Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Makaleler / İslâmiyette Din Adamı Yok mudur? / M. Âsım KÖKSAL

İslâmiyette Din Adamı Yok mudur? / M. Âsım KÖKSAL

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İSLÂMİYETTE DİN ADAMI YOKTUR İDDİASINA CEVAP (*)

Mustafa Asım KÖKSAL (rha)

İSLÂMİYETTE İLK DİN ADAMLARININ, BİZZAT PEYGAMBERİMİZ TARAFINDAN YETİŞTİRİLİP YENİ MÜSLÜMAN OLAN KABİLELERE VÂİZ VE ÖĞRETMEN OLARAK GÖNDERİLDİKLERİ TARİHÎ BİR VÂKIADIR. MÜSLÜMAN OLAN KABİLELERİN MEDİNE’YE GELEN MURAHHASLARI İÇİNDE KABİLİYETLİ OLANLARI DA PEYGAMBERİMİZ MEDÎNE’DE BİR MÜDDET TUTAR, ONLARA İSLÂMİYETİN ESASLARINI VE İMAMLIK VAZİFESİNİ ÖĞRETTİKTEN SONRA KABİLELERİNE DÖNMELERİNE MÜSAADE EDERDİ.

Hareket Gazetesinin 31.12.1962 günkü sayısında Profesör Reşat Kaynar imzası ile çıkan;

“İslâmiyette din adamı var mıdır?” başlıklı yazıda:
“İslâmiyette din adamı konusu üzerinde tartışmalar yapılmaktadır. Bu konuda tarihî vesikaların ışığı bize yol gösterebilir” denildikten ve Milletvekili Şefik İnan’ın, Meclis Komisyonlarında “İslâmiyette din adamı yoktur” dediği; İçişleri Bakanı Hıfzı Oğuz Bekata’nın da din adamlarının lüzumuna ve doğru yolda olduklarına dair bir beyanatta bulunduğu alaylı bir tarzda bildirildikten sonra, din, tarih ve hukuk bilgini Cevdet Paşa’nın yazdığı iki yazının özeti verilerek ve “Rahmetli Cevdet Paşa da İslâmiyette din adamı yoktur demektedir” denilerek Şefik İnan’ın isabetli konuştuğu isbata çalışılıyor.

Cevdet Paşa merhumun bu husustaki “Marûzât”ı, Türk Tarih Encümeni Mecmuasının 1 Kanunusani 1341 tarihli ve 7/84 sayılı nüshasında (s. 69-72) yayınlanmıştır.

Paşa’nın, Müslüman olmak isteyen Alman bilginine 1876 yılında yazdığı mektup da herhalde sözü geçen ve 1281 hicri yılında kaleme alınmış olan bu maruzat’dan iktibas edilmiş olmalıdır.

Paşa, bu sözleriyle, İslâmiyette din adamı bulunmadığını ve bulunmasına lüzum olmadığını değil, İslâmiyetteki din adamlarının, hususiyle imam ve müezzinlerin “birer cihet ve hizmet sahibi” olup “sair efrâd-ı nasdan farklı bir sıfat-ı ruhaniyeleri” bulunmadığını, binaenaleyh kendilerinin, Hıristiyanlıktaki ruhban gibi halk üzerinde ruhanî bir yetki ve baskıya mâlik bulunmadıklarını belirtmek istemiştir.

Profesör Reşat Kaynar, Cevdet Paşa’nın -nedense- maksadını anlamamış görünüyor ve sözlerinin özetini verirken de terim ve terkiplerde hataya düşüp yanlış hükümler veriyor. Mesela Cevdet Paşa’nın: “Gördüğünüz sarıklılar, Clergé değildir. Zira anlarda bir sıfat-ı resmiye-i ruhaniye yoktur” sözünü “gördüğünüz sarıklıların resmî ve ruhanî sıfatları yoktur”. “Bizdeki sarıklılar, rahip değildir. Bunların ne ruhanî, ne de resmî bir sıfatları yoktur” diye özetliyor ve Paşa’nın bununla, İslâmiyetteki din adamlarının resmî bir sıfatları dahi bulunmadığını anlatmak istediğini sanıyor. Halbuki Paşa’nın aynı Maruzat’ında “…İmam ve müezzin gibi sarıklılar, hep birer cihet ve hizmet sahibi adamlardır.”, “Cuma ve Bayram namazlarını kıldıracak ve hutbe okuyacak imamlar ki, anlara hatip denilir. Anların taraf-ı Padişâhîden (bugünkü duruma göre hükümetten) mezun olmaları şarttır. Bu da bir nevi vekâlettir ve bu vekâletler de birer memuriyet demektir.” diyerek imamlık, hatiplik, müezzinlik cihet ve hizmetlerinin resmî mahiyeti haiz bulunduğunu açıkça ifade ettiği görülmektedir. Paşa’nın kullandığı “cihet”, “hizmet” terimlerini de alelâde işçilik sözüyle özetlemek doğru değildir. Bunlar, herşeyden evvel, usulüne göre yapılan bir tayini ve görevlendirmeyi ifade ederler.

Bu münasebetle Paşa’nın iki sözü üzerinde biraz durmayı lüzumlu görüyoruz:

Birisi: “İmamet hizmetini ifa için bir camiye bir imam tayin olunmak adet olmuş ise de bu adet zarurât-ı diniyyeden olmayıp imam efendi bulunmaz ise cemaatten birisi imam olur, namaz kılınır” sözüdür ki, bundan, imamlığın, dinî bir esasa dayanmadığı ve bid’at bir âdet olduğu sanılabilir. Habuki aşağıda delilleri ile izah edileceği üzere imamlık, Peygamberimiz’in kavlî ve fiilî sünnetine dayanan dinî bir hizmettir, dinî bir tesistir.

Paşa’nın öteki sözü de: “Filhakika İslâmda Clergé yoktur ve ‘lâ rahbâniyete fi’l-İslâm’ deyu bir hadis-i şerif vardır” sözüdür, ki zikredilen hadis, bütün günlerini oruçla, gecelerini namazla geçirmek isteyen Osman b. Maz’un’a hitaben söylenmiş ve: “Ey Osman, bize ruhbaniyet farz kılınmadı. Kendine beni örnek edinmen yetmiyor mu? Allah’a yemin ederim ki, içinizde Allah’dan en çok korkan ve O’nun yasaklarına en çok riayetkâr olan benim” buyrulmuş olup bununla, dünyadan el etek çekilmesi yasak edilmiştir. Bu hadisin, ruhbanlığın rûhânî tahakküm ve tasallutu mevzuunda dile getirilmesi pek de yerinde düşmemiştir.

Fîrûzâbâdî’nin Kámus’una göre: Rahip, eski Nasrânîlerin papazlarına denir. İnsanlardan uzaklaşarak bir köşeye çekilip kendilerini bütün bütün dinî âyin ve ibadete verdikleri, nefislerini terbiye ve tehzîb ile meşgul oldukları, dâimî bir korku içinde bulundukları için bu adı almışlardır.

Zikredilen hadis, bu eski Nasrânî papazlarının erkekliklerini yok etmek, riyâzât ve nefislerine eza için boğazlarına zincir geçirmek, üzerlerine hayvan postu giyinmek, hiç et yememek, bozmadan ardarda oruç tutmak, dünyadan el etek çekip kendi hallerinde yaşamak gibi gidişatlarına İslâmiyette yer verilmediğine işaret sayılmaktadır.

Böylece, “dinde aşırı derecede zühd ve takva yolunu tutmak” mânâsına gelen ruhbanlık, Allah’ın Hıristiyanlara emrettiği bir şey değildi. Bunu, ilk Hıristiyanlar Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için kendiliklerinden yapmışlardı. Fakat buna tamamıyla riayet etmediler. Riayet edenler mükafatını gördüler, birçokları da dinden çıktılar.

Ruhbandan çoğunun takva yolunu bırakıp halkın malını haksız yere yedikleri, para biriktirmekle uğraştıkları, halkı yanlış yollara sürükledikleri de Kur’ân-ı Kerîm’de haber verilmektedir ki, bu rahiplerin dünyadan el etek çekme vasfını kaybedip, dünyaya dört elle sarıldıkları ve halk üzerinde ruhanî saltanatlarını kurmağa başladıkları zamana işarettir.

Filvaki rahipler, halkın itikat ve amelleri üzerinde tahakküme yetkilidirler. Cevdet Paşa’nın da dediği gibi, Hıristiyanlıkta çocuk vaftiz edilerek Hıristiyan olur, aforoz edilerek de Hıristiyanlıktan çıkarılır. Çünkü ruhanî reis neye karar verirse, Allah’ın öyle karar vereceğine; gök anahtarlarının, onların elinde bulunduğuna; onların yeryüzünde bağladıkları herşeyin göklerde bağlanmış; çözdüklerinin de göklerde çözülmüş olacağına inanılır. Halbuki İslâmiyet, en büyük din adamına bile böyle bir dinî yetki tanımaz. Hatta Peygamberimiz’in vazifesi dahi, ilahî emirleri tebliğden ibaret olup insanlar üzerinde tahakküme yetkisi yoktur.

İşte Cevdet Paşa da “İslâm’da Clergé yoktur. Gördüğünüz sarıklılar Clergé değillerdir. Zira onlarda, bir sıfat-ı resmiye-i ruhaniyye yoktur.” sözüyle bunu anlatmak istemiştir.

İslâmiyet’te din adamlarının lüzumu ve yeri olduğunu “büyük din bilgini Cevdet Paşa, 12 ciltlik tarihin ve Peygamberimiz’in hayatını en güzel bir tarzda açıklayan eserin sahibi rahmetli Cevdet Paşa” elbette herkesten iyi bilir ve “İslâmiyette din adamı yoktur” demez. Demediği de Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefa’sının aşağıya naklettiğimiz satırları ile sabittir:

“Amma sair Ashab-ı Kiram, namaz vakti olunca Mescid-i Şerif’e gelerek Hazret-i Peygamber ile birlikte namaz kılıp giderlerdi. Sonra ezan okumak meşru kılındı. Namaz vakti olunca Bilal-i Habeşî radiyallahu anh Hazretleri ezan okurdu. Ashab-ı Kiram dahi anı işittikleri gibi Câmi-i Şerif’e toplanırlardı.” (s. 128)

Peygamberimiz “hastalığı esnasında daima ezan okundukça Mescid-i Şerif’e çıkar ve imam olup, cemaat ile namazını kılardı. Fakat vefatına üç gün kala hastalığı ağırlaştı ve artık Mescid-i Şerif’e çıkamaz oldu. İşte o vakit ‘Ebu Bekir’e söyleyiniz nasa namaz kıldursun’ deyü imameti Hazret-i Ebu Bekir’e tefviz eyledi.” (s. 346)

Bedir muharebesine gidilirken “İbn Ümm-i Mektum radiyallahu anh Hazretleri, Mescid-i Nebevî imametine memur olarak Medine’de kalmış ve Ebu Lübabetül-Ensari radiyallahü anh Medine’nin emr-i muhafazası için kaymakam bırakılmıştı.” (s. 133)

“Fahr-i Alem’in dört müezzini var idi ki Bilal-i Habeşi ve İbn Ümmi Mektum el-Kureyşi ve Ebu Mahzure Semüre ve Sa’d’ül-Karez’dir.

Bilal-i Habeşi Hazretleri, en evvel İslâm ile müşerref olanlardan biridir… İbtida ezan veren ve ikamet getüren odur… Fahr-i Alem’in vefatına kadar o vechile müezzinliği hizmetinde bulundu..” (s. 376)

“…Bilal-i Habeşi, bervech-i bâlâ ashab-ı teheccüdü uyandırmak için vakt-i fecirden evvel ezan verüp İbn Ümm-i Mektum ise sabah namazının tamam vakt-i edası geldikte ezan verirdi ve Resul-i Ekrem bir tarafa sefer ettikte Bilal-i Habeşi beraber gitmekle İbn Ümm-i Mektum Mescid-i Nebevi’de kalur idi. Kerrât ile Resul-i Ekrem, anı Medine’de kaymakam bırakmış idi.” (s. 377)

“Ebu Mahzure’nin savtı latif olup pek güzel ezan verir idi. Resulullah anı ba’del-feth Mekke’ye müezzin tayin buyurmuştu. Evladı, Harun Reşid zamanında münkarız oluncaya kadar müezzin olmuşlardır.” (s. 177, 378)

“Mekke’de Ebu Mahzure denir 16 yaşında gayet güzel sesli bir çocuk var idi. Feth-i Mekke’de Resul-i Ekrem, ana ta’lim-i ezan edüp anı Mekke’de bıraktı. O dahi hicretin 59. senesine kadar Mekke’de müezzinlik etti. Badehu fevt oldu. İşte Peygamberimiz’in müezzinleri içinde Hz. Bilal’den sonra en meşhur olan budur. Radiya’llahü Teala anhüma.” (s. 319)

“Sa’dü’l-Karez Ammar b. Yasir’in kölesi idi. Resul-i Ekrem, anı Kuba’ya müezzin tayin buyurmuş idi. Bervech-i bâlâ Bilal-i Habeşi, Şam tarafına azimet eyledikte, Sa’d’ül-Karez Medine-i Münevvere’ye nakl ile Mescid-i Nebevi müezzinliğine tayin edildi. Evvela kendisi ve sonra evladı çok zaman Mescid-i Resulullah’da müezzinlik etmişlerdir.” (s. 378)

“Ebu Bekir ve Ömer ve Osman ve Ali ve Abdurrahman b. Avf ve Abdullah b. Mes’ud ve Übey b. Ka’bü’l-Ensari ve Muaz b. Cebel ve Ammar b. Yasir ve Huzeyfe b. el-Yeman ve Zeyd b. Sabitü’l-Ensari en-Neccari ve Ebü’d-Derda’ ve Ebu Muse’l-Eş’arî ve Selmanü’l-Farisi ashab-ı kiram’ın ulemâ ve fukahâsı olup vakt-ı saadette bile fetva verirlerdi…” (s. 380)

Görülüyor ki, Cevdet Paşa da “Peygamberimiz’in hayatını en güzel bir tarzda” açıkladığı Kısas-ı Enbiya’sında “İslâmiyette din adamı vardır” demektedir. Ve bunu inkâra mecâl yoktur. Çünkü Müslümanların, kendilerini hayır ve iyiliğe sevketmek, kötülükten sakındırmak üzere, dinî bilgilere vakıf “Fukaha” diye anılan bazı zevatı savaşlardan muaf tutarak vazifelendirmeleri Kur’ân-ı Kerîm’in emir ve tavsiyeleri iktizâsındandı. Filhakika Müslümanlar, dinlerine ait bilgileri Allah’ın Kitabı ile Peygamber’in sünnetinden öğrenegelmişlerdir. Fakat bu kaynaklara doğrudan doğruya başvuracak kudrette olmayanların, bu husustaki bilgilere vâkıf zatların vücuduna ihtiyaç duymaları kadar tabii ne olabilir? Bu, her meslekte de böyle değil midir?

İslâmiyet’te ilk din adamlarının, bizzat Peygamberimiz tarafından yetiştirilip yeni Müslüman olan kabilelere vâiz ve öğretmen olarak gönderildikleri tarihî bir vakıadır. Bu din adamlarının ashab-ı suffa adını taşıyan yüzlercesi, Medine’de bulunmakta idi. Ebu Zer, Ebû Hureyre bunlar arasında idi. Müslüman olan kabilelerin Medine’ye gelen murahhasları içinde kabiliyetli olanları da Peygamberimiz Medîne’de bir müddet tutar, onlara İslâmiyet’in esaslarını ve imamlık vazifesini öğrettikten sonra kabilelerine dönmelerine müsaade ederdi. Peygamberimiz, Cerm kabilesi heyetine, Kur’ân’ı en iyi okuyanın imam olması lazım geleceğini söylemişti. Bunun için yaşının küçük olmasına rağmen, Ebu Yezid imam tayin olunmuştu. İslâmiyeti kabul eden her kabileye birer mescid inşa edilmişti. Medine’de bile 20’den fazla mescid yapılmıştı. Bu mescid ve camilerde imamlık vazifesini yapacak adamlar da tayin edilmişti.

Sahih-i Müslim’e göre imamlığa, Kur’ân’ı en iyi okuyanlar tercih edilmekte idi. Bunda müsavi derecede bulunanlardan Sünnet’i en iyi bilen; Sünnet’i iyi bilmekte müsavi olanlardan, Hicrette kıdemli olan; Hicrette müsâvat halinde olanlardan, yaşca büyük olan imamlığa tercihan tayin edilirdi.

Peygamberimiz’in bizzat tayin ettikleri imamlardan 14 kadarının isimleri malumdur. Bunlardan Mus’ab b. Umeyr Medine’de imamlık ederdi. Kendisi Hicretten önce Ensar’ın imamı idi. Sâlim, İbn Ümmi Mektum, Hazret-i Ebu Bekir de imam idi. İtban b. Mâlik Beni Sâlim kabilesinin, Muaz b. Cebel Benî Selemen’in; Amr b. Seleme Benî Cerm’in, Enes b. Mâlik Benî Neccar’ın imamı idi. Attab b. Üseyd Mekke’de; Osman b. Ebu’l-As Taif’de; Ebu Zeyd Ensari, Amman’da
imamdı.

İslâmiyetin dinî teşkilatı Hazret-i Ömer devrinde bariz olarak göze çarpar. Kaynaklara göre Hazret-i Ömer, memleketin her tarafında herkese dinini öğretecek fakihler ve öğretmenler tayin etmişti. Abdurrahman b. Mugaffel, Hz. Ömer’in Basra’da halka fıkıh öğretmek için tayin eylediği on zattan biri idi. İmran b. Husayn da Basra’ya bu maksatla gönderilenlerdendi. Abdurrahman b. Ganm, Suriye halkına fıkıh öğretmek için gönderilmişti. Ubâde b. Sâmit, Muâz b. Cebel ve Ebü’d-Derdâ da, Suriye halkına Kur’ân ve fıkıh öğretmek üzere gönderilmişti. Tezkiretü’l-Huffâz’a göre Ebu Müslim Havlânî Humus Camii’nde ashabdan 30 zatın fıkıh dersi verdiklerini ve bir ihtilâfın vukûunda Muaz b. Cebel’e müracaat ettiklerini gözü ile gördüğünü söyler. Hz. Ömer fukahaya maaş da bağlamıştı. Her şehre bir imam, bir müezzin tayin etmiş ve onlara hazineden tahsisat bağlamıştı.

Hazret-i Osman da böyle yapmıştı.

İmam Mâlik’in Muvatta’ına göre Hz. Ömer mescidlerde safları düzeltmek için ayrıca memurlar da tayin etmişti.

Gerek Peygamberimiz’in devrinde, gerek O’nu takip eden devirde durum böyle olunca; müftü, vaiz, imam-hatip ve müezzin gibi din adamlarına işaretle ‘İslâmiyette din adamı yoktur’ denilip denilemeyeceğini, artık Sayın Kaynar’ın idrak ve insafına bırakırız.

Sayın Profesörün son mütâlaasını, yüksünülen, hiçsinilen din adamları önünde huşû ile eğilmesini gerektiren tarihî vesika ile karşılayacağız. Bu vesikanın kaleme alındığı tarih, müstevlilerin Anadolu’yu bölge bölge işgale başladıkları; rahmetli Atatürk’ün de Mustafa Kemal Paşa olarak Ankara’ya ayak bastığı, ve Ankara’da kurulan Milli Hükümet’in gayri meşru sayıldığı, onu hatta bizzat Ankara kazalarından bir kısmının tanımadığı, ve bir kısmının da tanımakta tereddüt ettiği en nazik ve buhranlı sıralara rastlar. Vesika, o zaman Ankara Müftüsü (Cumhuriyet Hükümetinin ilk Diyanet İşleri Reisi) olan Mehmet Rifat Efendi başta olmak üzere, düşman istilası altında bulunmayan hemen bütün Anadolu’nun müftü, müderris ve vâizlerinin imzasını taşımakta idi. Vesikada Ankara Hükümetinin meşru ve onun açtığı mücadeleye katılmanın dinî bir fariza olduğu; bundan yüz çevireceklerin büyük günaha girecekleri belirtilmekte idi. “Fetâvâ-yi Şerife” başlığını taşıyan bu vesika bütün milleti cihada davet eden bir “Cihad beyannamesi” idi. Din adamlarının bu vesikayı dile getirmeleri ve bayraklaştırmaları üzerinedir ki, Müslüman Türk Milleti, Mustafa Kemal Paşa’nın peşinden cephelere seller gibi boşanmıştır. Neticesi malum. Din adamlarımızın lüzumunu, millet ve memleket hizmetindeki yerini Milli Mücadele tarihimizin baş sahifesine geçirten bu vesikayı arzu edenler Hakimiyet-i Milliye (bugünkü adıyla Ulus) Gazetesinin 5 Mayıs 1336 tarihli ve 27 sayılı nüshasında ibretle mütalaa edebilirler.

Dünkü o kahraman din adamlarımızın evlatları ve torunları olan bugünkü din adamlarımız da onların kanını ve imanını taşımaktadırlar.

Bugün, onların mahza mâlî durumları müsait olmamak ve tahsil müesseseleri de bulunmamak yüzünden, bir müddet hususî surette yetiştikleri doğrudur. Bu, onlar için noksan sayılsa da, meslekî vazifelerini ifa etmelerine engel sayılamaz. Çünkü bir imamın aslî vazifesi nihayet, Kur’ân-ı Kerîm’i düzgün ve yanlışsız okumak, namazı doğru kıldırmak, namazı bozacak hal ve hareketleri bilip onlardan sakınmaktan ibarettir. Hatipler ise hitabet vazifelerini, Diyanet İşleri Başkanlığınca tertiplenen hutbe mecmualarından okumak suretiyle ifa etmekte ve bunun dışına çıkmak yetkisine sahip bulunmamaktadırlar. Müezzinlere gelince onların vazifesi de, usulüne göre ezan okumak, kamet getirmekten ibarettir. Cami temizliği ise kendilerine ayrıca yükletilmiştir. Bununla beraber, imam-hatip ve müezzinler de Hayrat Hademesi Nizamnamesine göre, meslekî derslerden başka, Türk ve İslâm tarihi, Yurt bilgisi, aritmetik, Türkiye coğrafyası ve sağlık bilgisi gibi kültür derslerinden yapılacak imtihanda muvaffak oldukları takdirde hizmete alınmaktadırlar.

Mütfü, vâiz gibi din adamlarına gelince, onlar sanıldığı kadar çok sayıda değildirler, ve ancak bin küsurdurlar. Bunların yaşlıcaları, zamanlarında mevcut meslekî tahsil müesseselerinde yetişmişler; gençleri ise, yine mâlî durumlarının müsaadesizliği ve resmî tahsil müessesesinin bulunmaması sebebiyle, hususî surette yetişerek, Diyanet İşleri Başkanlığının Müşavere Kurulu huzurunda verdikleri imtihanlar neticesinde, meslekî yeterliklerini isbat etmişlerdir. Bunların vazifeleri, itikat ve ibadet konularında halka, bilmediklerini öğretmek; onların bu hususta soracakları soruları cevaplamaktan ibaret olmak üzere, kanun ve nizamname ile tayin ve tahdid edilmiş bulunmaktadır. Bununla beraber kendilerinin umumî kültürlerini arttırmak maksadıyla Diyanet İşleri Başkanlığınca açılan tekâmül kurslarına isteyerek katılmışlar ve belge almışlardır.

Köy imamlarına gelince, onlar da Köy Kanunu’na göre âmâl-i erbaa (dört işlem), kâfi derecede Türkiye coğrafyası, Türk ve İslâm tarihi, sağlık bilgisi gibi kültür derslerini bildikleri ve okunaklı yazı yazabildikleri anlaşıldıktan sonra tayinleri yapılmaktadır.

Bununla beraber hemen her vilayet ve kaza merkezinde, Hayrat Hademesinin meslekî ve umumî kültürlerini arttırmak maksadıyla açılmış olan tekâmül kurslarına şehir ve köy imamlarının seve seve katıldıkları ve dersleri alaka ile takip ettikleri de memnuniyetle müşahede edilmektedir.

Kendilerini din, millet ve vatan hizmetine vakfeden ve “Hayrat Hademesi” diye anılan bu din adamlarımız hakkında “Doğru yoldadırlar” denilmeyecek de ne denilecekti?

Faraza, onlar kış yaz, soğuk sıcak demeyip gece karanlığında yatak ve yuvalarından ayrılıp camileri açmak, minarelerin karanlık, dik ve daracık merdivenlerinden kıvrıla kıvrıla çıkarak ezan okumak, namaz kıdırmak, camileri silip süpürmek, Müslümanlardan fani hayata göz yumanları yıkamak, kefenlemek, cenaze namazlarını kıldırmak ve nihayet toprağa tevdi etmek gibi dinî hizmetleri üzerlerine almamış olsalardı halimiz nice olurdu? Sayın Reşat Kaynar veya Şefik İnan veya onlar gibi düşünenler, acaba bu hizmetlerden herhangi birisini Müslüman olmaları itibariyle, bir defa bile olsun ifa etmek istek ve iktidarını kendilerinde bulabilecekler mi idi? Bulamayacaklarına göre bu hizmetleri seve seve ifa edenleri incitmeseler, kendilerinin ihsanlarından vazgeçtik, gölge etmeseler olmaz mı?

Not:
Bu uzun yazımızı bitirdiğimiz sırada 15.1.1963 tarihli Milliyet gazetesinde Şefik İnan imzasıyla çıkan ve Reşat Kaynar’ın yazısından ilham ve cesaret alan (% 92) başlıklı yazı ile karşılaştık.

Yazımız, bu yazıya da cevap teşkil etmekle beraber Şefik İnan’ın yazısındaki yanlışlardan birisine burada okuyucuların dikkatini çekmekle iktifa edeceğiz. O da, Şefik İnan’ın “Kur’ân’da bir ayet vardır der ki: İnsanı Allah’a götüren yollar, kullar sayısıncadır” sözüdür.

Kur’ân-ı Kerîm’de böyle bir ayet yoktur. Şefik İnan’a; dinî konularda konuşurken, yazarken dikkatli olmasını tavsiye ederiz.

(*) Diyânet Aylık İlmî Dergi, II, s.3-4, sy. 22. Dipnotlar hazfedilmiştir. 

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Leyle-i Berat Hakkında (Âyet, Hadis, Risale-i Nur)

BERAT: Nişan, rütbe ve imtiyaz için verilen resmî belge, kurtuluş. Sitemizde Berat Gecesi ile İlgili yazılar …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Özçekim nerelerde yapılmaz?

İslâm her zaman yanımızdadır. Doğunca yanımızdadır. İslam'a ve edebe uygun bir isim ister. Kulağa ezana, …

Kapat