Atmosfer
Romanların yazıldıkları yazarın kaleminden çıkmış atmosferler vardır.iskender pala’nın bütün kitabında atmosferi yansıtan yazılımlar vardır. Bunlardan en başta romanın açılışı olan kısım gelir, bir peygamberin yani Hz Yusuf’unpazarda esir olarak pazarlanması sahnesi vardır, bu kitabın atmosferi hususunda önemli bir opening açılıştır. Çok şuurlu bir atmosfer ortaya konmuştur.
İskenden Pala’nın Nebiyy-i Zişan için yazdığı bu romanın açılışı ve sebeb-i telifi diyeceğimiz ilk bahsi bir köle pazarına gelen yaşlı bir ninenin onu satın alma teşebbüsüdür, <bu Atmosimkansız istek olmayacaktır ama ninenin düşüncesi pazara onu almak için gelmiş olmaktır. Romanların opening açılışları vardır, yazar böyle harika bir kurmaca açılış yapmıştır.
“Romanların başlangıçları farklıdır. Romanın geleceğinin temeli başlangıçlarla atılır. Geleneksel romanda başlangıçların klasik bir düzeni vardır. Bir şahıs veya bir ailenin tanıtımı ile romana girilir. Dramatik roman sanatlı girişlerle başlar. Bunlar sonun nasıl olacağı belli olmayan başlangıçlardır. Yakup Kadri’nin Bir Sürgün ile Flaubert’in Duygusal Eğitim romanı bir vapur seyahati ile başlar. Açılışlar sonuçla ilgili ipuçları verir. “Anlatımın başı ve sonu tahmin edilen olayları birleştirir ve ayırır. Anlatılan olayların başını ve sonunu uzatır. Yani sadece bir başlangıç ve son olmakla kalmaz , ileriye ve geriye doğru uzanır, tesirleri devam eder. Hikayeler zamanın yönlendirmesine tabi olduklarından dolayı, istenildiği yerde bitip, istenildiği yerde başlamazlar. Romanların sonu çok zaman hikmetli ve sofisticade, yani tasavvufidir.(Alexsandre Welsh Opening and Vlosingi Les Miserables, Nineteenth Century Fiction, s 8)
Dostoyevski’nin Yer Atından Notlar isimli romanı “Ben hasta bir adamım cümlesi ile başlar. Bu hastalık ruh hastalığı veya bunalımdır. Romanın sonucu buradan ortaya çıkar, o da ruh hastası olan bir adamdan beklenenlerdir. Bu şahıs kendisi ile hesaplaşır, benliğinde şahıslar taşır, soru içinde cevap, cevap içinde sorular sorar, bir monolog, dialog karmaşası yaşanır. Bazen kendini bütün insanlardan büyük görür bazan da küçük ve adi.
Madame Bovary’in açılışı Charles’in okula götürülüşü ile başlar, kişiliği tasvirin arasından ortaya çıkar, bu kişilik romanın trajik sonuna işaret eder gibidir” Yeri köşede kapının ardında kalmıştı, zor görebiliyordu, onbeş yaşlarında bir köy çocuğuydu,
Kalkıp derslerimizi anlatmaya başladık. Vaaz dinler gibi dikkatle, can kulağıyla dinledi, dinlerden ayak ayak üstüne atmayı sıraya dirseğini dayamayı bile göze alamıyordu. Saat iki olup da zil çalınca yani öğrencilerin bizimle birlikte sıraya girmesi için öğretmen kendisine söylemek zorunda kaldı” (Madam Bovary s 6)
Bazı açılışlar ise son bölümlerin başa alınmasıyla oluşur. Tolstoy’un İvan İlyiç’in Ölümü isimli eseri böyle başlar. Yazar romanın final kısmını başa alarak ölen kahramanın hayat serüvenini ilgi çekici bir hale getirir.
Roman ve tiyatrodaki serim bölümü ile açılış aynı anlama gelebilir.
Ay gibi parlayan Yusuf, Mısır’a köle diye getirilmiş, pa zarda satılacaktı. Herkes ona bir paha biçiyor, aşıkları sıraya girmiş müşteri yazılıyordu. Kimisi sandık sandık mücevher, kimisi çuval çuval misk, kimisi top top kumaş hazırlıyor lardı. Rayiç yükselmiş, fiyat arttıkça artmıştı. Tam o sırada, yüzündeki çizgilerden bütün ruhunun haritası okunabilen iki büklüm bir ninecik korkak adımlarla kalabalığa yaklaştı. Heyecandan sesi titriyordu:
“Bana yol açın. Yusuf’u almak istiyorum! Sakın beni unut mayın, mezatta pey süreceğim, bana yol açın!”
Muhafızıardan biri önünü kesti:
“İlâhî nine; asillerden ve zenginlerden bunca aşığı var ken, Yusuf’u neyle alacak, mezat terazisinin kefesine ne ko yacaksın?”
Ninecik elini kuşağına attı:
“İşte bir kelep ip size; tam 99.999* ilmek, yaşlı gözlerimin emeg.. ı. ., .. ,
* Bu kitap 99.999 kelimeden ibarettir.
7
Muhafız, usulca koluna girdi, üzülmesini istemiyor gibiydi: “Aklın var mı senin annem? Herkes bunca hazineler yığar
ken meydana, eğirdiğin şu keleple mi Yusuf’a talipsin?”
Ninecik Yusuf’u yürekten seviyordu besbelli. Muhafızın samirniyetini görünce çözülüverdi. istiyordu ki kendisini meclisten sürmesin, Yusuf satılırken orada bulunabilsin, onu seyretsin, koklasın. Yalvanr gibi boynunu büküp mırıl dandı:
“Bilirim oğul. metaım herkesten aşağıdır amma gönül de Yusuf’u istiyor. Şu ip elimden gelenin hepsidir; bununla gü zeller güzeli Yusuf’u satın alamayacağımı ben de biliyorum. Lakin maksaclım odur ki beni de onun talipleri listesine yaz sınlar, ‘O da Yusuf’a müşteriydi!’ desinler. Ben müşteri ola yım da, belki de alıveririm!”
“İbrahim!” demişti Cebrail, “Beni Rabbin gönderdi. Benden bir isteğin var ise derhal yapayım! Dilersen şu tepeleri birbi rine kapatıvereyim; istersen şu kalabalığı taşa çevireyim.”
İbrahim gönüller kahramanıydı; teslimiyet vadisinde öte lerden öteye talip ve dağ gibi bir imana sahip:
“Rabbimin mübareği!” dedi, “Senden bir şey istemiyorum. Ben Allah’ a tevekkül edenlerdenim. O bana dost olarak yeter. Dilesin uğruna can vereyim, dilesin uğruna cana durayıin. Öldürmek de diriltmek de Dost’un elinde madem, bir can için gayrıdan bir şey dileyecek değilim.”
ll
Cebrail gitti. Yanına ben vardım. Ona yetişmekte zorlanıyordum. Beni fark etmesi için kanatlarımı o kadar hızlı çırpmak zorundaydım ki, az kalsın çatlayacaktım. O ise Nemrut’u izliyordu. imana gelmesini umut ettiği aşikardı. Zavallı Nemrut, tahtının önünde sarhoş çılgınlığıyla eğlenen halkın bağırışları arasında tanrılık iddiasıyla mest, İbrahim’in havada metanetle süzülüşüne bakıyor, çırpınmadığı için de yüzünü buruşturuyor, kahroluyordu.
Dağ gibi alevlerin sıcaklığını hissetmeye başlamıştık. İb- rahim’in gözüne ilişebildim. Ve telaşla bağırdı:
“Kaç! Kurtar kendini!”
Sesimin en yüksek perdesinden haykırdım: “Seni kurtarmadan olmaz!”
“Sen, minicik bir kuş!.. Ben şu heybetli beden… Aşağıda da dağ gibi alevler. Allah aşkına, beni nasıl kurtaracaksın?”
“İşte şu kanatlarımla İbrahim! .. Tutun haydi, gidelim bu radan!”
Önce hüzünlü bir tebessüm, sonra imkansızın idraki, ar dından yaşaran gözler:
“O minicik kanatların beni kurtarmayacağını sen de bili yorsun a kuş; neden böyle yapıyorsun?”
“Çünkü sen hakkı savunuyorsun İbrahim, doğruluk üze rindesin.”
“Teşekkür ederim ama bak, aleviere dokunmak üzereyiz, uzaklaş artık.”
“Asla! Seni kurtarmadan olmaz!” “Boşa öleceksin! .. “
“Hiç boşa olur mu İbrahim, kimden yana olduğum bilinir.” Ateşiere İbrahim’le birlikte düştük. Yok yok, düşmek yan-
lış kelime; birlikte girdik. Kadifeler kaplı bir kapıdan ipek
döşeli bir salona girer gibi, bir gurbetten bir sılaya erer gibi. İbrahim’in yanışını seyretmek üzere toplanan kalabalıklar birdenbire hayret çığlıkları atmaya başladılar. Bizim gördü ğümüzü onlar da görüyor olmalıydılar. Yığın yığın kütükler kademe kademe yeşilliklere dönmüş, ateş yalımları şelale lere durmuş, kül kül, kor kor odunlar, çiçek çiçek, yaprak yaprak olup çevremizi kaplayıvermişti. İçinden ırmakların aktığı, ırmağında balıkların yüzdüğü marnur bir bahçedey dik. Ve her tarafta güller vardı. Her renkten ve her çeşitten güller. O civarda daha evvel hiç olmayan, hiç kimsenin tanı madığı, kokusu dimağları mest eden güller. Alevlerin rengin de, dumanların renginde, korların renginde güller. Her bir ateş yalıınının dönüşüverdiği ipekten, canfesten, çatmadan, bürümcükten güller. Desen desen, ıtır ıtır…
“Adın ne senin?”
İbrahim’in kalbindeki şükür yüzüne yansımış gibiydi.
Ben de gülümseyerek cevap verdim:
“Bülbül, ey Allah’ın elçisi, bana bülbül dediler.”
Allah ile dostluk adına Cebrail’e iltifat etmeyen, iltifat etmediği için de Allah ile dost olan İbrahim’i daha o anda sevdim. O sevilmez miydi; Rabbim, gözlerimin önünde, sırf “Bir”liğinin şanını andı diye, ona sevgisini “Dostum, halilim” diye bildirmiş ve ateşe, “Ey ateş, 1brahim’e karşı serin ve se lamet ol!”1 buyurmuştu. Ateşin yakmadığı kutlu dost İbra him, adımı öğrenmekten bahtiyarlık duymuştu sanırım.
“Bülbül,” dedi, “Rabbim, kendisinin tek İlah olduğuna inandığım ve bu uğurda Nemrut’un eziyetlerine sabredip ateşe atılmayı göze aldığım için bugün bana dostluğunu ver di; lakin şu güller var ya, hani şu bahçe, işte o senin içindir, · onları sana verdi, kıymetini bil.”
13
Sevincimi belli etmek için kanatlanını çırptım. Bir an di lim tutuluvermişti ve sesim çıkmıyordu. İbrahim çırpınışla nmdan beni anladı:
“Buyur, söyle bülbül!”
İbrahim mucize sahibiydi, o “Söyle!” deyince Rabbim onu malıcup etmezdi:
“İbrahim, and olsun ki senin inandığın Allah, benim inan dığım Allah’tır. Şu güller ki O bana vermiştir, her birine bak tıkça O’nu anacak ve güllerimin güzelliğiyle övüneceğim!”
Hayret! Sesim ne güzel çıkıyordu. Birden güzelleşmiş, ahenge bürünmüştü sanki. Önceleri kesik kesik konuşabilir dim. Oysa şimdi söylediğim cümleler, tane tane ve ağzımdan bir terennüm gibi, bir ahenk içinde çıkıyordu. Sevincim hay retimden aşkındı. Kendi sesimi yeniden duymak için İbra him’in yeni bir şey sormasını bekledim. Sormadı. Bahçede yürüyüp gülleri kokluyordu. Sırf konuşmuş olmak için bu sefer ben sordum:
“Güllerim çok güzelmiş ama, değil mi ey Allah’ın elçisi!”
İbrahim yüzüme bakıp yeniden gülümsedi. Konuşurken biraz da kasınmış olmalıyım ki ikaz ihtiyacı duydu:
“Bülbül! Fazla da övünme ki dünyanın en güzel gülü he nüz açmadı. Bu gördüklerin onun güzelliğinden yalnızca bir desen, onun kokusundan yalnızca bir esinti.”
İlk anda ne dediğini fark edememiştim. Gurur sarhoşuy dum ve durmadan konuşmak, sesimi duymak istiyordum. De diğini idrak ettiğim anda güllere muhabbet duydum ve dün yanın en güzel gülünü düşündüm. Henüz açmayan bir gül. ..
Alevden güller ki şu bahçede benim için yaratılmıştı, aça cak en güzel gülü görebilmek de hakkım olmalıydı. Bir sancı başladı yüreğimde. Sanki onu sevrnem için ondan haberimin olması yeterliydi. Birkaç dakika içinde o en güzel gülü göre-
ROMANIN BİRİNCİ ŞAHSI PROTOGONİSTASI HZ MUHAMMED Olayların odağında onun karakteri var, bütün herşey onun etrafında halkalanmış, merkezi bir önemi var. Romancı onu bütün islam tarihi özellikle peygamberler tarihinin ortasına yerleştirmiş.
bilmek arzusu içimi bir kor gibi tutuşturdu. Sesimin güzel liğine şaşırmam bile sona erivermişti. İbrahim’e onun hangi seherde ve nerede açacağını sordum. Bana bunun zaman ve mekan bakımından çok uzaklarda olduğunu söyledi. Sonra da üzülmeyeyim diye biraz anlattı. Kendi neslinden gelecekti ve adı Ahmed, Mahmud ve Muhammed olacaktı. Dediğine göre her şeyden evvel o var imiş ve Allah ilk evvel onun nuru nu yaratmış. Zamanı gelip de alemi teşrif ettiğinde, nuru bü tün varlığı kuşatacakmış. Ve doğumuna kadar nuru temiz bir soy tarafından taşınıp nesilden nesle aktarılacakmış. Zaten kılinat onun yüzü suyuna yaratılmış ve Allah onun hakkında “Eğer sen olmasaydın, sen olmasaydın ey Muhammed, kai natı yaratmazdım!” buyurmuş. Ahir zamanda ve son defa Allah’ın tebliğini insanlara ulaştırmak üzere gelecek ve dün yanın beklediği en müstesna gül olarak açacakmış.
İbrahim mucize sahibiydi. Şansımı denemek istedim: “İbrahim, onu görmek istiyorum!”
“Yok, yok… Uzak… Çok uzak… Biz göremeyeceğiz.”
Onun cevabı kesin; benimse özlemim fazlaydı. Muham med adını duymuştum bir kez; vazgeçemezdim:
“İbrahim, dünya bağının o en muhteşem gülü açarken ya nında olmayı çok istiyorum. Sen Allah’ın dostu ve nebisisin. Benim için yalvarırsan, inşallah seni geri çevirmez.”
“Yani?”
“Yani ki pak soyundan gelecek o güle dair senden yardım istiyorum. Mucizatın hakkı için.. . “
“Nedir ki bülbül?”
“İçimde uyanmış iki arzu. İlki, onun nuru nesilden nesle geçtikçe Rabb Taala da benim ona olan aşkımı soydan soya çoğaltsın, onu özlemekten bir an geri kalmayalım!”
“Hı!”
“Ve ikincisi, o gülün şanına Allah, bülbül nesiinin sesini gittikçe güzelleştirsin, ta ki insanlar güzel şarkılanmızı dinledikçe onu hatırlasınlar!”
Allah Dostu uzunca bir süre öylece düşündü. Eğer tekli fimi geri çevirseydi herhalde orada düşüp ölebilirdim. Ama o, bunun için Allah’ a yalvaracağını, lakin bir şartı olduğunu söyledi. Şartı, o gül açasıya kadar seher vakitlerinde onu an mam ve açacağı çağda da kırk adet şarkı söylememdi.
“Nasıl yani?” dedim, “Şarkı öyle mi?” Hiç şarkı söylememiştim, bilmezdim. O üzerinde durmadı, eliyle bana “Tamamdır! Anlaştık,” der gibi bir işaret yaparak mınldandı:
“Eğer gül hakkında samimi tazarrularda bulunursan bir gün varlığın lisanını anlayabilir, yaratılmışlara şarkılar söy leyebilirsin. Yeter ki seher vakitlerinde gülü övmeyi ihmal etme !”
Kim sevgili için şarkılar söylemeyi istemez ki? Allah’ın “Dost” edindiği mübarek peygamberin teklifini derhal kabul ettim ve o da ellerini açtı:
“Allah’ım, bu aşk avaresi bülbülün ruhunu ta kıyamete kadar zinde kıl! İlahi, bedeni her doğumda değişse de gönlü ne nakşedeceğin aşk, dünya bağının en muhteşem gülü için tazelensin, tazelensin, tazelensin… Allah’ım, bu şeyda bül bül güle vuslat bulduğunda, o vuslatı kıyamete kadar anlat mak üzere sesine neslim Davud gibi güzellik ve bereket ver. Ta ki gül için kırk şarkı söylemiş olsun… Amin!”
Hakkımda edilen duaya durmadan amin diyor ve söyle yeceğim kırk şarkıyı düşünerek coşuyordum. İbrahim, Nem rut’un çılgın kalabalıklanDa ibret olsun diye gül bahçesini bana bırakıp gitmişti. Sonraki zamanlarda onu çok özledim. Yalnızca bir kerecik, ta oğlu İsmail’le Kiibe’yi yaptığı ve haccettiği günlerde yeniden görüşebildik Sonrası dimağımda bir dostluk hatırası, o kadar…
Allah’ın dostuyla konuşmuş olmanın hazzı, daha sonraki suskunluk zamanlanının teseliisi oldu. Elbette ona verdiğim sözü tuttum ve elbette onun da duası peyderpey bereket lendi. Uğradığım her yerde, kanat çırptığım her merhalede güller açtı. Seher vakitlerinde güllere karşı şakıdıkça sesi min güzelleştiğini fark ettim. Açacak olan gül ile aramızdaki muhabbet her nesilde bir kat daha cezbedici oluyordu. Bu yüzden insaniann ve diğer malılukatın bana karşı ilgi ve sevgilerinin arttığını hissedebiliyordum. Ve sesime hemen herkesin kulak vermeye başladığı zamanlar geldi. Tabiidir ki diğer kuşlar beni kıskanıyorlardı. İbrahim’in safında olma nın, onunla ateşe girmeyi göze almanın ruhuma ölümsüzlük kattığını ise çok sonraları fark edebildim.
Zaman akıyor, asırlar geçiyor ve İbrahim’in duası bere ketlendikçe bereketleniyor, neslim tazelendikçe tazeleniyor du. Davud oğlu Sultan Süleyman benimle konuştuğunda onu anladım mesela. O da beni anladı. Sanki İbrahim’le konuşur gibiydim.
Sonra sonra gül aşkına yaratıldığıını fark ettim. Onunla vuslat gerçekleşmeden, İbrahim’e verdiğim sözü yerine ge tirmeden zevalim olmayacaktı. Üstelik beşeriyet ırmağı ak tıkça insanlan daha iyi işitebiliyor, aşıklan daha derinden anlayabiliyordum. Nur üstüne nur gibiydi. İsa Nebi geldi ğinde varlığın dilini çözmüş sayılırdım. Şakımaya başladı ğımda yakınımdakilerin gönüllerinden geçenleri ve iç sesle rini duyabiliyor, kendi kendilerine konuşmalannı hayretle izliyordum. Size bir sır vereyim; eğer bir seher vaktinde bir bülbülü dinliyorsanız, bilin ki o ı:la sizi dinliyordur. Çünkü o şakırken bütün bülbül nesiinin ruhaniyetiyle şakıyor, binlerce, milyonlarca bülbülün anlattığı şekilde gülü yeniden anla tıyor, onu anlattığı için de sizi duyuyordur. Bu yüzden uzun gecelerin gözyaşlarını en iyi bülbüller bilir; tenhada ağlayan aşıkların derdini en iyi onlar anlar.
BÜTÜN PEYGAMBERLER TARİHİ İLE İLERLİYOR
Bülbül olmaktan bahtiyarım. İnsanlara neşideler okurken kalplerinden riya ve yalanın çekilip gitmesini severim. Seher vurgunlarına gıptayla bakanın. Bazen nefislerini sorgula yan, bazen gönlündeki aşkla coşan, bazen sevinen; ama en çok da ağlayan seher vurgunlarına… Samimi, teslim olmuş ve kulca… Karşılıklı içimize akıttığımız hasret yaşları ve söylenen ayrılık şarkılarını da severim. Bazen ben onlarla konuşurken içlerinden benimle konuştuklarını bile hissede rim. Benim sesimi duyduklarında -belki de gülü anlatmarnın etkisiyle- en saf ruh halleri ve en berrak vicdanlarıyla çözü lüverirler. Çağlar boyunca pek çok kalbin içinden geçenleri duydum ve hissettim bu yüzden. Mazlumların dinmeyen ah ları her dönemde seherleri doldurdu.
Yüzyıllar aktı, aktı . .. Alemler güle hasret düştükçe dün ya bir kez daha sancılanıyordu. İbrahim’den sonra oğlu İs hak’ın soyunu takip ederek tam on sekiz peygamber saydım. En son Zekeriya, Yahya ve nihayet İsa … İbrahim’in bahsetti ği gül henüz açmadı ama artık zamanın yaklaştığını hisse diyorum ve her seher bunun özlemiyle uyanık bekliyorum. Kokusu üzerime sinmeye başladı; duyuyorum. Çok özel bir koku. Olsa olsa ilahi vahyin kokusu … Belki de vahiy yoluyla peygambere geçen uh1hiyetin kokusu. En son Musa ve ar dından İsa geldiğinde duymuştum buna benzer kokuları. Bu kokular sayesinde insanlık gelişip ilerlemişti. Zor olmuştu ama devletler, teşkilatlar, şehirler hep birbirine bu nübüvvet kokusuyla bağlandılar. Musa’nın kavmi kendilerini “Allah’ın seçkinleri”, İsa’nın milleti de “Göğün oğulları” ilan ederek bozuncaya kadar. Koku bozulunca Adem’in çocukları birbir lerini ezmeye başladılar. Zulüm, acı, üzüntü … İnsanlığın gü lümsemesi eksildi. Ve şimdi, kokuyu duyduğuma sevinmem biraz da insaniyet içindir. Ta Kudüs’ten kalkıp Roma toprak larını aşarak çöle, insanlığın henüz bakir devam ettiği ilkel hayata doğru akıp gelmem hep bir kokunun izini sürmek içindi.
HAZRETİ İBRAHİM
HAZRETİ İBRAHİMİN EŞİ HACER
İbrahim’i son gördüğüm yerdeyim. Eşi Hacer ile oğlu İs mail’i yerleştirdiği, hani şu “ziraat yapılmayan vadi”de. Gülü beklemek, açtığında yanında olmak, hayatını kademe kade me, merhale merhale takip etmek, neşidelerim ve naatla rımla onu kırk defa övüp insanlara anlatmak, anlamayacak olanları da “Bakın işte açtı, kılinatın gülü açtı, güzelliğini görmüyor musunuz? Kelimeleri işitmiyor musunuz?” diye ikaz etmek için geldim buralara. İsmail’in henüz bebekken ayaklarıyla eşelediği kumlardan fışkıran Zemzem ve daha sonra babasıyla birlikte yaptıkları Kabe’nin yanındayım. Babayla oğulun, taşları üst üste ve yan yana örerek Allah’ a adanmış şu evi yapıp bitirdikleri günü çok iyi hatırlıyorum. İbrahim ellerini açıp “Rabbimiz,” demişti, hemen şuracıkta,
“zürriyetimden bazısını senin harem olan evinin yanında, ekinsiz bir vadide iskan ettim.– Şunun için ki orada nama zı dosdoğru kılsınlar. insanlardan bir kısmının kalplerini onlara yönlendir, şükretmeleri için onlan bazı meyvelerle rızıklandır.’12 Ardından da “İhtiyarlığımda bana İsmail ve İshak’ı balışeden Allah’a hamd olsun!” diye ağlamıştı. Şimdi hayıflandığım oluyor ve mırıldanıyorum, “A zavallı bülbül, o gün anlamalıydın; insanlığın ilk mabedinin, son gülün aça cağı yer olacağını, o gün anlamalıydın!”
KABE 18
NESNELER ZEMZEM 19
SOSYAL PROBLEMLER 19
Artık anladım ve inandım. Şimdi buradan ayrılmayacak, gülün açışını Kabe’nin çevresinde bekleyeceğim. İki bin se nedir Arapların yaşadığı şu çöllerde . . O Araplar ki irsiyeti bozulmamış bir soydan geliyorlar ama zulüm ve insaniyet te dünyanın diğer yerlerindekilerden beter bir isyan ve taş kınlığın içindeler. Ziraat ve üretim yok. Hayat çoğunlukla ticarete bağlı yürüyor. Bir de tefeciliğe. Bizans altınları, Sa sani gümüşleri, Yemen dinarları Mekke pazarlarında has sas terazilere konulup el değiştiriyor ve faiz kabara kabara, tefecilik katlana katlana gidiyor. Şehir, gerek kervanların uğrak yeri olması, gerekse ulu mabet Kabe’nin kutsallığı yüzünden pek çok ziyaretçi çekiyor. Burada yaşayan kabile ler kendilerine “humus”, dışarıdan gelenlere “hille” diyorlar ve humuslar, ister tacir, ister hacı, hilleye mensup herkesin sömürüldüğü bir düzen kurmuşlar. Dünyanın her yanındaki gibi burada da her şey bir avuç insanın ve onların soyun dan olanların ellerinde. Irk, renk, dil veya bölge farklılıkla rı sebebiyle b aşkalarına tahakkümü kendilerine hak gören bu azınlığın hırsıarı bitmek bilmiyor, peşin hükümleri ve farklı anlayışları sık sık harplere yol açıyor. Durmadan kan, durmadan vahşet… Doğan bebek erkek olursa babanın er demi, kız olursa ananın suçu… İnsanlar kendilerinin ruh ve bedenden müteşekkil olduklarını unutmuş, yalnızca etten ve kemikten ibaret bulunduklarını zannediyorlar. Son pey gamberin burada, insanlık hafızasının henüz insan aklıy la bozulmadığı şu çölde, el dokunmamış kır dikenlerinin arasında s af bir gül olarak açması işte bu yüzden mani dar. Birisinin bu insanlara bazı haklara ve sorumluluklara sahip olduğunu hatırlatması, karşılıklı görevlerle yükümlü olduklarını bildirmesi ve yeni baştan bilinç oluşturması gerekiyor çünkü. Dahası, kervan ticaretiyle geçinip menfaat uğruna birbirini kurtlar gibi parçalayan şu şehirde putlara taparak, kahin ve falcıları dinleyerek, kız çocuklarını diri diri gömerek insan denilen müstesna yaratığı her gün israf ediyorlar. Bütün kararlarını kahinierin ve falcıların belir lediği bir toplulukta elbette düzen aranamaz. Beğendikleri her şeyi kendilerinden, hoşlarına gitmeyenleri de cinlerden bilerek nereye varabilirler ki?
Zannederim insanlığın ham cevheri benim gülümün goncaya durduğu yüzyıllar boyunca çölde beklemiş. O cev her, işlenınediği için şimdilik keskin, kaba ve çirkindir. Bir sarrafın gelip onu usulüne göre yontması, içindeki ışığı ve güzelliği çıkarması gerekiyor. Ne mutlu bana ki o sarraf, benim açmasını beklediğim gülden başkası değil. Saha yeli nin getirdiği şu koku onundur, bunu hissediyordum. Adına okuyacağım şarkılar bestelenmeye başladı bile. Terennüm lerini yüzyılların süzüp getirdiği şarkılar bunlar ve şimdi lik güftelerini kimlerin yazacağım ben de sizin gibi merak ediyorum. Her kim yazarsa yazsın, ben size daima hakika ti anlatacağım; yazanın ve yazının hakikatini. Bıkmadan, usanmadan ve usanmadan, bıkmadan … Benden dinleyece ğiniz her bir güfte Müslim ve gayrimüslim farklı şiir şekil lerinde olacak. Gülüme inananlar için koşma, gazel, müs tezat gibi Müslüman şairlerin; inanmayanlar için de sagu, sone, satir, gibi gayrimüslim şairlerin nazım şekillerinden birini seçeceğim. Kim bilir belki ileride biri benim ş arkıla rımı yazıya geçirirse bunları bölümlerine başlık bile yapar. Uykusuz gecelerimi dolduran nağmelerden başlık olmaz mı sizce?
Ezcümle, bahçe hazır, bahçede toprak hazır, dallar hazır. Üstelik dallarda dikenler bile hazır. Sahi, kokuyu siz de duy muyor musunuz? Şu mest eden kokuyu …
A-aa? Durun bir dakika ! Bu seher vakti bu ağlayan da kim? Bir çocuk sesi sanki? Şu taraftan geliyor. Evet, evet, bir çocuk! Herkes uyurken… İçli içli hıçkınklar… Kimse de kendini duysun istemiyor üstelik… Ne dersiniz, ilk şarkının güftesi bu çocuğa bir ninni olsun mu?! ..