Burdur’un en büyük bir âlimini götürdük yanına. O zaman Bediüzzaman başladı hitap etmeye. Hatip Hoca böyle adeta sindi, hiçbir şey konuşamadı kendisine. Biz dedik: ‘Hocam, bir iki şey de siz konuşsaydınız ya.” Dedi: “Bunun ilmi mevhibe-i i İlahiyedir, onun karşısında ben konuşamam. Bizim ilmimiz kesbî, yani okuyarak öğrendiğimiz şeylerdir. Onun karşısında konuşamam…” Böyle dedi Hatip Hoca.

Tren yolculuğumuz esnasında bu Hasan Melli ile beraber Sikke-i Tasdik-i Gaybiyi okuyup mütalaa etmiştik.

Üstadın Burdur hayatından…

Tren yolculuğumuz sürüyordu. Bu arada Emekli Lise Öğretmeni Hasan Melli ağabeyin yanındaki hanımın, kendisinin gelini olduğunu öğrendim. Bizi dikkatle ve feyizle dinliyordu. Hatta bir ara: “Allah’a hamd-ü senalar olsun. Bediüzzaman Hazretlerini bizzat gören iki gözü Cenab-ı Hak bana gösterdi” dedi. İçimden “Allah-u Ekber şu kadının iman ve teslimiyetine bak” dedim.

Bir ara Hasan Melli Ağabeye Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin Burdur’daki hayatından anlatmasını rica ettim. Çok güzel, çok kıymetli hatıralar anlattı bana. Şöyle ki:

“Üstad Bediüzzaman Hazretleri Burdur’da[1] kaldıkları müddetçe Hilmi Bey ile beraber hep ziyaretlerine giderdik. Hilmi Bey ise, öğretmenlik yaptığım aynı lisede benden daha kıdemli bir muâllim idi. Üstad Burdur’da bir evde kalıyordu. Sohbet için yanına gittiğimizde, Hilmi Bey ayakkabılarını çıkarıp benden evvel girer, ben de arkasından aynı şekilde takip eder girerdim. Üstad makat denilen biraz yüksekçe bir yerde otururdu. Gelen cemaat da yerde halka teşkil edecek şekilde otururlardı. Hilmi Bey Üstadın elini öptükten sonra, Üstad ekseriya onu sağ yanına oturturlardı, beni de sol tarafına…

Üstad sohbete başlamadan evvel hâl hatır sorardı. Tıpkı şimdi senin müşahede ettiğin gibi şark şivesiyle kelimeleri kısaltarak konuşurdu. Bu fasıl beş-on dakika devam ederdi. Bilâhare diz üstü oturur; “şimdi biraz da hocalık yapalım” der, besmele ve salâvat-ı şerifeyi takiben mevzuya adeta gürleyen bir ırmak gibi girerdi. Mübarek ağzından, risalelerdeki o beliğ ve bedî ifadeler gibi kelimeler dökülmeye başlardı. O zaman ne şark şivesi, ne de başka bir şey kalırdı… Hâza bir Osmanlı İstanbul Efendisi gibi konuşurdu. Bu iki şahsiyeti arasındaki bariz fark bizi hayrette bırakırdı.

İnançsız Muallimin Hidâyeti

Vazife yaptığım lisede Kemal adında bir tarih muallimi vardı. Kendisi münkirdi, inançsızdı. Bir gün aramızda Hazret-i İsa (AS) hakkında çok şiddetli bir münakaşa geçmişti. Nerede ise yumruklaşacaktık. Neticede biz birbirimizden koptuk ve bir ay kadar konuşmadık. Ben bu hadiseyi kimseye de anlatmadım. Zaten anlatılacak bir şey de değildi. Bir ay sonra lisede Hilmi Bey ile beraber oturuyordum. Bir anda Kemal yanımıza geldi:

“Hep Bediüzzaman diye birinden bahsediyorsunuz… Çok da büyütüyorsunuz… Beni de yanına götürseniz ya… bak ona bazı sualler soracağım… bakalım altından kalkabilecek mi?..” dedi. Ben hemen kendisine mukabelede bulundum: “Sende din yok, iman yok, abdest yok… bu vaziyette seni nasıl O’na götürelim?.. Hem sen oraya ayakkabı ile de girmeye kalkarsın.” dedim. Hilmi Bey hemen araya girdi: “Eğer Kemal Bey hakikaten arzu ediyorsa bizim vazifemiz kendisini oraya kadar götürmektir. Ondan sonrası da Allah’a aittir” dedi. Ben de “peki” dedim ve beraberce buluşup Üstadın kaldığı eve doğru yola çıktık.

Üstadın evine vardık. Yalnız Kemal daha önceden ayakkabılarını çıkarmayacağını söylemişti. Kapıyı çaldık, açıldı.. içeriye önce Hilmi Bey ayakkabılarını çıkararak girdi. Sonra aynı şekilde ben girdim. İçerde yirmiye yakın kişi, iki halka şeklinde diz üstü oturmuş kemâl-i edeple Üstadı dinliyorlardı. Kemal Bey bu vaziyeti görünce hemen eğildi ve ayakkabılarını çıkarıp içeri girdi. Üstad’a doğru yanaştık. Hilmi Bey elini öptü sağ tarafına, ben de elini öptüm, beni de sol tarafına oturttu. Sıra Kemal’e gelmişti… Kemal Üstada yaklaşınca, Üstad hiç yapmadığı bir tavır gösterdi. Başlarını mümkün mertebe aşağıya eğdi ve sağ elini imkân nispetinde yukarıya kaldırdı. Aslında normal hallerde Üstad elini pek öptürmezdi. Fakat bu şekilde, Kemal, ayakta Üstadın elini öpmeye muztar kalmıştı. Üstad kendisinin nereye oturacağını da göstermedi. Kemal, bir sağına, bir soluna baktı… Kıpkırmızı bozardı… Perişan bir vaziyette Üstad’ın dizinin dibine yığılıverdi. Bir kaç dakikalık soğuk bir duş yaşatmıştı Üstad ona… Akabinde Üstad Hazretleri konuşmasına kaldığı yerden devam etti:

“Evet Kara Kavak ağacından bahsediyorduk… Kavak ağacı, bahar gelince yapraklanır ve tomurcuklanır. Mevsimi gelince tomurcuklar kemale erer ve açılırlar. İçlerinden sinekler uçuşurlar. Sonra bildiğimiz kiraz ağacı… Bahar gelince çiçeklenir ve yapraklanır… çiçekler dökülür ve küçük tomurcuklar hasıl olur… mevsimi gelince de tomurcuklar erer iştihamızı çeker hale gelirler. Yemek için bir tane koparırsın. Bakarsın ki cidarında hiçbir delik yok. Ama açarsın içinde kurt teşekkül etmiş. Ben bu hususu tetkik ettim. (Yirmiye yakın botanik âlimlerinin isimlerini sayarak) filancanın.. filancanın eserlerini okudum. Hiç birisinin bu meseleye tatminkâr bir izah getiremediklerini müşahede ettim. İşte kavak ağacının tomurcuklarındaki sineklerin, kiraz içindeki kurt’un menşeine izah getiremeyenler -dizinin dibine çökmüş vaziyette oturan Kemal’e şehadet parmağı ile sert bir hareketle işaret ederek- Hazret-i İsa’ya (AS) peder ararlar!..

Halbuki ben, Kemal Bey ile aramızda geçen hadiseden, Hilmi Bey’i bile haberdar etmemiştim. Başka hiç kimseye de söylememiştim. Kendisiyle münakaşa ederken Üstad orada mıydı?.. Nasıl haberdar olabildi? Bu açık keramet karşısında donup kalmıştık…

Neyse sohbet bittiğinde Üstadın elini öpüp dışarıya çıktık. Kemal Bey ikimize de sarılarak: “Allah sizden razı olsun, benim hidayetime vesile oldunuz. Sizin bana anlattığınız Bediüzzaman ile şimdi gördüğüm Bediüzzaman arasında Himalaya’lar kadar farklar var” dedi. Çok memnundu. Biz de Allah’a şükrettik… sevindik.

Ertesi gün Kemal Bey yanımıza gelerek: “Arkadaşlar, hemen gidelim!” dedi. Biz zaten böyle bir teklifi bekliyorduk. Üçümüz yola koyularak Üstadın kaldığı eve vardık. Sohbet günü olmadığı için de Üstadımız yalnızdı. Kapıyı çaldık, açıldı, içeri girdik. Hilmi Bey elini öpmek istedi, vermedi.. bana da iltifat etmedi. Hemen Kemal Bey’in omzundan tuttu içeriye götürüp oturttu. Başını sıvazladı. Önüne üzüm leblebi karışımı kâseyi açtı. “Buyur Kemal’im!.. Ye Kemal’im!..” diyerek Kemal Bey’in başını sıvazlayarak mütemadiyen iltifatlar etti. İltifatlar artık Kemal’e idi. Hakikaten Kemal Bey de bu iltifatlara lâyık olduğunu zamanla gösterdi. Risale-i Nurları okuyarak anlamak ve anlatmakta bizleri fersah fersah geçti.”

Hasan Melli Ağabeyimiz (RH) bunları anlattıktan sonra, kompartımanda formalar halinde Ankara’ya götürdüğüm, “Sikke-i Tasdik-i Gaybi” kitabından yerler okumaya devam ettim. Bazı noktalarda izahlar getirdi. Kitabın bir yerinde: “Uzaktan dağlar görünür, taşlar görünmez. Sekiz yüz senelik bir mesafeden görünen, hizmet-i imaniyenin şahikasıdır. Yoksa Said gibi karıncaların değil.. ilh…” okuyup bitirdikten sonra, sordum: “Muhterem Ağabey! Burada dağ gibi bir hadiseden bahsediliyor. Hâlbuki bugünkü haliyle (1959 senesiydi) ben ancak Anadolu’nun muayyen beldelerinde, bu hizmete gönül vermiş birer ikişer ağabeyi görüyorum. Bunların hepsini toplasan ancak büyükçe bir salonu doldurabilir…

Cevabı gecikmedi: “Evladım! Üstad ruh mertebesine terakki ettiği için mazi ve istikbal zaman-ı hâl hükmüne geçmektedir. Bu bakımdan istikbale Allah’ın izniyle nazar ederek bu cümleleri yazdırmaktadır. Ben yaşlıyım, göremem. Sen gençsin, göreceksin inşallah. Elli sene sonra bu kitapların dünya çapında bir hadise haline geldiklerini sen bizzat göreceksin.”

Allah gani gani rahmet eylesin ve nur içinde yatsın. Hasan ağabeyimizin ifade ettiği günleri sonsuz hamd ü senalar olsun gördük ve yaşıyoruz.

(…)

Kaynak: Ömer Özcan’ın Ağabeyler Anlatıyor – 2 kitabı 

Yazar : Ömer ÖZCAN

1950 yılında Milas’ta doğdu. Ortaokul ve lise eğitimini İzmir’de tamamladı. 1968 senesinde lise ikinci sınıfta iken Risale-i Nur’u tanıdı. 1969’da ‘Ankara Erkek Teknik Yüksek Öğretmen Okulu’na (Bugünkü adıyla: Teknik Eğitim Fakültesi) kaydoldu… Ankara’da beş seneye yakın Bayram Yüksel Ağabeyin nezaretinde muhtelif Dersane-i Nûriyelerde kaldı. 1973 senesinde öğretmen olarak mezun oldu. 1973’den 1984’e kadar 11 sene Zonguldak’ta lise öğretmenliği yaptı. Sonra İzmir’e, mezun olduğu liseye öğretmen olarak atandı. 2000 senesinde aynı okuldan emekli oldu. Ömer Özcan evli ve iki kız babasıdır. Şimdi İzmir’de ikamet ediyor. Bütün mesaisini iman ve Kur’an hizmetlerine ayırmaya çalışmaktadır.
Ömer Özcan’ın Bediüzzaman Said Nursi ve talebeleri hakkında hatırı sayılır bir arşivi vardır. Kendisinde, Hz. Üstad’la görüşen veya görüşmeyen kadim ağabeylerden fotoğraf, ses, video veya yazılı olarak yaptığı kayıtlar mevcudtur. Ayrıca Risale-i Nur’un teksir veya matbaa olarak ilk baskılarının tamamına yakını Ömer Özcan’ın arşivinde bulunmaktadır. El yazılı orijinaller de vardır.
Ömer Özcan, Üstad Said Nursi Hazretleriyle hatıraları olan Ağabeylerle yaptığı röportajların bir kısmını kitaplaştırmıştır. “Risale-i Nur Hizmetkârları AĞABEYLER ANLATIYOR” adıyla seri olarak yayınlanmış sekiz kitabı bulunmaktadır. Yeni kitap hazırlıkları ve araştırma çalışmaları devam etmektedir.

Tüm Yazıları Göster
Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

‘Salâvatın Mânâsı Rahmettir!..’ 

‘SALAVÂTIN MA‘NÂSI RAHMETTİR!..’  “(Ey resûlüm!)  (biz) seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik!..” (Enbiya,107) “İşte seni …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Hatıralarla Bediüzzaman Hazretlerinin 1926 Sürgünü

1926 SÜRGÜNÜ "Zaman onu tekzip eder"  Abdülvehhab Ekinci anlatıyor; "Şeyh Said isyanında Üstad Van'daydı. İsyan haberi …

Kapat