Ömer ERDEM
Şehir tıpkı insan gibi, ayrıntılardadır. Şehirler hem kişi hem de kişiliktir. Yüz çizgileri, edası, gustosu kişiyi benzerlerinden ayırır. Zevki kadar güzelliği böyle böyle tecelli eder. Ayrıntılarla büsbütün kendisi olur. Zaten, tek başına, birden bire, kısa sürede ve bütün cephesiyle ne bir insanı ne de bir şehri tanıyıp sevebiliriz. Mini bir davranış beklenmedik derecede nasıl bizi etkiler ve o insana yakınlaştırırsa, şehir de öyle, umulmadık zamanda, umulmadık şekilde birden bir köşede karşımıza çıkıverir. Şam’da, bir sokakta, Mevlânâ’nın karşısına, birdenbire keçeden kapkara elbiselerle çıkıveren sadece Şems değil, şehrin ayrıntıya saklanmış güzelliğidir. Bu yolla şehir bizi etkisine alıp sürükler. Sevdirir.
Kendi adıma, ben İstanbul’un başlangıçtaki, o ağır ve korkutucu imgesinden böyle kurtuldum, onu böyle sevdim, böyle tanıdım, halen böyle yaşıyorum. Bir binadaki kuş evini gördüğümde o yapıda gizlenen yaşam fikrinin ruhunu yakaladım mesela. Lodos patlayışlarında, görsel olarak, geri planda şehrin silkinip kendine geldiğini, sarhoş ola ola kendisini sevdirdiğini hissettim. Bütün ile parça arasında her zaman diri olan gerilim, birbirini yok ettikçe değil birbirini ışıtıp yumuşattıkça ortadan kalkar. Şehir bir bütün olarak her zaman karmaşa, çokluk, güç, iktidar, bencil ve buyurgandır. İnsan ise her daim tekil, güçsüz, arayışçı, yaşama isteği ile doludur. İnsansız şehir kaotik bir madde yığınıdır ve şehri şehir kılan içindeki insanı ne derece kendisine bağlayabildiğidir. Bu bağlamda, şehrin bütünlüğünün ve o bütünlüğü kuran maddî ve manevî ilişkilerin insana doğru “çalışması” gerekir. İnsan, bu çalışmanın ayak seslerini, ışık kırıntılarını, hayat fısıltılarını hissettikçe şehre bağlanır. Bu ayrıntılardan şehre, onun bütünlüğünü kuran espriye ulaşmaya çalışır. Unutulmasın ki uzun sürmüş kuşatmalardan sonra bir şehre mini bir gedikten girilir ilkin. Fetihler de böyle başlar. Uzun sürmüş deniz yolculuklarından sonra, karanın bir parçası görünür. O parça, kurtuluşun müjdesidir.
Portekizli şair Fernando Pessoa, bir şiirinde denizden ve o denizdeki tuzdan bahseder. Şiir muhtemelen Lizbon’da yazılmıştır ve gerideki yaratıcı özne şehirdir. “Ah Portekiz denizi, tuzunun ne kadarı halkının gözyaşları?” diye sorar şair. Bir damla deniz suyuna sinen bir damla gözyaşı gibi, aslında, İstanbul da böylesi mini
sembollerle doludur ve bünyesinde barındırdığı çok din, çok, dil, çok kültür ile durmaksızın çalkalanıp durur. Dahası, İstanbul bizim kültürümüzün merhametle yoğrulmuş gözyaşıdır da, şimdinin maddeperestleri, yüksek yüksek katların karnından bunu duyamazlar. Eğer, İstanbul’da yaşayan kişi, kendisini bu büyük varlığın bir parçası göremeyecek hâle düşerse, aradaki yabancılık artacak, varoluşun mayası bozulmaya yüz tutacaktır. Hatırlanacağı gibi, tıpkı Pessoa’ya benzer bir duyarlıkla, Yahya Kemal, Süleymaniye’de Bayram Sabahı şiirinde, cemaatin arasındaki sıradan bir neferi, bu yapının mimarı olarak hayal etmişti. Aslında o kişi, o birey, o özne, tam da kastettiğimiz mânâda canlı bir varlık ayrıntısıdır, şehrin varlık atomudur ve o bir kez yapıya tam olarak katılırsa, onu oradan çekip almak imkânsızdır.
İstanbul’un bugünkü talihsizliği ve adeta parça parça yıkılıp yok edilmesinin sebebi parça ile bütün arasındaki kopukluktur. 1950 sonrası şehre yığılan kitleler önce şaşırmış, sosyolojik ve psikolojik şoklar yaşamış, sonra da dalga dalga şehrin çeperine yerleşmiştir. Bu yerleşmenin “kurucu bir atılım” değil, her gün büyüyen maddî yapıdan pay alma kavgası olduğu yazık ki gerçektir. Çünkü insanlar, şehrin merkezine ilerlerken kendilerine, kendi varlıklarına, özlerine, ruhlarına ilerledikleri bilincini çoktan kaybetmişlerdir. Bu yitiriş, bugün kucaklanması son derece güç büyük bir hacim ve yapı doğurmuştur. Dahası, bütünlüğün, yani şehrin, bireyi, özneyi, insanı gözetecek geleneksel maneviyatı da gölgelenmiştir.
Bununla birlikte, iyimser bir bakışla, minik minik ipuçları, aslında, çıkışın nerede olduğunun işaretleri diye yorumlanabilir. Sosyal medya hesaplarına göz atıldığında, insanların İstanbul paylaşımlarının büyük yapıdan öte, ayrıntılara ve onların insancıl özlerine odaklandığı görülecektir. Bir bardak çay, kırılmış simit, köpüren dalgalar arkasındaki Kız Kulesi, camilerden ayrıntılar, sokaklar, detaylar, detaylar ve onların arasına sıkışmış bilinçler. Tıpkı, Sait Faik’in hikâyeleri gibi. O, doğrudan İstanbul’u anlatmaz ama öyküleri tamamen İstanbul’dur. Biz onun öykülerini okudukça hayata ve şehre birlikte bağlanırız. Uzun vadede, zaten İstanbul’u sevip korumanın dili sanattan beslenmek durumundadır. Çünkü sadece sanat bugünkü büyük üleşmenin karşısında sadece şehri düşünerek konuşabilir. İnsana ayrıntıları duyura duyura, göstere göstere, hissettire hissettire önemli oldukları bilincini yerleştirebilir. Bu yolla, şehir ilkin sevilecek sonra da sahiplenilecektir.
Günün her vaktinde, İstanbul’un bu büyük, parça-bütün gelgitlerine vakıf olmanın faydaları da var aslında. Bu gelgitler insandaki ve hayattaki değişim kadar yaşama isteğinin de dışavurumu. Metrobüsler, vapurlar, otobüs ve tramvaylar insan yüzlerinde açılmış birer gizli iştiyak gibi geçip gidiyorlar. Sokaklara daldığınızda, lokantalara girip yemekleri tattığınızda, pasajlardan, çarşılardan geçtiğinizde, insanlara kulak verip aralarına daldığınızda, şehri büyük yapan gurur kadar yalnızlığı da yakalayabilirsiniz. Şehir de bu büyük yalnızlığından insanın atacağı adımı bekliyordur her fırsatta. Diyeceğim, herkes bir mini ayrıntı, bir köşe, bir tat, bir ışık, bir ses, bir yankı, bir
parça deniz dalgası yakalayabilirse burada, o zaman yaşamanın rengi kadar huzuru ve düşüncesi de gelişecek demektir.
Din ve Hayat Dergisi
- Mehmet Nuri BİNGÖL”ün Edebî Yolculuğu - 30 Ağustos 2024
- Risale-i Nur’da ve Hatıralarda Kurban Bayramı - 15 Haziran 2024
- Ramazan’dan Sonra - 24 Nisan 2024
- Ramazan Bayramı ve Peygamber Efendimizin Bayramı - 9 Nisan 2024
- Kadir Gecesi ile İlgili Yazılar - 5 Nisan 2024
- Saatler ve Manzaralar / Yahya Kemal BEYATLI - 30 Mart 2024
- Peygamberimizin (asm) İtikâfı - 29 Mart 2024
- Aydınların Dilinden Bediüzzaman Said Nursî / Vefatının 64. Sene-i Devriyesi Hatırasına (video).. - 25 Mart 2024
- Sükûtun Zarâfeti / İmam Süyutî - 23 Mart 2024
- “Oruç, Bıçağa Gerek Duyulmayan Bir Ameliyattır.” - 20 Mart 2024