Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Makaleler / İslâm’da Uhuvvet ve İttihad

İslâm’da Uhuvvet ve İttihad

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Yazar: Mehmed KAYALAR (Rh)

بِسْــمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

MUKADDİME

İslâm’ın maddî ve manevî esaretlerden halâsiyle uhuvvet ve ittihadına temel olan umurun evveli elbetteki Kur’anın emrettiği ve Resulüllâh’ın:

تَخَلَّقُو بِاَخْلاَقِ رَسُولِ اللهِ.

emriyle ümmeti merhumesine tavsiye buyurdukla­rı âlî ahlâk ile ittisafa vâbeste olduğu izahtan vârestedir.

Keyfiyet böyle olunca; ahlâkı kudsiyeleri sa­de Kur’an olan Resulü müctebanın lisanı dürerbarlarından şeref-sudur olan hadis-i nebeviyeleriyle, âyâtı-Kur’anîyenin sınırladığı ahlâk düsturlarını imkân danilinde bu zamanda bütün Müslüman­ların muhtaç bulundukları bu semavî umdele­ri kitabımızda esas yapmayı gaye edindik. Taki; arzı ve beşerî düşüncelerin ifsatkâr tehaccümünden izhan-ı müslimîn mâsun ve mahfuz kalsın…

Gerçi selef-i salihînin bu vadideki eserleri mebzuldür. Asrın hâdisi, Uhuvvet Risalesi’yle bu ih­tiyacı karşılıyor. Fakat zaman değiştikçe dalâle­tin İslam’a hücum sistemlerinde ve şeytanî desise­lerinde tahavvüller oluyor. Bu nokta-i nazardan selefte olduğu gibi eski büyük İslâm allâmelerinin eserlerine, onların muakkipleri tahşiyeler, zeyiller, şerhler ve tavzihler yazmak suretiyle; dalâletin müfsid efkârı, şeytani desiseleri, İslâm’ın haramgâhına nüfuz edememiş ve bu sa’y-i beliğin neticesinde hâib ve hâsir kalmışlardır.

Bu itibarla, bizde asrın hâdisinin yolunda eserini tezyil suretile bu kitabımızı yazmağa izn-i İlâhi ile karar verdik. Ve onu, uhuvvete bir zeyl ta­savvur edip “İslam’da Uhuvvet ve İttihat” diye müsemma kıldık. Bu eseri nâçizane bir mukaddime ile iki kısma tefrik edip, birinci kısmı ile uhuvvet ve ittihadı âmir bulunan ehâdis-i Nebevi­ye ve âyât-ı celileleri tefsir ederek din kardeşleri­mize faideli olmayı vazife bildik. İkinci kısmı ise; âyâtı Kur’aniye ve ehadis-i Nebeviyelerin hakikatlerinden süzülen uhuvvet, muhabbet ve ittihadı tahkim eden ulvî düsturlarını, tâ be-kıyamet İs­lâm için değişmez prensiplerini bir araya gelirdik. Tevfik ve hidâyet Halik-ı Rahimimizdendir…

BİRİNCİ KISIM

Evvelen; mü’minlerin çeşm-i basiretlerini ma’rifet nuriyle açan ve hidayetile tarik-i rızasına sevk edip nezd-i İlahisinde makbul eden Halik-ı Zülcelale hadsiz hamd ve senalar olsun ki, din-i İslam ile onları yek-vücud hâle ifrağ edip:

وَتَعَاوَنُوا عَلَى الْبِرِّ وَالتَّقْوٰى. وَلاَتَعَاوَنُو عَلَى اْلاِثْمِ وَالْعُدْوَانِ.                     

ayet-i celilesiyle bütün mü’minleri birbirlerine nusret ve yar­dım ve ittihad etmelerini emir buyurup düşmanlarına ve anarşist âsilere asla taraftar olmamaları içinde ihtar-ı İlahide bulunuyor.

Mümin, iman haysiyetiyle sarihan zalime tarafdar olup yardım etmez, lâkin; aldanmak ihti­mali vardır. O ihtimallerden kaçınmak sadedinde

مَنْ اَعَانَا ظَالِمًا عَلَى ظُلْمِهِ صَلَّتَ اللهُ عَلَيْهِ.

Hâdisiyle, “Her kim zalime yaptığı zulmünde ona yardım ederse Cenabı-Hak da o zalimi ona musal­lat eder.” hakikatına mâsadak olmaktan ihtirazen iman nurunun hakkı bâtıldan tefrika kâfi gelece­ğini bilmek için mü’minlerin; aldatıcı münafıkla­rın hakkı imha maksadıyla batıl efkârlarının üzerlerine geçirdikleri hak libaslarından onları tecrid etmeleri için çeşm-i basiretlerini açarak sahte kılıklarını teşhis ile onlardan infisal etmelerini ferman buyuruyor.

Ezelden ebede kadar en efdal sâlavat ve teslimat o Resul-ü Zîşan üzerine olsun ki; dinin hıfz ve siyâneti emrinde mü’minlerin beynlerinde mu­habbet ve ittihadı temine medar olup hakikî kar­deşliği intaç eden, ebedîleştiren hususlara riayet­kâr olmalarını emr eden aşağıdaki hadisi şerifleri o ebedî kardeşliği yıkan hususları ihtiva eden tefrikayı mucib hallerden ihtirazı beyan buyurmak­tadırlar.

وَلاَ تَحَاسَدُ وَلاَ تَدَابَرُوا وَلاَ تَبَاغَضُوا وَكُونُوا عِبَادَاللهِ اِخْوَانًا.

Evet; arka arkaya dizilmiş daire daire içindeki düşmanlar muvacehesinde Zat-ı Risaletpenah Efendimiz; “Birbirinizi hased etmeyiniz, birbirinize dargın durmayınız, birbirinize buğz etmeyiniz ey Allanın kulları kardeş olunuz.” diye mü’minlerin birbirlerine nusret ve muzaharet ve yardımı, yok edici hased, buğz, adavet ve tefrikadan ihtiraz olunması icab ettiğini ne kadar velûd ve beliğ bir ifade ile bildirilmektedir.

İm’an-ı nazar sahiblerine malûm olan bir hakikatin ifadesiyle ve tarihin şehadetiyle demek lâ­zımdır ki; İslâm’ın gizli ve aşikâr düşmanları İs­lâmlar arasında vücud bulan tefrikaları Zat-ı Risaletpenah Efendimizin tefhim buyurdukları hakaika bîgânelik yüzünden tekerrür etmiş ve edegelmiştir. Hadsiz düşmanlara karşı İslâm’ın varlığının idamesi, esaretten necatı, daima vahdet-i dinin iktiza ettiği birliği, tesanüdü, uhuvvet ve muhabbeti devam ettirmeleri ile kābildir.

وَاعْتَصَمُو بِحَبْلِ اللهِ جَمِيعًا وَلاَ تَفَرَّقُوا.

Ayet-i  kerimesinin gösterdiği vecihle din-i İslâmı temes­sük icab eder. Ayet bize: Ey mü’minler kâffeten hablullah olan ve din-i İslâmın muktezası bulunan mekârim-i ahlâk ile muttasıf olmağa ihtimam ediniz. Aralarınızda her nevi ihtilâf, şikak ve nifaktan; cehalet ve evsaf-ı zemîmeden uzaklaşınız diye:

وَلاَ تَكُونُو كَالَّذِينَ تَفَرَّقُو وَاخْتَلَفُوا مِنْ بَعْدِ مَاجَآءَنْهُمُ الْبَيِّنَاتُ

Kendilerine hak ve hakikat olan beyyinat geldikten sonra tefrika ve ihtilâfa düşenler gibi olmayı­nız. Kin adavet ve çekememezliğin yüzünden iftirak ve ihtilâf etmeyiniz ve her biri bir beldede reis olmak, baş olmak davasiyle birbirinizden uzaklaşmayınız. Ve her biri kendini doğru ve muhik ve başkasını haksız ve mubtıl ad edenler gibi de olmayınız ki, izzet ve şerefiniz kudret ve vahdet-i hedefiniz küfür ve dalâletin şedid tazyiki altında târumar ve perişan olmasın.

Cenabı Hakkın dest-i müzaheret ve nusreti kavlen, fiilen yekdiğeriyle hak üzerine müttehid olanlarla beraberdir. Samimî ittihaddan hâsıl olan kuvvetin derece-i azameti ihlâs lem’alarında maddî misallerin bedahetinden anlaşıldığı gibi, şu misalle de samimî ittihadın mahiyeti anlaşılır:

Hükemâdan biri ölüme yaklaştığı bir zamanda çocuklarına; bana bir kaç değnek getiriniz, der. Değnekler getirilince, hepsini birleştirerek her yerinden sıkıca bağlar. Sonra çocuklarına; bunu kırınız, der. Hepsi kırmağa çalışırlar, fakat kıramazlar. Sonra bu deyneklerin düğümlerini çözerek alıp kırın, der ve hemen bilâtekellüf kırmışlar… Bunun üzerine tecrübe-dide hakîm baba çocukla­rına; işte sizde benim vefatımdan sonra birbirinizle muhabbetle ittihad ve ittifak ederseniz sizin üzerinize hiç kimse galebe edemez. Eğer ihtilâf ve iftirak ederseniz düşmanlarınız sizi perişan etmeğe kudretyâb olurlar, demiş.

Bu hikâyenin hakikati temsiliyesi şu ki; i’lâ-yı din için ittihad ve ittifak eden ciddî din kardeşlerin ittihadından hâsıl ola­cak bir kuvvetin asla kābil-i teshir olamayacağını şüphe îras etmeyecek surette sarihan beyan etme­sidir. Malûmdur ki; insanlar arasındaki nizâ ve cidal, efkârda teşeddüt ve ihtilâfın zuhuruna sebeb olur. Bu hal kalplerde za’f îras eder. Bu halin vücud bulduğu cemiyette ise; menafi-i umumiye kal­maz, mahv olur. Çünkü niza’ ve tefrika, âlemin maslahatının zıddıdır. Ve neticesi hercümerc ve hazlan olup hayırların gitmesine şerlerin ortalığı istilâsına vesile olur. Bugünkü dünyayı saran, memleketimizi, İslâm’ı tehdit eden din, millet, va­tan ve her türlü mukaddesat düşmanlarının tâun misali âlemin fenasını intaç edecek tarzda hare­ketleri, müddeamızı gün gibi manalandırmaktadır. Sosyalizm veya başka maske altında hareket eden bedbaht anarşistlerin kulakları çınlasın!…

وَلاَ تَنَزَعُو فَتَفْشَلُوا وَتَذْهَبَ رِحُكُمْ

Ayet-i-Celilesinin işaret ettiği müthiş neticeden mü’minle­rin müteyakkız bulunmaları onlar için imanlarının iktiza ettiği bir vecibe-i-diniyedir. Zi­ra, Ayet-i Celîle sarih mânasıyle; ihtilâf, tefrika ve münâzaa sebebi ile dine büyük zarar geleceğini buyuruyor. Zararın yalnız ferde isabetle kalmayıp Müslüman­la­rın bütün kuvvet, şevket ve azametlerini gayb edip eyyamın elinde perişan olacaklarını da beyan etmektedir. Bu hakikatin şahidi tarih olmakla beraber son yılların sayısız hadiseleri de hâli teşrih etmektedir.

Müslümanların uhuvvet ve ittihadının, muhabbet ve tesanüdünün üssü’l-esası Kur’an’ın, dinin bütün emirlerine te­mes­sük iledir. Bu hususta, ki kıymet hükümleri; şahısların, fanilerin ibda’ ettikleri fikirleri, vaz’ettikleri kaideleri değil; Hâlik-ı Zülcelâl’in lâyetegayyer ahkâmıdır. Sünen-i Nebevi­ye­ye imtisal ve şer-i mübîne i’tisam ile uhuvvet ve muhabbetin te­me­li atılır.

Milletin ittihadını ve birbirine muhabbetini istemeyenler; türlü kılık ve kıyafetlere bürünerek karşımıza çıkacaklardır. Müminlerin beynlerinde nizâ ve tefrika ihdâsı için her oyuna baş vuracaklar, dost görünecekler, tezvir yapacaklar, ye’se düşürmeye uğraşacaklar…

Evet şu âlem, dindar için bir meydan-ı imtihan ve bir meydan-ı ibtilâ’ değil midir? Ve bu dün­ya şer ile hayrın çarpıştığı bir meydan-ı cevelengâh değil midir? Elbetteki netice; “Vel-âkıbetilmüttekîn” sırrıyle daima iman edenin, sabrede­nin, ye’se düşmeyip azmedenindir. Evet “İnanan, iman eden kimse, dönmez.” “Emel yaşatır, ye’s öldürür.” hakikatini bilen kimse, mesuttur.

Beşeriyet sâikiyle vâki olan ufak tefek dargınlıklar, ihtilâf ve iftirâka vesile olmamalıdır. Bunlar bünye-i İslam’a ârız olan basit hastalıklardır. İza­lesi için eczahane-i İslâmdaki deva reçetelerine müracaat kâfidir. Birbirlerine darılanlar İslâm’ın bugünkü halini düşünmeli.

Resul-i Zîşan Aleyhisselâtu Vesselam Efendimiz; iman etmenin şartının mü’min kardeşine muhabbet etmekle kābil olabileceğini beyan bu­yuruyor. Öyle ise sevmekle memur ol­du­ğun kim­seye adavet, kin ve dargınlık olur mu? Metn-i hadiste:

لاَتَدْخُلُوا الْجَنَّةَ حَتّٰى تُؤْمِنُو وَلاَ تُؤْمِنُوا حَتّٰى تَحَابُّوا اَوَلاَ اَدُلَّكُمْ عَلَى اَمْرٍ اِذَا فَعَلْتُمُوهُ تَحَابَبْتُمْ اَفْشُوا السَّلاَمَ بَيْنَكُمْ.

Yani: Sizler mü’min olmadıkça cennete dâ­hil olamazsınız ve birbirinize muhabbet etmedik­çe de mü’min olamazsınız. Ben size bir emir üze­rine delil olayım ki sizler onu yaparsanız birbiri­nize muhabbet edersiniz. O emir şudur ki beyni­nizde selâmı ifşa ve izhar ediniz. Yani mü’min kardeşinize rast geldiniz mi selâm veriniz, demek­tir.

Hadis-i Nebevi mü’minlerin birbirlerine karşı hüsn-ü ülfet ve musafatı onların derecat-ı âlîyata nâil olmalarına sebeb olmakla beraber, mü’minler arasındaki kardeşlik ve meveddetin husûlünde dünya içinde, nuranî bir miftah-ı saadet olur. Zira selâm ile aradaki burûdetin ref’i lâzım geleceğin­den en nefis bir bahar ikliminin gelmesine ve hakikî uhuvvet ve muhabbet nesiminin esmesine ve­sile olur.

Hal böyle olunca; bir mü’minin diğerini istihfaf etmesi, hakir görmesi mevzu-u bahs bile ol­mamak icabeder.

اَلْمُؤْمِنُونَ كَرَجُلٍ وَاحِدٍ

sırrıyla mü’minler bir vücud hükmünde oldukları­nı unutmamalıdırlar. Hususan:

اَلْمُؤْمِنُونَ كَنَفَسٍ وَاحِدَةٍ اِذَاشْتَكٰى عُضْوٌ وَاحِدَةٌ تَدَاعٰى لَهُ سَآئِرِ الْجَسَدِ بِالْحُمّٰى والسَّهَرِ.

Hadis-i Şerifi bu mânayı kuvvetle teyid ediyor…

Mü’minlerin kardeşliği nesebî sıhriyetten daha ehemmiyetlidir. Uhuvvet-i nesebiye nutfenin bir sülbden husule gelmesinden neş’et ediyor. Hal­buki: Uhuvvet-i İslâmiye nutfesi, nübüvvetin mâ’nevi sulbünden neş’et etmiştir. Aslı; hidayetullah nurudur. Bu mesele anlaşılınca, mü’minlerin dün­ya ve ahirete aid nâmütenahi müşterek vazife ve mesuliyetleri bulunacağı gün gibi zâhir olur. Hele bu zaman gibi İslâm için pek kritik anlarda uhuv­vet ve ittihadı sarsacak ahvalin zuhuru İslâmiyet’e hıyanet olacağı bedahat kesbedince ve bunun ne­ticesinin ise, hukuk-u âmme-i İslâm’a tecavüz, mazi­leri rencide ve müstakbelleri dilhûn edeceği bilinmekle, bu elim ahvalden fevkalâde içtinab edilme­si zarureti bilbedahe anlaşılmış olur.

Hususen Peygamberimiz Efendimiz;

اَلْمُسْلِمُ اَخُو الْمُسْلِمُ لاَ يُظْلِمُهُ وَلاَ يَخْذُلُهُ وَلاَيَحْقِرُهُ وَلاَيَسْتَكْبِرُ عَلَيْهِ التَّقْوٰى هٰهُنَا التَّقْوٰى هٰهُنَا.

Yani şu demek oluyor ki: Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona zulm etmesin ve imdadına yetişmemezlik edip de onu perişan bırakmasın, onu tahkir eylemesin, ona kibir satıp fodulluk etmesin (Mübarek eliyle sadr-ı şerifine işaret ederek) tak­va denilen şey işte buradadır. Takva denilen şey işte buradadır. Yani, o kimse Allahtan korksun, buyurmak suretiyle en ehemmiyetli bir meselede ümmetini ikaz buyurmaktadırlar.

Diyar-ı İslâmın her yerinde lisanlar daima uhuvvet ve itti­ha­ddan bahsederlerken onların zıddı hareketlere mübâşir görünerek tenakuza düşme­leri pek hazin bir hal-i elîm değil midir? İslâm’ın et­rafını ihata eden bu kadar dâhiyelere dûçar ol­du­­ğu malûm iken, bu muhatarat-ı azimeye bir gay­ret ve ha­miyyet nazariyle bakmak yok mudur? Ey dine hizmet dâva eden hizbi-tevhid! Bu hâb-ı gafletten uyanmak zamanı gelmedi mi?

Etrafınızı çeviren düşman daireler aleyhinizde türlü fitne ve fesatlar îkâıyla sizi tarumar et­mek isterler. Her türlü irtibatlarınızı koparıp bü­tün intibah ve azminizi yok etmeğe çalışan düşman karşısında uyumak gaflettir. Cemiyet-i İslâm’ı tef­rik ile bina-yı dininizi başınıza yıkmak isteyen­lere karşı teyakkuza gelip birleşiniz. Topunuzu tefrik kastiyle güya tarik-i hakdan giderek nasihat yolunda görünüp şeytani vesveseler ilkā eden haşerât-ı muzırraya karşı teyakkun ve teyakkuza lü­zum yok mudur?

Mü’minleri istikbar veya istihkardan dolayı meydana gelen adavetlerden kalb-i zemin bile tit­riyor. Adavet hissi, sade aduvvallah olan Hâlikın düşmanlarına tevcih edilmelidir. Hadis-i şerifte vâ­rit olduğu veçhile:

اَلْحُبِّ فِى اللهِ وَالْبُغْضُ فِى اللهِ مِنَ اْلاِيمَانِ.

muhabbetin mü’minlere, eşedd-i adavetin kâfir ve münafıklara tev­cihi; imanın mukteziyatındandır. Bu kadar evamir-i diniye an­laşıldıktan sonra medar-ı necâtımız olan Fahr-i Kâinat Efendi­mizin müslümanların uhuvvet ve ittifakı ittihad ve hüs­nü muaşereti hakkındaki mukaddes hassasiyetle­rinin sırrı, ehem­mi­­yetle vuzuh kesb eder. Zira böyle ulvî ahvalin mevcudiye­­tiyle din tecavuzattan kurtulur, İslâmiyet esaretten necat bu­lup hüküm­ran olur.

Mesele tavzih edilince; hasbel-beşeriye birbirlerinden uzaklaşan dargın duran kin veya ada­vet besleyen bütün müslümanların bu gibi hâlâttan nedamet duymaları, istiğfar edip dolayısıyle telâfi etmek için sa’y etmeleri elbetteki imanın kat’î icabatından olacaktır.

Muhabbet ve uhuvvetin kat’i esrarı tahakkuk edince, indallah en makbul bir ibadet ve amel olan hakikî kardeşliğin ve muhabbetin ehemmiyeti şu fıkra ile sabit olur:

Şeytan aleyhillâ’ne yekdiğeriyle Allah için muhabbet ve uhuvvet tesis eden mü’minlere o kadar hased eder ki hiç bir amel-i hayr için bu dere­ce hased etmez. Hattâ bu uhuvvet ve mu­habbeti ifsad için hem kendisi bizzat çalışır hem de evlât ve avanelerine bu yolda sa’y etmelerini şiddetle emir ve ten­bih eder. Malumdur ki şeytanın en mühim derdi mü’min­le­ri idlâl ve ifsad ederek ahirette azaba dûçâr etmektir.

اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ.

Ayet-i Kerimesi ile hakikî kardeşliği tahakkuk eden mü’min­le­­rin birbirlerini sevmeleri hakkında vârid olan aşağıdaki hadi­s-i Nebeviyenin kat’î emir ve tergibatını da bilmeleri zaruri o­lur.

لاَ يُؤْمِنُ اَحَدُكُمْ حَتّٰى يُحِبُّ ِلاَخِيهِ مَا يُحِبُّ لِنَفْسِهِ.

İş bu hadis-i şerif delâletiyle ki, mefhumu âlîsi: Bir mü’min kendi nefsi için sevdiğini mü’min kardeşi için de sevip istemedikçe iman etmiş sayılmaz, buyuruluyor..

İslâm’ın ittihad ve uhuvveti sadedinde selef-i sâlihin İslâm büyükleri çok kıymetli, hikmet-âmiz vesayalarda bulunmuşlardır. İdrak sahipleri ve ululebsar için kâfi olmakla beraber, bu hususta İslâmiyetin bânisi, şeriatın sahibi Resulullah Aleyhisselatu Vesselâm Efendimiz’in sözleri kadar kuvvetli, hakikî müessir hiç bir beşer sözü yoktur. Bu nokta-i nazardan; âyâtı-Kur’aniye ve ahadis-i Nebeviyye’yi bu eserimizde esas me’haz yaptık. Tâki ehl-i nifakın şu veya bu tarzdaki ifsatlarına sed çe­kilsin…

Bundan sonra Allah için birini sevip ülfet eden ve dargın iki mü’min beynini ıslâh ile telif-i beyn eden ve birbirlerinin maddî ve manevî yardımlarına koşan kimselerin ind-i İlâ­hi­de­ki kadir ve meziyetlerini beyan eden ehadis-i Nebeviyeleri kayd etmeği uhuvvet, muhabbet ve ittihadın temi­ni bakımından pek ehemmiyetli telâkki ediyorum.

En ziyade makbulân-ı İlâhi o kimselerdir ki; Cenabı Hak­k’ın rızası için din kardeşleriyle hüsn-ü ülfet eder ve o kardeşlerinin dünyevî ve uhrevî umurlarını samimî kalple teshil ve ifaya ça­lışırlar. Bu manada Resul-ü Zîşan Aleyhisse­la­tu Vesselam Efendimiz Hazretleri hadisi-şeriflerinde:

اِنَّ اَحَبَّكُمْ اِلَى اللهِ الَّذِينَ يَأْلَفُونَ وَيُؤْلَفُونَ.

Yani; sizden Hak-tealâ Hazretlerine en çok sevgili olanlar, din kardeşleriyle hüsn-ü ülfette bulunan­lar ve kendilerini din kardeşlerine sevdirenlerdir.

Dünya hayatı içinde bir saadet teşkil eden bu güzel ahlâk sahipleri ibadetlerinde ve yaptık­ları hayr ve hasenatlarında da hudutsuz mükâfata mazhar olurlar. Aksi halin vücudu ile ise; yapılan hayır ve ibadetlerin adem-i kabulü ile sahibinin hem dünyada hem ukbâda hüsranına sebeb olur. Bundan dolayıdır ki Hazreti Ömer gibi bir zat-ı Celili’l-kadir bu hakikatin beyanı zımnında buyu­ruyor ki;

لَوْ اَنَّ رَجُلاً صَامَ النَّهَارَ وَقَامَ اللَّيْلَ وَتَصَدَّقَ وَجَاهَدَ وَلَمْ يُحِبَّ وَلَمْ يُبْغِضْ فِيهِ مَانَفَعَهُ ذٰلِكَ.

Yani, bir mü’min devam üzre oruç tutsa ve gece sabaha kadar namaz kılsa ve sadaka verse ve cihad etse; fakat Hak-teâlâ Hazretlerinin sevdiği kimseyi sevmese ve buğz ettiği kimseye buğz et­mezse, o yaptığı ibadetlerden kendisine hiç bir menfaat olmaz.

Bu pek ehemmiyetli meseleyi bir hadis-i kudside Cenab-ı Risaletpenah Efendimiz Hazretleri bakınız nasıl tasvir buyuruyorlar:

يَقُلُ اللهُ عَزَّ وَجَلَّ حَقَّتْ مَحَبَّتِى لِلْمُتَحَابِّينَ فِىَّ وَالْمُتَزَاوِرِينَ فِىَّ وَالْمُتَبَاذِلِينَ فَىَّ وَالْمُتَصَادِقِينَ فِىَّ.

Meali âlîsi şu ki: Hak-teâlâ Hazretleri buyuruyor; benim muhabbetim, ancak rızamı tahsil garazına binaen birbirlerine muhabbet ve sadakat eden, birbirlerini ziyaret eden ve birbirle­rinden mallarını ve câh-ı nüfuzlarını esirgemeyen mü’min­le­re mahsus ve münhasırdır.

Mü’minlerin uhuvvet, muhabbet, ittihad ve birbirlerine yardım­larını katiyyen te’yid ve te’kit eden bu kadar âyât-ı Kur’a­ni­ye ve ehadis-i Nebeviyenin aynı mânayı tefhim eden hakai­kı­nın karşı­sında, müslümanlar için, bu âhir zamanın en mü­him meselesini daha güzel anlatmış olacağımı zan­nederim.

Bu kadar tahzirat ile bu kadar tebşirat ve tergıbatın kalplerde, akıl ve ızhanlarda yer edece­ğine izn-i İlâhi ile ümitvârım.

Evet sevgili Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri, hadisi-şeriflerinde:

اَلاَ اَخْبِرْكُمْ بِخَيْرٍ مِنْ كَثِيرٍ مِنَ الصَّلَوةِ وَالصَّدَقَةِ قَالُوا وَمَاهُوَ قَالَ اِصْلاَحُ ذَاتِ الْبَيْنِ وَاِيَّاكُمْ وَالْبَغْضَةَ فَاِنَّهَا هِىَ الْحَالِقَةُ.

Yani: Size pek çok nâfile namaz kılmaktan ve nâfile sadaka vermekten daha hayırlı bir amel haber vereyim mi? O amel nedir Yà Resülâllah diye su­al olunması üzerine; mü’min kardeşlerinin arala­rında dargınlık ve soğukluk zuhur ederse, onu izaleye ve aralarını telif ve ıslaha çalışmaktır. Ve sakın birbirlerinize buğz ve adavet etmeyiniz. Zi­ra bu hal a’mâl-i sâlihanın sevabını mahv edicidir, diye buyurdular.

Bütün mü’minlerin, din kardeşlerine ma’ruz kalacakları hernevi tecavüzlere karşı siper vazife­si görerek öyle mütecavizlerin bütün teseddilerine karşı koyarak bir nevi kalkan olmak mecburiyet­leri vardır. Cüretkâr-ı İslâm ve şer-i Şerif tahrip­çileri ile hukuk tanımayan zalimlere karşı İslâm’ın varlığının muhafazası ancak bu suretle mümkün olur.

Bu hususta vârid olan bir hadis-i Nebevide şöyle buy­ru­lu­yor:

مَامَنْ اِمْرِءٍ مُسْلِمٍ يَرَدُّ عَنْ عِرْضِ اَخِيهِ اِلاَّ كَانَ حَقًّا عَلَى اللهِ اَنْ يَرُدَ نَارَجَهَنَّمَ.

Yani: Herhangi bir mü’min din kardeşinin ırzını siyanete koşarsa, Hak-teâlâ Hazretleri de onu ce­hennem ateşinden korur.

Mü’minlerin birbirini sevmeleri ve imdatlarına koşmaları hakkında vârid olan bu kadar çok emr-i Peygamberî karşısında durup düşünmeyecek miyiz? Yalnız şahsî derecelerini yükseltmek uğrunda en ağır külfetlere tahammül gösteren müslüman; uhuvvet, ittihad ve tesanüdün muhafazasında sükût mu edecektir? Halbuki; İslâmın vahdeti­ne çalışmamak, mü’minlerin muhabbetle imdat­larına koşmamak ve böylelikle terk-i vazifeyle İslâmın kalesiyle hatt-ı müdafaasında gedikler aç­mak, düşmanların içerlerimize nüfuzlarına zemin hazır edeceğinden şahsî kemalât için ibadetler; sahibine hiç bir faide temin edemiyecek, üstelik azab ender azaba dûçâr olmasına vesile olacaktır.

Müslümanların hayat-ı-içtimaiye içerisinde birbirlerine karşı dinî, içtimaî, örfî, tarihî, nev’î vesair noktalarından çok vazifeleri vardır. Bu vezaifin ifası neticesinde daha dünyada iken göre­cekleri refah ve saadete ilâveten ahirette ind-i İlâ­hide rıza-ı İlâhi ile beraber en makbul makamla­rın sahibi olacaklarını ve onların öyle yüksek ma­kamlarda bütün ahiret ve mahşer halkının gıpta­larını mûcib olacağını müjdeleyen bu hadis-i Ne­beviyi de kayda lüzum vardır.

تُنْصَبُ لِطَآئِفَةٍ مِنَ النَّاسِ كَرٰاسِىَ حَوْلَ الْعَرْشِ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ وُجُوهُهُمْ كَالْقَمَرِ لَيْلَةَ الْبَدْرِ يَفْزَعُ النَّاسُ وَهُمْ لاَيَفْرَعُونَ وَيَخُافُ النَّاسُ وَهُمْ لاَيَخَافُونَ وَهُمْ اَوْلِيَاءُ اللهِ الَّذِينَ لاَ خَوْفٌ عَلَيْهَمْ وَلاَهُمْ يَحْزَنُونَ فَقِيلَ مَنْ هٰؤُلاَءِ يَارَسُولَ اللهِ قَالَ الْمُتَحَابُّونَ فِى اللهِ.

Yani: İnsanlar içinden seçilen bir taife, yüzleri ayın ondördü gibi münevver olarak arş-ı a’zamın etrafında kurulan kürsülere oturur. Bütün halk, mahşerin dehşetinden feryat ve figan içindeyken onlar etmezler. Herkes korku içindeyken, onlar korkmazlar. Onlar:

لاَخَوْفٌ عَلَيْهَمْ وَلاَهُمْ يَحْزَنُونَ.

âyetinin mazharı Allah’ın dostlarıdırlar. Dediler ki, Ya Resülallah kimdir onlar? Resülullah buyurdu: Onlar Allah yolunda birbirini sevenlerdir.

Bu hakikatları mülâhaza eden ve bu kadar ulvî kıstas ve mizanları nazarından dûr etmeyen bir kimse, İslâmiyetin emrettiği muhabbet, uhuv­vet ve ittihadın azîm neticelerini düşünmeyecek midir?

Dünyanın ve onun bütün umurunun fani olduğunu düşünen ve karîben birgün kendisinin de fâni ve zâil olacağını teemmül eden bir mü’min, hakke’l-insaf, beşeriyet sâikiyle, nefse uyarak vâki’ olan dargınlık ve burûdetleri unutup muhabbet ve uhuvvetin hararetle te’sisine medar olacak husus­lara şitâban olurlar. Ve her nevi ihtilâf ve münazaayı da terk ederlerse her şey onlarındır. Aksi takdirde bütün hayırlardan mahrumen hâib ve hâ­sir kalacakları ihbar-ı sâdıka ile sabit bulunuyor. Hakikat-ı-İslâm’ı temsil bakımından doğruyu ve iyiyi seçmek için Ashab-ı Kiram’ın hayat-ı hususiye ve umumiyelerine atf-ı nazar kâfi gelecektir. Bu hususta tarih-i İslâmdan bir iki misal maksadı iza­ha yeter, artar bile!

Resulullah Aleyhisselâtû Vesselam Efendimizin Medineye hicret buyurmalarını müteakip Resûl-ü Ekrem ile beraber o ana kadar hicret eden­lerin mecmuu kırbeş idi. Ensar-ı kiramın muhaci­rîne gösterdikleri uhuvvet ve muhabbet beşer ta­ri­hin­de misli görülmemiş bir hâlet arz ediyordu. Peygamberimiz E­fen­dimiz Muhacirîn ile Ensarı isim zikrederek birbiriyle kar­deş ilân etmişlerdi. Bunların herbiri îsâr hasletini göstermekte yek­diğeriyle yarış halinde idiler. Birini misal göstermek, diğer­le­rini de göstermiş olacağından maksadı ifa­deye kâfidir sanırım. Bunlardan, muhacirînden Abdurrahman ibni Avf ile en­sar­dan Saad bin Rebi’ arasındaki uhuvvet fıkrasını zikr edelim.

Ensâr, muhacirînden kardeş oldukları zevatı alıp ev­le­ri­ne götürdükten sonra: Sa’d bin Rebi’ de mu­hacir kardeşi Ab­dur­dahman bin Avf’ı evine gö­türdü. Evinde derhal malını ikiye böldü. Yarısını kardeşine verdikten sonra ona; “Bak kar­deşim! Benim iki zevcem var. Birisini boşayayım sen onunla ev­len” demiş. Fakat Abdurrahman bin Avf kabul etmeyib te­şek­­kür ederek red etmiştir.

Ayet-i Celilenin medih ve senasına mahzar olan Eshab-ı Ki­ram îsâr hasletinde, kardeşini nef­sine tercihte, en yüksek ve be­şer tarihinde asla erişilmez bir mertebeye ulaşıldığının ör­ne­ğini ver­mişlerdi bile.

Saad bin Rebi’, bütün varını yoğunu Abdurrahman bin Av­f’ın karşısına getirerek herşeyin yarısını ona teklif ettiği za­man; Abdurrahman ona: “Kardeşim, Cenab-ı Hak bütün ma­lı­na bereket versin. Sen yalnız bana çarşıya çıkan yolu göster, gerisini bana bırak.” demişti.

Saad, onu Kayınka’ çarşısına götürmüş ve ar­tık İbni Avf ticarete başlamıştı.

İslâmiyetin telkin ettiği pek yüksek ahlâk ve evamirini hakkıyla benimseyen kimse; yalnız Eshab-ı Kirama bakmalı. Müslümanlığı bütün azamet ve şehametiyle, en ince desâtirini bütün haşmet ve kudsiyetiyle temsil eden Ashab-ı Resülullah’ı taklid etmeli. Zira; İslâmiyet onlarda görülenlerdir.

Kaldı ki; selef-i sâlihîn 1300 sene onlara ittibâ’da asla kusur etmemişler. Asırlar ilerledikçe dine yaptıkları hizmet ve gösterdikleri kahraman­lıklar onların tam muakkibi ve vârisi olduklarını göstermiştir. Uhuvvet, muhabbet ve ittihada aid milyonlarca örneklerden bir misal daha göster­mek kâfidir.

Vâkıdî namiyle şöhret-şiar olup hicrî (130-207) tarihi arasında yaşayan İslâm allâmelerinderi ve muhâddîslerden Muhammed bin Ömer’in bir kıssası da müslümanlar beyninde uhuvvet ve muhabbetin ne demek olduğunu tefhime kemâliyle yeter zannederim.

İbni Halgân (vefiyat-il-a’yan) da vak’ayı zikrederek sözü Vâkidi’ye bırakıyor:

Vâkıdi demiş ki:

Biri Haşîmî olan iki arkada­şım vardı. Üçümüz üç bedende bir can gibi idik. Günün birinde pek şiddetli bir müzayakaya girif­tar oldum. Bayram da gelmişti. Haremim: “İkimiz nasıl olsa bu züğürtlüğe bu şiddete dayanabiliriz. Lâkin bu çocuklara ne diyelim? Onlar için yüre­ğim parça parça oluyor. Komşu çocuklarını bay­ramda süslenmiş, yeniler giyinmiş, kendilerini de perişan-hâl görüp duruyorlar… Bu hallerine acımamak elimde değil bir çaresini bulsan da üstlerini başlarını düzeltecek biraz para tedarik et­sen!” dedi. Bunun üzerine Hâşimî arkadaşıma elindeki mevcudu ile o günkü sıkıntımı def etme­si için yazdım. Bana içinde bin dirhem var, dedi­ği ağzı mühürlü bir kese gönderdi. Kese elimde durdu durmadı, derken öteki arkadaşımdan be­nim Hâşimî’ye yazdığım gibi müzâyakasından şikâyeti hâvi bir teskere aldım..

Keseyi, mührünü açmadan hemen ona gönderip kendim mescide git­tim ve aileme karşı hicabımdan dolayı bütün ge­ceyi orada geçirdim. Eve döndüğüm vakit kadıncağız bana hiç darılmayıp yaptığım işi beğendi bile. Onunla bu bahsi konuşurken bir de baktım ki, Hâşimî arkadaşım mâhut kesenin tümü elinde olduğu halde çıkageldi ve:

Doğrusunu söyle. Sana gön derdiğim parayı ne yaptın? diye sordu. İşi olduğu gibi anlattım. Dedi ki; sen benden para istediğin vakit gönderdiğim bu keseden başka dâr-ı dünyada hiçbir şeye mâlik değildim. Hepsini sana gön­derdim. Ve arkadaşımıza yardımda bulunması için yazdım. O da keseyi benim mührüm ile kapanmış olarak bana gönderdi. Vakıdî der ki; kese içindeki bin dirhemi alesseviye üçümüz bölüştük. Daha evvelde yüz dirhemini aileme ayırdık. Vak’a­yı halife Me’mun haber aldı, beni çağırıp sordu. Ben de işi olduğu gibi anlattım. Her birimize ikişer bin ve refikama bin dinar olmak üzere bize yedibin dinar verilmesini emr etti.

Bu hârikulâde hadise, mü’min kardeşler arasındaki fiilî muhabbet, hıllet ve civanmertliği ne kadar güzel bir surette tasvir ediyor. Misal ve fık­ralar, izah edilmesi lâzım gelen en mühim mese­leleri en güzel surette fehimlere takrib ediyor. Ma­dem öyledir, kullarını lûtfuyla hayırlara mazhar kılan Halik-ı Zülcelâle nâmütenahi hamd ve senalar olsun…

 İKİNCİ KISIM

BİRİNCİ FASIL

Muhabbet, uhuvvet ve ittihadın devamını temin eden hususları ve müracaat olunacak kaideleri ihtiva eder.

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ.

 وَاِنَّكَ لَعَلَى خُلُقٍ عَظِيمٍ.

 بُعِثْتُ ِلاُتَمِّمَ مَكَارِمَ اْلاَخْلاَقِ.

Uhuvvet ve muhabbetin temeli, hüsn-ü hulkdur. Hayatın bü­tün acılarını izale eden güzel ahlâk olduğu gibi, hayatı zehir haline çeviren, kâinatı insanın başına karanlık zindan eden­ de sû-i hulkdur. Kâinatta suri olsun, manevi olsun neticesi saadete, güzele, kemâle, muhabbete istihsana bakan her mevcud, her fiil, her hadise, her oluş hüsn-ü hulkdan tevellüt ettiği gibi; çirkine, kabihe, istikraha, fenaya, ademe bakan bütün hareketler, fiiller ve hâdiseler de sû-i hulkun neticesidir.

Öyle ise bütün şerler, bütün tevâbii ile beraber kötü ahlâkın eseri mahsulü olduğu gibi, bütün hayırların menbaı da iyi ahlaktır. Bundan dolayıdır ki; beşeriyetin dünya ve ahiret saadetlerinin vesilesi, müjdecisi, öğreticisi olan Nebiyy-i Zişan Aleyhisselâtü Vesselam Efendimiz; “Ben mekârim-i ahlâkı itmam için gönderildim.” buyurmuş. Kur’an da onu “Şüphesiz sen en yüksek bir ahlâk üzerindesin.” diye tasdik ediyor. Öyle ise; Peygambere ittiba ettiğini beyan eden kimse, onun ahlâkını aynen müraat etmek mecburiyetinde olduğunu acaba düşünüyor mu? Ve asıl sünnet-i Resülullaha temessük bu olmuyor mu?

Güzel huy ve ahlâkın semereleri dünyada azîm olduğu gibi ahiret saadetinin de en mühim âmilidir. Hadiste “Mizana vaz’ olunan a’mal ve hısâlin en ağırı hüsn-ü hulkdur.” buyurul­duğu gibi başka rivayetde de “Cennete dâhil olan insanların çoğu Cenabı Hak’dan ittika ve hüsn-ü hulk iledir.”

Birinci kısımda tafsilen beyan olunduğu üzre mü’ minlerin saadet-i dâreyne vusullerinin sebebi, Al­lah için uhuvvet ve muhabbetti. Bunlar ise, ancak iyi ahlâk ve iyi huy sahibi olmak şartı ile mümkün­dür. Bundan dolayı riayet olunması lâzım gelen şeraitin neler olduğunu bilmek ehemmiyet kaza­nır.

Esasen mahlukatın kâffesinin birbirleriyle ünsiyet ve ülfetlerinde değişmez hilkat kanunu şudur ki: Her insan ve mahlûk, kendi şeklindeki ile ve kendine benzeyen ile ünsiyet ve ülfet ku­rar.

Bunların envaı pek çoktur; suret, sima, nesep, lisan, huy, ahlâk, vatan, mefkûre menfaat, tâbiiyyet, metbuiyyet, meslek, mesken ,me’va vesaire, bu ünsiyet ve ülfet rabıtalarının bir kısmı surî ve maddî bir kısmı uhrevî ve manevîdir. Surî olan­lar malûm ve fani hayatın er geç kopmağa mah­kûm rabıtaları olduğu halde, uhrevî ve manevî rabıtalar ise, ebedî ve daimidir. Asla kopmaz. Dün­ya ve ahirette nur ve saadet ve kuvvet kaynağı­dır. Bundan sonra “güzel ahlâk mefhumu kisbî mi­dir, fıtrî midir?” suali hatıra gelebilir. Beyan et­mek lâzımdır ki hükema-yı İslâm’ın, asırlarca tedkik mevzuu olan bu meselede çok sözler söylen­miş. Evet birşey aslında hüsündür ki, güzel olmuş nazif olmuş. Ve yine bir şey aslında kabihdir ki çirkin olmuş, kabih olmuş hükmü, ulema-i ilm-i kelâmın da asırlarca arîz ve amîk münazara ve mubahaselerine medar olmuştur. Bu meselede biz de diyoruz ki: Mahlûkatta görülen mehasin fıtraten yaradılışta mevcud olabileceği gibi, sonradan da mehasinin iktisabiyle mümkündür.

Eşya ve mahlûkattaki hüsün ve kabihin ikişer hâli vardır. Birisi suret ve şekle göre maddi, zâhirî olan, diğeri manevî ve bâtini olan tezahürleridir. Bizim mevzumuz daha ziyade suri ve maddî tezahür suret­leri değil; manevî ve bâtınî olan cihetidir. Zira, mebde’den itibaren mesaimizi, hüsn-ü hulkun fer­de veya cemiyete getireceği faide ve menfaatlerini; su-i hulkun da şahsa, neve ve âmmeye îraz edeceği zarar ve ziyanlarını tahlil ve tedkike hasretmiştik. Bu malûm olduktan sonra, mehasin ve kemâlat-ı beşeriyenin bazen hilkatte, fıtratta ve doğuşta ola­­bileceği gibi (enbiya-yı izam ve evliya-i kümmelînde mev­cut olduğu veçhile) sonradan iktisab suretiyle de elde edilir. Hüsn-ü hulk nasıl böyle mü­talâa ediliyorsa; onun zıddı olan su-i hulk için de kaide böyledir. Biz mevzularımızda daima müsbeti göstermeğe çalıştığımızdan menfi suretlere temas etmeyeceğiz. Evet meselemiz, uhuvvet ve muhabbetin ve dolayısiyle ittihadın teminiyle Müslümanların fevz ve felâha nâil olmaları, şerait-i imanın vücudu, ve İslâmiyetin emirlerine temessük etmeleriyle ancak saadet-i dâreynin hakiki namzetleri olabileceklerine dairdi.

Hidâyet-i Rabbânî esas olmak suretiyle kemalât-ı insaniyeyi ve hüsn-ü hulku iktisab; imanla taleb, sa’y, çalışmak ve ciddî taharri ile mümkün­dür. Bunun daire-i imkânda olduğunu bize kütüb-ü semaviyenin ve bütün enbiyanın kat’î tebligatı bil­diriyor.

Demek, sonradan iyilikleri, mehasin-i beşeriyeyi, hüsn-ü hulku iktisab kābilmiş ki; enbiyanın meb’us olduğu insan topluluklarından çokları, peygamberlerin tebliğ ve telkinatiyle işledikleri şer ve kötülükleri terk ediyor. İyilik, mehasin-i insani­ye ve hüsn-ü hulk ile ziynetleniyor. Demek be­şeriyetin en mukaddes muallimleri, terbiyecileri olan enbiya ta’lim ediyorlar, terbiye ediyorlar da, vahşet-i mutlaktaki bir kimse, o terbiye, o ta’lim ve o telkin ile yer ve gök ehlini kendisine tahsin etti­rip imrendiren pek ulvî bir hâli öyle kazanmış olu­yor. Bu hakikat böyle güneş gibi zâhir olduk­tan sonra, hilkat­taki değişmez kanun-u İlâhinin mevcudatın bütün envaında tecellilerini görüyo­ruz. O kanun-u tekevvün ve tekâmül ile hayvanat ve hatta nebatatın tehafuzları, tekevvünleri, intişarları ve terbiyeleri kâinatın aktârında müşahede ediliyor.

Terbiye ve telkinin dünyevî faidelerini gören insan, o haysiyetle hayvanat-ı vahşiyeyi ehlileştiriyor. İstifadeye salih hale getiriyor. Ve yine onun bir netice-i hasenesi ile sahra ve beyabanda biten vahşi denilebilecek ağaçlar hususî aşı, bakım ve terbiye ile beşerin istifadesine yarayan hal alıyor. Yine öyle bir lûtf ve kerem-i İlâhî ile en vahşî hayvanat telkin ve terbiye ile insanoğluna musahhar olarak sirklerde hayret verici numaralarla zev­k-i insaniyeyi tatmine uğraşıyorlar. Yine o haysi­yetle papağan nutka gelip konuşuyor.. (Zevk-perestlerin kulakları çınlasın.) Demek telkin ve ter­biye bu kadar ehemmiyetli ki en basit ve ibtidaî şeylerde bile te’sirini gösteriyor. Hal böyle iken fıtrî istidadında her güzelin, her iyinin tohumu bu­lunan insanoğlunun terbiye ve telkin ile o istidat çekirdeği inficar eder. Yaprak verir ve bir şecere-i nurani halinde beşerin âfâkına ser çeker, dal bu­dak verir. En nefis semerelerin hâmili olur.

Rahmet ve Kerem-i İlâhinin nev-i beşere enbiyasını irsal ederek onlar vasıtasiyle kitap gönde­rip en yüksek kemalâta, en ulvî makamata ulaş­maları için beşerin dünya ve ahiret saadetini netice verecek davet-i İlâhîyesini, niçin yaptırmış ol­duğunun hikmeti katiyyetle tevazzuh edip serahata kavuştuktan sonra اَلدِّينُ النَّصِيحَةٌ. hadisinin sırrı anlaşılmış oluyor ki; din telkindir, nasihattir, terbiyedir…

İKİNCİ FASIL

“İslâm’da Uhuvvet, Muhabbet” eserinin bu faslının mevzuu din kardeşlerin; birbirine muhab­bet ve uhuvvetinde müraat olunacak şartlardır. Bu şeraitin te’sisinden sonra bu güzel duygu ve rabıtaların derecâtını bilmekte faide vardır.

Evvelen; uhuvvetin mebdei sadakattir. Sıdkın neticesi uhuvvettir. Uhuvvet te’sis ederse alâ­ka muhabbete inkılâb eder. Muhabbetin derece-i âlâsı, hıllettir.

Sadakat; Mü’minlerin birbirlerinin hedef, arzu, talep ve mesleklerindeki müşâreket ve tekârübün neticesinde vücud bulur. O da; mütekābil ünsiyyet ve ülfet ile başlar. Şu halde sohbetin ve hasbeten-lillâh ziyaretlerin ehemmiyeti vardır ki netice-i semeresi uhuvvet, muhabbet ve hıllet oluyor.

Sohbeti ihtiyar edilecek zevatta bazı hısâlin bulunması lâzımdır.

Evvel-emirde o hasletlerin evveli akıldır, sonra sırasıyla hüsn-ü hulk, terk-i fısk, terk-i bid’at ve terk-i hırsı dünyadır. Harîs-i dünya olan şah­sın sohbeti semm-i katil gibidir. Akıl; bütün ef’al ve a’malin re’sül-malıdır, sermayesidir.

Hükemâ-yı din şerait-i sohbeti şöyle hülâsa etmiştir:

Öyle bir kimse ile sohbet eyle ki, ona hizmet edersen seni sıyânet eylesin. Onun sohbeti sana rif’at ve ziynet versin; Eğer bir ihtiyacın olursa, o ihtiyacında sana muavenet eylesin, sen ona alâ­kanı izhar için musafaha etmeyi kast eylesen, o da senden i’raz etmeyip sana müteveccih olup ikbal eylesin.

Senden güzel bir fiil ve hareket görse ha­kir addetmeyip takdir eylesin. Senden bir seyyie sâdır olsa onu örtsün ve öyle bir kimse ile sohbet eyle ki, sen bir söz söylesen, müaraza etmeyip kav­lini tasdik eylesin. Ve bir işini ona havale eylesen umûrunu tefviz ve neticesini tahkik eylesin. Bir meselede münazaa ederseniz o mevzuu da i’sarda bulunsun, denilerek sohbetin evvel emirde müracaat olunması icab eden ve hukuk-u sohbetin icab edeceği kaideleri câmi’ bir surette hülâsa etmişlerdir. Uhuvvetkârane sohbetin nafi’ ve lâzım olan umurundan ve sadakati iktiza edip dostlar arasında itina ile riayet edilmesi icab eden husus­lardandır ki; dostâne sohbet ettiğin kimse, sırrını ifşa etmeyip ayıbını örtsün. Sohbet-nişînin, senin hasenatını neşr, şeyyiatını setr eylesin…

Uhuvvetin mücbir kıldığı hukuk-u sohbeti hakkıyla yerine getirilmesinde pek dikkatli ve hassas bulunmak lüzumu malûm olunca, îmanın tek vücud haline ifraz ettiği vücud-u manevide arı­zalar peydah etmenin ne azîm vebal olduğu derk edilmiş olur. O vücud-u manevinin gerek zâhire bakan cihetinin, gerekse bâtına nâzır cihetinin hukukunun muhafazasında azamî derecede i’tina ve himmet sarfına gayret göstermenin lüzumu da aşikâr olur. İnsanların ziyneti, hüsn-ü hulktan ne­şet eden haslet-i memduhadır. Bahçeler, güzel çi­çeklerin çokluğu ile ziynet bulduğu gibi, insan da mürüvvet, fadl ve ihsan gibi hasletlerin vücudu ile ziynet bulur.

Rıza-i İlâhi için müsahib olan kimselerde meşrut olan sıfat vesair şeraitin beyanı sadedin­de zikre şâyan hususun en 
ehemmiyetlisi şudur ki; mü’minler beyninde tesis eden muhabbet, bir ne­vi muhabbetullah hesabına geçmesinden, mü’minlerin karşılıklı muamelâtında mülâhazası iktiza eden hususlar vardır. Aralarında meveddet hâsıl olan kimselerin hasbel-beşeriye bir hatası zuhur ederse dosta lâzımdır ki, zuhur eden hayatı kema­l-i lütuf ve merhamet ile izaleye çalışsın.

Hata ya hukuk-u İlâhîye aid olur yahud hukuk-u şahsiyeye aid olur. Beynlerinde hâsıl olan hukuk-u şahsiyye afv ile setr ile muamele görmelidir. Lâkin Hukukullaha aid olan hatanın terahumen ve lûtf ile kavlen veya fiilen izalesine çalışmak zarureti vardır. Bu, emr-i bilma”ruf ve nehy-i anilmünker hesabına geçer. Emir ve nehy ise, onun hakkında ihsandır. Hele, kendine herhangi bir zarar îrâsından dolayı bir mü’min kardeşinden yardım ve ianesini kesmek hatıra bile gelmemelidir. Hazreti Aişe Radyallahu Anha Aleyhine vaka-yı ifkte medhaldar bulunan Mestah denilen şahsa Ebubekir Radyallahu Anh tarafından verilmekte olan nafakanın kat’ı ile alâkalı ayet-i celilenin nüzulü­nü hatırlamak meselenin halline kâfidir.

Evet; kâfire, zındıka, mübtedie buğz olacaktır. Fakat bazı ahvalde taat ve ibadet ile ma’siyetin bir kimsede müştereken zuhurunu gördüğün vakit, sakın ona bir kafire bir bidatçıya yapaca­ğın muameleyi reva görme. Nitekim senin bir ev­lâdın galip ile zeki ve itaatlı ve hizmetkâr bulun­sa, fakat fıskı da âdet edinse, sen şübhesiz fıskı için ona buğz eder, itaatli hizmeti için muhabbet edersin. İşte müslim âsîdeki hal de böyledir. Elbet­te bir kâfir ve bir din düşmanına kızdığın gibi ona kızma, ve müslim mutî’e ikram ettiğin gibi de ik­ram etme. Belki lâyık olan şudur ki, ma’siyeti gör­düğün vakit nefret, taat ve ibadetini gördüğün an­da da muhabbet edesin. Evet, buğzun zuhuru şekil ve suret itibariyle ya kavl veya fiil ile mümkün olur. Bunda derecat mütefâvitdir. Herkes idraki derecesinde anlar. Bu mesele tevazuh ettikten sonra uhuvvet ve muhabbetde meşrut bulunan şera­itin zikrine ihtida edelim.

Hukuk-u uhuvvet ve sohbetteki şeraitin bazısını sekiz esas üzerine mütalâa etmek mümkün­dür.

Birinci Esas:

Evvelki hukuk, maldadır; sarahatle anlaşıldı ki, uhuvvet bir ittihad-ı manevidir. O ittihad-ı manevi sâikiyle uhrevi kazançlarda iştirak ve taksimü’l-a’mal düsturuyla sadık kardeşlerin icra et­tiği hayır ve hasenatlar her birinin defteri âmâline noksansız geçtiği sırrına tevfikan, dünyevî mal ve can da gizli veya aşikâr aynen hissedar olmak ik­tiza eder. Cenabı Hak buyurmuş

وَاَمْرُهُمْ شُورٰى بِيْنَهُمْ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ.

Yani: Emvalde şerik ve huleta’ idiler demektir. Bu semavi hakikat bilindikten sonra içtimai adalet, sosyal adalet sloganını dilinden düşürmeyen biçarelere ne demeli? . İslamiyetin bu sarih, değişmez, güneşten daha nurani hakikati, beşerin bütün dertlerinin devası oluyor. İslamiyetin dairesinden çıkan, imanın zincirini kıran bedbahtın, başka hiçbir söze; hiçbir davaya hakkı yoktur.

Ayetin işaret ettiği hakikatın dereceleri vardır. Evvelkisi şu oluyor ki; mü’min malının fazlasından, sevdiği mü’min kardeşinin havaicini yerine getirir, noksanlarını ikmal eder. İkinci mühim derecesi; Nefsiyle bir tutup, bütün malında onu müşterek bilir. Üçüncü âlâ derecesi ise onu nefsinin üzerine isar ederek:

وَيُؤْثِرُونَ عَلَى اَنْفُسِهِمْ.

sırrına mazhariyetle derece-i sıdkın ve münteha-yı derecat olan mütehabbinden olur. Ve bu mertebe ile kardeşi için canını da fedayı vazife bilir.

Sırası gelmişken şunu da kayd edelim: Sofiyeden bir cemaat, aleyhtarları tarafından gaddar melike gammazlandı. Neticede idamları tekarrur etti. Ebul-Hasan-ı Sevri de bunlar arasında idi. Hemen arkadaşlarının cümlesinden evvel başını cellada teslimde hepsini tekaddüm etti, taki; dostlarından evvel maktul olsun. Ona niçin böyle yapıyorsun, diye soruldu, dedi: Diledim ki, kardeşlerim bir nefes olsun benden fazla yaşasınlar, canımı da onlara îsar edeyim. Bu söz cümlesinin necatına sebep oldu.

İkinci Esas:

Kardeşlerinin hacetlerini yerine getirmek hususunda, henüz onlar hâcetlerini ifade etmeden iktiza edeni yapmakta hassasiyet göstermeli. Kardeşinin hâcetini ifâda, beşâşet ve güler yüzle karşılayıp ferah ve minnetini izhar etmeli. Çoluk ve çocuğunun da mesalihlerine muhabbetle kıyamda bulunmalıdır. Bütün bu vazifeler yapılırken, kabul ettiği için minnet sureti göstermelidir.

Üçüncü Esas:

Kardeşinin gerek huzurunda ve gerekse gıyabında ayıplarını söylemekten ve hatta görmekten hazer etmeli, Kardeşinin kendisine münkeşif olan esrarını en sâdık ve hâlis bir dostu bile olsa asla ifşa etmemeli.

Sevdiği kardeşinin evlât ve ayâlinin haklarında vârid olan hata ve noksanları da sükûtla karşılamalı.

Sohbet-nişini din kardeşinin yanında başkalarını da kötülememeli. Zira buyrulmuş:

اَلَّذِى سَبَّكَ مِنْ بَلَغِكَ.

yani; hakikat da, sana sebbeden başkasının sebbini sana iletendir. Sevdiği hakkında başkalarının medh ve senalarını dostuna, ihvanına duyurmakdır ki; bu hal ilkâ-ı sürura vesiledir.

Dostunun her emirde kusursuz olmasını tasavvur etmek hatadır.

(El-insan mürekkebin hata ve nisyan) Sırrı­nı düşünerek ve senin de hataların kusurların çok olduğunu teemmül etmen seni daire-i hak ve insafa dâhil kılar.

Hangi kimsedir ki; hatalardan kurtulmuş da sâdıkü’l-mekal olmuş; belki, kerim ve mert o kimsedir ki; mahasini hatasına galip olsun.

Elzem olan umur, muhabbet ve uhuvvetin de­vam ve bekasıdır.

Mü’min kardeşine muhabbetinin her an kemalde olduğunu izhar, umur-u muhimmedendir.

Hadis-i şerifte vârid olmuştur ki; “Biriniz Müslüman kardeşinize muhabbet ederse, o mu­habbetini kardeşine izhar ve ona ihbar eylesin.”

Hukuk-u lisanın ehemmiyetli sırlarından bi­ri de kardeşini çağırır veya davet ederken onun sevdiği isim, künye ve şöhreti ile davet etmeli.

Hoşa gitmeyen hitablardan a’zamî derecede kaçınmalıdır.

Dördüncü Esas:

Uhuvvetin iktiza ettiği sırların mühim esaslarından birisi de, senin hakkında vâki olan ihsa­na teşekkürle mukabeledir.

Bu sır içindir ki Nebiyy-i Zîşan Aleyhisselâtu vesselam Efendimiz (Kula şükr etmeyen Cenabı Hakk’a da şükr etmez) buyurmuşlar.

İhsanlara, lütf-ü İlâhi nazariyle bakmalı, hırs ile ziyadeliğini talep etmemeli.

Meşhurdur, Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri, dervişe vâfir ihsanda bulunmuş; o kimse dönmüş de Fatih’e “Din kardeşiyiz, sendeki hakkım bu kadar değil.” demiş. Fatih, onun kulağına eği­lip, “Başka kardeşlerin duyarsa hissene bu kadar da düşmez.” diyerek hakkını bilmezi meskût bırak­mış…

Beşinci Esas:

Hukuk-u uhuvvetin zikre şâyan bir ciheti de kendi meziyetini zikretmeyip kardeşinin meziyet ve meharetleriyle iftihar etmeli.

Asla ona hilâf-ı hâkikat bir şey söylememeli.

Va’d ettiğini mutlaka ânında zamanında yerine getirmeli.

Emanete son derece ihtimam göstermelidir.

Kardeşinin yüzüne, karşı nasıl isen gıyabında da öyle olmalısın. Zirâ bir kimse uhuvvette ihlâs üzere olmazsa onun münafık olduğu mütevatir haberlerin sevkinden müsteban oluyor.

Hakk-ı sohbet çok ağır, ona tâkat getiren şahıs da pek azdır.

Fakat buna mukabil nihayetsiz ecr-i cezîl bulunduğunu nazardan dûr etmemelidir. Bu huku­kun icabatındandır ki, kardeşine ta’lim ve nasihat-ı din edesin.

Zira ilme ihtiyaç mala ihtiyacın çok fevkindedir. Nasihati, bıkacak bir hale gelinceye kadar de­vam etmek doğru değil. Usandırmayacak surette hadd-i vasatı ihtiyar etmek lâzımdır.

Nasihat, ona taarruz etmeden, gücendirmeden yapılmalı. Bilmelidir ki; Resulü Ekrem Aleyhisselâtu Vesselâm Efendimiz hadis-i şeriflerin­de; “sertlikle ve tekdir ile hâsıl olmayan şey, rıfk ile güzellik ile hâsıl olur.” buyurmuşlardır. Öyle ise her emirde rıfk ve mülâyemeti âdet edin.

Zira rıfk ile muamele edenler nedamete giriftar ve insanların mezemmetine dûçar olmazlar.

Altıncı Esas:

Hakk-ı uhuvvet; müslimîne duadır. Ona kendi nefsine dua ettiğin gibi, gerek hayatında gerek mematında duada bulunmak hukuk-u uhuvvetin müktezâsıdır. Esasen mü’min kardeşine dua, yine kendi nefsine duadır. Zira o niyaz duanın kabu­lüne vesiledir. Hadiste, “Mü’minin mü’mine dua­sı red olmaz.” buyrulmuştur.

Yedinci Esas:

Hakk-ı vefa ve ihlâstır! Vefa; uhuvvet ve muhabbet üzerinde sebat etmek ve onu ölünceye kadar aleddevam ve hâlisâne, inkıtaa uğratmamak demektir. Zira; muhabbet bir emr-i uhrevîdir. Eğer kablelmevt inkıtaa uğrarsa amelin habtına ve sa’yin ziyaına vesiledir. Zira halde tagayyur, mazide inkâr olur.

Vefanın alâmetlerinden biri de, dünyaca ne derece şan ve azamet ve câh sahibi olursa olsun tevazu’da değişik bir hâl göstermemelidir. Sevdi­ğinin düşmanına izhar-ı sadakat etmemek de alâ­met-i vefadandır. Mü’min kardeşlerine karşı, iz­har-ı fazilet veya meziyyet nevinden bir hareket veya bir filin tezahüründen şiddetle içtinab et­meli. Birinci kısımda zihri geçen hadis-i Nebeviyenin hakikatına imtisalen, bir vücud-u manevinin azalarının bir birlerine karşı tefaddulü veya tekaddüm etmesi keyfiyeti asla düşünülemeyeceğinden ihvanına karşı samimî tevazu’ ve mahviyyet suretini ciddî iktisab etmekle beraber hilletin muktezi kıldığı ahvali göstermeğe son derece gayret etmeli, kendi meziyetleriyle değil, ihvanının evsa­f-ı mümeyyizesiyle müftehir bulunmalıdır. Bu ha­kikat tevazzuh edince anlaşıldı ki, muhabbet ve uhuvvetin inkıtaına vesile olabilecek tenkid, tahkir, tekdir, istiskal vesair buna benzer hareketle­rin kardeşlik camiasında asla yeri olmayacağı gibi hâtırası bile mümkün ve vârid olamaz.

Hazreti Ömer’in pek ehemmiyetli bir kaç nasihatini ehemmiyetine binaen burada teberrüken kaydı faideli olur.

O hazret diyor :

1) Müslümanları dövmeyiniz ki, zillete alışmasınlar.

2) Onları nâhak yere medh etmeyiniz ki, şımarmasınlar.

3) Kapılarınızı yüzlerine kapamayınız ki, kavileri zaiflerini yemesinler.

4) Kendinizi müslümanlara üstün görmeyiniz ki, zulme uğramasınlar…

İşte bir ana mesned ki; bina-yo İslâm bu dört veciz temel üzerine oturur.

Sekizinci Esas:

Hukuk-u terk-i tekellüf ve teklifdir ki; kardeşinin tâkatinin fevkinde müşkül olan bir emri teklif etmemek gerektir… Hele vizr ve günahı mucib bir teklif asla düşünülmemeli. Aradaki her nevi tekâlüfat; edep, nezaket, terbiye, haya, şef­kat vesaire gibi ulvî mesnedlerin ifade ettiği düs­turlar dahilinde cereyan etmeli. Kendi nefsinden haya etmediği şeyde kardeşi içinde istihya etme­melidir. Herhangi bir umurda onunla müşavere ederse, işaretini kabul edip esrarından hiç bir esrarı ondan saklamak doğru değildir. Lâkin esra­rını âleme faş etmek ki, bir hamakattir. Bununla derece-i hilkatteki vefakâr dostunun arasındaki tefriki gözet.. iltibasa meydan verme!

Mü’min kardeşinle konuşurken gözlerini ondan ayırma! Söylediklerini kemâl-i dikkatle takip et. Zira bu aradaki uhuvvet rabıtasının teşdidine sebeb olur. Temas ve sohbetlerde mizaha meylet­mek ciddiyet ve vekarı ref ettiği gibi hadden efzun ciddiyet de kibri işmam eder.

Esasen; haddini tecavüz eden herşey, zıddına inkılâb eder, sırrını bil.

Bu kadar hasais-i memduha ile memzuc bir kitlenin dünya ve ahirette elde edeceği hayır ve menfaat insan kuvve-i muhayelesinin bile ihata edemeyeceği kadar büyüktür.

Haşmetli mazilerin şâhikalar kadar azamet­li âbideleşip ulvileşen ahvâli bu hakikati te’yide kâfidir.

Ey manzume-i iman! Eyyamın elinde yatma böyle perişan. Atîlerin çırağı – ümidi sensin. A’da-yı dinin sinsi emellerine ram olma… Rabıta-i uhuvveti tut.. Haremgâhına girip cüz’i ve nefsanî adavetleri tahrik ederek bina-yı İslâm’ı tahrip et­mek isteyen bedbahtları kal’â-i hariminde boğ!

Menba-ı kuvvetin, hazine-i izzetin ittihaddır. Seni, tefrîke çalışan şeytanların sefil a’malinin zebunu olma… Hudutsuz rahmet ve selâmlar senin üzerine olsun…

KASİDE-İ İSLÂM

 

Ne ulvî, din için çarpan yürekler, medhe şâyândır,

Gönül âyine-i devran değil, mir’ati-sübhândır.

 

Hayat iksiri gaybolmuş marîz olduysa cem’iyyet.

Terakkîlerle ümrân-ı azimet râh-ı Kur’ân’dır.

 

Kopar zannetme hablüllah olan zincir-i imanî,

Ölümler bekliyen bîçâre iz’ânın perîşandır..

 

Feda-y can edüp geçmiş hayatdan din içün ceddim,

Bugün ağyâra volkanlar saçan ferman o fermandır.

 

Fütursuz ömrünün pîşinde ürpersin mehâlikler,

Esîr olmuş sefîlâne ömür insana zindandır.

 

Ne alçak ruh taşır yardım edenler zulme, gümrâhe,

Ayânen sureti ikrâr eder kelb-i beyâbândır.

 

Köpekler takla atmaktan alır zevk en denî hisden,

Koşar zilletle da’vadan o da’vaya şitâbândır.

 

Denâet ehli kıvransın yürürken sen de râhında,

Çevirmek isteyen yoldan acaib hizb-i şeytandır.

 

Geçüp ez, çiğne zulmetler dağılsın şimdi ufkundan

Köpekler ürmesin zira bu meydan yurd-u arslandır

 

Feda-yı can eden ölmez Hüdâ râhında ikdamdan,

Olur hâk nâmı kalblerde, bekâ mülkünde sultândır

 

Verir insana izzetler ne ulviyyet düşün zira,

İşin, hissin düşüncen hakka mesneddir, nigâhbândır.

 

Ne ulvidir sadâkat mâyesinden yükselen kal’an,

Cihan sarsılsa düşmez taş, o bünyân öyle bünyândır.

 

Refâkat eyliyor efkârına satvetli mâzîler,

Fezalar almıyor artık bu iman bak ne imandır.

 

Kesilmez ruh veren İslam’a satvetler saçan günler,

Baharın nefh-i sûrundan gelen tefhimle âsândır

 

Ölüm saçsın eşed zulmünde istikrar bulup zâlim,

Kaçarsam kahpeyim zira yolum hakdan nümâyandır.

 

Fakîrâ, haykırup i’lâma gelmişsin, bilüp hakkı,

Hakikat feyz-i Kur’an’dan gelen ilân bu îlândır,  

                                                                    Mehmed KAYALAR

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Leyle-i Berat Hakkında (Âyet, Hadis, Risale-i Nur)

BERAT: Nişan, rütbe ve imtiyaz için verilen resmî belge, kurtuluş. Sitemizde Berat Gecesi ile İlgili yazılar …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Yeryüzünde Hükümdarın Varlığındaki Hikmet

Dostlar bilmelisiniz ki, yeryüzünde hükümdarın bulunmasında Al­lah Teâlâ’nın yüce bir hikmeti ve kulları üzerine bereketli …

Kapat