Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Makaleler / İspata Kahramanları ve Zindan-ı Atâlet

İspata Kahramanları ve Zindan-ı Atâlet

ISPARTA KAHRAMANLARI VE ZİNDAN-I ATÂLET

Öz

Kur’an’a ve imana hizmet mi, yoksa mevcut imandan istifade ile şahsî kemâlata çalışarak uhrevî makam ve mevki elde etmek mi, daha ehemmiyetli olduğu…  İmanî ve Kur’an’î hizmetlerde sürecin mi, yoksa sonucun mu, asıl olması lazım geldiği noktasının, kemiyet ve keyfiyet değerleri açısından mukayese ve muvazeneleri…

Isparta kahramanlarının, zindan-ı atâlet’ berzahına zaman zaman mahkûm oluşlarının, pozitif ve negatif hissiyat ve duyguların hâkimiyet kavgası üzerinden bir okuma veya müzakeresi.

Hislerin yönetimi ile ilgili olan bu hâkimiyet kavgasının, iman, şuur, farkındalık ve ihlas prensipleri ile doğrudan ve dolaylı irtibatları üzerinde durularak, son tahlilde ise bu berzahtan çıkış için, gerçek hayattan alınan müşahhas örnekler ile çözüm yollarının ve metotlarının nazara verilmesi şeklinde özetlenebilir.

Anahtar kelimeler:

Hakk, kuvvet, ihlas, sebat, riya, rekabet, meyl-üt-tefevvuk

Giriş:

‘Isparta kahramanları ve zindan-ı atâlet’ isimli bu çalışmamızda; ümit, gayret, hamiyet, kahramanlık, cesaret-i fıtriye, fedakarlık, sebat ve sadakat gibi ulvî seciyeler  ve nuranî hasletler ile atâlet, gabavet, cebanet, fütur ve yeîs  gibi  süflî hissiyat ve duygular  arasında, fikrî ve kalbî bir seyahat yapacağız.

  Önce ’Isparta kahramanlığının’ dâhilî ve haricî özelliklerini iki ana başlık altında tasnif ederek,  genel çerçeveyi belirledikten sonra, diğer alt başlıklar ile bahisle ilgili daha birçok ayrıntılı tahlil, tahkik ve müzakerelere yer vereceğiz.

  ’Isparta kahramanlığı ve zindan-ı atâlet’ ana tema’lı bahsi farklı açılardan tahlil ederken bizi, sırat-ı müstakim çizgisinde marziye-i İlahiyeye götüren, temel esasların,  neler olduğunu tespite çalışarak,  iman ve Kur’an hizmetinde aslolanın, süreç mi, yoksa sonuç mu, olduğu üzerinde duracağız.

Süreç odaklı hizmetlerin, kayyum değerleri olan sıdk, sebat, niyet, ihlas ve hakk denklemiyle, sonuç odaklı hizmetlerin iktiza ettiği güç, kuvvet, kudret, hâkimiyet ve iktidar gibi pragmatik değerler üzerinden yapılacak olan mukayeselerde, gerçek hayattan verilen birçok objektif ve müşahhas örnekler ile konu daha anlaşılır hale getirilecek.

Makalenin ilk yarısında ’Isparta kahramanlığının’  dâhilî ve haricî özellikleri ve prensipleri, şahs-ı mânevî esasları müvacehesinde tahlil edilirken, ikinci yarısında daha ziyade bireysel bazda müzakereler yapılacak.

Ahlakî ve kalbî hastalıkların iman hizmetiyle olan irtibatının müzakere edildiği bu bölümde, tahliller, ‘mutlak iyi veya mutlak kötü’ gibi birtakım toptancı ifadelerden ve genellemelerden içtinab edilerek tahlil edilecek.

Daha ziyade nefis terbiyesi ve enfüsî mücahade’nin öne çıktığı bu kısımlarda, ‘cihad-ı ekber’ sayılan nefisle mücadelenin, farklı merhaleleri nazara verilir.

Nefs-i emmarenin daha ileri safhaları sayılan, ‘ikinci bir nefs-i emmare’ veya ‘mecazî nefs-i emmare’ ile yaşanan imtihan süreci ile ilgili sorulara, klasik tasavvufî metotlar berzahına girmeden, R. Nur meslek ve meşrebine göre verilen cevaplar, bu bölümün özünü teşkil edecek.

Son kısımlarda ise Kur’an talebelerini maddî ve manevî ‘atâlet zindanına’ mahkûm eden, fikrî ve kalbî hastalıkların tahkikatı, zaman, mekân, enfüsî ve afakî şartlar dikkate alınarak yapılacak. 

Özellikle fertlerin veya şahsî sıfatların merkeze alınarak, çözüm odaklı tahkikatların yapıldığı bu bölümde, içinde bulunduğumuz zaman diliminde, şahsî kemâlat elde etmek mi, yoksa Ümmet-i Muhammed’in iman cephesine hizmet etmek mi, hikmete ve hakikate daha uygundur? sorusuna cevap aranacak.

R. Nur Külliyatında bu ve buna benzer sorulara verilen cevaplar, mücerret ve teorik genellemelerden ziyade, herkesin gördüğü veya görebileceği müşahhas ve şuhudî örnekler ile doludur. Biz de bu misalleri ya aynen veya kısmen iktibasla özetleyerek tahlil edeceğiz.

Mesela: Kastamonu lâhikasında yer alan bir mektupta, imana hizmet mi, imandan makam elde etmek mi, öncelikli olduğu veya Kur’an talebeliği ve imana hizmetin kıymet ve ehemmiyeti ile tarikat ve tasavvuf şeyhlerine intisabın uhrevî farkları ve neticeleri arasında bir mukayese yapılır.

 Bediüzzaman Hz. bu mukayeseyî talebelerinden ehl-i ilim ve ehl-i tasavvuf bir zât olan Kastamonulu Mehmet Feyzi Pamukçu ile ’Isparta kahramanlığı’ ünvanı üzerinden yapar. Mehmet Feyzi abiye hitaben yazdığı mektupta aynen şöyle der Bediüzzaman Hz…

Şahsî kemâlat mı? İmana hizmet mi?

‘’Feyzi kardeşim!

Sen, Isparta Vilayetindeki kahramanlara benzemek istiyorsan tam onlar gibi olmalısın. Hapishanede -Allah rahmet eylesin- mühim bir şeyh ve mürşid ve cazibedar bir Nakşî evliyasından bir zât, dört ay mütemadiyen Risale-i Nur’un elli-altmış şakirdleri içinde celbkârane sohbet ettiği halde, yalnız bir tek şakirdi muvakkaten kendine çekebildi.

 Mütebâkisi, o cazibedar şeyhe karşı müstağni kaldılar. Risale-i Nur’un yüksek, kıymetdar hizmet-i imaniyesi onlara kâfi olarak kanaat veriyordu. O şakirdlerin gayet keskin kalb basireti şöyle bir hakikatı anlamış ki: Risale-i Nur’la hizmet, imanı kurtarıyor; tarîkat ve şeyhlik ise, velayet mertebeleri kazandırıyor. Bir adamın imanını kurtarmak ise, on mü’mini velayet derecesine çıkarmaktan daha mühim ve daha sevablıdır.

 Çünki iman, saadet-i ebediyeyi kazandırdığı için bir mü’mine, küre-i arz kadar bir saltanat-ı bâkiyeyi temin eder. Velayet ise, mü’minin Cennetini genişlettirir, parlattırır. Bir adamı sultan yapmak, on neferi paşa yapmaktan ne kadar yüksek ise, bir adamın imanını kurtarmak, on adamı veli yapmaktan daha sevablı bir hizmettir.

İşte bu dakik sırrı, senin Isparta’lı kardeşlerin bir kısmının akılları görmese de umumunun keskin kalbleri görmüş ki; benim gibi bîçare, günahkâr bir adamın arkadaşlığını evliyalara, belki de eğer bulunsaydı, müçtehidlere dahi tercih ettiler. Bu hakikata binaen, bu şehre bir kutub, bir gavs-ı a’zam gelse, seni on günde velayet derecesine çıkaracağım dese, sen Risale-i Nur’u bırakıp onun yanına gitsen, Isparta kahramanlarına arkadaş olamazsın.’’[1]

Tahkik ve müzakere açısından bu mektubu üç ana başlık altında tahlil etmek lazım geliyor:

  1. Mektubun muhatabı olan Mehmet Feyzi abinin kimliği,
  2. Mehmet Feyzi abinin kimlere benzemesi istendiği,
  3. Benzemesi istenen bu şahısların temel özelliklerinin neler olduğu.

Birincisi: Kurra hafız olan Kastamonulu Mehmet Feyzi abi, şahsî kütüphanesinde (Ali Katıöz’ün nakline göre) on bin kitap bulunan ve birçok talebe yetiştiren, İslamî ilimlerde müderris seviyesinde, ehl-i ilim ve ehl-i tasavvuf bir zattır. İlahiyatçı yazar Doç. Dr. Bekir TATLI* ‘’Mehmed Feyzî Efendi’nin Peygamberlik ve Sünnet Anlayışı’’ üzerine akademik bir çalışma yaparak bir kitap olarak neşretmiştir.[2]

İkincisi: Hz. Üstad’ın Mehmet Feyzi abiye ‘’tam onlar gibi olmalısın’’ dediği ‘Isparta kahramanları’ ise ‘Çaycı Emin, Marangoz Ahmet, Tenekeci Mehmed, Şamlı Hafız Tevfik, Terzi Mehmed, Seyyar Bakkal Kürt Bekir Ağa ve Büyük Ruhlu Küçük Ali abi’ gibi zâtlardan oluşuyordu.

Üçüncüsü: Temayüz etmiş sıfatları olmayan, gayet sade ve zahiren avamdan görünen; dinî, ilmî ve dünyevî makamları olmayan bu zâtları, Hz. Üstad genelde Isparta kahramanları’ ünvanı ile tarif ve tavsif eder.

Şimdi bu garip mukayese ve muvazenede asıl soru şu olsa gerek: Isparta kahramanlığından başka’ hiçbir dinî, ilmî ve dünyevî  makamları ve ünvanları olmayan bu zâtlar, Mehmet Feyzi abi gibi âlim, fazıl ve kurra bir hafıza tercih ve  tefavvuk ettiren sır ve özellikler nelerdir?

Veya ’Isparta kahramanlığı’ ünvanı içinde ne var ki, böyle zahiren ters orantılı bir mukayese ve tercih yapılmış.

Bu soruların cevabına geçmeden önce Yirmi Birinci Lem’adaki aynı mânada diğer bir mukayeseye de çok kısaca temas ettikten sonra, ’Isparta kahramanlığı’ kriterlerinin neler olduğunu anlamaya çalışacağız. Hz. Üstad’ın Yirmi Birinci Lem’a’da naklettiğine göre:

 ‘’… Kuvvet hakta ve ihlasta olduğuna bir delil, şu hizmetimizdir. Bu hizmetimizde bir parça ihlas, bu davayı isbat eder ve kendi kendine delil olur. Çünkü yirmi seneden fazla kendi memleketimde ve İstanbul’da ettiğimiz hizmet-i ilmiye ve diniyeye mukabil, burada sizinle yedi-sekiz senede yüz derece fazla edildi’’[3] der.

Bu ikinci örneğin birincisinden çok daha farklı olduğu görülüyor. Çünkü ilk örnekte ’Isparta kahramanları’ daire içinden bir kişiyle mukayese edilirken, ikinci örnekte yapılan mukayesede ise; zaman, mekân ve şahıslar bakımından daha geniş daireler tercih ediliyor.

Çünkü Hz. Üstadın:

  1. Kendi memleketine ve İstanbul’a mukabil; ‘Isparta’ da,
  2. Kendi memleketinde ve İstanbul’da yirmi seneye mukabil; Isparta da yedi-sekiz senede,
  3. Kendi memleketinde ve İstanbul’da x (iks) dereceye mukabil; ‘Isparta’da yüz dereceden daha fazla hizmet-i ilmiye ve diniye’ yapıldığını söylüyor.

 Ayrıca mukayese yapılan şahıslar bazında ise: Çaycı Emin, Marangoz Ahmet, Tenekeci Mehmed gibi zatlar ile Hz. Üstadın, ‘’kendi memleketimde ve İstanbul’da burada benimle çalışan kardeşlerimden yüz, belki bin derece fazla yardımcılarım var’’ dediği; dinî, ilmî ve içtimaî hizmetlerde teşriki mesai halinde olduğu zatlara baktığımız zaman, çok açık bir farklılık görülüyor.

 Mesela: kendi memleketinde ve İstanbul’da iken Bediüzzaman’ın mesai arkadaşları:

Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyye azalarından, Şeyhülislâm Mûsâ Kâzım Efendi, Mustafa Sabri Efendi, Fetva Emini Muğlalı Ali Rızâ Efendi, İsmail Hakkı İzmirli, Mehmed Akif Ersoy, Muhammed Hamdi Yazır. Ayrıca; Ahmet Hamdi Akseki, Ahmed Naim, Van Valisi Tahir paşa, Harbiye Nazırı Enver Paşa, gibi zâtlardan oluşuyordu.

Hz. Üstad’ın kendi memleketinde ve İstanbul’daki, içtimaî mevkiine ve sosyal hayat ile olan bağlantılarına ve de sözlerinin geniş halk kitleleri üzerindeki tesirlerine baktığımız zaman, bu mukayese ve muvazene, daha ayrı bir mahiyet arz ediyor. Çünkü kendi memleketinde ve İstanbul’da iken Bediüzzaman:

-Osmanlı devletinin en yüksek dinî ve ilmî kurumlarından birisi olan Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyye azalığına, Padişah Vahdettin tarafından tayin edilmesi,

-Osmanlılarda en yüksek ilmî ünvan olan “Mahreç”  payesinin verilerek taltifi,

-Sultan Reşat’a ‘Van üniversite projesini’ kabul ettirmesi,

-Şekerci Han’ın duvarına “Her suale cevap verilir, her müşkül halledilir; fakat kimseye sual sorulmaz” diye bir levha asarak İstanbul ülâmasını münazaraya dâvet eden cesaret-i medeniyesi,

-‘’Bir nutuk ile binler adamı itaate getiren ve bir makaleyle binlerle insanları İttihad-ı Muhammedî Cem’iyetine iltihak ettiren ve Ayasofya Câmiinde elli bin adama takdir ile nutkunu dinlettiren.’’

-1911 yılında yüzlerce Şam ülaması’nın ısrarı üzerine, Şam Camii Emevi’de on bini aşkın cemaata İslam dünyasının ana meseleleriyle ilgili meşhur hutbeyi irad eden.

-Ayrıca Hz. üstad’ın içtimaî mevkiini ifade etme noktasında, ‘kendi memleketimde ve İstanbul’da yirmi seneden fazla’ dediği döneme, Ankara yıllarını da dâhil edecek olursak:

Hz. Üstad İstanbul’da iken, Ankara hükümetinin O’nu ısrar ile Ankara’ya davet etmesi. Ankara’ya gelişinde ise T.B.M.M’de büyük bir merasimle karşılanması,

-Meclis-i Meb’usan’a dağıttığı on maddelik beyannameden sonra altmış meb’usun  namaza başlaması..[4]   

– Bediüzzaman’ın elinin tersiyle ittiği, Mustafa Kemal’in dünyevî açıdan çok cazip bazı tekliflerini de bu listeye eklersek:

-Meb’usluk, Dâr-ül Hikmet’teki eski vazifesini iade,  Şarkta Şeyh Sünusî’nin yerine vaiz-i umumîlik, Köşk tahsisi ve Üç yüz lira maaş…

Bu mukayese ve muvazenelerdeki çok büyük açı farkına rağmen Hz. Üstad’ın bir avuç ’Isparta kahramanıyla’ ve ‘Nur Risaleleriyle’ yaptığı imanî hizmetin kendi memleketinde ve İstanbul’da (Ankara’da) yirmi senede yapılan hizmetlerden ‘yüz derece fazla’ olduğunu söylemesi gerçekten çok manidardır.

‘Nur Risalelerinin’ ve ’Isparta kahramanlarının’ bu başarılarının zahiren görünmeyen sebepleri ve hikmetleri nelerdir?

Burada asıl merak edilen mukadder soru şu olsa gerek: ’Nur talebelerinin’ elle çoğaltarak neşrettikleriNur Risalelerinde’ ve ’Isparta kahramanlığında’ nasıl bir ‘özellik, sır ve tesir’ var ki, böyle harika neticeler verebiliyor?

Evvela: İki şıklı bu sorunun,  ‘birinci şıkkı ile ilgili olarak, Bediüzzaman Mesnevi-i Nuriye’deki ifadelerinde: ’’Maksud-u bizzât olan ilimlere ulûm-u âliyeyi okumaksızın îsal edici (yeni) bir yol buldum’’ bu yeni yolda ’’tarîkat berzahına girmeden zahirden hakikate geçilebilir’’[5]  bu yeni tarikin; ‘’Akıl ile kalb arasında yeni açılan berzahî bir yol’’[6] olduğunu söyler.

 Iraklı araştırmacı yazar Prof. Dr. Muhsin Abdülhamid, Bediüzzaman’ın bu sözlerinin bir nev’i şerhi ve izahı hükmünde olan açıklamasında şöyle der; 

’Nur Risalelerinin’ diğer çağdaş tefsirlere göre daha etkili olma sebeplerine baktığımız zaman, onda: ‘’Ne sarf ve nahiv gibi dil ıstılahları, ne akıl, mantık, kelâm ve felsefe ilimlerinin terimleri; ne de fıkıh, usul ve maksat ilimlerine dair mezheplerin tafsilatı vardır. Ayrıca onda tasavvuf ve tarikatların detayları da ve tarihî çekişmelerin ayrıntıları da bulunmaz. Hem âyetlerin sebeb-i nüzullerine ve dinlerin mukayesesine de rastlanmaz.

Çünkü (Risale-i Nur Külliyatı) âyetlerin dokuduğu mânalara, onların çeşitli işaretlerine ve esmâ-i hüsnânın tecellilerine doğrudan intikal eden zatî ve şuhudî bir tefsirdir’’ der. Muhsin Abdülhamid, ’Nur Risalelerinin’ her sınıf insanı etkilemesini, emsalî diğer Kur’an tefsirlerde pek görülmeyen bu özelliklere bağlar.[7]

Sorunun ikinci şıkkının cevabı ise:

Isparta kahramanlığından başka’ hiçbir dinî ve ilmî ünvanları ve makamları olmayan, dünyevî ve ekonomik güçleri bulunmayan, siyasî ve sosyal hayatı etkileyecek sayısal yaptırım güçleri olmayan, çoğunluğu da köylülerden, küçük esnaftan ve avam-mümininden ve fukarayı müsliminden meydana gelen bu zatlar; hasbî, safî ve samimi müminlerden oluşuyordu.

Osman Yüksel Serdengeçti’nin veciz ifadesiyle: ’’Said Nur ve talebelerini seyrederken, insan kendini âdeta Asr-ı Saadet’te hissediyor Kur’an henüz yeni nâzil olmuş gibi, herkes aradığını bulmuş gibi bir hâl var onlarda.’’ Onların ‘’Derneği yoktur, lokali yoktur, yeri/yurdu yoktur, partisi, patırtısı, nutku, alayişi, nümayişi yoktur.’’[8] Yani onlar: ‘’Ne siyasetle, ne idare ile aslâ alâkası olmayan yalnız dindar, saf halk kitlesidirler.’’[9]

Hulasa bu soruların cevaplarını Prof. Dr Muhsin Abdülhamid’in sözleriyle özetleyecek olursak:  Kur’an’ın asıl mânasına ve maksadına bir cihette kalın bir perde oluşturan âlet ilimlerinin vesayetinden, tecrit edilerek te’lif edilen R. Nur; halis, sâfî ve hasbî fıtratlarda, Serdengeçti’nin tasvir ettiği gibi sahabe misal çiçekler açıyor.

Özellikle âyetlerin mânalarına doğrudan intikal eden zatî ve şuhudî bir tefsir olan Nur Risaleleri ve Isparta kahramanlarının’ ‘reşha mesleğiyle’, ifa ettiği hizmetler, mucizevari inkişaflara vesile oluyor. Belki de bunun için, Hz. Üstad, R. Nurla yapılan Kur’an ve iman hizmetine sahabe mesleği demiştir.[10]

  Üçüncü şık:

Hz. ÜstadNur Risalelerinin’ ve Isparta kahramanlarının’  fevkalade muvaffakiyetlerinin hikmetlerini ve sebeplerini izah ve mukayese ederken, bunu sadece Eski Said ve Yeni Said devirlerinde etrafındaki şahısların, içtimai makamların ve mekânların özellikleri ve sosyal şartlarıyla sınırlamaz.

Bu mukayeseyi bizzat Eski Said ve Yeni Said devirlerinde te’lif ettiği eserleri üzerinden de yaparak, Barla Lahikasında: ‘’İşarat-ül İ’caz‘ın iki saatte verdiği faideyi Onuncu Söz iki-üç dakikada aynı faideyi verdiğini’’[11] söyler.

Hülasa, bu üç nokta müvacehesinde niçin, ‘Nur Risalelerinin’ ve Isparta kahramanlarının’ Barla’da fevkalâde muvaffakiyetleri veya Bediüzzaman’ın kendi memleketinde ve İstanbul’daki fevkalâde imkânlara mukabil, Yeni Said döneminde çok negatif şartlara rağmen yüz derece daha fazla muvaffak oluşuna bakmak lazımdır.

 Hâlbuki kendi memleketinde ve İstanbul’da iken Bediüzzaman’ın:

Padişahlar, sultanlar, şeyhülislamlar, âlimler en büyük komutanlar, paşalar, Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyye, ve meclis gibi devletin en yüksek kurum ve kuruluşları olan, devlet gücü yanında olan ve onu her zaman dinleyen on binlerce insan ve kamuoyuna dayanan bir gücü vardı.

Buna rağmen Bediüzzaman: Yeni Said döneminde bir avuç insanla yaptığı hizmetin, Eski Said dönemindeki hizmetlerden yüz derece daha fazla olduğunu söylüyordu.  Bu tespitlere göre; burada asıl sır ve merak ettiğimiz sorunun cevabı Hz. Üstadın ’Isparta kahramanlığının’ yukarıda sayılan özellikler ile sınırlı olmadığı, onların dışında, daha farklı ve derin ‘özellikleri ve sırları’ olduğu anlaşılıyor.

  Bunun için, R. Nur Külliyatı’nda, Isparta kahramanlığı’ mefhumuna yüklenen, maddî ve manevî, dünyevî ve uhrevî mânaların sayısı bir hayli kabarıktır. Bunları tespit edebildiğimiz kadarıyla ve lahikalarda yer aldığı şekliyle, bağlamından koparmadan belirli gruplar halinde, müzakere etmeye devam edeceğiz.

  1. Nur Külliyatı’nın geneline baktığımız zaman Hz. Üstadın ’Isparta kahramanlığını’ haricî ve dâhilî cihetler olmak üzere iki kategoride ele aldığı görülüyor:
  2. Isparta kahramanlığının’ harice bakan esasları ve cihetleri; daha ziyade cesaret, hamiyet, şecaat-ı diniye ve cesaret-i medeniye ve diğergâmlık gibi sosyal seciyelere ve sıfatlara istinat ederken;
  3. Isparta kahramanlığının’ dâhilî esasları veya cihetleri ise; genelde, nefis terbiyesi, ihlas, uhuvvet ve arkadaşlık gibi enfüsî kaidelere istinat ediyor.

Önce harice bakan esaslara, kısaca temas ettikten sonra, dâhilî esasları ve cihetlerini tafsilen müzakere etmeye devam edeceğiz.

  1. Isparta kahramanlığının harice bakan esasları:

Mesela: Kastamonu Lahikasında yer alan bir mektupta ’Isparta kahramanlığının’ altı temel özelliği nazara verilir. Sırasıyla bunlar:

  1. Cesaret-i fıtriye,
  2. (Hamiyet-i diniyeden) gelen bir kahramanlık,
  3. Cihanpesendane hidemât-ı Nuriye,
  4. Kırılmaz bir metanet,
  5. Sarsılmaz harika bir sadakat,
  6. Kuvvet-i imaniyeden gelen ihlas hasleti.[12]

Yine Kastamonu Lahikası’nda yer alan diğer bir mektupta bu listeye üç tane daha farklı özellik ilave edilir.

   ‘’Bu acib zamanda binler esbab-ı fesad ve ifsad içinde:

  1. Vahdeti,
  2. İttifakı,
  3. Ve hizmette ciddiyeti muhafaza etmek’’[13] lazımdır, denilir.

Bediüzzaman Hz. bu şekilde ’Isparta kahramanlığının harice bakan’ genel çerçevesini ve temel özelliklerini ‘dokuz ana esasta’ özetledikten sonra, ‘dâhilî veya enfüsî’ dairede olan (veya olması gereken) daha birçok nuranî rabıtalar ve prensipler üzerinde durur.

  1. Isparta kahramanlığının dâhile bakan cihetleri: 

 ‘Dâhilî veya enfüsî esaslar’ genel olarak iman hakikatlerinin neşir metotları, iç hizmet ölçüleri ile hüsn-ü ahlâk ve fedakârlık gibi konulardan oluşur.

Hz. Üstad Yirminci Lema’da ‘dâhilî veya enfüsî esaslar’ ile ilgili olarak bir nevî,’Isparta kahramanlığına’ giriş şartları mahiyetinde olan, ‘dokuz emir’ ana başlığı altında bir kısım ‘ihlas’ ve‘uhuvvet’ esaslarını vaz’ eder: Kısaca bu ‘dokuz emir’ şöyledir. Özetle:

  1. Müsbet hareket etmektir.(Bunun şıkk-ı muhalifi; asla menfi hareket etmemektir)
  2. Belki daire-i İslâmiyet içinde hangi meşrebde olursa olsun, ittifak etmek..
  3. “Mesleğim haktır yahud daha güzeldir” (demek. Fakat) ‘’Hak yalnız benim mesleğimdir” (dememek) olan insaf düsturunu rehber etmek.
  4. Ve ehl-i hakla ittifak, tevfik-i İlahînin bir sebebi olduğunu düşünmek.
  5. Ehl-i dalâlet ve haksızlığa şahsî ve ferdî kuvvetlere değil, şahs-ı manevî kuvvetine dayanmak.
  6. Ve hakkı, bâtılın savletinden kurtarmak için…
  7. Nefsini ve enaniyetini,
  8. Ve yanlış düşündüğü izzetini,
  9. Ve ehemmiyetsiz rekabetkârane hissiyatını terk etmekle ihlası kazanır, vazifesini hakkıyla îfa eder’’[14] der.

Daha sonra da bu esasları Yirmi Birinci Lem’a’da yine ‘dokuz ana maddede’ tekrar özetleyerek, çok farklı ve sıra dışı bir ‘ihlas’ tarifi yapar.

Yani: ‘Bu dünyada, hususan uhrevî hizmetlerde en mühim bir esas, en büyük bir kuvvet, en makbul bir şefaatçı, en metin bir nokta-i istinad, en kısa bir tarîk-ı hakikat, en makbul bir dua-yı manevî, en kerametli bir vesile-i makasıd, en yüksek bir haslet, en safi bir ubudiyet: İhlastır’’[15]

Bu şekilde ’Isparta kahramanlığına’, ‘dokuz emirden’  oluşan (adeta) giriş şartları ve ‘dokuz esastan’ oluşan, ‘ihlas prensipleri’ beyan edildikten sonra, bazı iç hizmet esasları ve düsturları da bunlara ilaveten, vaz’ edilir.

  1. Isparta kahramanlığının diğer dâhili düsturlarından:

a) Sofî-meşrepliğin değil, Kur’an talebeliğinin esas olması.

Yirmi Birinci Lema’nın sonunda yer alan: يُوزَنُ مِدَادُ الْعُلَمَاءِ بِدِمَاءِ الشُّهَدَاءِ ev kema kal- Yani: “Mahşerde ülema-i hakikatın sarfettikleri mürekkeb, şehidlerin kanıyla müvazene edilir; o kıymette olur” mealindeki hadis-i şerifin tefsirinde, ‘’Ey tenbellik damarıyla yazıdan usanan ve ey sofi-meşreb kardeşler! Böyle zamanda hakaik-i imaniyeye ve esrar-ı şeriat ve Sünnet-i Seniyeye hizmet eden mübarek hâlis kalemlerden akan siyah nur veya âb-ı hayat hükmünde olan mürekkeblerin bir dirhemi, şühedanın yüz dirhem kanı hükmünde yevm-i mahşerde size faide verebilir’’[16] der.

Hz. Üstad burada evrad-ı ezkar ve nâfile ibadetlerin, iman hizmetini sekteye uğratma tehlikesine karşı hadis-i şerifte de belirtilen savaş ile yani (devlete ve devletin ordusuna farz, şahıslara farz-ı kifaye olan sıcak savaş ile)[17] manevî savaş arasında bir kıyas yapar. Bu kıyasa göre:

Nafile ibadetler ile ulaşılacak en yüksek makamın şahıslara ‘farz-ı kifaye’ olan maddî cihad ile şehidlik olduğu, hâlbuki bu zamanda maddî kılıncın kınına girmesi ve ilim ve irşad gibi manevî cihadın herkese ‘muzaaf bir farz-ı ayn hükmüne geçtiği’[18] belirtilerek;

İlim tahsilinde ve iman hakikatlarının neşrinde sarf edilen, ‘’kalemlerden akan siyah nur veya âb-ı hayat hükmünde olan mürekkeblerin bir dirhemi, şühedanın yüz dirheminden’’  daha kıymetli ve faziletli olduğu hadis-i şerifini nazara verir.

b) Hizmetin şahıs değil, şahs-ı manevi merkezli hizmet olması.

’Bu zaman, şahs-ı manevî zamanı olduğu için, böyle büyük ve bâki hakikatlar, fâni ve âciz ve sukut edebilir şahsiyetlere bina edilmez!’’[19]

’Edilse, hakikata zulümdür. …(çünkü) Bu zaman, cemaat zamanıdır.’’[20] ‘’Ehemmiyet ve kıymet, şahs-ı manevîye göre olur.’’[21]

‘’Şahıs ne kadar dâhî ve hattâ yüz dâhî derecesinde olsa, bir cemaatın mümessili olmazsa, bir cemaatın şahs-ı manevîsini temsil etmezse; muhalif bir cemaatın şahs-ı manevîsine karşı mağlubdur.’’[22] Hâlbuki: ‘’Cemaatın ruhu olan şahs-ı manevî daha metin’’[23] ve daha kavidir.  

‘’Risale-i Nur’un samimî, hâlis şakirdlerinin heyet-i mecmuasının kuvvet-i ihlasından ve tesanüdünden süzülen ve tezahür eden bir şahs-ı manevî, bâki ve muktedir bir kuvvet-i zahrdır, bir rehberdir.’’[24] 

’Tesanüdümüzden hasıl olan bir şahs-ı manevînin fevkalâde ehemmiyet ve kıymeti ve üstadlığı ve irşadı bize kâfidir.’’[25]

c) Yakıcı çorbadan ağızları yandığı halde talebeliği bırakmamak.

Şualarda yer alan ve kalbe ihtar edilen bir mektupta:

‘’Siz bu şiddetli imtihana girmek ve inceden inceye sizi kaç defa “altun mu, bakır mı” diye mehenge vurmak ve her cihette sizi insafsızca tecrübe etmek ve nefislerinizin hisseleri ve desiseleri var mı yok mu üç-dört eleklerle elenmek, (gibi hikmetlere binaen) kader-i İlahî ve inayet-i Rabbaniye müsaade ediyor’’[26] denilerek, Isparta kahramanlığının’ daha önceleri zikredilmeyen yeni dokuz esası daha nazara verilir. Bunlar:

‘‘Şiddetli imtihan (larda) sarsılma (mak) ve dersinden vazgeçme(mek) ve yakıcı çorbadan ağızları yandığı halde talebeliğini bırak(mamak) ve bu kadar tehacüme karşı kuvve-i maneviyesi kırıl (mamak) lazım olduğu gibi:

İçinizde hastalıklı ve nazik ve fakirler bulunmasıyla, maddî sıkıntı ziyadedir. (Sizler de) Ve buna karşı:

Herbiriniz herbirisine birer tesellici ve ahlâkta ve sabırda birer nümune-i imtisal ve tesanüd ve taltifte birer şefkatli kardeş ve ders müzakeresinde birer zeki muhatab olmanız,’’[27] lazım ve elzemdir.

d) ‘’Hizmetkârlığı, makamâta tercih etmek’’[28]

Yirmi Birinci Lema’da ’Isparta kahramanlarının’ en temel vazifeleri olan iman hizmetlerini îfa ederken, yapılan vazife taksimine göre, bütün ehl-i iman ve İslam’ın:

  • Bir geminin yolcuları hükmünde olduğunu belirtir.
  • Genelde umum Kur’an talebelerinin, özelde nur talebelerinin, İslam gemisinin ‘amele ve hademeleri’ olduğunu ifade eder.

 Geminin yolcuları hükmünde olan, ehl-i iman ve İslam’a verilecek olan iman hizmetinin, şeyhlik, hocalık sıfatıyla ve mürşitlik vaziyetini takınarak değil, ‘hizmetkârlık kisvesiyle’ ve abi-kardeş münasebetleri çerçevesinde ifa etmeleri istenir.

Çünkü bu zaman enaniyet asrı olduğu için, ‘Kur’an hizmetkârlarının’ ‘’tam toprak gibi mahviyet ve terk-i enaniyet ve tevazu-u mutlakta bulunmaları şarttır.’’[29]

 Veya Risale-i Nur’un dersi ve talimatı dairesinde birbirimize âlî makam vermek yerine hizmetkârlık kisvesiyle elde edilen feyizli makamlara kanaat etmeliyiz.[30]  

Çünkü ‘’Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz. Uhuvvetteki makam geniştir.. Olsa olsa, kardeş kardeşe (ancak) muavin ve zahîr olur; hizmetini tekmil eder.’’[31] 

Varsın bazı zahirperest dostlar: “Sizlere bakıp içinizde mahviyet ve tevazu ve hizmetkârlık kisvesiyle görünen şakirdleri âdi, âmi adamlar görür ve der: (Heyhat) “Bunlar mı hakikat kahramanları ve dünyaya karşı meydan okuyan mücahitler”[32] diyerek, inkisar-ı hayale uğrayıp, muhalefetini haklı bulmalarının hiçbir ehemmiyeti yoktur. Çünkü:

 حَقْ رَا قَابِلِيَّتْ شَرْطْ kaidesince yani ‘Allah vergisi için kabiliyet şart değildir.’ Veya ‘Dâd-ı Hak kabiliyete bakmıyor.’ Binaenaleyh, ‘İmam-ı Rabbanî’nin (R.A.) dediği gibi: “Melikin atiyyelerini, ancak matiyyeleri taşıyabilir.”[33] Mustafa Sungur abi bu cümleyi şöyle izah etmiştir: ‘Cenab-ı Hak davetinin yükünü taşıtacağı kimseleri kendisi seçer.’[34]

Bazı zahirperest dostların, Isparta kahramanlarınıâdi ve âmi adamlar’ görmelerine karşın; Bediüzzaman Hazretleri onlara bazen, birer ‘evliyai azîme’[35] nazarıyla baktığı gibi, bazen de, çok yüksek seciye ve hasletlerinden dolayı onları, ‘’hizmet-i imaniye itibariyle- âdeta birer gizli kutub gibidirler’’[36] cümleleriyle tarif ve tavsif eder.

Çünkü ‘’Osmanlıca Sekizinci Lema’da ’Gavs-ı Azam Abdulkadir Geylani Hazretleri, Isparta kahramanlarının bir kısmını, hizmet-i imaniye itibariyle olan ehemmiyetlerinden dolayı, tâ sekiz yüz sene evvelden, ismen haber vermiştir:

En başta birinci talebesi Albay Hulusi Bey, Santral Sabri,  Sıddık Süleyman, Kürt Bekir, Hüsrev Ağabey, Hafız Ali, Binbaşı Asım, Hacı Hafız Mehmet,  Şamlı Hafız Tevfik, Muhacir Hafız Ahmet, Mustafa Çavuş, Hafız Halid, Atabeyli Hafız Zekai, Hafız Küçük Lütfi, Abdullah Çavuş, Mehmet Mesut Karaca, İslamköylü Abdullah Çavuş, Sarıbıçak Mustafa ve Hafız Mustafa  gibi bazı zatları haber vermiştir.’’[37]

Hz. Üstad R. Nur meslek ve meşrebi iktizasınca, varlığa hadiselere ve eşyaya her zaman mânay-ı harfi cihetiyle ve Allah canibinden baktığı gibi, insanlara da Allaha imanları, Hz. peygambere itaatleri ve Kur’an’a muhatabiyetleri nisbetinde baktığı ve ehemmiyet verdiği için, ‘Isparta kahramanlarının’ selefleri olan ‘Nurşin kahramanlarını’ da şöyle tavsif ve tarif eder:

’İstersen hayalen Nurşin beldesindeki Seydanın meclisine git, onun kudsî sohbetinde tezahür eden İslam medeniyetine bak. Orada fukara kılığında melikler, insan suretinde melekler göreceksin‘’[38] der.  

e) Maddî ve manevî İstiğna mesleğinin esas yapılması.

Yirmi Birinci Lema’da Bakara Sûresi Kırk Birinci ayetinin tefsirinde:

وَلاَ تَشْتَرُوا بِآيَاتِى ثَمَنًا قَلِيلاًBenim âyetlerimi, az bir dünya menfaatiyle değiştirmeyin.”[39] ayetindeki şiddetli tehdidkârane nehy-i İlahîye mazhar olup, saadet-i ebediye zararına manasız, lüzumsuz, zararlı, kederli, hodfüruşane, sakil, riyakârane bazı hissiyat-ı süfliye ve menafi’-i cüz’iyenin hatırı için ihlası’’[40] kırmayınız.

Burada akla gelen mukadder soru şu: ‘’Benim âyetlerimi, az bir dünya menfaatiyle değiştirmeyin” emredildiğine göre; ‘ne kadara verelim ya Rabbi?’ Sorusunun cevabı Yirminci Lema’da Yunus Suresiyle verilir:

’Yani hakperestliği nefisperestliğe tercih etmekle ve hakkın hatırı, nefsin ve enaniyetin hatırına galib gelmekle اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللّٰهِ  ‘Benim mükâfâtımı vermek ancak Allah’a aittir.’[41] sırrına mazhar olup, nâstan gelen maddî ve manevî ücretten istiğna etmek’[42] gerekir.

Hz. Üstad, Yunus Sûresi, Hûd Sûresi ve Sebe’ Sûrelerinde geçen, Nuh (as)’ın kavmine ve Hz peygamber’in (as) Mekke müşriklerine beyan ettiği, ‘’Benim mükâfâtımı vermek ancak Allah’a aittir” âyetini, tebliğin çok temel esaslarından birisi olarak nazara verir.

Ve bu Kur’anî olan istiğna prensibini, ‘İstanbul’da iken’ kendisine hediye edilmek istenen Said Halim Paşa’nın milyon dolarlık köşkü ve Ankara’da Mustafa Kemal’in,  -Meb’usluk, Dâr-ül Hikmet’teki eski vazifesini iade, Şarkta Şeyh Sünusî’nin yerine vaiz-i umumîlik, Köşk tahsisi ve Üç yüz lira maaşla sınırlı kalmaz.

Barla’da en yakın talebelerinden birisinin getirdiği bir ekmek, bir tabak çorba, Çam dağında bir çobanın getirdiği bir kilo yoğurda kadar düşer. Kendi öz kardeşinden ve yeğeni Abdurrahman’dan bile hediye kabul etmediğini söyleyen Bediüzzaman Hz. bu kaidesinin hakikatini kendisi şöyle izah eder:

 ‘’Neşr-i hak için Enbiyaya ittiba’ etmekle mükellefiz. Kur’an-ı Hakîm’de, hakkı neşredenler: اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللّٰهِ ٭ اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللّٰهِ  “Benim mükâfâtımı vermek ancak Allah’a aittir.”[43] diyerek, insanlardan istiğna göstermişler. Sure-i Yâsin’de اِتَّبِعُوا مَنْ لاَ يَسْئَلُكُمْ اَجْرًا وَهُمْ مُهْتَدُونَ “Doğru yolda olan ve sizden hiçbir ücret istemeyen kimselere tâbi olun.”[44] cümlesi, mes’elemiz hakkında çok manidardır.’’[45]

Bediüzzaman Hz. ‘’Benim mükâfâtımı vermek ancak Allah’a aittir.’ âyetini ‘’Nâstan gelen maddî ve manevî ücretten istiğna etmek’’ şeklinde tefsir ettiği için, onun istiğna prensibi maddî şeyler ile sınırlı kalmaz.

Ekser insanlarca makbul ve müstahsen görünen teveccüh-ü nâs, hüsn-ü zan ve şahsına hürmet gibi manevî ücretleri de ihlas sırrına zıd gördüğü için şöyle der:

 ‘’Biz, insanların hürmet ve ihtiramından ve şahsımıza ait hüsn-ü zan ve ikram ve tahsinlerinden mesleğimiz itibariyle cidden kaçıyoruz…(çünkü) insanlara iyi görünmek, Nur’un bir esası ve mesleği olan ihlasa zıddır ve münafîdir.’’[46] 

Hatta kendisine ‘’Takdirle bakanlar, isabet-i nazar hükmüne geçip onu incittiğini (ve kendisiyle) musafaha etmek (bile ona bir) tokat vurmak gibi sıkıntı[47] verdiğini söyler.

Ve ‘Teveccüh-ü nâsın ihlas sırrına zıd’ olduğuna dair şunları ilave eder:

‘’Teveccüh-ü nâsı müraat eden, ihlas-ı tâmmı bulamaz.’’[48]

’Ekser ehl-i gafletçe matlub olan teveccüh-ü nâs ve hüsn-ü kabul-ü halk dahi, mühim bir sırra binaen benim menfurumdur; onlardan kaçıyorum.’’[49]

‘’En yakın akrabasından hattâ kardeşinden hiç mukabelesiz birşey kabul etmemiş, hürmetten, teveccüh-ü nâstan kaçmak için halklarla görüşmemek için zaruret olmadan kendine düstur yapmış’’[50] olan Bediüzzaman Hz. en nihayet şöyle der:

’Teveccüh-ü nâs istenilmez, belki verilir. Verilse de onunla hoşlanılmaz. Hoşlansa ihlası kaybeder, riyaya girer. Şan ü şeref arzusuyla teveccüh-ü nâs ise; ücret ve mükâfat değil, belki ihlassızlık yüzünden gelen bir itab ve bir mücazattır.’’[51]

f) Vefatından sonra bile Teveccüh-ü nastan kaçması:

Hz. Üstadın teveccüh-ü nastan, hayatta iken şiddetle kaçtığı gibi vefatından sonra da bu istiğnasının devam etmesi için, vasiyetnamesine, kabrine ziyarete gelinmemesini ve kabrinin bilinmemesini istemesi üzerine[52] Hz. Üstadın yakın talebeleri şöyle derler.

‘’Kabri ziyarete gelenler Fatiha okur, hayır kazanır. Acaba siz ne hikmete binaen kabrinizi ziyaret etmeyi men’ediyorsunuz?

Cevaben Üstadımız der ki: “Risale-i Nur’daki a’zamî ihlası kırmamak için ve o ihlasın sırrıyla, kabrimi bildirmemeyi vasiyet ediyorum.

Hem şarkta, hem garbda, hem kim olursa olsun okudukları Fatihalar o ruha gider. Dünyada beni sohbetten men’eden bir hakikat, elbette vefatımdan sonra da o hakikat bu suretle beni sevab cihetiyle değil, dünya cihetiyle men’etmeye mecbur edecek”[53] der.

        İkinci bölüm:

Risale-i Nur Külliyatı’ndan derlediğimiz, ’Isparta kahramanlığı ve ’Zindan-ı atâlet’ başlığı altındaki çalışmamızın buraya kadar olan birinci bölümünde, Hz. Üstad, genelde Kur’an hizmetkârlarının, özelde Nur Talebeliğinin veya ’Isparta kahramanlığının’ dâhile ve harice bakan genel çerçevesini belirtir.

Daha sonra, konuyu biraz daha derinleştirilerek, belki ‘ikinci bir nefs-i emmare’ veya ‘mecazi nefs-i emmare’ kriterleri müvacehesinde ‘Nur talebeliği’ veya Isparta kahramanlığı’ sigaya çekilerek sorgulanır. Bahsimizle ilgili bir lahika mektubunda:

  ’Sizi şiddetli inceden inceye kaç defa “altun mu, bakır mı” diye mehenge (vurulmayı) ve her cihette sizi insafsızca tecrübe (edilmeyi) ve nefislerinizin hisseleri ve desiseleri var mı yok mu üç-dört eleklerle elenmeyi, kader-i İlahî ve inayet-i Rabbaniye müsaade ediyor.’’

  Ayrıca Münazarat isimli eserinde ise ‘mihenge vurulmanın’ ve ‘yedi -sekiz eleklerle elenmenin’ daha ziyade enfüsî boyutu, şu ana başlıklar altında nazara verilir. Bizi, ’Zindan-ı atâlete’  mahkûm eden, ‘Yeis, aculiyet, fikr’i infiradî, tasavvuru şahsî, tekâsül, havalecilik, Meylü’r-rahat ve meyl-ittefavvuk’  gibi, gayet sehhar, gaddar gizli ve sinsi düşmanlar vardır.

Zira ‘’Düşman meçhul olduğu zaman daha zararlı olur. Kandırıcı olursa daha habis olur. Aldatıcı olursa fesadı daha şedit olur. Çünkü dâhili düşman kuvveti dağıtır, cesareti azaltır. Harici düşman ise salâbeti arttırır.”[54]

Çünkü Hz. Peygamber (as) nefsin farklı tezahürleri olan bu gizli ve sinsi düşmanlar için: “Asıl büyük cihadın, nefis ile yapılan cihad olduğunu ifade etmiştir.”

Hz. Üstad da ittihad-ı İslam ve İttihad-ı Muhammedi cemiyeti ile ilgili bir soruya verdiği cevapta bu hadis-i şerife atıfla şöyle der: “İttihadın hedefi ve maksadı i’lâ-yı Kelimetullah ve mesleği de kendi nefsiyle cihad-ı ekber ve başkalarını irşaddır.”[55]

Bu sebeplerden dolayı, Risâle-i Nur’da bizi, ’Zindan-ı atâlete’  mahkûm eden enfüsî boyuttaki dâhilî düşmanlara karşı çok tahşidat yapılmış. Çünkü dâhilî düşmanların taarruz ettikleri kal’â, kalb-i insanîdir ki, en büyük dinî musibetlerin mahallî veya muhatabıdır. 

Çünkü İmam-ı Gazalî’ hazretlerine göre, özellikle itikada taallûk eden, “Kalbî hastalıklardan kurtulmak için sa’y ü gayret sarf etmenin, herkese farz-ı ayn”[56] olduğunu söyler.

Bu hakikatli noktaya binaen: “kalbin sathında bulunan bir hastalık bütün amâl-i bedeni sekteye uğrattığı gibi kalbin iç yüzü de nifakla (ve emsali hastalıklar ile) hastalandığı zaman, ef’al-i ruhiye istikamet üzerine hareket etmez.”[57]  

Çünkü ‘nifakın alt şubeleri’ olan bu kalbî hastalıklardan ve şüphelerden tevellüd eden, ‘’Vesveseler, şübheler (neûzü billah) mahall-i iman olan bâtın-ı kalbe ilişip imanı zedeler ve imanın tercümanı olan lisanın zevk-i ruhanîsine ilişip zikirden nefretkârane uzaklaştırarak susturuyorlar.’’[58] 

Yine aynı mânaların nazara verildiği, Sözler’de: Kalb-i insanînin, meleklerin ilhamı ile şeytanların desise ve tehacümlerinin mübareze ve mücadele meydanı olduğu, bu kalbî hastalıkları öğrenip tedavisine çalışmak, aynı zamanda şeytanların desiselerine karşı bir siper ve meleklerin ilhamlarına bir ihzariye olduğu belirtilir.[59] 

Bu kudsî hakikatlerin aslını ve esasını teşkil eden bir hadis-i şerifte Efendimiz (as): “Köpek giren eve melâike girmez”[60] buyurmuştur. Ehl-i hadis ve ehl-i hakikat âlimleri, bu hadisin zahirî manasına ilaveten, işarî ve manevî tefsiri için demişler ki: Evden maksad insanın kalbidir ki, vahiy ve ilhamların geldiği yerdir. Bu ilhamları getirenler de meleklerdir.

Şayet kalbimizde, kin, nefret, kıskançlık, öfke, gurur, tasannu meylüttevaffuk gibi şeyler varsa o kalbe melekî ilhamlar gelmez. Onun için Mevlana Hz. Mesnevisinde bu işarî manaya atıf yaparak: “Kalbindeki bu manevi kelplerini kıtmire tahavvül ettir ki, Ashab-ı Kehf’ten sayılasın.”[61]

Buraya kadar zikredilen hakikatler ve tespitler müvacehesinde denilebilir ki: Risale’i Nur’un ana konularından birisi de ‘HİSLERİN YÖNETİMİDİR.’ Çünkü ubudiyetin en temel bir esası, “Re’sül malımız olan istidatlarımızı nemalandırmak”[62] ve terbiye etmektir.

Yani hislerimizi ve duygularımızı ifrat ve tefritten muhafaza edip, sırat-ı müstakime tevcih ederek, istikamet üzere sebat etmek, birçok cihetleriyle HİSLERİN YÖNETİMİ veya doğru yönetimidir.

Dersin birinci bölümünde yer alan mektupların geneline ve Hz. Üstadın Isparta kahramanlığı modeline yüklediği mânalara bakılırsa, ‘Isparta kahramanlığı’, ‘Denizli kahramanlığı’ ve İnebolu kahramanlığının’ tarihsel bir dönem veya konjoktürel bir zaman dilimiyle sınırlı olmadığı anlaşılmaktadır.

Çünkü ‘Isparta, Denizli ve İnebolu kahramanlığı’  için ifade edilen özellikler, daha sonraki yıllara ait, Kastamonu ve Emirdağ Lâhikalarında umum nur talebelerine teşmil edilmiştir.

 Bununla beraber, Isparta ve Denizli kahramanlığı’  rol modelliğinin ‘sadakat, sebat, uhuvvet, ihlas, kahramanlık, sarsılmaz sadakat, kırılmaz metanet, cihanpesandane hizmet’ gibi ‘dokuz tane’, harice bakan özellik ve hasletlerin ve de dahilî birçok faziletli seciyelerin önünde, ‘sekiz tane’ de aşılması gereken maddî ve manevî engeller ile gaddar ve sehhar düşmanlar olduğu belirtilir.[63]

  Bunlardan enfüsî dairedeki ‘sekiz çeşidi’, ancak cihad-ı ekber ile def edilebilecek kalbî ve ruhî ‘manevî hastalıklardır. Âfakî dairede ise yine, ‘sekiz çeşit’, dehşetli sâri hastalıklar ve haricî düşmanlar vardır. 

Âfakî daireye bakan ve ‘İslam inkişafını boğan’ kısmını teşkil eden, ‘sekiz çeşit dehşetli mânialar’, Hutbe-i Şamiye isimli eserde genişçe izah edilmiştir.[64]

Hz. Üstad Münazarat isimli eserinde ise manevî terakkiyatımızı inkıtaa uğratan bu enfüsî hastalıkları, ‘’Zindan-ı atâlet’ana başlığı altında ve sekiz maddede sebep sonuç ve çareleriyle birlikte ve yaklaşık bir sahifede gayet veciz bir şekilde şöyle izah eder.

 “ S- Zindan-ı atâlete düştüğümüzün sebebi nedir?

  1. ‘’Yeis’’ Hayat bir cidaldir. Şevk ise matiyesidir. İşte himmetiniz şevke binip mübareze-i hayat meydanına çıktığı vakit, en evvel düşman-ı şedid olan yeis rast gelir. Kuvve-i maneviyesini kırar. Siz o düşmana karşı لاَ تَقْنَطُواÜmidinizi kesmeyin!’’[65] kılıncını istimal ediniz. 
  2. “Meylü’t-tefevvuk” Sonra müzahametsiz olan hakkın hizmetinin yerini zabteden meyl-üt tefevvuk istibdadı hücuma başlar. Himmetin başına vurur, atından düşürttürür. Siz لِلّٰهِكُونُوا “Allah için berâber olunuz”[66] hakikatini  o düşmana gönderiniz.
  3. “Acûliyet” Sonra da ilel-i müteselsiledeki terettübü atlamakla müşevveş eden aculiyet çıkar, himmetin ayağını kaydırır. Siz,  وَاصْبِرُوا وَ صَابِرُوا وَ رَابِطُوا yu siper ediniz. “Ey îmân edenler! Sabredin! Sabırda (düşmanlarınıza) üstün gelin! (Her an cihâda) hazırlıklı olun ve Allah’tan sakının!’’[67]
  4. “Fikr-i infirâdî ve tasavvur-ı şahsî” Sonra da, medenî-i bittab’ olduğundan ebna-yı cinsinin hukukunu muhafazaya ve hakkını onlar içinde aramağa mükellef olan insanın âmâlini dağıtan fikr-i infiradî ve tasavvur-ı şahsî karşı çıkar. Siz de, خَيْرُ النَّاسِ اَنْفَعُهُمْ لِلنَّاسِ “İnsanların en hayırlısı onlara faydalı olandır”[68] olan mücahid-i âlîhimmeti mübarezesine çıkarınız. “
  5. “Başkasının tekâsülünden etkilenmek” Sonra başkasının tekâsülünden görenek  fırsat bulup, hücum edip, belini kırar. Siz de,  عَلَى اللّٰهِ لاَ غَيْرِهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُتَوَكِّلُونَ. “Tevekkül edenler ise, artık ancak Allah’a tevekkül etsin!”[69] olan hısn-ı hasîni himmete melce ediniz “
  6. “İşi birbirine bırakmak” Sonra da acz ve nefsin itimadsızlığından neş’et eden ve işi birbirine bırakmak olan düşman-ı gaddar geliyor. Himmetin elini tutup oturtturur. Siz de لاَ يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ اِذَا اهْتَدَيْتُمْ “Hidâyete erdiğiniz takdirde dalâlete düşenler size zarar vermez”[70] olan hakikat-ı şahikayı üzerine çıkarınız. Tâ o düşmanın eli o himmetin dâmenine yetişmesin. “
  7. “Dinsiz düşman” Sonra Allah’ın vazifesine müdahale eden dinsiz düşman gelir; himmetin yüzünü tokatlar, gözünü kör eder. Siz de اِسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ وَلاَ تَتَاَمَّرْ عَلَى سَيِّدِكَ “Emr olunduğun gibi dos doğru ol![71] olan kâr-aşina ve vazifeşinas olan hakikati gönderiniz. Tâ onun haddini bildirsin.
  8. “Meylü’r-rahat” Sonra umum meşakkatın anası ve umum rezaletin yuvası olan meylürrahat geliyor. Himmeti kaydeder, zindan-ı sefalete atar. Siz de لَيْسِلْلاِنْسَانِ اِلاَّ مَا سَعَى “Şüphesiz insan için çalıştığından başkası yoktur.”[72] Olan mücahid-i âlîcenabı o cellad-ı sehhara gönderiniz.” Evet, size meşakkatte büyük rahat var. Zira fıtratı müteheyyiç olan insanınrahatı yalnız sa’y ve cidaldir.  

اِنَّ لَكُمْ فِى الْمَشَقَّةِ الرَّاحَةَ اِنَّ اْلاِنْسَانَ الْمُتَهَيِّجَةَ فِطْرَتُهُ رَاحَتُهُ فِى السَّعْىِ وَ الْجِدَالِ

“Size meşakkatte büyük rahat var. Zira fıtratı müteheyyiç olan insanın rahatı sa’y ve cidaldedir.”[73]

Münazarattan iktibas ettiğimiz bu kısa metnin geneline bakıldığı zaman, ‘atâlet zindanında’ kalışımızın sebepleri, sadece teşhis edilmekle kalınmamış, aynı zamanda Kur’an’î hakikatlerle her hastalığın tedavi çareleri ve çıkış yolları da izah edilerek gösterilmiş. 

Yüksek bir feraset ve isabetle teşhis edilen bu manevî hastalıklarımızı, kısaca özetlemek gerekirse: 

  • Yeis; Ümitsizliğe kapılmak. 
  • Meyl-üt-tefevvuk (Üstün gelme arzusu.)
  • Acelecilik 
  • Fikr-i infiradî ve tasavvur-u Şahsî (Ferdiyetçilik fikri.)
  • Başkasının tembelliğini kendine mazeret göstermek. 
  • İşi birbirine bırakma alışkanlığı. 
  • Kendi mes’uliyetini bırakıp, Allah’ın vazifesine karışmak.
  • Rahatını düşünme arzusu.

Bu kısa metinde bizi, ‘Zindan-ı atâlete’ mahkûm eden sekiz çeşit enfüsî düşmanların hedefinde, daha ziyade sarsılmış ve zaaf’a uğramış, HİMMET HAMİYET ve GAYRET gibi duygulara vurgu yapılarak, onların üzerinden sosyolojik, psikolojik ve dinî tahliller yapıldığı görülmektedir.

Buna göre Hz. Üstad ’ın meşrebimizin dört esasından birisi dediği, zaaf’a uğramış veya uğratılmış HİMMET, HAMİYET ve GAYRETin bir karşıtı olarak, ‘ŞEVK’ unsurunun niçin çok kıymetli ve ehemmiyetli olduğu daha iyi anlaşılmaktadır.

Belki de bu sebepten dolayı Münazaratta: “Çabuk ye’se inkılap eden hamiyet, hamiyet değildir[74] denilerek, HİMMET, HAMİYET ve GAYRET gibi duyguların kıymet ve ehemmiyeti ayrıca nazara verilmek istenmiştir.

‘Zindan-ı atâlet’ ana başlığı altında tahlil edilen ‘sekiz çeşit’ manevî hastalıklarımızın, hepsi çok önemli olmakla beraber, özellikle ikinci sıradaki ‘Meylü’t-tefevvuk’ maddesi merkezî bir konum arz etmesi ve ‘ikinci bir nefs-i emmare’ ile olan yakın irtibatı bakımından dersin bundan sonraki akışı,  bu ikinci madde üzerinde yoğunlaşarak devam edecektir. Diğer maddeler daha sonraki çalışmalarda ele alınacaktır.

Bizi ‘Zindan-ı atâlet’ berzahına mahkum eden en zulümlü ve zulümatlı hissiyatımızdan birisi olan, ‘Meylü’t-tefevvuk’

Lügat veya sözlük mânası itibariyle ‘meylü’t-tefevvuk’: Gurur, kibir ve tasannu ile emsal ve akranlarına üstün gelme arzusu veya üstünlük taslamak gibi anlamlara gelmektedir.

Çok daha farklı anlamlar da yüklenen ‘Meylü’t-tefevvuk’ kavramını daha doğru anlamak ve bize daha geniş bir yelpazede tedkik, tahkik ve müzakere imkânı vermesi için genellikle, kelime odaklı değil, mâna odaklı bir okuma biçimiyle müzakereye devam edeceğiz.

Hz Üstad bizi, ‘atâlet Zindanına’ mahkûm eden sekiz çeşit kalbî ve ruhî hastalıklardan birisi olan, ‘Meylü’t-tefevvukdüşüncesinin ve za’fiyetinin, verdiği zararlardan kurtarmak için eserlerinde bu kalbî hastalığı birkaç merhaleye ayırarak tahlil etmiştir. Bunlardan:

  • Birincisi: Meylü’t-tefevvuk’un mahiyeti ve hakikati ile mecazî ve hakikî nefis mertebeleri ile olan irtibatı.
  • İkincisi: Meylü’t-tefevvuk ile malûl kişinin kendisini, nasıl ifade ettiği.
  • Üçüncüsü: Meylü’t-tefevvuk hastalığına maruz kalan şahsın ahlâkına ve fiillerine yansıyan tezahürleri:
  • Dördüncüsü: Meylü’t-tefevvuk hastalığının riyaya ve nifaka varan tehlikeli boyutları.
  • Beşincisi:: Meylü’t-tefevvuk düşüncesinin asıl kaynağı olan nefsin ıslah ile terbiye edilebilen ve edilemeyen (cihetleri) 
  • Altıncısı: Meylü’t-tefevvuk hastalığının sosyal hayata olan yansımaları ve bunlara karşı çözüm yollarının neler olduğu.

 

  1. Meylü’t-tefevvuk’un mahiyeti ve hakikati ile mecazî ve hakiki nefis mertebeleri ile olan irtibatı.

Mesnevî-i Nuriye’de, gurur, kibir, tasannu ve kendini nekaisten tezkiye etmek anlamlarına da gelen ve kalbin en önemli dört hastalığından birisi olarak tarif edilen bu hissiyat, lahika mektuplarında ve Muhakemat’ta, ‘Meylü’t-tefevvuk’ terkibiyle geçer. Özellikle Kastamonu Lâhikası, 143 numaralı lâhika mektubunda bu kavrama daha özel anlamlar yüklenir. Mesela:   

  1. R. Nur Külliyatı’nda ‘Meyl-i tefevvuk’ hastalığı, daha ziyade ‘ihlas karşıtı’ ve ‘ahlâkî bir zaaf’ olarak ele alınarak tahlil edilir.
  2. Mahiyeti itibariyle, gayet zulümlü ve zulümatlı olanMeyl-i tefevvuk’ hissi, riya ve rekabet gibi ahlâk-ı seyyienin menşeidir.
  3. ‘Meyl-i tefevvuk’ hissi, hakikî nefs-i emmare ile mecazî nefs-i emarenin ittifak etmesiyle, eşzamanlı olarak ortaya çıkar.
  4. Nefs-i emmare’nin tezkiyesinden veya öldürülmesinden sonra bile varlığını sürdüren ‘Meyl-i tefevvuk’, Nefs-i emmarenin son karargâhı olan, ‘ikinci bir nefs-i emmarede’ veya ‘mecazî bir nefs-i emmarede’ tahassün edip iskân eder.
  5. Meyl-i tefevvuk’un tahassün ettiği ‘ikinci bir nefs-i emmare’, ‘kör hissiyatın’ kontrolü ve hâkimiyeti altında olduğu için, ‘akıl ve kalbin sözlerini anlamıyor ve dinlemiyor ki, onlarla ıslah olsun ve kusurunu anlasın’ yani anlayamaz.
  6. Zindan-ı atâlet’ ana başlığı altında müzakere ettiğimiz Meyl-i tefevvuk’un, taarruz biçimi ve ittifak ettiği yandaş güçler itibariyle bir savaş meydanında olabilecek ahval ve şartlar örnekliğine göre kurgulanmıştır.
  7. Bu kurguya ve Kastamonu Lahikasındaki ek bilgilere göre, er meydanında mağlup olan ‘Meyl-i tefevvuk’ ve emsali düşman kuvvetleri, ‘ikinci bir nefs-i emmare’ mahiyetindeki daha derin mağaralara veya yer altına inerek, vur kaç taktiğiyle veya çete savaşı ile vazifelerine devam ederler.
  8. Dokuzuncu Mektupta beyan edildiği gibi: ‘’insanda binlerle hissiyat var. Herbirisinin aşk gibi iki mertebesi var. Biri mecazî, biri hakikîdir.’’ Mektubat (33) Bahsin devamında insandaki bu iki dereceli hissiyatların, mecazî mertebelerinin daha zayıf, hakikî mertebelerinin daha kuvvetli olduğu belirtilir.
  9. Hâlbuki Kastamonu Lâhikasından müzakere ettiğimiz 143 Numaralı Mektupta ‘hakikî nefs-i emmare’, tarikat ve tasavvuf usulüyle öldürüldükten sonra ‘mecazî bir nefs-i emmareye’ inkılab ederek; ‘’daha şiddetli ve daha ziyade söz dinlemez ve daha ziyade ahlâk-ı seyyieyi idame’’ ettiren, bir hâl aldığı belirtilir.

Bu safhada ‘Meyl-i tefevvuk’ ve emsali süfli hissiyatlar, ‘’ikinci bir nefs-i emmare hükmünde olan, kör hissiyatın içine girip,’’ ittifak ederek, vazifelerini âhir ömre kadar devam ettirirler.

Yani; ‘Kör hissiyat ikinci nefs-i emare’nin cihazatlarını da kuşanarak, damarlara dokundura dokundura daha etkili ve musırrane, ‘Meyl-i tefevvuk’ gibi söz dinlemez süfli hissiyatlar ile taarruza devam ederler.[75]

Bu tespitlere göre ‘Meyl-i tefevvuk’un tahassün ve ittifak ederek, müşterek çalıştığı nefis mertebeleri iki ana gruba ayrılmaktadır.

  • a) Islaha ve terbiyeye açık olan, ‘birinci nefs-i emmare’ mertebesi.
  • b) Islaha ve terbiyeye açık olmayan, ‘ikinci bir ‘nefs-i emmare’ veya ‘mecazi bir nefs-i emmare’ mertebesi.

Not: Bu son iki maddenin izahı ileriki sahifelerde gelecektir.

  1. Meylü’t-tefevvuk ile malûl kişi, kendisini nasıl ifade eder.

Hz. Üstadın Kastamonu Lâhikasında: “Bir kardeşimizin kusurunu görmediği münasebetiyle, onu ikaz için yazılmış ince bir meseledir’’ dediği mektubunda ‘Meyl-i tefevvuk’ duygusu ile malûl olan kişinin kendisini ortaya koyuş biçimi yine cephede bir savaş kurgusu içinde verilir. Şöyle ki:

 ‘’..On dakika zarfında, büyük bir mücahede-i manevîde, benim cephemde kırk ikilik bir top gibi düşmanlarıma atıp yol açtığı halde; o iki nefs-i emmarenin muvakkat bir gaflet fırsatında, hodgâmlık ve meyl-i tefevvuk gibi gayet zulümlü ve zulümatlı hissiyle, büyük bir şükür ve teşekkür yerine, “Ne için ben atmadım” diye en çirkin bir riya ve rekabet damarını hissettim.’’[76] Kastamonu Lahikası ( 234 )

Burada, ‘riya ve rekabet’ hissinin bir tezahürü mahiyetinde olan ve ’Ne için ben atmadım” cümlesiyle de ifade edilen ‘meylüttefevvuk’ virüsünün kimin damarında dolaştığına dair iki ihtimal var:

  • Birincisi: Mücerret olarak ‘meylütteffavvuk’ duygusunun ‘temsili’ bir şahıs olarak konuşturulmuş olma ihtimali.
  • İkincisi: Riya ve rekabet hissine kapılan, ikinci veya üçüncü şahıslar tarafından ‘’Ne için ben atmadım” diye düşünülmüş olması.

Fakat burada aslolan ‘riya ve rekabet’ düşüncesini çağrıştıran ’Ne için ben atmadım” fikrinin ve sözünün kimin tarafından söylenmiş olmasından ziyade, bu sözün hangi ortam ve şartlarda düşünülmüş veya söylenmiş olduğudur.

Yani Ne için ben atmadım” diyen kişi, büyük ölçüde nefsini terbiye, tezkiye ve ikna ederek, ‘büyük bir mücahede-i manevîde’ safını belli ederek düşman karşısında yerini almış.

Fakat atılan toplar ile düşmanın tarumar olduğunu görünce ‘büyük bir şükür ve teşekkür’ edeceği yerde, ‘riya ve rekabet damarıyla’ ’Ne için ben atmadım” demesi ‘meylütteffavvuk’ hastalığının ne kadar tehlikeli olduğunu göstermesi bakımından çok önemli bir temsildir.

Meylü’t-tefevvuk hastalığına karşı alternatif örnek davranış:

Meylü’t-teffavvuk hastalığına karşı, yaşanmış örnek bir davranış ve tavır, Hafız Ali abinin hattı ile ilgili olan mektuptur:

“Kardeşlerimizden İslâmköy’lü Hâfız Ali Efendi, kendine rakip olacak diğer bir kardeşimiz hakkında gösterdiği hiss-i uhuvveti çok kıymetdar gördüğüm için size beyan ediyorum: O zât yanıma geldi; ötekinin hattı, kendisinin hattından iyi olduğunu söyledim. O daha çok hizmet eder, dedim. Baktım ki; Hâfız Ali kemal-i samimiyet ve ihlas ile onun tefevvuku ile iftihar etti, telezzüz eyledi. 

Hem üstadının nazar-ı muhabbetini celp ettiği için memnun oldu. Onun kalbine dikkat ettim; gösteriş değil, samimî olduğunu hissettim. Cenab-ı Allah’a şükrettim ki, kardeşlerim içinde bu âlî hissi taşıyanlar var. İnşallah bu his büyük hizmet görecek.”

Bu mektupta hafız Ali abi: Rekabet, uhuvvet, samimiyet, meyl-üt tefevvuk, kardeşlerinin meziyetleriyle iftihar etmek, hatta kendisine rakip olabilecek bir kardeşinin meziyetiyle TELEZZÜZ etmek gibi çok önemli İHLÂS testlerinden başarıyla geçmiştir.

  Dördüncü ihlas düsturunda bu prensip şöyle ifade edilir. ‘’Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şâkirane iftihar etmektir. Yani: Kendi hissiyat-ı nefsaniyesini unutup, kardeşlerinin meziyat ve hissiyatıyla fikren yaşamaktır.’’[77]  

3.Meylü’t-tefevvuk hastalığının riyaya ve nifaka varan tehlikeli boyutları.

-Riyânın ve nifakın sath-ı mâili olan meyl-ütteffevvuk:

Isparta civarında İhlas Lem’aları neşredildiği zamanda, Hz. Üstad, ‘’iki küçük hadise münasebetiyle şiddetli bir ihtar kalbe geldi’’, diyerek Kastamonu Lâhikasındaki bir mektupta: 

Aziz Sıddık… Hâlis muhlis kardeşlerim, hırs-ı şöhret, hubb-u cah, makam sahibi olmak, emsaline tefavvuk etmek gibi hisler ve insanlara iyi görünmek tasannukârane, tekellüfkârane (layık olmadığı yüksek makamlarda görünmekle) insan RİYA eder”[78] diyor.

Demek ki ihlâs prensiplerine muhalif iki küçük hadisenin bile şiddetli bir ihtara sebep olması, vâkıanın ciddiyeti ve ehemmiyeti açısından çok önemlidir. Çünkü bu ikaza sebeb olan:

Emsal ve akranlar arasında geçen: Hırs-ı şöhret, Hubb-u cah, Makam sahibi olmak, Emsaline tefavvuk etmek yani meyl-üt tefavvuk, İnsanlara iyi görünmek, Tasannu ve tekellüfkârane (layık olmadığı yüksek makamlarda görünmekle) İnsan, riya’ya  düşebiliyor;

 Lem’alar’da ise konunun hassasiyeti ve nezaketi için verilen bir örnekte: “Baş, bir batman taşı kaldırdığı halde, GÖZ bir saçı kaldıramıyor”[79] denilmiş. Yani ihlas ve uhuvet prensiplerine ters düşerek EMSAL VE AKRANLAR ARASINDA bir saç ağırlığı kadar olan:

Hırs-ı şöhret, Hubb-u cah, Makam sahibi olmak, Emsaline tefavvuk etmek yani meyl-üt tefavvuk, insanlara iyi görünmek, tasannu ve tekellüfkârane (layık olmadığı yüksek makamlarda görünmekle) RİYA’nın sebeb olduğu, gaflete ve masiyete; sırr-ı ihlas, sırr-ı uhuvvet ve şahs-ı mânevinin bazı üniteleri dayanamıyor.

  • Ya sönüyor
  • Ya ölüyor
  • Ya da kayboluyor.

İşte bu ehemmiyetli sırlardandır ki, Hutbe-i Şamiye’de: “Evvelâ umûr-u uhreviyede hased ve müzahamet ve münakaşa olmadığından, (Bu hizmette her kim):

  1. Münakaşaya, rekabete kalkışsa ibadette riyave nifak etmiş gibidir.”[80]
  2. Riyakârlık (ise), fiilî bir nevi yalancılıktır. Dalkavukluk ve tasannu, alçakça bir yalancılıktır. Nifak ve münafıklık, muzır bir yalancılıktır. Yalancılık ise, Sâni’-i Zülcelal’in kudretine iftira etmektir.”[81]

4.Meylü’t-tefevvuk hastalığına maruz olan şahsın, ahlakına ve fiillerine yansıyan diğer tezahürleri:

Muhakemat’ın 11. Mukaddemesi’nde: Meyl-üt tefevvuk hastalığı, diğer yandaş duygular ile birlikte tahlil edilerek, günlük hayatta şahsın ahlakına ve fiillerine nasıl yansıdığı şu önemli cümleler ile ifade edilir:

 “İltizam-ı hilâf ve taassub-u bârid ve meyl-üt tefevvuk ve hiss-i tarafdarlık ve vehmini bir asla irca’ ile kendine özür göstermek, arzusuna muvafık olan zayıf şeyleri kavi görmek ve gayrın tenkisiyle kendi kemalini göstermek ve gayrı tekzib veya tadlil etmekle kendi sıdk ve istikametini ilan etmek gibi sefil ve süfli emirlerin menşei olan hubb-u nefis ile böyle makamlarda mugalata ederek çok bahaneler bulabilir.”   

 Metinin içinde geçen ‘meyl-üt tefevvuk’un’ diğer yandaş duygular ile birlikte tahlil edilişinin özetle ve daha sade bir dille kısa kısa izahları:

Meyl-üt tefevvuk, başkalarıyla ortaklaşa bir ‘anlama yolculuğu’ yerine, başkalarına üstün gelme arzusu ve eğilimi.

İltizam-ı hilaf, yani başka görüşlere, hele ki genel kabul gören görüş her ne ise, ona ille de muhalefet etme hastalığı.

Taassub-u bârid, yani meselelere hep, meşrebî ve ideolojik bir pencereden, bakıp,  farklı fikirlere bir türlü ısınmayan ‘soğuk bir taassup’

Hiss-i taraftarlık, meselelere takım tutar gibi bakmak. Yani, ‘ilkesel’ duruştan ziyade, ‘ilişkisel’ değerlendirmeler yapma.

Vehmini bir asla irca ile kendine özür gösterme, fehm’in değil vehmin eseri olduğunu vicdanen hissettiği fikrini temellendirme çabası.

Arzusuna muvafık olan şeyleri kâfi görmek, yani lehine-aleyhine diye ayırmadan bilgiyi tarafsızca toplayıp ondan sonra sıhhat ve önem sırasına göre de tasnif ederek bir değerlendirme ve yoruma ulaşacağı yerde, ‘işine gelene göre’ bir tercihte bulunmak. 

Gayrin tenkisiyle kendi kemalini göstermek, yani kendi işine bakacağı, kendi düşüncesinin eksiğini tamamlayıp olgunlaştırmaya çalışacağı yerde, başkalarını itham edip, onları itibarsızlaştırarak aradan sivrilmeye çalışmak.

Gayrı tekzib veya ta’dil etmekle kendi sıdk ve istikametini ilan etmek, başkalarına ilişmeden doğru yolda, doğru bir düşünce geliştirme çabası göstereceği yerde, başkalarını ‘yalancı’ ve hatta ‘sapkın’ göstererek, kendisini ‘sıdk ve istikamet eri’ olarak sunmak.

Sefil ve süflî diye tarif ettiği bu sekiz davranış kalıbının ‘menşei’ olarak ise, ‘hubb-u nefis’e dikkat çekiyor Bediüzzaman.”[82]  

5.Meylü’t-tefevvuk düşüncesinin asıl kaynağı olan nefsin ıslah ile terbiye edilebilir ve edilemeyen cihetleri.

Buraya kadar yapılan izahatlara göre ruhumuzun veya kalbimizin negatif sıfatları hükmünde olan ‘Meylü’t-tefevvuk’, Birinci ve hakikî olan nefs-i emmare’ ile ittifak ederek, ‘ikinci ve mecazî bir nefs-i emmarede ’ tahassün edip iskân ettiği anlaşılmaktadır.

Artık yeri ve işlevi belli olan bu manevî hastalığın asıl menşei olan ‘nefse’ baktığımız zaman, Hz. Üstadın ‘’Ben nefsim ile musalaha etmemişim. Çünkü terbiye etmemişim’’[83] cümlesinden nefisle mutlak mânada bir sulh ve mutabakat yapılamayacağını anlıyoruz.

Çünkü nasıl ki gözün görmek için, kulağın işitmek için verildiği  veya ‘’İradenin ibadetullah, zihnin marifetullah, hissin muhabbetullah ve latifenin müşahedetullah’’[84] için yaratılması gibi nâslardan, ‘nefsin de daima kötülükleri emretmek için’[85] tavzif edilmiş olduğunu öğreniyoruz.

Bununla beraber, kudsî kaynaklara ve R. Nur Külliyatını’nın tamamına baktığımız zaman, nefis ile irtibatlandırılan metinlerinden,  nefsin bir ‘terbiye edilebilen’ bir de ‘terbiye edilemeyen’ yönlerinin olduğu görüyoruz. 

Bu veriler ve tespitler müvacehesinde ‘nefsin hakikî ve mecazî’ mertebelerinin mahiyet ve hakikatlerinin iktiza ettiği hâl ve tavırlara bakıldığı zaman, bahsi iki katagoride tahlil etmek lazım geldiği anlaşılmaktadır.

a) Nefsin ve nefs-i emmarenin ıslaha ve terbiyeye açık olan,

b) Nefsin ve nefs-i emmarenin ıslaha ve terbiyeye açık olmayan mertebeleri

a) Nefs-i emmarenin ıslaha ve terbiyeye açık olan, mertebeleri 

Hz. Üstad R. Nur Külliyatı’nın muhtelif yerlerinde ‘Birinci ve hakiki olan nefs-i emmarenin’Islah ve terbiye edilebileceğini’ belirtilerek, bunun iki usulü veya metodunun olduğunu ifade eder.

  • Birincisi: Ehl-i tarikin metodu olan nefsi öldürerek tezkiye etmek.  
  • İkincisi: Hakikat meslek ve meşreplerinin ûsulü olan, nefsi ıslah ve terbiye ederek tezkiye

BİRİNCİSİ: Ehl-i tarikin nefsin şerrinden kurtulmak için, ‘nefsi öldürmek’[86] ûsulüyle yaptıkları terbiye ve tezkiye metodları genel olarak şu esaslara dayanır:

  • Fena fi-ş şeyh ve fena fi-r resul prensibi,[87]
  • Rabıtayı mevt metodu,[88]
  • Riyazet, uzlet, çile,[89]
  • Amel, ubudiyet, ibadet,[90]
  • Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk[91]

Hz. Bediüzzaman, tasavvuf ve tarikatın nefis terbiyesi ile ilgili bu kadîm geleneklerini, esasta reddetmeyerek, R. Nur meslek ve meşrebinin esaslarına ve de zamanın iktiza ettiği şartlara göre tecdit edip uyarlayarak,  sadece bazı hususî şahısların gidebileceği dar bir alandan çıkarıp, herkesin gidebileceği, cadde-i kübra alanına taşımıştır. Mesela:

  • Nefsi öldürmek yerine, ıslah, terbiye ve tezkiye etmeyi esas alır.
  • Fena fi-ş şeyh prensibi yerine, fena fil ihvanı prensibini tavsiye eder.
  • Rabıtayı mevti, tahayyülden çıkarıp, fikri ve ilmi bir boyuta taşır.
  • Riyazet ve uzlet esasları yerine, bu zamanın hükmü olarak, meşru daire ile iktifa etmeyi ve iktisatla yaşamayı tavsiye ederek; ‘’Meşru dairede rahatını isteyene itiraz edilmez’’[92] (der). 
  • Takvayı; menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek ve emir dairesinde hareket etmektir, şeklinde özetleyerek, farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen kurtulur, fetvasını verir.
  • Nafile ibadet, amel ve ubudiyet ile meşguliyetten ziyade, mantıkî bürhanlar ve ilmî hüccetler ile tahkiki ilim tahsilini esas alır.
  • Terk-i dünya, terk-i ukbâ gibi terkleri, dünyanın, varlığın ve eşyanın üçüncü yüzü olan kendine ve nefsine bakan cihetlerine hasreder.

İKİNCİSİ: Bediüzzaman Hz. hakikat meslek ve meşreplerinin bir usûlü ve esası olan, nefs-i emmareyi öldürmeden ıslah, terbiye ve tezkiye metodu için: ‘’Tarîkat berzahına girmeden (ve) maksud-u bizzât olan ilimlere ulûm-u âliyeyi okumaksızın îsal edici bir yol buldum ve bir parça aldım’’[93] der. Bilahare, ‘Nur Talebelerine’ daha bahsin bidayetinde şu önemli hatırlatmaları ve ikazları yaparak konuya giriş yapar.

Risale-i Nur terbiye etmiyor demeyiniz:

’Kardeşlerim! Dikkat ediniz; sizin nefs-i emmareniz, kıyas-ı binnefs cihetinde, sû’-i zan ve gurur noktasında sizi aldatmasın; Risale-i Nur terbiye etmiyor diye şübhelendirmesin.’’[94]

Çünkü ben ‘’Sizlerin kalb ve ruh ve aklınızı ittiham etmem. Risale-i Nur’un verdiği tesire binaen itimad ediyorum. Fakat nefs ve heva ve hiss ve vehim bazan aldatıyorlar.’’[95]

 Daha sonra da tasavvuf ve tarikat meslekleri ile medreseden ve ‘İlm-i Kelâm’ içinden çıkan, R. Nur meslek ve meşrebinin ‘nefis terbiyesi’ ile ilgili usûllerini mukayese yaparak şöyle der:

Mesela: ‘’Nakşibendîler, zikir hususunda ittihaz ettikleri zikr-i hafî sayesinde kalbin fethiyle, ene ve enaniyet mikrobunu öldürmeğe ve şeytanın emirberi olan nefs-i emmarenin başını kırmağa muvaffak olmuşlardır. Kezalik Kadirîler de zikr-i cehrî sayesinde tabiat tagutlarını tarümar etmişlerdir.’’[96]

Medreseden ve İlm-i Kelâm’ içinden çıkan, R. Nur meslek ve meşrebi ise: 

‘’Ehl-i velayetin amel ve ibadet ve sülûk ve riyazetle gördüğü hakikatlar ve perdeler arkasında müşahede ettikleri hakaik-i imaniye, aynen onlar gibi Risale-i Nur ibadet yerinde, ilim içinde hakikata bir yol açmış; sülûk ve evrad yerinde, mantıkî bürhanlarla ilmî hüccetler içinde hakikat-ül hakaika yol açmış;

ve ilm-i tasavvuf ve tarîkat yerinde, doğrudan doğruya İlm-i Kelâm içinde ve İlm-i Akide ve Usûl-üd Din içinde bir velayet-i kübra yolunu açmış’[97] diyerek, sahabe mesleği dediği ‘hakikat’ meslek ve meşreplerindeki nefis terbiyesinde, ehl-i tarik gibi ‘nefsi öldürerek’ değil, mantıkî bürhanlar ve ilmî hüccetler ile ‘nefsin tezkiye ve terbiye edilerek’ ‘hakikat-ül hakaika’ gidilebileceğini söyler.

 Bilahare ehl-i tarikin ‘nefsi öldürmesini’ çok doğru bulmayarak eleştirir. Çünkü: ’’Ehl-i velayet, çendan fena-i nefse muvaffak olurlar, nefs-i emmareyi öldürürler. Yine sahabeye yetişemiyorlar. Çünki sahabelerin nefisleri tezkiye ve tathir edildiğinden; nefsin mahiyetindeki cihazat-ı kesîre ile, ubudiyetin enva’ına ve şükür ve hamdin aksamına daha ziyade mazhardırlar. Fena-i nefisten sonra, ubudiyet-i evliya besatet peyda eder.’’[98] 

Yine aynı bahsin devamında ‘niçin nefsin öldürülmemesi lazım geldiğini’ şöyle izah eder:

’’Eğer insan yalnız bir kalbden ibaret olsaydı; bütün masivayı terk, hattâ esma ve sıfâtı dahi bırakmak, yalnız Cenab-ı Hakk’ın zâtına rabt-ı kalb etmek lâzım gelirdi. Fakat insanın akıl, ruh, sır, nefis gibi pek çok vazifedar letaifi ve hasseleri vardır. İnsan-ı kâmil odur ki:

Bütün o letaifi; kendilerine mahsus ayrı ayrı tarîk-ı ubudiyette, hakikat canibine sevketmek ile sahabe gibi geniş bir dairede, zengin bir surette, kalb bir kumandan gibi, letaif askerleriyle kahramanane maksada yürüsün. Yoksa kalb, yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp tek başıyla gitmek, medar-ı iftihar değil, belki netice-i ızdırardır.’’[99]  

R. Nur Külliyatı’nda ‘nefsi tezkiye ve terbiye’ esasları çok geniş bir yelpazede ele alınmıştır. Bunların tamamını nakletmek çalışma sınırlarımızı çok aşacağı için sadece bir kısmını nazara vermekle iktifa edeceğiz.

Bediüzzaman Hazretlerine göre nefsi öldürmeden yapılan, tezkiye ve terbiye esaslarının bazıları:

R. Nur Külliyatı’ndan tesbit edebildiğimiz kadarıyla ‘nefsi tezkiye ve terbiye esasları’; bazen izah, bazen ikna, bazen isbat, bazen ilzam ve iskat şeklinde olabildiği gibi bazen de, nasihat, münazara, mücadele, mücahede, muhavere, tefekkür ve ilmî müzakereler şeklinde de olduğu ve olabileceği nazara verilir. Mesela:

 -“Madem nefsim emmaredir. Nefsini ıslah etmeyen, başkasını ıslah edemez. Öyle ise, nefsimden başlarım “[100] diyen Bediüzzaman, sonra şöyle devam eder:

‘’Nefs-i emmareye emniyet edilemez.’’[101] Çünkü: “Nefis daima kötü şeylere sevkeder.”[102]

-‘’Nefsine acımak ve terbiye etmek, zararlı hevesattan men’etmektir.’’[103]

Nefsin tezkiye ve terbiyesinde en büyük esas: ‘’Nefs-i emmareyi gemlemekle bağlamak, ruhu kemalâta kamçılamakla’’[104] olur, diyen Nursi, nefis terbiyesi ile ilgili daha birçok ‘enfüsî’ prensipleri  nazara verdikten sonra, daha objektif ve daha küllî ve herkese göre bir cadde-i kübra olabilecek müşahhas örnekler ile tahkik ve tahlillerine devam eder. Mesela:

Nefislerin Kur’an ile tezkiyesi: 

Şualar’da Kur’an’ın her asırda: ‘’Hiç olmazsa yüz milyondan ziyade insanları terbiye ve nefislerini tezkiye ve kalblerini tasfiye’’[105] ettiğini belirterek,  Bakara suresinin üçüncü ayetinin tefsirinde bu tezkiyeyi şöyle izah eder:

 “Bunların biri tahliye تَخْلِيَه diğeri tahliye تَحْلِيَه ’dir. Tahliye, تَخْلِيَه tathir etmek ve temizlemektir.”… Kur’an-ı Kerim, (nefislerin tathir ve tezkiyesini) üç mertebesiyle zikretmiştir: Birincisi, şirki terk; ikincisi, maasiyi terk; üçüncüsü, masivaullahı terk etmektir.’’[106]

        Nefislerin nübüvvet nuru ile tezkiyesi:

İki cihanın bir güneşi ve Nur-u ismiyle müsemma olan ‘’Ümmi bir zâtın (A.S.M.) ef’al ve akval ve ahvalinden çıkan İslâmiyet; her asırda üçyüz milyon insanın rehberi ve mercii ve akıllarının muallimi ve mürşidi ve kalblerinin münevviri ve musaffisi ve nefislerinin mürebbisi ve müzekkisi ve ruhlarının medar-ı inkişafı ve maden-i terakkiyatı olmuştur.’’[107] 

Bu terbiye ve tezekki: ’Değil zahirî bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalbleri, nefisleri fetih ve teshir ediyor. (O, Ümmi Zât) Mahbub-u kulûb, muallim-i ukûl, mürebbi-i nüfus, sultan-ı ervah olmuştur.’’[108]   

Aklın tahkik, tefekkür ve külli bir nazar ile tezkiyesi

‘’Ukûl-ü selime yanında muhakkaktır ki, (aklı ikna ve) tezkiye eden, nazar-ı hikmet ve istikra-i tâmmdır.’’[109]  

   ’insanın vücudunun maddî ve manevi dairelerdeki tezkiyesi

‘’insanın vücudunda birkaç daire vardır. Çünki hem nebatîdir, hem hayvanîdir, hem insanîdir, hem imanî. Tezkiye muamelesi bazan tabaka-i imaniyede olur. Sonra tabaka-i nebatiyeye iner.’’[110]

  • İmanın tezkiyesi; kalbin batıl inançlardan temizlenmesi,
  • İnsanî cihetin temizlenmesi,insan aklının yanlış düşüncelerden, hatalı fikirlerden uzak tutulması demektir.
  • Nebatiyet ciheti ise, insanın helal rızıklarla beslenmesiyle tezkiye edilmiş olur.[111]

      Nefislerin musibetler vasıtasıyla tezekki etmesi:

Lem’alar da nakledilen, En’âm Sûresinin bir âyetinin beyanına göre: ‘’Onlara ihtar ettiğimiz ders ve nasihatı unuttukları ve amel etmedikleri vakit, onları tutup musîbet altına aldık.’’[112] ‘’âyetinin uzaktan uzağa bir mânâ-yı işârîsi bize de bakıyor. Ehl-i dalâlet için nâzil olan bu âyet onlara azaptır. Fakat bizim için terbiye-i nüfûs ve keffáretü’z-zünûb ve tezyîd-i derecât için şefkat tokadıdır.’’[113]

Söz dinlemeyen ‘zalim nefislerin’ veya nefis mertebelerinin musibetler vasıtasıyla ‘terbiye edilişinin’, darb-ı mesel olmuş bir başka metodu ise: ‘’Zâlim, Allah’ın kılıcıdır; onunla başkalarını cezalandırır, sonra da onu cezalandırır’’[114] kaidesidir.  

     Nefsin tezkiye ve terbiye ile bütün hissiyatların üstüne çıkabileceği:

 Hz. Üstad Sözler’de; nefsin terbiyeye açık olan cihetinin, eğer hakikat meslek ve meşreplerinin usûl ve esaslarıyla terbiye edilebilirse, ‘nefs-i insaniyenin’ akıl, kalp ve ruh dahil bütün hissiyat-ı insaniyenin ‘fevkine çıkabileceğini’ söyler.

’Nasıl toprak suya, havaya, ziyaya nisbeten kesafetli, karanlıklıdır; fakat masnuat-ı İlahiyenin bütün enva’ına menşe’ ve medar olduğundan bütün anasır-ı sairenin manen fevkine çıktığı gibi.. hem kesafetli olan nefs-i insaniye; sırr-ı câmiiyet itibariyle, tezekki etmek şartıyla bütün letaif-i insaniyenin fevkıne çıkabilir.’’[115]  

b) Nefsin ve nefs-i emmarenin ıslaha ve terbiyeye açık olmayan, mertebelere geçiş sürecinde takındığı ve izhar ettiği hâl ve tavırları.

Hz Üstad eserlerinde ‘nefsin ve nefs-i emarenin’ bütün şeraretiyle beraber: terbiye ve tezkiye ile söz dinlediği, razı olduğu, ikna olduğu itaat ettiği, akla tâbi olduğu gibi özelliklerini sayarken, ikinci nefs-i emmare boyutuna geçen mecazî nefsin;  akıl ve kalbin sözlerini dinlemediği ve anlamadığı gibi irade-i cüz’iyye’nin veya cüz’i ihtiyari’nin de kontrolüne girmediğini söyler.

Nefis ve Enaniyet ayırımı:

Mektubat’da asıl itibariyle ve fıtraten ıslaha açık olan nefsin terakki basamaklarında seyr-i süluk ederken, kontrolden çıkarak niçin söz dinlemez hâle geliş safhası şöyle izah edilir: ’’Bazan olur ki, nefs-i emmare, ya levvameye veya mutmainneye inkılab eder; fakat silâhlarını ve cihazatını a’saba devreder. A’sab ve damarlar ise, o vazifeyi âhir ömre kadar görür. Nefs-i emmare çoktan öldüğü halde, onun âsârı yine görünür. Çok büyük asfiya ve evliya var ki, nüfusları mutmainne iken, nefs-i emmareden şekva etmişler.

(Çünkü artık bu safhada kör hissiyatın içine girip saklanan nefs-i emmare aklın ve kalbin sözlerini dinlemiyor ve anlamıyor ki ıslah olsun ve itaat etsin. Bu hakikate binaen)

Size hücum eden nefsiniz ve emraz-ı kalbiniz değil, belki mücahedenin devamı için beşeriyet itibariyle a’saba intikal eden ve terakkiyat-ı daimîye sebebiyet veren, dediğimiz gibi bir halettir.’’[116] 

Şuala’da yer alan diğer bir mektupta  ise a’saba intikal eden ve terakkiyat-ı daimîye sebebiyet veren bu ‘haletin’ ne olduğunu ifade ve tarif için  ‘Nefis ve Enaniyet ayırımı’ yapılır.

’Ben burada hilaf-ı me’mul ihtilafınızı ve enaniyetinizi nefs-i emmareye vermiyorum ve Risale-i Nur şakirdlerine yakıştıramıyorum; belki nefs-i emmaresini terkeden evliyalarda dahi bulunan bir nevi muvakkat enaniyet telakki ediyorum’’[117] cümlesine göre nefs-i emmareden sonra ortaya çıkan halete yeni bir tanımlama getirilmiş oldu. Buna göre nefs-i emarenin öldürülmesinden sonra ortaya çıkan nefsin hükmünün iki temel esasa istinat eden dört yeni ismi olmuş oldu.

         Temel esaslar:

  1. ‘Mektubat’tan iktibas ettiğimiz ’Bazan olur ki..’’ cümlesiyle ifade edilen ‘Bazan/Baziyetir’. (Yani her zaman değil)
  2. Şualar’dan iktibas ettiğimiz ‘bir nevi muvakkat enaniyet’ cümlesiyle ifade edilen ‘enaniyetin hükmünün muvakkat’ oluşudur.

Nefs-i emare’nin öldürülmesinden sonra ortaya çıkan  yeni versiyonunun isimleri ise:

  • İkinci bir nefs-i emmare
  • Mecazî bir nefs-i emmare
  • Kör hissiyat
  • Ve enaniyettir.

Tam ıslah kabiliyeti olmayan, İkinci nefs-i emare mertebesindeki duyguların ve hissiyatın zararlarını asgariye indirebilmek için:

Yukarıda zikredilen tespitlere göre isimleri ne olursa olsun nefs-i emarenin öldürülmesinden sonra ‘adeta tenasühle’ mahiyet değiştiren bu duyguların ortak bir özelliği, akıl ve kalbin sözlerini dinlememek ve anlamamak olduğu gibi irade-i cüz’iyye’nin veya cüz’i ihtiyari’nin de kontrolüne girmemektir.

Diğer bir ortak özellik ise: Nefs-i emmarenin öldürülmesinden sonra; mecazî bir mahiyete inkılab eden ikinci bir nefs-i emmare, kör hissiyat ve enaniyet gibi hissiyatların sabit karakterli olmayıp, ‘hükümlerinin muvakkat ve mecazî’[118] olmasıdır. 

Burada ikinci bir nefs-i emmarenin sıfatlarının ve tesirlerinin ‘muvakkat mecazî ve zayıf’ olması vurgusuyla,  Kur’an’da şeytanların hilelerinin zayıflığı ve her zaman şeytanı dinleyen nefsin desiseleri arasında bir irtibat kurulur.

  1. Bu irtibata göre: Nisâ suresinde ’şeytanın hilesinin pek zayıf ’’[119] olduğu haber verilir.
  2. Şeytanı dinleyen mecazî nefsin de sıfatlarının ve hükümlerinin muvakkat mecazî ve zayıf’ olduğuna dikkat çekilir.

Bu kurulan irtibata göre, nefsin ve ‘’Şeytanın hilesinin pek zayıf ’’ olmasına dikkat çekilmesiyle, sanki ehl-i iman, onların ‘zayıf ve muvakkat’ olan hilelerine ‘hakta sebat’ ederek biraz mukavemet etseler onların oyunlarının çoğu bozularak, zararlarının asgariye inebileceğine işaret edilir.

Çünkü Münazarat’ta ‘’Çabuk yeise inkılâp eden hamiyet, hamiyet değildir’’ denilerek biraz daha gayret vurgusu yapılır. 

Hz. Üstad ‘hükümleri muvakkat ve mecazî’ olan bu hissiyatların zararlarından halâs olmak veya asgariye indirmek için eserlerinde daha birçok psikolojik tahliller yaparak, bazı tekliflerde ve tavsiyelerde bulunur. Mesela:

’ikinci nefs-i emmarede şuursuz kör hissiyat bulunduğu için, akıl ve kalbin sözlerini anlamıyor ve dinlemiyor ki, onlarla ıslah olsun ve kusurunu anlasın. Yalnız tokatlar ve elemler ile nefret edip veya tam bir fedailikle her hissini maksadına feda etsin. Ve Risale-i Nur’un erkânları gibi herşeyini, enaniyetini bıraksın.’’[120]

Kastamonu Lâhikası’dan iktibas ettiğimiz bu mektupta, ’ikinci nefs-i emareye inkilab etmiş hissiyatın’ zararlarından kısmen de olsa kurtulmak veya asgariye indirmek için üç tane tespit yapıldı:

  1. Şuursuz ve kör hissiyatın: Girmiş olduğu yanlış yoldan, yalnız tokatlar ve elemler ile nefret etmesi.
  2. Veya tam bir fedailikle her hissini maksadına feda etmesi.
  3. Risale-i Nur’un erkânları gibi herşeyini, enaniyetini bırakması.

1.Yalnız tokatlar ve elemler:  Yukarıda ‘tezkiye’ bahsinde En’âm Sûresinin 44. âyetinin meali nakledilerek: ‘’Onlara ihtar ettiğimiz ders ve nasihatı unuttukları ve amel etmedikleri vakit, onları tutup musîbet altına aldık.’’[121]

‘’âyetinin uzaktan uzağa bir mânâ-yı işârîsi bize de bakıyor. 

Ehl-i dalâlet için nâzil olan bu âyet onlara azaptır. Fakat bizim için terbiye-i nüfûs ve keffáretü’z-zünûb ve tezyîd-i derecât için şefkat tokadıdır’’[122] denilmişti.

Bu mânayı Ziya Paşa ‘’Nush İle uslanmayanı etmeli tekdir. Tekdir İle uslanmayanın hakkı kötektir’’ diyerek çok güzel özetlemiş.

2.Veya tam bir fedailikle her hissini maksadına feda etmek: 

Hz. Üstad Lem’alar’da her hissini maksadına feda etmeyi bir hâdise münasebetiyle şöyle ifade eder: ‘’Sıkıntı veya ruh darlığından veya titizlikten veya nefis ve şeytanın desiselerine kapılmaktan veya şuursuzluktan, arkadaşlardan sudûr eden fena ve çirkin sözleriyle birbirine küsmesinler ve “Haysiyetime dokundu” demesinler. Ben o fena sözleri kendime alıyorum. Damarınıza dokunmasın. Bin haysiyetim olsa, kardeşlerimin mabeynindeki muhabbete ve samimiyete feda ederim.’’[123]

‘’Nefis ve şeytan, sizi kardeşinize karşı itiraza ve haklı olarak tenkide sevkettiği vakit deyiniz ki: “Biz değil böyle cüz’î hukukumuzu, belki hayatımızı ve haysiyetimizi ve dünyevî saadetimizi, Risale-i Nur’un en kuvvetli rabıtası olan tesanüde feda etmeye mükellefiz.’’[124]  

Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi bu fedailiği şu veciz cümle ile ifade eder: “İslâm, bugün öyle mücahidler ister ki; değil dünyasını, âhiretini dahi feda etmeye hazır olacak.”[125]

3.Risale-i Nur’un erkânları gibi her şeyini, enaniyetini bırakmak: 

R. Nur Külliyatı’nda ‘Enaniyet’ ile ilgili çok farklı başlıklar var. Fakat biz konu bağlamında ve ‘niçin enaniyeti bırakmak’ lazımdır sorusuyla ilgili bahisleri iktibas ederek müzakereye devam edeceğiz. Yine ana temamız ’ikinci nefs-i emmarede şuursuz kör hissiyatın’ zararlarından kısmen de olsa kurtulmak veya asgariye indirmek olacak. Mesela:

‘Enaniyet’ asrı olan; ‘’Bu zaman, ehl-i hakikat için, şahsiyet ve enaniyet zamanı değil. Zaman, cemaat zamanıdır’’[126] diyen Bediüzzaman, yukarıda ‘kör hissiyatın’ tesiriyle düşünülen  ‘enaniyetli’ bir tavır ile ilgili şu örneği vermişti:

“Ne için ben atmadım” düşüncesine ‘meyl-i tefevvuk’ demişti. Bu kalbî hastalığın izalesi veya tesirinin asgariye indirilmesi için Kastamonu Lâhikasında şu noktalara dikkat çekilir:

İnsan: ‘’emsaline tefevvuk etmek gibi hisler ..ile riya eder. Risale-i Nur şakirdleri ene’yi nahnü’ye tebdil ettikleri, yani enaniyeti bırakıp, Risale-i Nur dairesinin şahs-ı manevîsinin hesabına çalışması, ben yerine biz demeleri ve ehl-i tarîkatın “fena fi-ş şeyh” ve “fena fi-r resul” ve nefs-i emmareyi öldürmek gibi riyadan kurtaran vasıtaların bu zamanda birisi de “fena fi-l ihvan” yani şahsiyetini kardeşlerinin şahs-ı manevîsi içinde eritip öyle davrandığı için, inşâallah ehl-i hakikatın riyadan kurtulmaları gibi, bu sır ile onlar da kurtulurlar.’’[127]

İkinci örnek ise; Yirmi Birinci Lem’a’da nazara verilen: ‘Güzel bir hakikat-ı imaniyeyi muhtaç bir mü’mine bildirmek ki; mümkün ise, nefsinize bir hodgâmlık gelmemek için, istemeyen bir arkadaş ile yaptırması hoşunuza gitsin.

 Eğer “Ben sevab kazanayım, bu güzel mes’eleyi ben söyleyeyim” arzunuz varsa, çendan onda bir günah ve zarar yoktur. Fakat mabeyninizdeki sırr-ı ihlasa zarar gelebilir.’’[128] 

Verilen örneklerde benliğin ortaya konulması ekip ruhuna ve ihlas sırrına aykırı olduğu cihetle çok sakıncalı görülür. Çünkü: ‘riya ve rekabet damarıyla ne için ben atmadım” diyen kişi, ‘nifak’ sath-ı mailine yuvarlanmıştır.

 “Ben sevab kazanayım, bu güzel mes’eleyi ben söyleyeyim” diyen kişi ise ‘tefani sırrına’ ve ekip ruhuna muhalefetle, ‘mabeynimizdeki sırr-ı ihlası’ riske atmıştır. ‘Mabeynimizdeki sırr-ı ihlas’ sevap ve günah denklemine endeksli değildir.

Çünkü: ‘’ihlas ve hakperestlik, Müslümanların nereden ve kimden olursa olsun istifadelerine tarafdar olmaktır. Yoksa, “Benden ders alıp sevab kazandırsınlar” düşüncesi, nefsin ve enaniyetin bir hilesidir.’’[129]

Hz. Üstad hep bu makamlarda ekip ruhuna vurgu yaparak, ‘’Ey enesi çifteli, kafası da kibirli! Şu mizanı bilmeli’’[130] diyerek şunları söyler:

‘’Etrafına toplandığımız hizmet-i Kur’aniye, ene’yi kabul etmiyor. “Nahnü” istiyor. “Ben demeyiniz, biz deyiniz” diyor.’’[131] 

Bunun için: ‘’Ey zîhâssa-i meşhure! Taayyünle zulmetme, ger perde-i hafanın altında sen kalırsan, ihvanına verirsin ihsan ve bereketi… Eğer taayyün edip perde altından çıksan, mükrim iken altında; üstünde zalim olursun. Güneş iken orada; burada gölge edersin.’’[132] 

Sünuhattaki diğer bir cümlede ise şahs-ı manevinin teşekkülü veya cemaat ruhunun tevellüd edebilmesi için: ‘Enelerin nahnüye inkılab  ve mezc  ettirilmesi lazım olduğu nazara verilir.[133]

Bu kudsî manaların asıl kaynağı olan bir hadis-i şerifte,  ekip ruhunun ehemmiyeti şöyle beyan edilir: “Allah bir ok sebebiyle üç kişiyi cennete koyacağını. (buyurur.) Onu yaparken sevabını Allahtan bekleyen sanatkârı. Onu atan okçuyu. Ve onu okçuya vereni.”[134]

  1. Nefse ait hissiyatların nazar, niyet ve eğitimle mahiyetlerinin değiştirilmesinin mümkün olduğu.

Dokuzuncu Mektup’ta belirtildiği gibi: ‘’insanda binlerle hissiyat var. Herbirisinin aşk gibi iki mertebesi var. Biri mecazî, biri hakikî.’’[135] ‘’Nazar ile niyetin, mahiyet-i eşyayı tağyir ettiği’’[136] kaidesine göre insandaki hissiyatların da mecazî mertebeleri, hakikî mertebelere inkılab ettirilebilir.

Çünkü Nefs-i emmare’nin sıfatlarının ve askerlerinin öldürülmeden de tezkiye ve tathir edilerek, ‘Nefsin mecazî bir mahiyete inkılab ettirilmesinin mümkün olduğu yukarı sahifelerde genişçe izah edilmişti.[137]

 Bununla beraber Lem’alar’da belirtildiği gibi, Nefse ait bazı hissiyatlar akıl ve kalbin sözlerini dinlemediği ve anlamadığı gibi irade-i cüz’îyye veya cüz’î ihtiyarî’nin de emrine girmezler.

Çünkü ‘Nefse’ ait (aşk gibi) bazı hissiyatların hükümleri ve işleyiş biçimleri, ‘ihtiyarî’ olmadığı halde, ‘ihtiyar’ ile yüzlerinin bir yönden diğer bir yöne çevrilerek bir cihetle mahiyetlerinin değiştirilmesinin mümkün olduğu üzerinde durulur.  

Bahsin devamında insanlardaki hissiyatların, zayıf ve mecazî olan yüzlerinin, kuvvetli ve hakikî olan yüzlerine çevrilerek, bir cihetle mahiyetlerinin değiştirilmesinin mümkün olduğu, Sözler ve Mektubat’ta ‘Muhabbetin mecazî ve hakikî yüzleri’  örnekliği üzerinden şöyle izah edilir:

 ‘’Muhabbet, çendan ihtiyarî değil. Fakat ihtiyar ile, muhabbetin yüzü, bir mahbubdan diğer bir mahbuba dönebilir. Meselâ: Bir mahbubun çirkinliğini göstermekle veyahut asıl lâyık-ı muhabbet olan diğer bir mahbuba perde veya âyine olduğunu göstermekle, muhabbetin yüzü, mecazî mahbubdan hakikî mahbuba çevrilebilir.’’[138] 

Nefis terbiyesinin birçok farklı cihetlerini tahlil eden Nursî bir eserinde ‘Ben vaizleri dinledim. Nasihatları bana tesir etmedi. Düşündüm. Kasavet-i kalbimden başka üç sebeb buldum’’[139] diyerek önce hitabet tekniği açısından üç tane temel özellik saydıktan sonra, Mektubat’ta bahsi daha pedogojik bir formata taşıyarak yaptığı tahlillerde; fıtrî duygu ve  hissiyatlarımızın ‘öldürülmeden’ nazar, niyet ve eğitim ile mahiyetlerinin değişebileceğine dair çok kıymetli tesbitler ve tavsiyeler yapar. Mesela:

 ‘’Nâsihlerin nasihatları şu zamanda tesirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki: Ahlâksız insanlara derler: “Hased etme! Hırs gösterme! Adavet etme! İnad etme! Dünyayı sevme!” Yani, fıtratını değiştir gibi zahiren onlarca mâlâyutak bir teklifte bulunurlar. Eğer deseler ki: “Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecralarını değiştiriniz.” Hem nasihat tesir eder, hem daire-i ihtiyarlarında bir emr-i teklif olur.’[140] 

 Nursî, nefsi ve nefsin askerlerini öldürmek yerine, nazar, niyet ve eğitim ile mahiyetleri tebdil edilerek aklın, kalbin, ruhun emrine verilerek bütün hissiyatların fevkine çıkabileceğini söyler.     

  1. Meyl-üt tefevvuk’un sosyal hayata bakan cihetleri :

 Muhakemat’ın Sekizinci Mukaddemesi’nde, Meyl-üt tefevvuk’un hakka değil kuvvete istinat ederek dış dünyaya olan yansımaları şöyle ifade edilir:

“Vaktã ki mâzi derelerinde hükümfermâ olan garaz ve husumet ve meyl-üt tefevvuku tevlid eden hissiyat ve müyulat ve kuvvet idi. O zamanın ehlini irşad için iknaiyat-ı hitabiye kâfi idi. Zira hissiyatı okşayan ve müyulata tesir ettiren, müddeayı müzeyyene ve şaşalandırmak veyahut hâile (trajedi tarzında tiyatro eseri) veya kuvve-i belâgatle hayale me’nus kılmak, bürhanın yerini tutar idi. 

Fakat bizi onlara kıyas etmek, hareket-i ric’iyye ile o zamanın köşelerine sokmak demektir. Herbir zamanın bir hükmü var. Biz delil isteriz, tasvir-i müddea ile aldanmayız”[141]

Bu Sekizinci Mukaddeme’de meyl-üt tefevvukun, garaz ve husumet gibi iki ortağına daha dikkat çekilerek her üçünün de neşvü nema buldukları zeminin KUVVET olduğu belirtiliyor. Bunlar:

  • Süflî hissiyat, 
  • Gayr-ı meşru meyiller, 
  • Kuvvetlinin haklı ve üstün olduğu düşüncesi.

Özelliklede KUVVET kavramına vurgu yapılarak, kuvvet hakkın emrinde olmaz da, kuvvetlinin haklı olduğu esas alınırsa o zeminden garaz, husumet ve meyl-üt tefevvuk gibi istibdat meyvelerinin tevellüd ederek bizi vahşetin ve zulmün hâkim olduğu mazi derelerine götüreceği, hâlbuki istikbalde yalnız ve yalnız, kuvvete değil hakka istinat edenlerin yükseleceği Münazarat’ta şöyle anlatılır:

“Zaman-ı meşrutiyetin zenbereği, ruhu, kuvveti, hâkimi ağası, haktır, akıldır, marifet’tir, kanundur, efkârı ammedir;  kimin aklı keskin, kalbi parlak olursa, yalnız o yükselecektir. İlim yaşını aldıkça tezayüt, KUVVET ihtiyarlandıkça tenakus ettiklerinden, KUVVETE istinat eden Kurûn-u Vustâ hükümetleri inkıraza mahkûm olup, asr-ı hazır hükümetleri ilme istinat ettiklerinden, Hızırvâri bir ömre mazhardırlar.[142] 

Bu metinlerden anlaşıldığı kadarıyla, hem ferd olarak insanı, hem de fertlerden meydana gelen toplumları ve devletleri, ayakta tutacak olan hak, adalet ve fazilettir. Hakkın yerine kuvvet ve istibdat hâkim olursa oradan, süfli hissiyat, gayrı meşru meyiller, enaniyet, unsuriyet, meyl-üt tefevvuk ve zulüm doğmaktadır. 

  1. İhtilaf’ı tetikleyen bir duygu olarak ‘Meylüt-teffavvuk:

Burada dâhilî düşmanlarımızın en büyüklerinden birisinin ‘menfi ihtilaf’ olduğu açıktır. Her kalbi ve manevi hastalık gibi ‘menfi ihtilafın da’ arka planına ve ortaya çıkış sebeplerine baktığımız zaman ‘meylütteffavvuk’ ile doğrudan veya dolaylı irtibatlı olduğunu görüyoruz.

Çünkü Muhakemat’ta; ‘Meyl-üt tefevvuk’ düşüncesine sahibi olan kişi, “İltizam-ı hilâf’ fikriyle neredeyse genel kabul gören bütün görüşlere muhalefet etmeyi, şuuraltı bir reflekse dönüştürmüştür.

Hz. Üstad, ‘Meyl-üt tefevvuk’ düşüncesiyle herkesin fikrine muhalefet yapan şahsa; “Herkesin bir fikri var. Başkası (nın düşüncelerine) haşerat nazarıyla bakmakla ihtilaf çıkarma’’ der.

Çünkü “Dinî cemaatlar maksadda ittihad etmelidirler. Mesalikte ve meşreblerde ittihad mümkün olmadığı gibi, caiz de değildir.  Zira taklid yolunu açar ve “Neme lâzım, başkası düşünsün” sözünü de söylettirir.”[143]
Aynı mâna Tulûat’ta biraz daha netleşir: “Teşarük, maddiyatta eseri azimleştirir, fevkalede yapar; maneviyatta ve efkarda adileştirir, belki çirkinleştirir.”[144]

 Araştırmacı yazar, Metin Karabaşoğlu, ‘İhtilaf ahlakını’ şu veciz cümle ile özetlemiş: “İhtilaf bir realitedir, bir imkândır, hatta bir zarurettir[145]

Efendimiz (as)’ın ihtilaf ile ilgili kabul edilmeyen duası:

Efendimiz (as) bir hadis-i şeriflerinde ihtilaf ile ilgili buyuruyor ki: “Ümmetimden dört şey kaldırılması için Allah’a dua ettim. Rabb Teâla bunlardan ikisini kaldırdı, diğer ikisini kaldırmadı. Ben ümmetimden:

  • Gökten taş yağması, 
  • Yerin yarılması,
  • Aralarında ayrılıklara düşüp parçalanmamaları. (ve),
  • Birbirlerinden sıkıntı azabı çekmeleri şekline gelebilecek cezaların kaldırılmasını dilemiştim.

Allah taş yağma ve yer yarılma cezalarını kaldırdı, diğer ikisini kaldırmaktan imtina etti.”[146]

Bu tesbitlere göre; ihtilafların tamamen bitmesi ve her konuda ittihad ve ittifakın yüzde yüz sağlanması zor gibi görünüyor. Yani sıfır ihtilaf, yüzde yüz ittihad ve ittifak bir ideal, bir hedef olabilir. Fakat o hedefe doğru koşulabileceği, ama o hedefe ulaşmanın şart olmadığı anlaşılıyor.

İkinci olarak da: Yirmi İkinci Mektup’ta: اِخْتِلاَفُ اُمَّتِى رَحْمَةٌ hadis-i şerifindeki, ihtilafın her zaman kötü bir şey olmadığı, bilakis hakkın taharrisinde bir rahmete vesile olabileceğine işaret edilerek şöyle denilmiş:

“Hadîsteki ihtilaf ise, müsbet ihtilâftır. Yani: Herbiri kendi mesleğinin tamir ve revacına sa’yeder. Başkasının tahrib ve ibtaline değil,… Hak namına, hakikat hesabına olan (ihtilaf) ise; maksadda ve esasta ittifak ile beraber, vesailde ihtilaf eder. Hakikatın her köşesini izhar edip, hakka ve hakikata hizmet eder.”[147]

Çünkü: “Maide suresinin 48. âyetinde: (ey Musa’nın, İsa’nın, Muhammed’in ümmetleri) sizden biriniz için bir şeriat, bir yol tayin ettik. Eğer Allah dileseydi (hepinizi bir şeriata tabi) bir tek ümmet yapardı. Fakat o, size verdiği (muhtelif şeriatlar dairesi) nde sizi imtihan etmek için (ayırdı). Öyle ise (hepiniz) hayırlı işlerde birbirinizle yarış edin” diye buyrulmuş.

Meyl-üttefevvuk  ve diğer emsali hastalıklara Hz. Üstadın teklif ettiği çare ve çözüm yollarından bazıları: 

Birincisi: Meyl-üt teffavvuk hastalığına karşı, mesailerin tanzimi ve  teşrik-i mesai sırrıyla hareket etmek:

Üstad Hz. Muhakemat isimli eserinin Altıncı Mukaddemesinde teşriki mesai ve mesailerin tanzimi sırrına muhalefet etmeyi, şeriat-ı fıtriyeye muhalefet sayıp abes ile iştigal addetmiştir. Ve bu konuda hülâsaten şu görüşlere yer vermiştir:

  • “Cenab-ı Hak hilkat-ı âlemde câri olan TAKSİMÜ-L ÂMÂL kaidesiyle meydana gelen, terakki ve tekâmülden, marzî-i İlâhînin bu tarz olduğunun işaretlerini vermektedir. 
  • Mesela: Cumhuriyetçi karıncalar ve iş bölümünün piri olan arıların hayat tarzları en güzel fıtri modellerdir.
  • Çünkü inayet-i İlâhiyenin şartı evveli taksimü-l âmâl ve mesailerin tanzimi kaidesi olan şeriat-ı fıtriyeye riayeti emretmektedir.
  • Ve insanın mahiyetine ekmiş olduğu istidat ve meyillerine göre şeriat-ı fıtriyenin farz-ı kifayesi olan, fenlerin ve sanatların sanayiini öğrenip icra ve tatbik etmektir. 
  • Böyle fıtrata uygun olan MANEVÎ bir EMİR  vermişken, suiistimal ederek, o istinat ve kabiliyetlerden doğan, meyillere kuvvet verici olan ŞEVKİ ve şu yalancı ve de riyakârlığın başı olan MEYLÜTTEFFAVVUK ile zayi edip söndürdük. 
  • Elbette isyan eden Cehenneme müstahak olur. Bizi bu azaptan kurtaracak olan TAKSİMÜ-L ÂMÂL ve MESAİLERİN TANZİMİ kanunuyla amel etmektir. Zira seleflerimiz taksimü-l âmâl kanununa ittiba ile ilim cennetlerine dâhil olmuşlardır.”[148]

Onun için Efendimiz (as) bir hadis-i şeriflerinde: taksimü-l âmâl ve teşrik-i mesa-i sırrı ve kanunun marzî-i İlâhî olduğunu şöyle ifade eder: “Allah bir ok sebebiyle üç kişiyi cennete koyacağını. (buyurur.)

  • Onu yaparken sevabını Allahtan bekleyen sanatkârı.
  • Onu atan okçuyu. 
  • Ve onu okçuya vereni.”[149]

İkincisi: Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin , Kur’an eczanesinden aldığı ve bizi ‘Atâlet Zindanından’ ve hastalıklarından kurtaracak ilaçların ve tiryakların bazıları şunlardır:  

  1. Yeis hastalığına karşı: El emel (Ümidimizi kesmemek)
  2. Meyl-ül tefevvuk hastalığına karşı: Menfi rekabetin kaldırılması.
  3. Aculiyete karşı: Çalışmada merhalelere riayet ve sabırlı olma ihtiyacı. 
  4. Fikr-i infiradi ve tasavvur-u şahsi hastalığına karşı: Kollektif çalışma şuuru.
  5. Başkasının tekâsülünü örnek almak yerine: “Başkasının kusuru insanın kusuruna senet ve özür olamaz” prensibiyle hareket etmek.
  6. İşi birbirine bırakmak olan “havalecilik” yerine: Vazifeye sahip çıkmak.
  7. Allah’ın vazifesine karışmak yerine: Sana emredileni dosdoğru yapmak.
  8. Son olarak da: umum meşakkatin anası ve umum rezaletin yuvası olan “meylü’r-rahat” yerine: Çalışmanın ve gayretin esas alınmasıdır.

Bu kısa ama çok ehemmiyetli tesbit ve teşhisler bu zamandaki, hem ferdin, hem de sosyal hayatın manevî hastalıklarına ve ihtiyaçlarına çok önemli çereler ve çıkış yolları göstermesi bakımından tiryak kıymetinde ve ehemmiyetinde manevî reçete ve ilaçlardır.

Sonuç: 

 ‘Isparta kahramanlarının’ temel özelliklerinin tespitiyle başlayan bu çalışmada, Kur’an talebelerinin ve hizmetkârlarının,  iman ve Kur’an hizmetleri esnasında  maruz kaldıkları, haricî ve dahilî engellerin nasıl aşılacağına dair  soruları Kitap, Sünnet ve R. Nur kaynaklarına göre tahkik ve tahlil edilerek nazara verilir.

Makalenin İkinci yarısında Kur’an talebelerinin, hizmetlerini ifa ederken  karşılaştıkları haricî ve dahilî manialardan  daha sinsi ve tehlikeli sayılan, aynı zamanda, Altıncı Desise-i Şeytaniye’ olarak da tarif edilen, ‘’insandaki tenbellik ve tenperverlik ve vazifedarlık’’[150] damarıyla, ‘zindan-ı atâlet’ berzahına nasıl düştükleri üzerinde durulur.  

Esasında Fatiha’nın tefsirinde uzunca izah edilen ve ’’Re’s-ül malımız olan istidadlarımızın’’[151] ve ‘hislerimizn doğru yönetilip, yönetilmemesiyle’ ilgili olan bu problem makalenin ana tema’sını oluşturur.

Son tahlilde ise buradan çıkış yollarının neler olduğu, yine kutsî kaynaklar ışığında ve R. Nur külliyatı prensipleri müvacehesinde genişce müzakere edilerek, hem ‘atâlet zindanından’ kurtulunmasına hem de ‘hislerin doğru yönetilmesine’ kadar, gerçek hayattan alınan birçok müşahhas örnekler ile çözüm yolları gösterilir.

Dipnotlar

[1]Kastamonu Lahikası ( 84 )

[2](htps://dergipark.org.tr.>dovnloand article-1ile pdf)

[3]Lem’alar ( 162 )

[4](Tarihçe-i Hayat ( 139 )

[5]Mesnevi-i Nuriye ( 212 ) 

[6]Mesnevi-i Nuriye ( 75 )

[7]https://www.risalehaber.com/baska-tefsirler-gibi-risale-i-nuru-da-kisaltmak-istedim-basaramadim-312782h.htm

[8]Tarihçe-i Hayat ( 631-632  ) 

[9]Şualar ( 563 )

[10]  (https://www.risalehaber.com/baska-tefsirler-gibi-risale-i-nuru-da-kisaltmak-istedim-basaramadim-312782h.htm)

[11]Barla Lahikası ( 311 )

[12]Kastamonu Lahikası ( 84 )

[13]Kastamonu Lahikası ( 243 )

[14]Lem’alar ( 151 )

[15]Lem’alar ( 159 )

[16]Lem’alar ( 167)

[17](https://sorularlarisale.com/medenilere-galebe-calmak-ikna-iledir

[18]Hutbe-i Şamiye ( 143 )

[19]Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 10 )

[20]Emirdağ Lahikası-1 ( 71 )

[21]Kastamonu Lahikası ( 6 )

[22]Mektubat ( 439 – 440 ) 

[23]Mesnevi-i Nuriye ( 102 )

[24]Barla Lahikası ( 372 )

[25]Kastamonu Lahikası ( 89 )

[26]Şualar ( 522 ) 

[27]Şualar ( 306 )

[28]E. Lahikası-1 ( 75

[29]Kastamonu Lahikası ( 18 )

[30]Kastamonu Lahikası ( 89 )

[31]Lem’alar ( 166 )

[32]Şualar ( 317 )

[33]Mesnevi-i Nuriye ( 77 )

[34](Risale-i Nur’la yolculuğum. İhsan Kasım Salihi, Selis Yay. İstanbul/2020 sh. 232)

[35]Mektubat ( 466 ) 

[36]Emirdağ Lahikası-1 ( 186 )

[37](Prof. Dr. Himmet UÇ. 09 Nisan 2017: http://risaleakademi.org/isparta-kahramanlari–ps-1697)

[38](Mesnevi-i Nuriye. Nesil baskı.2009/İstanbul Sh.173)

[39]Bakara Sûresi, 2: 41

[40]Lem’alar ( 160 )

[41]Yunus Sûresi, 10:72

[42]Lem’alar ( 150 )

[43](Yunus Sûresi, 10:72; Hûd Sûresi, 11:29; Sebe’ Sûresi, 34:47.)

[44](Yâsin Sûresi, 36: 21)

[45]Mektubat ( 13 )

[46]Tarihçe-i Hayat ( 511 )

[47]Emirdağ Lahikası-2 ( 246 ) 

[48]Lem’alar ( 146 )

[49]Tarihçe-i Hayat ( 186 )

[50]Emirdağ Lahikası-2 ( 133 )

[51]Lem’alar ( 149 )

[52](Emirdağ Lahikası-2 ( 201 )

[53]Emirdağ Lahikası-2 ( 204 )

[54]İ.İcaz.122 Y. Asya Neşriyat

[55]Hutbe-i Şamiye ( 85 )

[56](Mehmet Paksu: Vesvese kitabı:78)

[57](İ.İcaz.12 Y. Asya Neşriyat)

[58]Lem’alar ( 9 )

[59](On Beşinci Söz ve 28. Lem’a’nın, 28. Nükteleri)

[60]İ.Canan. Hadis küll.7.cilt: 480

[61]Şerhü’l Mesnevi. 7. Cilt: 6315.

[62]İşarat-ül İ’caz ( 13 )

[63]Münazarat ( 97 )

[64]Hutbe-i Şamiye ( 28 )

[65]Zümer Sûresi, 39:53.

[66]Allah için olunuz.

[67]“İbadette, musibette ve günahtan kaçınmakta sabırlı olun; sabır yarışında düşmanlarınızı geride bırakın; her an cihada hazırlıklı bulunun ve murabıt olun.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:200.

[68]İnsanların en hayırlısı onlara faydalı olandır.” el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2:463; el- Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 3:481, no: 4044.

[69]Tevekkül etmek isteyenler, sadece Allah’a tevekkül etsinler (başkalarına değil).” İbrahim Sûresi, 14:12.

[70]Siz doğru yolda oldukça, sapıtmış olanlar size zarar veremez.” Mâide Sûresi, 5:105.

[71]Efendine efendi olmaya çalışma.”Emrolunduğun gibi dos doğru ol.” Şûrâ Sûresi, 42:15.

[72]İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” Necm Sûresi, 53:39.

[73]Münazarat ( 97 )

[74](Münazarat:214 Y. Asya Neşriyat)

[75]Emirdağ Lahikası-1 (199- 200 )

[76]Kastamonu Lahikası ( 234 )

[77]Lem’alar ( 162 )

[78]Kastamonu Lahikası ( 185 )

[79]Lem’alar ( 136 )

[80]Hutbe-i Şamiye. (98)

[81]Hutbe-i Şamiye (96)

[82]( Not: bu bölüm M. Karabaş oğlu’nun bir makalesinden istifade edilerek ve özetle iktibas edilmiştir.)

[83]Mektubat ( 64 ) 

[84]Hutbe-i Şamiye ( 136 )

[85]( Yusuf 12/53)

[86]Sözler (492)- Mektubat   (446)- Kastamonu Lahikası ( 185 )

[87]Lemalar (182)- Kastamonu Lahikası ( 185 )

[88]lemalar (163)-Şualar ( 696 )

[89]Şualar (299)-Emirdağ Lahikası-1 ( 91 )

[90]Emirdağ Lahikası-1 ( 91 )

[91]Mektubat ( 20 )

[92]Kastamonu Lahikası ( 223 )

[93]Mesnevi-i Nuriye ( 212 )

[94]Şualar ( 332 )

[95]Lem’alar ( 166 )

[96]Mesnevi-i Nuriye ( 103 )

[97]Emirdağ Lahikası-1 ( 91 )

[98]Sözler ( 492 )

[99]Sözler ( 495 )

[100]Sözler ( 269 )

[101]Mesnevi-i Nuriye ( 112 )

[102]( Yusuf 12/53)   Lem’alar ( 275 )

[103]Sözler ( 644 )

[104]Sözler ( 408 )

[105]Şualar ( 134 ) 

[106]İşarat-ül İ’caz ( 40 )

[107]Asa-yı Musa ( 122 )

[108]Sözler ( 237 )

[109]Muhakemat ( 40 )

[110]Mesnevi-i Nuriye ( 208 )

[111](Sorularla Risale)

[112](En’âm.6/44)

[113]Lemalar (639) YeniAsya Neşriyat. 2008/İstanbul.

[114]Mektubat (621) YeniAsya Neşriyat. 2008/İstanbul.

[115]Sözler ( 498 )

[116]Mektubat ( 329 )

[117]Mektubat ( 329 )

[118]Kastamonu Lahikası ( 234 )- Şualar ( 345 ) 

[119](Nisâ, 4/ 76)

[120]Kastamonu Lahikası ( 233 )

[121]En’âm Sûresi, 6:44

[122]Lemalar (639) YeniAsya Neşriyat. 2008/İstanbul.

[123]Lemalar ( 637 YeniAsya Neşriyat. 2008/İstanbul

[124]Kastamonu Lahikası ( 234 )

[125]Tarihçe-i Hayat ( 11 )

[126]Kastamonu Lahikası ( 143 )

[127]Kastamonu Lahikası ( 185 )

[128]Lem’alar ( 162 )

[129]Lem’alar ( 152 )

[130]Sözler ( 724 )

[131]Mektubat ( 425 )

[132]Sözler ( 721 )

[133]Sünuhat-Tuluat-İşarat ( 13 ) 

[134]Camiüssağir. 2. Cilt. 510

[135]Mektubat ( 33 ) 

[136]Mesnevi-i Nuriye ( 51 ) 

[137]Kastamonu Lahikası ( 233 )

[138]Sözler ( 638 )

[139]Divan-ı Harb-i Örfi ( 81 ) 

[140]Mektubat ( 34 )

[141]Muhakemat ( 36 )

[142](Münazarat 217 Y. Asya Neşriyat) İlk Dönem Eserleri/Münazarat. 449

[143]Hutbe-i Şamiye ( 99 )

[144]Sünuhat-Tuluat-İşarat ( 98 )

[145]M. Karabaşoğlu 23 Eylül 2015 tarihli ihtilaf ahlakı semineri   

[146]İ. Canan. Hadis Küll:3. Cilt:470.

[147]Mektubat ( 268 )

[148]Muhakemat (30)

[149]Camiüssağir. 2. Cilt. 510

[150]Mektubat ( 426 )

[151]İşarat-ül İ’caz ( 13 )

                                                                      Nail yılmaz

                                                           Manisa/Soma İlim Kültür Vakfı

2022- Yaz Programı Seminer Notları

İlginizi Çekebilir

‘Salâvatın Mânâsı Rahmettir!..’ 

‘SALAVÂTIN MA‘NÂSI RAHMETTİR!..’  “(Ey resûlüm!)  (biz) seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik!..” (Enbiya,107) “İşte seni …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Risale-i Nur’un Kur’an-ı Kerim’in bu asra bakan bir dersi olması ne demektir?

Soru : Risale-i Nur’un diğer tefsirlerden farklı olarak Kur’an-ı Kerim’in bu asra bakan bir dersi …

Kapat