Ana Sayfa / RİSALE-İ NUR & BEDİÜZZAMAN / Risale ve Bediüzzaman Üzerine / İngilterenin Osmanlı Türkiyesine Yönelik “Psikolojik Savaşı” ve Said Nursi

İngilterenin Osmanlı Türkiyesine Yönelik “Psikolojik Savaşı” ve Said Nursi

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.
– I –

Uluslararası ilişkiler, özellikle Said Nursi’nin doğup yetiştiği dönemde Osmanlının “düvel-i muazzama” dediği Büyük Güçler arasında kıran kırana bir güç ve iktidar mücadelesine, sahne oluyor. Bu rekâbet sahnesindeki aktörlerin -ki bunların başında o dönemde Avrupa’nın sanayileşmiş ülkeleri olan İngiltere, Fransa ve Almanya geliyordu- dışpolitik amaçlarına ulaşmada başvurdukları yöntemlerden biri de, askerîve iktisadî olanların dışında, “psikolojik savaş”tı.

Psikolojik savaş diyerek kasdımız, sözkonusu devletlerin hedef ve çıkarlarının olduğu ülkede yürüttüğü propaganda ve eylemden örülü yoğun bir “beyin yıkama” terör faaliyetidir. Sivil halka veya sokaktaki adama yöneltilen bu harekâtta amaç; zihinleri bulandırarak, halkın kendi ülke idarecilerine karşı sadakatini kırmak, hattâ onları kendi yayılmacı veya işgâlci emelleri doğrultusunda birer eylemci hâline getirmektir.

Büyük Güçler arasında özellikle İngiltere’nin, Osmanlı Devleti üzerinde bu harekât ıimparatorluğun son yüzyıl boyunca sistemli bir şekilde uyguladığı gözlemlenir. Osmanlı, bilindiği gibi XX. yüzyılda dahi hâlâ Rumelide bir kanadı bulunan bir yakın ve Ortadoğu devletidir. Ortadoğunun iktisadî, siyasîve stratejik açıdan önemi Osmanlı Türkiyesinin uluslararası ilişkilerde emperyalist bir siyaset izleyen Birleşik Krallığın ilgi ve nüfûz sahası olmasına sebep olacaktır. XIX. yüzyılın üçüncü çeyreğine kadar Hind sömürgesine ulaşım yollarını denetim altında tutma pahasına Osmanlı Devletine, Çarlık Rusyasının yayılmacı tatbikatına karşı destek veren Londra, bu tarihten sonra uluslararası ilişkilerde Petersburg’a yakınlaşma uğruna “Hasta Adam” denilen Osmanlı İmparatorluğunun bölüşülmesine göz yumar bir hâle gelmiştir. Dahası,Ortadoğu, hâkimiyeti için ise yolun Osmanlı’nın yerine bu çok uluslu imparatorluğun bünyesinden kopan gayr-i müslim ve gayr-i Türk cemaatlerin, kendi himâyesinde devletçikler kurması olduğuna inanmıştır. İşte, bu politikadan hareketle Osmanlıya karşı ayrılıkçı hareketleri, II. Abdülhamid döneminde hem yetiştirmiş, hem de desteklemiştir.

Londra için amacına ulaştığını sandığı bir ortamda Jön Türkler’in 1908’de Meşrutiyeti geri getirmeleri, ya da Osmanlı’da parlamenterizmin yeniden devreye sokulması tatsız bir sürpriz olacaktı. Ya Osmanlı, bu hamle ile kendisini yenilerse? Azınlıkların ayrılıkçı emelleri Meşrutiyetin hürriyetçi ortamında törpülenirse? Daha kötüsü, Türklerin bu tecrübesi başarılı olursa, kendi sömürgelerindeki Müslüman tebâ da aynı modeli ithâle kalkarsa, ne yaparlar; hakimiyetlerini nasıl muhafaza edebilirlerdi?

İşte, 1908 ile 1923 arası İngiltere’nin Osmanlı Türkiyesi üzerinde kesif bir psikolojik harekât uyguladıkları dönemdir. Bu dönemde Londra, bir çalışmamızda daha ayrıntılı bir şekilde vurguladığımız gibi azınlıklar üzerinde propaganda gayretlerinden, İttihat ve Terakki’yi devirmeye yönelik darbe teşebbüslerine ve ayrılıkçı isyanlarına kadar her türlü yıkıcı faaliyetin arkasında olacaktır.2

Bu tebliğde söz konusu bu emperyalist savaşa karşı “Bediüzzaman” Said Nursî‘nin karşı gayretlerine temas edeceğiz.

– II –

Meşrutiyetin ilânından memnuniyetinin Selânik’te irticalen verdiği bir nutukta da altını çizen Said Nursî’nin bu tavrının ardında, siyasî düşünce olarak, istibdada karşı oluşu yatar. İstibdadı kategorik olarak ele alır, “tahakküm, muamele-i keyfiye, cebir” şeklinde nitelendirir. Said Nursî’ye göre, istibdat, “zulmün temelidir.” 3 Ama, Meşrutiyet, İslâmîdir:

“Ruh-u meşrutiyet şeriattandır. Hayatı da ondandır. Fakat, ilcâ-yı zaruretle teferruat olabilir.”4

Burada teferruata girmiyoruz; ancak Mürsel’in de belirttiği gibi; hürriyet, adalet, şûra ile ferdin serbest iradesine ve millî hâkimiyet  gibi temel esaslara dayanan meşrutiyet, ona göre, her türlü refah ve saadetin kaynağı olup, millî hâkimiyeti temin ve tesis vasıtasıdır.”5

Meşrutiyet’in ilânı, Güneydoğu Anadoluda da zihin karışıklığına sebep olabilirdi. İngiliz propagandası bölücü niteliği ile buraya sirâyet edebilirdi. İşte, bu ortamda Said Nursî Şarktaki aşiretlerin suallerine, cevap olarak şunları kaydeder:

Hürriyet ve meşrutiyeti takdir etmeyenleri tasvir ederken;

“Cehalet ağanın, inad efendinin, garaz beyin, intikam paşanın, taklid hazretlerinin, mösyö gevezeliğin taht-ı riyasetlerinde insan milletinden menba-ı saadetimiz olan meşvereti inciten bir cem’iyettir” diyecektir.6

Yeni Hükûmetin hedefinin “uhuvvet-i imâniye sırrıyla üçyüz milyonu bir vücut eden ve nûrânî olan İslâmiyetin silsilesini takviye etmektir” şeklinde ortaya koyarak İttihad ve Terakki’nin“İttihâd-ı İslâm” siyasetine yöneleceğinin müjdesini veriyordu. Bu misyonu yürütecek Jön Türkler arasında İslamı yaşamayanların olduğuna dair aşairin kuşkusuna da katıldığını belirtiyordu. Ancak, “hamiyyet ayrı, iş ayrıdır”demekten de kendini alamıyordu. Aşiretlerin Jön Türklerin arasında masonların bulunduğuna dair beyanları üzerine Said Nursî, İttihad ve Terakki içinde derhal bir ayrıma dikkat çekmektedir:

“İstibdad, kendini ibka etmek için şu telkinatı vermiştir. Bazı laubalilik dahi, şu vehme kuvvet veriyor. Fakat emin olunuz ki, onların masonluğa girmeyen kısmının maksadları dine zarar değildir. Belki, milletin selametini te’min etmektir. Fakat, bazıları dine layık olmayan barid taassuba müfritane ilişiyorlar. Demek, hürriyete ve meşrutiyete hizmetleri sebkat eden veyahut kabul eyleyenleri Jön Türk tesmiye ediyorsunuz. İşte onların bir kısmı, İslamiyet fedaileridir. Bir kısmı da, selamet-i millet fedaileridir. Onların ukde-i hayatiyelerini teşkil eden, mason olmayan ekseri; ittihad ve terakkidir. Ve sizin şu aşairiniz kadar ulema ve meşayih, Jön Türkler meyanında mevcuttur. Vakıa onlarda birtakım edepsiz, çok sefih masonlar dahi bulunur; lâkin yüzde ondur. Yüzde doskanı sizin gibi mu’tekid müslimlerdir.”7

Bunu da şu vesile ile kaydetmek gerekir ki, Said Nursî’nin yukarıdaki ifadede“istibdat” diye nitelendirdiği evrensel, ya da emperyal istibdat, ya da İngiltere’dir. Burada, bundan önceki açıklamalarının ışığında Said Nursi’nin İngiliz propagandasının “Jön Türk-Mason-Siyonist işbirliği” teması ile ülkedeki bölücülük faaliyetlerine iltifat edilmemesi ikâzını yaptığını görüyoruz.8 Nitekim, ileride, harp yıllarında İngilizler, Siyonistleri bizzat destekleyen bir güç olarak bu propagandayı gerek Osmanlı’ya bağlı Arap Ortadoğusu’nda, gerek sömürgeleri Güney Asya’da işleyerek; cihad ilan etmiş Osmanlı’nın İslâm dünyasındaki manevi desteklerini kırmak isteyeceklerdir. Bu temanın 1916’da Türklere, İngiliz tahriki ve teşviki ile isyan eden Mekke Emiri Şerif Hüseyin’ce de bayrak edildiği hatırlanmalıdır. Hürriyeti gayr-i müslimlerin istismara kalkabilecekleri korkusu dile getirildiğinde ise asıl serbestliğin Müslümanları, “millet-i hâkime” haline getireceğini ya da başka bir deyişle Osmanlı Meşrutiyet rejiminde çoğunluk olan Müslüman ahalisinin sesini daha fazla duyurabileceği, kendi kaderine hâkim olabileceği ortamın sağlanabileceğini savunuyordu. Hattâ, böylece hürriyetin ülke aşırı boyutunun da Müslümanlara kazandıracaklarını şöyle ifâde ediyordu:

“Lâkin, yine biz ehl-i İslâm zararlı değiliz. Çünkü; içimizdeki Ermeniler üç milyon olmadığı gibi, gayr-i müslimler dahi on milyon yoktur. Halbuki bizim milletimiz ve ebedî kardeşlerimiz üçyüz milyondan ziyade iken, bunlar üç müthiş kayd-ı istibdad ile mukayyed olup, ecnebilerin istibdad-i manevilerinin taht-ı esaretlerinde ezilirler. İşte hürriyetimizin bir şubesi olan gayr-i müslimlerin hürriyeti, bizim umum milletimizin hürriyetinin rüşvetidir. Ve o müthiş istibdad-ı manevinin dafiidir. Ve o kayıtların anahtarıdır. Ve ecnebilerin, bizim düşümüze çöktürdükleri müdhiş istibdad-i manevinin rafi’idir. Evet, Osmanlıların hürriyeti; koca Asya tali’nin keşşafıdır. İslâmiyetin bahtının miftahıdır, İttihad-ıİslâm şu’runun temelidir.”9

– III –

31 Mart (1909) Olayı hareketli ortamında yatıştırıcı gayretleriyle dikkat çeken Said Nursî101910’da Van’a gider bir yıl sonra da Şam’a geçer. İngiltere’nin Osmanlının Arap eyaletlerinde yoğun Türk aleyhtarı bir propagandaya giriştiği dönemlerdir. İttihatçılar gibi ülkeyi İslâmî yapısından koparmaya ve “Türkleştirmeye” azimli Cengiz Han’vari putperest pozitivistlerin iktidara geldiği söylentileri, milliyetçilik ateşi zaten II. Abdülhamid’in saltanatı sırasında yakılmış yöre halkı arasında ciddî patlamalara yol açacak seviyeye ulaşmıştır. Bu ortamda Said Nursî, geniş bir ulema kitlesine Emevi Camiinde bir hutbe okur, onları aydınlatmaya çalışır.

Hutbesinde İslâm âleminin ilerlemesini tevkif eden “hastalıklara” temas eden Said Nursi, Araplara bu illetlerden birinin “Ehl-i imânı birbirine bağlayan nurani rabıtaları bilmemek olduğunu”hatırlatıyordu.11 Devamla, sözkonusu dehşetli hastalıkların “Eczahane-i Kur’aniye”den aldığı dersle tedavi edileceğini vurguluyordu. Ona göre, Müslümanlar, “emellerini”kaybetmişlerdi. Oysa ki; “istikbâl yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacak.. Ve hâkim, hakaik-ı Kur’âniye ve imâniye olacak”diyordu. Çünkü, Said Nursi, İslâmiyetin“hem manen hem maddeten terakki etmeye kabil ve mükemmel bir istidadı”olduğuna şehadet ediyordu.12 Aslında, hutbe Müslüman Arapları çalışmaya, barışçı hedeflere, refâh ve ilerlemeye, kısaca Meşrutiyetle zindeleşen Osmanlı geleceğine hizmete davetti. Avrupanın“zekâ tarlaları” dediği fikir adamları bile İslâm’in ilerideki muzafferiyetini görürken, Müslümanların bedbin olması nasıl izah edilebilirdi. Yeise düşmemek gerekiyordu:

“İnşâallah yine Araplar ye’si bırakıp İslâmiyet’in kahraman ordusu olan Türklerle hakiki bir tesanüd ve ittifak ile el ele verip Kur’an’ın bayrağını dünyanın her tarafından ilân edeceklerdir.”13

Demek ki, Said Nursî açıkça ifâde ediyor:“.. siyaset propagandası bazan yalana ziyade revac verdi” derken14 kastettiği İngiliz yıkıcı psikolojik harekâtı olsa gerektir.

Bakınız, şu beyan da aynı doğrultuda bir mesajdır:

“Ve Hilâfet-i Osmaniye ve Türk ordusunun o milliyete bayraktarlığı itibariyle, o İslâmiyet milliyetinin sadefi ve kal’ası hükmünde Arab ve Türk hakiki iki kardeş, o kal’a-i kudsiyenin nöbettarlarıdırlar.”15

Said Nursi’ye göre Arapların “Meşrutiyet, Batı kurumlarının ithalidir, Osmanlının İslâmî bünyesini rencide edecektir”yaygarası, İngilizlerin emperyalist amaçlarına kapılmak demektir. Çünkü, yukarıda da kaydettiğimiz gibi, Said Nursi açısından, “Müslümanların hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyedeki saadetlerinin anahtarı meşveret-i şer’iyyedir.”16 Bu şura sistemi, “İslâmın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdatların kayıtlarını, zincirlerini açacaktır.”17Buradaki anti-emperyalist düşüncesinin hangi istibdadı parçalamayı kastettiği herhalde anlaşılmıştır.

Garp’ın   esaret   zincirini   Osmanlının   boynuna   dolamaya   ahdettiği   bir   sırada   Türk   ve   Arap’ın   sırt   sırta   vermesi   ile   bu   oyun bozulabilecektir. Korunması gereken de budur; İslam’ın da bu birlikteliği sağlayan yapısıdır:

“Hamiyet-i diniye ve İslâmiyet milliyeti, Türk ve Arap içinde tamamiyle mezcolmuş ve kabil-i tefrik olamaz bir hâle gelmiş. Hamiyet-i İslâmiye en kuvvetli ve metin ve Arştan gelmiş bir zincir-i nuranîdir. Kırılmaz ve kopmaz bir urvetü’l-vüskadır. Tahrib edilmez, mağlub olmaz bir kudsi kal’adır.”18

Şahiner’in kaleme aldığı biyografiden bu hutbenin amacına ulaştığını öğreniyoruz.19

– IV –

Meşrutiyetin ilk yılları, Osmanlı için Rumelide özellikle sıkıntılı bir dönemdir. Bir yandan Bulgar-Yunan-Sırp ayrılıkçılığı, öte yandan Slav ve Germen yayılmacılığı, Türkleri Anadoluya pılı pırtılarıyla sepetlemek üzere faaliyettedir. İngiltere de bu çabalara göz yummakta, hattâ, uluslararası dengeleri fazla bozmadığı ölçüde, gizlice desteklemektedir. Biz, o günlerde Said Nursî’yi Padişah Sultan Reşad’ın tebasını teskin etme gezisinde görürüz. Onun aklı Şarktadır. Yabancı kaynaklı bölücülüğe karşı Güneydoğu Anadolu’da müsbet ve dinî ilimlerin içiçe bulunduğu bir “Medresetüzzehra” ile karşı konulabileceğine padişahı inandırmıştır. Bu projesinin temelleri atılmaz. Birinci Cihan Harbi başlamış ve İngiliz propangandası aleniyete dökülmüştür.

Yıl 1915. Said Nursi, Ağustos ayında ise vatan müdafaası uğruna Doğu Anadolu’dadır. Bilindiği gibi, harple birlikte Ermeni ihtilâlci komiteleri Doğu’da isyanlar çıkararak, Rus işgalinin ileri karakolları hâline gelmişlerdir. Ve, biz burada Said Nursi’yi Bitlis’in savunmasında “hocadan çok milis kumandanı” hüviyetiyle görürüz. “Keçe Külahlılar” işgale karşı kahramanca dövüşürler; ancak, bu Doğu Anadolu’nun düşman istilasına maruz kalmasını engelleyemez. Yaralı Bediüzzaman, Rus esiri olarak Sibirya’ya sürgün edilir. İki yıl sonra firar ederek Türkiye’ye döner. Yurda kavuşunca Dar-ül Hikmetül İslâmiye azalığına getirilen Said Nursi’yi mütareke döneminde Kürt Neşr-i Maarif Cemiyeti üyeleri arasında da görüyorsak da, amacının, bu dönemdeki bazı Kürtçü cemiyetler gibi ayrılıkçılık olmadığı, bilâkis merkezî idarenin çökmesiyle düşman istilâsına karşı mahallî bazda direnişlerin yegâne kurtuluş yolu açmak olduğu ve bu yolda da yerel halk arasında eğitim faaliyetinin kilit rolü oynayacağı inancının bulunduğunu, yine kendi ifâdelerine dayanarak varsayabiliriz. Nitekim,

“Kürdistan teşkil etmek değil, Osmanlı İmparatorluğunu ihyâ edelim.”20

ifadesi kayıtlardadır.

Bu tesbiti, bir başka ifadeyle de delillendirelim:

“Allahû Zülcelâl Hazretleri, Kur’an-ı Kerimde, ‘öyle bir kavim getireceğim ki, onlar Allah’ı severler, Allah da onları sever’ diye buyurmuştur. Ben de bu beyân-ı İlahî karşısında düşündüm, bu kavmin bin yıldan beri âlem-i İslâmın bayraktarlığını yapan Türk milleti olduğunu anladım. Bu kahraman millete hizmet yerine dört yüz elli milyon hakiki Müslümanın kardeş bedeline, bir kaç akılsız kavmiyetçi kimsenin peşinden gitmem.”21

– V –

Mütereke dönemi, uluslararası gelişmelerin ışığında değerlendirildiğinde, o yıllarda İngilizlerin insafsız bir tarzda Osmanlıyı parçalama siyasetine karşı sömürgeleri olan Güney Asya Müslümanları arasında “Hilâfet Hareketi”adı altında Türklere daha iyi barış şartları tanınması yolunda bir başkaldırının doruğuna ulaştığı gözlemlenmektedir.22Bu, açık bir ifâde ile emperyalizme karşı bir tür İslâm dayanışmasıdır ki, Said Nursî bu ortama iki çalışma ile katkıda bulunmuştur. Gizlice yayınladığı Hutuvat-ı Sittede İngiliz işgalini çok şiddetli lisânla kınamakta, İslâm âlemine seslenmektedir:

Bakınız İngiliz’e nasıl çatıyor:

“En ziyade hile ve fitne kuvvetiyle ayakta duran azametli kuvvetin bizi ye’se düşürmüyor. Evvela, hile ve fitne, perde altında kaldıkça tesir eder. Zahire çıkmakla iflâs eder, kuvveti söner. Perde öyle yırtılmış ki, senin yalan, hile, fitne; hezeyana, maskaralığa inkilâp edip akim kalıyor. Bu defaki Anadoluya karşı…  gibi.

“Saniyen:

“O kof kuvvetin yüzde doksanı sana karşı i’tilâf kabul etmez. Muhasım bir cereyan, atalete mahkum ediyor. Fazla kalan kuvvetinle dert ve dermanda müşterek olan alem-i İslâmı susturacak, depretmeyecek derecede eskisi gibi istibdat altında tutmaya ihtimâl versen, şeytan iken eşeğin eşeği olursun!

“Hey! Ekpekü’l-küpeka!… Köpekten tekepküp etmiş köpek!

“Salisen:

“Madem ki öldürüyorsun.. Ölmek iki suretlidir.

“Birinci Suret:” Senin ayağına düşmek, teslim olmak suretinde ruhumuzu, vicdanımızı ellerimizle öldürmek; cesedi de güyâ ruhumuza kısasen sana telef ettirmektir.

“İkinci Suret:” Senin yüzüne tükürmek, gözüne tokat vurmakla, ruh ve kalbimiz sağ kalır. Ceset de şehid olur. Akide-i faziletimiz tahkir edilmez, İslâmiyetin izzetiyle istihza edilmez.

“Elhâsıl:

“İslamiyet muhabbeti, senin husumetini istilzam eder. Cebrail, şeytan ile barışamaz.”23

Yukarıda dercettiğimiz satırların yazarı, Milli Mücadelenin başlaması ile Anadolu hareketine de sahiplenir. Bilindiği gibi 11 Nisan 1920 tarihinde Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi, Kuva-yıMilliyenin ve Kurtuluş Savaşının aleyhinde sayılacak beş fetva vermiştir.

Bu fetvaya karşı harekete geçen 76 müftü, 36 ilim adamıve 11 mebus bu fetvayı tesirsiz hale getiren mukabil fetvalar verdiler.

Bu fetvaya Bediüzzaman da karşı çıkmıştır. Şöyle diyordu:

“İşgal altındaki bir memlekette İngilizlerin emri ve tazyiki altında bulunan bir idarenin ve meşihatın fetvası mualleldir, mesmu olamaz. Düşman istilasına karşı harekete geçenler asi değillerdir, fetva geri alınmalıdır.”24

1922’de Said Nursî Ankara’dadır. İstasyonda karşılanır. Hüsnü kabûl görür. Meclis kürsüsünden Anadolu gazilerini tebrik eder, başarıları için dua eder. Kısa bir süre sonra milletvekillerine hitâben bir beyanname hazırlayarak, Milli Mücadelenin İslâmî boyutunu vurgular. Ankara’dan Van’a geçerken, hayatının emeli, Şark Üniversitesinin teşkili için tahsisat vaadini almıştır. Said Nursi’nin bundan sonraki hayatı, “Yeni Said” evresi tebliğimizin dışında olduğu için, burada anlatımımızı noktalıyoruz.

– VI –

Toparlayacak olursak, Said Nursi, kendi deyimiyle “Eski Said” devresinde meşrutiyet ve hürriyetin İslâmın vazgeçilmez icaplarından olduğu inancıyla İttihat ve Terakki’nin 1908’de ülke yönetimine geçişini memnuniyetle karşılamıştı. Ümidi oydu ki, onun gibi ulemadan pek çok kişinin yerinde saydığını, hattâ ülkeyi, giderek artan Batı emperyalizmi karşısında yeterince koruyamadığını düşündüğü Sultan Hamid idaresinin iktidarı genç, vatanperver ve hürriyetçi bir yönetime teslimi ile, İslâmın zinde potansiyeli işlerlik kazanacak ve böylece Osmanlı çöküşüne reçete olarak sunulan İslâmcılık reçetesi “Hasta Adamı” tedavi ederek, ayağa kaldıracaktır. Bu inançtan hareketle, Said Nursi kendini bir yandan halkın aydınlatılmasına, öte yandan ise İngiliz aleyhte propagandasının tesirsiz hale getirilmesine adadı. Gerektiğini hissettiği anda bilfiil Kafkas Cephelerinde silahlı bir aksiyon adamı olarak dövüştü. Söz konusu “irşad+cihad” faaliyetlerini Güneydoğudaki aşiretler, Ortadoğu’da Urban arasında Kürtçü ayrılıkcılığın alevlendiği Mütareke gayyasında da azimle sürdürdü. Emperyalizmin oyunlarına, “böl ve yönet” taktiklerine karşı Anadolu’da millî kimliğin henüz yeterince köklenmediği dönemde İslâm’ın birleştiriciliği ve onun ötesinde de kitleleri düşmana karşı hareketlendirici yönünden medet umdu, ona sarıldı.

Bu zorlu dönemin iktidar partisi İttihatçılarla işbirliğinin, herhangi bir itirazî kayda maruz kalmadığını söylemek de doğru değildir. Kendisine “Neden meşruti hükûmete ve dinsiz olmayan Jön Türklere mümkün olduğu kadar hüsn-üzan ediyorsun?” diye soranlara; “Mümkün olduğu derecede su’-i zan ettiğin için… Eğer öyle ise zaten iyi yoksa, ta öyle olsunlar, yol gösteriyorum” diyerek cevap verdi. “Kıymetlerini takdir ile beraber, siyasi yanlarındaki şiddete muarızım” şeklinde de bu desteğini vasıflandırdı.25 Çünkü, İslâmcılık cerayanını fikir bazından uygulamaya, gerek iç, gerek ise dış siyasette İttihad ve Terakki’nin tercüme edebileceğini sanıyor ve ümid ediyordu. Ayrıca, dış düşmanların yegâne müstakil İslâm devleti olan Osmanlıyı yıkmaya azmettikleri bir ortamda

“Ben tokadımı Antranik ile beraber Said Halim’e vurmam. Nazarımda vuran da sefildir.”26

diyerek hassasiyetini dile getiriyordu.

İttihad ve Terakki’nin yönettiği Osmanlı, İngilizlerin de içinde olduğu İtilâf Devletlerince Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda yıkıldı. Milli Mücadele ise başarılı oldu ve Türkiye Cumhuriyetini kurdu. Son söz olarak şunu vurgulamak isterim; eğer onca İngiliz propangandasına (ya da psikolojik savaşına) rağmen Osmanlı’da Arap ayaklanması sadece Şerif Hüseyin ve ailesine münhasır kalmış; Milli Mücadele’de Güneydoğu aşiretleri Kuva-yı Milliye’yi desteklemiş ve aynı dönemde Günay Asya Müslümanlarının düşman İngiltere nezdindeki baskı ve isyan tehditleri Londra’nın Türk siyasetinde Ankara lehine bazı sonuçlar vermişse, bu sürece katkıda bulunan manevi mimarlar arasında herhalde Said Nursi’yi de anmak ilmî ve vicdanî bir değerlendirme olacaktır.

____________________________

** Prof. Dr. Mim Kemal ÖKE

İstanbul’da doğdu. Şişli Terakki Lisesinden sonra, İstanbul Amerikan Robert Kolejini bitirdi. İngiltere’de Cambridge’te iktisat ve tarih dallarında yüksek tahsilini 1977 yılında ikmal etti. Sussex (MA), Cambridge (M. Phil) ve İstanbul Üniversitelerinde ihtisas yaptı. 1979’da BirleşmişMilletler Güvenlik Kuruluna bağlıFilistin Dairesinde çalıştı. Yurt dışındaki dergilerde muhtelif makaleleri ve yakınçağOsmanlıtarihine ait kitaplarıvardır. 1984’de doçent, 1985’de TRT Kurumunda Türk Siyasal Tarihi dallarında genel müdür danışmanıoldu. Bu arada TRT’ye çeşitli tarihîdiziler hazırladı. 1990’da profesörlüğe yükseldi. Halen Boğaziçi Üniversitesi’nde öğretim görevini devam ettirmekte, günlük bir gazetede tarihi makaleler yazmakta, çeşitli kültürel vakıflarda yönetim kurulu üyesi olarak hizmet vermekte, görsel medya türünde televizyon programıyapım çalışmalarına, fikrîve tarihîaraştırmalarına devam etmektedir. 10’un üzerinde Türkçe ve İngilizce olarak yayınlanmışeseri ve çok sayıda ilmîmakalesi mevcuttur.

2. Mim Kemal ÖKE, Kutsal Topraklarda Siyonistler ve Masonlar (İstanbul, 1990)

3. Safa Mürsel, Siyasi Düşünce Tarihi Işığında Bediüzzaman Said Nursi
(İstanbul, 1989), s. 120-121.

4 . Aynıeser, s. 22

5.  Aynıeser, s. 47

6. Münazarat (Yeni baskı: İstanbul, 1977), s. 10.

7.  Aynıeser. s. 33-34

8. Bu konu, ayrıntılıolarak Kutsal Topraklarda.. adlıeserimizde incelenmiştir.

9. Münazarat, s. 20-21.

10. Bkz. Divan-ıHarb-i Örfi (Yeni Baskı: İstanbul, 1978)

11. Hutbe-i Şamiye (Yeni Baskı: İstanbul, t.y.), s. 16-17.

12. Aynıeser, s. 18.

13.  A. e., s. 39

14.  A. e., s. 43.

15.  A. e., s. 47.

16.  A. e., s. 52.

17.  A. e., s. 53

18.  A. e., s. 57.

19.  Necmeddin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi
(İstanbul, 8. baskı: 1990), s. 153.

20. Şahiner, a. g. e., s. 228.

21. Aynıeser, s. 229.

22. Daha genişbilgi için, bkz Hilafet Hareketleri (Ankara, 1991).

23. Sahiner, a. g. e., s. 231.

24. Aynıeser. s. 250.

25. Münazarat, s. 79.

26. Şahiner, a. g. e., s. 116.

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin Manevî Hayata Hizmetleri

Üstad Said Nursi’nin Manevi Hayata hizmetleri   Bedîüzzaman Hazretleri hayatını ‘eski Said’ ve ‘yeni Said’ …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Tarihî Nasrullah Camii Yeni Yüzüyle İbadete Açıldı

Kastamonu il merkezindeki meydana ismini veren, Osmanlı döneminin önemli eserlerinden biri olan ve 1506 yılında Nasrullah …

Kapat