Ana Sayfa / RİSALE-İ NUR & BEDİÜZZAMAN / Bediüzzaman'ın Talebeleri / Bediüzzaman'ın Yakın Talebeleri / İnebolu’nun Nurlu Ruhu: Ahmed Nazif ÇELEBİ / Mustafa ORAL

İnebolu’nun Nurlu Ruhu: Ahmed Nazif ÇELEBİ / Mustafa ORAL

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İnebolu’nun medar-ı iftiharı Ahmet Nazif Çelebi 1891 yılında Kastamonu’nun İnebolu ilçesinde doğar. Soyadı gibi Çelebi bir ruha sahiptir, kabına sığmamaktadır. Yerinde duramayan civa gibi, civan gibi bir delikanlıdır. Ruhunda Karadeniz’in dalgaları vardır; gidip gelmektedir değişik âlemlere.

Köklü bir hanedandan gelmektedir. Çok iyi bir aile terbiyesi alır. Cesur, kahraman, mert, bahadır, vatansever bir ruha sahiptir. Zekâ ve şecaat sahibidir. Mahalle mektebini bitirir. Fakat şartlar müsait olmadığından medrese eğitimi alamaz. Âlimlerin, ariflerin irfan sofralarında oturarak ilim açlığını gidermeye çalışır.

1909 yılında Bediüzzaman bir heyetle İnebolu’ya uğrar. İnebolu’nun meşhur âlimi Hacı Ziya Efendi ile birlikte şehirdeki camileri gezer. Şadırvanda abdest alırken yüzlerce insan toplanır, hürmet ve sevgi ile seyreder. Ziya Efendi halka “Ayıptır, çekilin” deyince, heyetten bir zat “Bırakın baksınlar. Bu zat bakılacak bir zattır” der. Yahya Paşa Camiinde namaz kılar. Veda vakti gelir. Üstad vapura doğru hareket ederken caddenin iki tarafına dizilen halkı elini kalbine koyarak selâmlar. 17 yaşındaki Nazif, Üstadla ilk kez o gün karşılaşır. Aylardır deli taylar dibi dolanıp duran Çelebi birden duraklar. Göz göze gelirler. Selamlaşırlar.

Bu gözler…

Ah bu gözler bu dünyaya ait değildir. Başka âlemlerden gelmiştir. Üstadı İnebolu’ya getiren vapurdur, Nazif’i kendine getiren bu gözlerdir. Üstad gözleriyle Nazif’in ruhuna maya çalar. Mayanın tutması 30 yılı alır. 30 yıl o gözler unutulmaz, Çelebi’nin gönlünde yaşar. 30 yıl sonra Isparta Kahramanlarına arkadaş olacak seviyeye gelir.

İstanbul’a uğradığı zamanlarda gazetelerde Bediüzzaman’la ilgili yazı ve haberler görse de kendini görmek nasip olmaz. Üstadı gördüğü o günü Kastamonu Lahikasında şöyle anlatır: Risâle-i Nur tercümanı ve müellifi ve sahibi bulunan zât, bin üç yüz yirmi dört ve yirmi beş Rumî senelerinde İstanbul’da iştiharla Bediüzzaman nâmı ve lâkabı altında matbuâtın sitâyişle neşriyatından mütehassis olarak o zaman on yedi yaşında bulunduğum ve çok cahil ve çocukluk devresinde iken bu mübarek isim kalbimde yer tutmuş. Bu kalbî muhabbet hürmeti için olacak ki bin üç yüz yirmi altı senesinde Hazret-i Üstadın, Bediüzzaman Said-i Kürdi lâkabı altında, Karadeniz seyahatinde iki hizmetkârı ile İnebolu’yu ziyaret ederek o zaman İnebolu’nun meşhur ulemasından Hacı Ziya ve diğer ulema arasında vapura teşyî edildiği sırada tesadüfen çarşıda karşıladığım ve çok derin muhabbet hissiyle bu mübarek zâta selâm durarak mütebessim ve nuranî simalarıyla ve keskin nazarlarıyla selâmlarına ve mânevî nazarlarıyla iltifatlarına mazhar olduğum günden beri artan muhabbet ve alâkamı, otuz senelik hatırımdan katiyen silinmediğini aynelyakîn görüyordum.

Kahve sarhoşluğu

Yıllarca adı konulmamış manevi bir sarhoşluk ve sekir yaşayan Nazif son on yılda beş vakit namazda Cenab-ı Rabb-ül Âlemîn Hazretlerinden “Ya Rab! Bana bir mürşid-i kâmil ihsan buyur” diye diye niyaz eder, Üstadı intizar eder.
Bir gün ruhunu dinlendirmek için kahvehanede soluklanır. Anadolu insanının sarhoşu bile hakikatle karşılaştığında ayılır. O gün orada bir sarhoş da vardır. Kanında şarap dolaşsa da kalbinde şarap yerine Rab dolaşmakta, o ses zaman zaman diline vurmaktadır. O günlerde Kastamonu’da sürgün hayatı yaşayan ruh sultanı Bediüzzaman’ı öve öve bitirememektedir.

O gün ilk defa kahve bu kadar keyiflidir. O gün ilk defa kahvehane bu kadar şendir. Yılların yorgunluğunu kahve tadındaki bir çift söz gidermiştir. Bu kahvenin kırk yıl değil ebede kadar hatırı olacaktır.

Sarhoş, Nazif’in manevi sarhoşluğunu daha da artırır. Kalbindeki Üstad sevgisi gün geçtikçe daha da ateşlenir. O günlerde oğlu Selahaddin, Kastamonu’da Bediüzaman isimli bir hocanın olduğunu, kendisine çok sıkıntı çektirildiğini, ağır baskı altında olduğunu söyleyince Ahmet Nazif bahsedilen kişinin Üstad olduğunu anlar. Üstadı tanıdığını, kendisinin de yarın Kastamonu’ya gidip ziyaret edeceğini söyler. Her tehlikeyi göze alarak ziyaret edip, mübarek ellerini öpmek ister.
Sabah olur. Yola koyulur. Kastamonu’ya varır. Üstadın huzuruna çıkar. Karadeniz gibi celalli ve haşmetli, bastığı yeri titreten Nazif’in heyecandan her yeri titremektedir. Sanki yer, gök Üstad diye inlemektedir.

Nazif kemal-i aşk ve ihlâsla Üstada sarılır. Üstad, kendisini yıllar önce gördüğünde talebeliğe kabul ettiğini söyleyince aradığı mürşidi bulduğunu hissederek o gün yegâne mürşid, rehber ve büyük Üstad olarak Risale-i Nur’u seçer.

Kılıçlar kına, elmas kalemler rahleye
Ziyarette Üstad kendisine Dördüncü Şua olan Âyet-i Hasbiye Risalesini verir. O da yazıp, Selahâddin’e verir. Üstadı nerede ve nasıl görebileceğini tarif ederek Kastamonu’ya gönderir. Selahâddin, Kastamonu’da Üstadı ziyaret eder. Kitabı verir. Üstad “Sen hoş geldin kardeşim, bu Risalenin tashihatını yapayım” der. Dikkatle tashihat yapar. Eksiklikleri harf ve noktalara kadar düzeltir. Tashih yarım saat sürer. Akabinde Selahâddin’e döner, “Sen de yazı biliyor musun?” der. “Evet” deyince bir cümle yazdırır. “Maşaallah… Keçeli güzel yazıyorsun, sana bir Risale vereceğim, yazar mısın?” der. “Memnuniyetle” deyince, Küçük Sözler’i verir. Babasına da 11. ve 12. Sözler’i gönderir: Eğer arzu ederse yazsın ve bana tashihe göndersin. Eserler aynen yazılmalıdır…
Selahâddin müsaade isteyerek huzurdan ayrılır.

İşte Nur Risalelerinin İnebolu’ya girişi böyle olur. Bu tarihten sonra İnebolu’da yüzlerce parmak Nurları yazmaya başlar.
Nazif’ler, İbrahim’ler, İzzet’ler, Osman’lar, Salih’ler, Ömer’lerin kalemleri, beş sene boyunca matbaa gibi işler. Kastamonu-İnebolu arasında Recep Dilek, Ahmed Köroğlu ve Değirmencioğlu gibi Nur Postacıları teşekkül eder. Nurlar İnebolu limanından Anadolu’ya sevkedilir.

Nazif, İstiklal Harbinde İnebolu’da Yunan gemilerini topa tutarken 20 sene sonra manevi bombalar olan Risale-i Nur’ları İnebolu Limanından Anadolu’ya sevk eder. Yunanlar gitmiştir gitmesine de yılanların gömleğini bırakıp gittikleri gibi Yunanlılar da menhus ruhlarını bırakıp gitmişlerdir. Bu sefer İnebolu ve Anadolu manevi bir işgale sahne olur. Deccaliyet kol gezmeye başlar. Nazif Çelebi bu kez Deccalle mücadele edecek mehdiyi beklemeye başlar. Mehdiye asker olabilmek için kılıcını bileyler.
Beklenen gün gelir. 1938 yılında Mehdi Kastamonu’yu şereflendirir. Nazif mehdi ordusuna katılır. “Sen Mehdi değil misin?” diyerek Üstadı destekler. Üstad tebessüm eder. Nazif aynı güzellikle cevap verir: Ey Üstadım, o halde hiç tereddüt etme, yürü. Benim malım, mülküm, her şeyim hatta canım dahi bu hizmete feda olsun!…
“Maşaallah Kahraman Ahmet Nazif, benim seksen has şakirdimden daha kıymetlidir ve hizmetin kutbudur” diye mukabele eder.

Zaman değişmiş, asır başkalaşmıştır. Artık Deccal’le mücadele kılıçla değil, kalemle olacaktır. Nazif ve arkadaşları kılıçları kınlarına koyarlar. Kılıçtan daha keskin elmas kalemleri çıkarırlar.

Risaleleri yazmaya başlarlar. İnebolu’da onlarca altınparmak Nurlar’ı yazmaya koyulur. Birkaç sene sonra teksir makinesi ile Risaleleri çoğaltmaya başlarlar. İnebolu limanından Anadolu’ya Risale sevk ederler. Dün İnebolu’nun Yunanlılardan kurtuluşuna katkı sağlarken bu gün Nurlar ile Anadolu’yu dinsizlik ve Komünizmden korumaya çalışırlar.

Risalelerin yayılmasını hazmedemeyen bazı bahtsızlar 126 nur talebesini Denizli hapsine gönderirler. İnebolu’da ilk tutuklanan Nazif’tir. Soruşturmalar akla hayale sığmayacak derecede komiktir. Saçma sapan iftiralarla doludur. “Rusya ile konuştuğunuz aletler nerede? Her gece Rusya ile konuşuyorsunuz. Hükümeti yıkacak hazırlıklar yapıyorsunuz. Haritalarınız nerede? Silahlarınız nerede?” gibi abes sorular sorulur. İddiaları yerinde görmek isteyen İçişleri Bakanı Hilmi Uran İnebolu’ya gelir. Safsataları görünce “uydurma şey istemem” diyerek iddianamenin yeniden yazılmasını ister.

Evler didik didik aranır. Mahrem eşyalar ve yerler bile karıştırılır. Nazif Çelebi, Selahaddin Çelebi, Ömer Lütfi Gedikoğlu, Gülcü Hüseyin (Hüseyin Kuru), Ziya Dilek, İbrahim Mırmır, İbrahim Fakazlı, Halil Enercan, Ahmet Köroğlu, İzzet Durgut, Mustafa Yelkenci, Zühtü İşeri tutuklanır. Zulmetmekten zevk alan savcı “yakında asılacaksınız” diyerek tehditler savurur. Nazif de aynı sertlikle cevap verir.

Nur talebeleri hapsi bir mescid ve medrese-i nuriyeye çevirirler. Oruç, namaz, Kur’an, cevşen, risâle, tefekkür, zikir ve evradla zamanı ihya ederler.
İnebolu’dan Denizli Hapsine 12 kişi gider. Bunlar: Nazif Çelebi, Selahaddin Çelebi, Ömer Lütfi Gedikoğlu, Gülcü Hüseyin (Hüseyin Kuru), Ziya Dilek, İbrahim Mırmır, İbrahim Fakazlı, Halil Enercan, Ahmet Köroğlu, İzzet Durgut, Mustafa Yelkenci, Zühtü İşeri.
İki-üç ay kadar İnebolu hapsinde kaldıktan sonra vapurla İstanbul’a, oradan Denizli’ye götürülürler. Bu olay üzerine bazı kendini bilmezler “bunlar Denizli’ye idama gittiler. Bir daha dönmeyecekler” diye korku salarlar.
Üstad, kendisi gibi Hüsrev, Feyzi, Hafız Ali, Nazif gibi çok talebelerin hayatlarının kader tarafından istikbalde Risale-i Nur’a hizmet gibi nurânî meyveyi vermek için tanzim edildiğini, bunu hem kendisinin hem de onların hissettiklerini belirtir: Evet bazı ehl-i velayetin ileride talebesi olacak zâtlar, daha dünyaya gelmeden, hiss-i kabl-el vukuun inkişafıyla kerametkârane keşfettikleri gibi Risale-i Nur’un talebelerinin mühimlerinden birkaç zât dahi, çok zaman evvel, bir hiss-i kabl-el vuku ile ileride Said ile alâkadar bir surette bir Nur’a hizmet edeceğini hissetmişler. İşte, onların birisi de Nazif’tir…

İnebolu’nun Nur çerağı

Isparta da nur çerağını Hüsrev Altınbaşak yakmıştır. 10 yıl sonra İnebolu’da Nazif yakar. Yaptığı hizmetler ile İnebolu’nun Hüsrev’i olur. Üstad tarafından Küçük Hüsrev olarak isimlendirilir. Hüsrev ile Isparta “gül fabrikası” olurken, “Küçük Hüsrev” Nazif ile İnebolu “Küçük Isparta” olur.
İhlâsıyla Hüsrev’e benzeyen “Küçük Hüsrev” Nazif sadakat ve kahramanlığı ile Büyük Hafız Ali’ye benzemektedir. “Yalnız bir iki cihetle değil, çok cihetlerle mabeynlerinde tevafuk” vardır.

1943 yılında Denizli hapsinde Risalelerde isimlerini duyduğu Hüsrev ve Hafız Ali ile ilk kez karşılaşır. Onları yakından tanıma fırsatı bulur. Sabri Arsever ve Hafız Ali’nin kendisi hakkındaki senakâr ve takdirkâr sözlerini duyunca gözyaşlarına boğulur.

Hapisten çıktıktan hemen sonra ikindi vakti Üstad, Mehmet Feyzi, Nazif Çelebi, Selehattin Çelebi, Çaycı Emin ve Emin Uzun ile Hafız Ali’nin mezarını ziyaret ederler. Kur’an’lar okunur. Üstad hazin bir dua yapar. Elini semaa kaldırır. “Bu şehid bir yıldızdır” der. O sırada talebeler gayr-i ihtiyarî başlarını kaldırdıklarında, gökte ışıl ışıl bir yıldızın parladığını görürler. Üstad mezar tahtasına “Mahkeme-i Kübra-yı Haşirde Risale-i Nur talebelerinin bayraktarı şehid-i merhum Hafız Ali rahmetullahi aleyhi ebeden daimen” diye yazar.

Nazif yaptığı hizmetlerle Üstadın takdirini kazanır. Mehmet Feyzi’nin rüyasında gördüğü cübbesini hediye eder. Cübbe Denizli Hapsi Hatırası olarak kayıtlara geçer.

Tahtakurusu dersleri

Üstad, Mahkemeye giderken genelde Tahiri Mutlu, Mehmet Feyzi veya Ahmet Nazif ile kelepçelenir. O gün kelepçenin bir ucu Nazif’e nasip olur. Mezarlıkta soluklanırken Nazif yakasındaki tahtakurusunu fark eder.
Üstada “Efendim müsaade eder misiniz?” der.
“Ne o Nazif ?”
“Efendim tahtakurusu… Gidiyor boynumuza doğru…”
“Sakın dokunma!.. Sakın dokunma!..”
Nazif “Niçin Efendim?” diye mukabelede bulununca Üstad latife tarzında cevaplar: O kurnazdır. Isırır, hemen saklanır ve sen onun ısırdığını birkaç saniye sonra duyarsın. Bu sefer sen onu öldürürsün. Hâlbuki o ısırmadı. Sen, birini haksız yere öldürdüğün için, onun intikamını almak üzere, bire on hücum ederler…

Üstad birden ciddileşir. “Bak, bir arkadaşlarının intikamını almak için on tanesi birden hücum ediyorlar. Biz burada, bu davayı; Abdülkadir Geylani, Ahmed-i Farukî, Muhammed Gazali’den teslim aldık. Bir tahtakurusu, bir kardeşinin ölümüne on tane fedai olarak gittiğine göre biz daha fazla fedakârlık yapmamız lazım…” diyerek, tahtakurusu üzerinden sadakatin önemini vurgular.

Hapisten tahliye

15 Haziran 1944 tarihinde Nazif, Üstad ve diğer Nur talebeleriyle birlikte beraat eder. “Kaziye-i Muhakeme Denizli Ağır Ceza Mahkemesi” başlığı altında verilen kararda “İnebolu Cami-i Kebir Mahallesinden Mehmet oğlu,1307 doğumlu, 19.9.1943’den beri mevkuf, sabıkasız Ahmet Nazif Çelebi” şeklinde takdim edilir.

Nazif ve oğlu Selahattin hapse girince hırdavat dükkânları kapanır. 9 ay sonra İnebolu’ya döndüklerinde iflas edecek noktaya geldiklerini fark ederler. Fakat o günlerde ciddi bir enflasyon olur. Stoktaki mallar birden kıymetlenir. Buna rağmen piyasa fiyatının altında satarlar. Böylece hizmet için yaptıkları fedakârlığın karşılığını kat kat alırlar.
Rum ev Risale ile nurlanır

Nazif ve İbrahim Fakazlı gibi hizmet erleri şartların değiştiğini görerek daha uygun hizmet metotları aramaya başlarlar. 1944 yılında Selahaddin Çelebi, İstanbul’da bir teksir makinesi görür. Bir dakikada yüz sayfa bastığını görünce İnebolu’ya getirir. O güne kadar kalemle çoğaltılan Risaleler Nazif’in Rumlardan kalma evinde teksir edilmeye başlanır. Dün fani emellere konaklık eden bu ev o gün aydınlanır. Rum ev Risale ile nurlanır. Asırlara mührünü vuracak hizmetler burada yapılır. Kahraman Nazif o günün zor şartlarında birkaç saatlik uykuyla Risaleleri teksir eder. İnebolu “Küçük Isparta” unvanını kazanır. Teksir edilen Risaleler buradan Türkiye’ye yayılır. Artık Nurlar “İnebolu Baskısı” ismini alır. Selâhaddin Çelebi, ilk teksir edilen Âyetü’l-Kübra Risâlesini Üstada götürür.

O günlerde Üstad sıkıntılıdır. Yazdığı bir mektup nedeniyle “kim yazmış?” diye sekiz defa resmen sıkıntı ve eziyet verildiği bir zamanda kitap eline ulaşır. Üstad çok sevinir. “Bin beş yüz nüshaya ve bir milyon sahifelere çıkaran o makine elbette gaybdan imdadımıza gelmiş nurcu bin kalemli bir kâtiptir” der. “Ya Rabbi! Bir kalemle beş yüz nüsha yazan Nazif Çelebi ve mübarek yardımcılarını Cennetü’l-Firdevste mes’ûd kıl…” diye dua eder.

Nazif ve Selahaddin İnebolu’da hizmetleri en çok omuzlayan kişilerdir. Nitekim Üstad da “Bu iki zatın, Risale-i Nur’un neşrinde iki yüz adam kadar çalıştıklarını” belirterek takdir eder.
Nazif, Denizli’de olduğu gibi Afyon hapsinde de bütün sıkıntılara rağmen hizmeti sürdürür. Fırsat buldukça Üstadı ziyaret eder. Üstad soğuk ve yalnızlıktan başka bir de zehirlenme musibeti ile mücadele etmektedir. Nazif bir gün Üstadın koğuşuna geldiğinde acılar içinde kıvrandığını görür. Zehirlendiğini anlar. Hemen kaldırır. Zehrin tesirini kırmak için Üstadı hareket ettirmeye çalışır. Zayıf, ihtiyar, çaresiz Üstad Nazif’e sarılıp ağlar: Ben çok perişan durumdayım. Seni Allah gönderdi…
Hapisten çıktıktan sonra hizmetlere devam eder. Ulaşabildikleri herkese İslam’ı anlatmaya çalışırlar. Bunlar arasında Almanlar da vardır. Bazı muarızları onun ve oğlu Selahaddin’in şahsında nur talebelerini ‘Almancı’ olmakla suçlarlar.

Ahmed Nazif, “Risâle-i Nur’un irşadıyla, hakaik-i imaniye ve Kur’âniyeyi bütün kâinatın fevkinde gördüğümden ve itikad ettiğimden, değil küre-i arzdaki cereyanlara, belki bana verilse de bütün dünya saltanatına âlet etmem. Ben yalnız hakikatçi ve imancı ve Kur’âncı Risâle-i Nur’un bir hadimiyim” diyerek ithamları reddeder.

Üstaddan ayrılsa da irtibatı devam ettirir. Mektuplar yazarak ve bizzat ziyaret ederek hasreti dindirmeye çalışır. Mektuplarında ve ziyaretlerinde Üstada Kuzey şehri İnebolu hizmetlerini anlatır. Üstadın sarsılmaz sadakatte dediği Nazif, “O mühim mevkide, Âlem-i İslâm’ın şimal hududunda hizmet-i imaniyenin bir kutbu” haline gelir. Zıt kutuplar birbirini çeker. Üstad 1960 yılında vefat eder. Dünya tek kutuplu kalır. Bir kalb, bir kulub, bir kutbunu kaybetmiştir.
Nazif dengini ve dengesini kaybeder. İnebolu dar, dünya sığ gelir. Ne yaparsa yapsın içindeki boşluğu dolduramaz; dengini ve dengesini bulamaz. Üstadının ve Sevgilinin (asv) cennete davetlerini bekler. Barla sahibi Üstadı artık Ravza sakini Hz. Mustafa’nın (asv) yanındadır. Ruhundaki sızıyı bir nebzede olsa dindirebilmek için Ravza’ya gider. Mukaddes menzillerde Sevgili (asv) ve Üstad ile hasret giderir. Veda vakti gelir. Zor gelse de ayrılmak zorundadır.

İnebolu’ya döner. Ravza ve Barla tadında yaşamaya devam eder. Ravza kokusu üzerinden çıkmadan 30.12.1964 tarihinde dünya kutbundan ahiret kutbuna; şimal (kuzey) kutbundan kıble (güney) kutbuna geçer. Üstad dört yıl sonra Nazif’i yanına, kendi kutbuna çeker. Nazif’i Üstadının gözyaşlarını silmesi için Afyon Hapsine gönderen Rabbi bu sefer de “Üstadın burada sensiz yapamıyor” diye cennetine alır. Kefeni Risale-i Nur sayfaları olur. Bedeni İnebolu Hastane Üstü Mezarlığına, ruhu Risale-i Nur tarihine defnedilir.

Üstadının ifadesi Risale-i Nur kütüğünde “Nurun kahraman şakirtleri” arasına kaydedilir.

Allah rahmet eylesin. Amin.

Yazar : Mustafa ORAL

Mustafa Oral, 1974’te Balıkesir’de doğdu. Gazi Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi İşletme bölümü mezunudur.
Değişik gazetelerde deneme ve makale ürünleri yayımlayan yazar, hikâye ve şiirlerini Esma, Elif, Genç Yorum, Karakalem, Köprü, Yedi İklim, Hece, Dergâh, Kelime, Aryaevi, Kırklar, Okuntu, Polemik, Edebi Pankart ve Değirmen dergilerinde neşretti.
Kitap Haber dergisinde kitap eleştirisi yazıları yayımladı.
Kelime ve Aryaevi dergilerinin editörlüğünü yaptı.
www.hicbisey.com ve “Denizli Nur” Facebook sayfası editörüdür.

Yayınlanmış Eserleri
Sana Aşktan Soruyorlar: De ki (Hikâye - 2003)
Aşktan Öte Bir Yol (Hikâye - 2006)
Aşk İçre Rüyalar (Hikâye -1. Baskı 2014 Şubat, 2. Baskı 2014 Mayıs)

Tüm Yazıları Göster
Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

‘Salâvatın Mânâsı Rahmettir!..’ 

‘SALAVÂTIN MA‘NÂSI RAHMETTİR!..’  “(Ey resûlüm!)  (biz) seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik!..” (Enbiya,107) “İşte seni …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Kardavî: Türk halkı birlik içinde oyunları bozmalı”

Dünya Müslüman Alimler Birliği Başkanı Dr. Yusuf El kardavi, İstanbul'daki alçak terör saldırısıyle ilgili mesaj …

Kapat