İstikamet Hakkında

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

1. Makale

İstikametin Ehemmiyeti

Ahlâk-ı hasenenin en önemli şubelerinden biri olan istikamet; doğruluk, aşırılığın her çeşidinden, yani ifrat ve tefritten uzak durup, her işte itidal üzerine bulunmak, din ve akıl dairesinde yürümek manalarına gelir.

İslâm dinine göre istikamet, Allah-ü Teâla Hazretlerinin varlık ve birliğiyle beraber esma ve sıfatlarına iman edip, O’na şerik koşmamak ve O’nun emirlerini yapıp, nehyettiği şeylerden kaçınmaktır. Fert ve cemiyetin hukukunu muhafaza edip, Peygamber Efendimizin (sav.) sünnetine tabi oluk, özünde, sözünde ve fiilinde İslâmiyet’i hayatına tatbik etmektir. Allah’a verilen ahdi yerine getirmektir. Her an O’nun murakabe ve nezaretinde olduğunu bilmektir.

Hazret-i Osman (ra.) “İstikamet, bütün amellerde ihlâsa dikkat etmektir.” diye buyurmuştur.

Akıl ve İslâmiyet dairesinde yürüyen, dünyevi ve uhrevi vazifelerini İslâmiyet’e göre yapan bir Müslüman sırat-ı müstakim üzeredir. İstikamet üzere olan bir insan toplumun en şuurlu ve en değerli bir ferdidir.

İstikamet üzere yaşayan kişinin en önemli bir özelliği sadakattir. Sadakat, insanın sözünde, fiilinde ve itikadında doğru olmasıdır. Sadakat, dinin direği, edebin rüknü, mürüvvetin aslıdır. Sadakat, bütün meziyetlerin ve güzel sıfatların kaynağı, insaniyetin şerefi ve ahlâk-ı hasenenin ziynetidir. Marifet-i ilâhiyenin reisi iman, amel-i salihin ki ise istikamettir.

Bediüzzaman Hazretleri de sıdkın ehemmiyetini şöyle ifade eder:

Bütün hayatımdaki tahkikatımla, ve hayat-ı içtimaiyenin çalkamasiyle hülâsa ve zübdesi bana kat’î bildirmiş ki: SIDK, İslâmiyet’in üssülesasıdır ve ulvî seciyelerinin rabıtasıdır ve hissiyat-ı ulviyesinin mizacıdır. Öyle ise: Hayat-ı içtimaiyemizin esası olan sıdkı, doğruluğu içimizde ihya edip, onunla mânevi hastalıklarımızı tedavi etmeliyiz. Evet sıdk ve doğruluk, İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyesinde ukde-i hayatiyesidir. Riyakârlık, fiilî bir nevi yalancılıktır. Dalkavukluk, tasannu alçakça bir yalancılıktır. Nifak ve münafıklık, muzır bir yalancılıktır. Yalancılık ise, Sâni-i Zülcelâlin kudretine iftira etmektir. Küfür; bütün envâiyle kizbdir, yalancılıktır. İman sıdkdır, doğruluktur. Bu sırra binaen, kizb ve sıdkın ortasında hadsiz bir mesafe var; Şark ve Garp kadar birbirinden uzak olmak lâzım geliyor. Nar ve nur gibi birbirine girmemek lâzım. Halbuki gaddar siyaset ve zâlim propaganda, birbirine karıştırmış, beşerin kemalâtını da karıştırmış.”                                                   

“Ey bu Câmi-i Emevîdeki kardeşlerim ve kırk-elli sene sonra Âlem-i İslâm mescid-i kebîrindeki dörtyüz milyon ehl-i iman olan ihvanımız! Necat yalnız sıdkla, doğrulukla olur. Urvetülvüska, sıdkdır. Yâni en muhkem ve onunla bağlanacak zincir doğruluktur.”1

Evet, insanda esas olan doğruluk ve nezahettir. Şer ve günahlar ise arızîdir, gelip geçici hallerdir. Yaratılış itibariyle insan, berrak bir su gibidir; latif ve temizdir. Bu temizlik, onun iradesini yanlış kullanması sebebiyle kirlenir ve bozulur.

Bütün hareketlerinde istikamet üzere olan ve sadakati kendisine temel prensip yapan bir kimse, hayatını daima huzur ve saadet içinde geçirir. Zira, her türlü saadet ve huzurun kaynağı ve bütün güzel meziyetlerin temeli istikamettir.

Sözün doğrusu dururken onun hilafını söylemek, insana, özellikle de bir mümine asla yakışmaz. Fakat, doğru olmak demek sadece doğru sözlü olmak demek değildir. Kişi, her halinde, her hareketinde ve her fiilinde doğru olmalıdır. Doğru olanı ve hakkı söyleyeni herkes sever ve takdir eder. Hıfz- İlahi doğruların melceidir. Doğru olanın ve doğru söyleyenin hiçbir hileye ihtiyacı yoktur.

Evet, kalbi münevver, aklı kâmil olan doğru sözlü kimse, hiçbir zaman sıkılmaz, sıkıntıya düşüp huzursuz olmaz. O daima vicdanı müsterih ve kalbi huzurlu bir şekilde yaşar. İslâm dinine muhalif söz ve fiillerden son derece sakınır ve bu gibi hallerden hacalet duyar. Çünkü fıtrat-ı insaniyede asıl olan doğruluk, sadakat, istikamet ve nezahettir. Doğru olmayanlar ise, her türlü hile ve yalan peşindedirler. Böyle kimseler ise, vicdanları daima muzdarip olarak azap içinde kıvranıp dururlar.

Peygamber Efendimiz şöyle buyurur:

“Münâfık’ın alâmetleri üçtür: Söz söylerken yalan söyler. Vaad ettiği vakit sözünde durmaz. Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hıyânet eder.”

Bir başka hadisleri ise şöyledir: 

“Bir kişinin kalbinde imanla küfür, doğrulukla yalan, emanetle hıyanet birlikte bulunmaz.”2

İstikametin zıddı hıyanettir. Hain insanlar Allah’tan korkmadıkları gibi, hiç kimseden de haya etmezler.

İnsan sadakatle haysiyet ve şerefini muhafaza ettiği gibi, zillete düşmekten de kurtulur. İnsan için özellikle mümin için istikamet temel bir şarttır. Çünkü iman istikameti icap eder. Peygamber Efendimiz (sav.) istikametin ehemmiyetini vurgulamak için “Emr olunduğun gibi dosdoğru ol” 3 ayetinden dolayı “Hud suresi beni ihtiyarlattı.” buyurmuştur.

Sadakat büyük bir fazilettir. Cenab-ı Hak istikametle yaşayanları şu ayet ile müjdelemektedir:

“Rabbimiz Allah’tır deyip sonra istikamet üzere, doğru yolda yürüyenler yok mu, işte onların üzerine melekler inip; ‘Hiç endişe etmeyin, hiç üzülmeyin ve size vaad edilen cennetle sevinin!’ derler.”4

Evet, necat ve selamet, itimat ve emniyet doğruluktadır. Bir ayette mealen şöyle buyrulur:

“Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve hep doğru söz söyleyin ki, Allah da işlerinizi ve hallerinizi düzeltsin, günahlarınızı bağışlasın.”5

Peygamber Efendimiz de (sav) “Kurtuluş sıdktadır.”buyurmuşlardır. Çünkü doğrunun yardımcısı Allah’tır. Yüce makam ve ali derece ancak sadakatle mümkündür. Sadık bir insan, zarar bile görse sadakat ve doğruluktan ayrılmaz.

Şairin de dediği gibi;

“İnsana sadakat yaraşır görse de ikrah,
Yardımcısıdır doğruların Hazret-i Allah.”

Her güzel haslette olduğu gibi, istikamette de örnek ve rehber Peygamber Efendimiz’dir (sav.). Hz. Peygamber (sav.), son derece vefalı, sözünde ve vadinde sadık idi. Bu bakımdan o (sav.), kendisine daha peygamberlik verilmeden evvel “Muhammed’ül Emin” olarak anılırdı. Allah Resulü, birine söz verdiğinde şartlar ne olursa olsun mutlaka onu yerine getirirdi. Abdullah b. Ebi’l-Hamsa (r.a.) şöyle anlatıyor:

Henüz Peygamberlik verilmeden önce Hz. Muhammed (sav.) ile bir yerde buluşmaya karar verdik, fakat ben verdiğim sözü unuttum. Aradan üç gün geçtikten sonra hatırladım ve buluşacağımız yere gittim ki, Hz. Muhammed (sav.) hâlâ orada bekliyor. Yanına yaklaştığımda bana şöyle dedi:

“Abdullah nerede kaldın, bak bana eziyet ettin; üç gündür seni burada bekliyorum.”

Hz. Peygamber üç gün boyunca her gün söz verdiği saatte gelip o kişiyi beklemiştir. İşte Resûl-i Ekrem’e (sav.) “El Emin” lâkabı bu çağında verildi. Evet O (sav.), sözüne, şahâdetine, ahdine, kefâletine ve sadakatine en azılı düşmanları da dahil, herkesin kesin olarak inandığı ve taktir ettiği emsalsiz bir zattı.

İstikametli kişilere herkes emniyet ve itimat eder. Kâinatın Fahr-i Ebedîsi, “El-Emin” sıfatına sahip, en kâmil, en akıllı ve güzel ahlâkında herkesin birleştiği peygamberler peygamberidir. O’nun doğru sözlü olduğunu, en azılı düşmanı olan müşrikler de çok iyi biliyorlardı. O sırada henüz Müslüman olmayan Ebu Süfyan’a, Bizans hükümdarı Hirakl’in: “Siz o kimseyi peygamberlik iddia etmeden önce hiç yalanla itham etmiş miydiniz?” diye sorunca, Ebu Süfyan: “Hayır” cevabını verir. Daha sonra da: “Şayet yalan söylemekten korkmasaydım, o zaman yalan söylerdim.” demiştir. Görüldüğü gibi, Allah Resûlünün (sav.) doğruluğu, kendisine peygamberlik verilmezden evvel de tescil edilmiştir.

Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurur:

“Mu’cize-i Muhammedî, ayn-ı Muhammeddir (A.S.M.). … Bütün ümmet hatta düşmanları da dâhil olduğu halde icma’ etmişler ki, bütün ahlak-ı haseneye câmi’dir. Nübüvvetten evvel ondaki ahlâk-ı hamîdenin kemâline tercümen olan ‘Muhammed-ül Emin’ ünvanıyla iştihar etmiştir…” 6

Necip Fazıl, Peygamber Efendimiz’in (sav.) hayatını anlattığı “Çöle İnen Nur” adlı harika eserinde şöyle der:

“O, doğruların doğrusu… Herkes yalan söyleyebilir. O söyleyemez. Bir boş bulunma, nefse kapılma ânı O’na hulûl edemez. Bu hâl, O’nun seciyesinde muhâl… İşte bu seciyenin teşekkül yaşına doğru yol almakta… O, genç adam namzedi Nur Çocuk…O, henüz, ne teklif, ne memuriyet, hiçbir şeyle alâkası bulunmadığı demlerde bile, küfür ve cahiliyet nefesini hiçbir suretle pâk çehresinde hissetmedi. O, ne teklif, en memuriyet, hiçbir ilâhî emre mazhar bulunmadığı çığırlarda da düpedüz ve tabiî hali ile insanoğlunun, ruh, selim akıl ve ahlâk bakımından en üstünü oldu.”

Kuran-ı Kerim’in feyzine mazhar olan, Hazret-i Peygamber’in rahle-i tedrisinde yetişen, her meselede onu (sav.) kendilerine rehber edinen sahabeler de birer sadakat timsali idiler.

Evet sahabeler ekseriyet-i mutlaka itibariyle hakka âşık, sıdka müştak, adalete hahişgerdirler. Çünki yalanın ve kizbin çirkinliği, bütün çirkinliğiyle ve sıdkın ve doğruluğun güzelliği, bütün güzelliğiyle o asırda öyle bir tarzda gösterilmiş ki, ortalarındaki mesafe Arş’tan Ferş’e kadar açılmış. Esfel-i safilîndeki Müseylime-i Kezzab’ın derekesinden, a’lâ-yı illiyyînde olan Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın derece-i sıdkı kadar bir ayrılık görülmüştür. Evet Müseylime’yi esfel-i safilîne düşüren kizb olduğu gibi, Muhammed-ül Emin Aleyhissalâtü Vesselâm’ı a’lâ-yı illiyyîne çıkaran sıdktır ve doğruluktur.”

“İşte, hissiyat-ı ulviyeyi taşıyan ve mehasin-i ahlâkiyeye perestiş eden ve Şems-i Nübüvvetin ziya-i sohbetiyle nurlanan sahabeler, o derece çirkin ve sukuta sebeb ve Müseylime’nin maskara-âlûd müzahrefat dükkânındaki kizbe, ihtiyarıyla ellerini uzatmamak ve küfürden çekindikleri gibi küfrün arkadaşı olan kizbden çekinmeleri ve o derece güzel ve medar-ı fahr ve mübahat ve mi’rac-ı suud ve terakki ve Fahr-i Risalet’in hazine-i âliyesinde en revaçlı bulunan ve şaşaa-i cemaliyle içtimaat-ı insaniyeyi nurlandıran sıdka ve doğruluğa ve hakka -ve bilhassa ahkâm-ı şer’iye rivayetinde ve tebliğinde- elbette ellerinden geldiği kadar talib ve muvafık ve âşık olmaları kat’îdir, zarurîdir, şübhesizdir. Halbuki şu zamanda, kizb ve sıdkın ortasındaki mesafe o kadar kısalmış ki, âdeta omuz omuza vermişler. Sıdktan yalana (geçmek) pek kolay gidiliyor. Hattâ siyaset propagandası vasıtasıyla yalancılık, doğruluğa tercih ediliyor. İşte en çirkin şey, en güzel şeylerle beraber bir dükkânda, bir fiatla satılsa; elbette pek âlî olan ve hakikat cevherine giden sıdk ve hak pırlantası o dükkâncının marifetine ve sözüne itimad edip, körü körüne alınmaz.”7

Elbette ki, bu hidayet yıldızlarının da kendi aralarında derece farklılığı vardır. Onların en başında, Hz. Ebu Bekir (r.a.) olmak üzere dört halife gelir. Hz. Ebu Bekir (r.a.) nebîlerden sonra insanların en hayırlısıdır. Hz. Peygamber’in ifadesiyle,

 “Peygamberler müstesna, güneş ondan daha üstün bir baş üzerine ışığını saçmamıştır.”

Zira o, Allah ve İslâm yolunda maddî ve manevî bütün varlığını, hatta hayatını feda eden, kendi nefsine hiçbir şey bırakmayan, eşsiz sadakat, sonsuz merhamet ve deryalar gibi zengin anlayışıyla temeyyüz etmiş bir ali-i irfandır. Hz. Ebu Bekir (ra.) “Teslimiyet sırrının en büyük dehası,” sadakat, rikkat, rahmet ve ilâhi sırlara vukufiyette en ileri, Allah Resûlü’nün en yakın dostu ve en sevgili yar-ı vefakârı idi.

Bir ayet-i kerimede,

“Kim Allah’a ve Peygambere itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle, iyilerle birliktedir. Bunlar ne güzel arkadaştır!”8

Bu âyette sıddıklar buyrulmakla, Hz. Ebû Bekir Efendimize, şehitler buyrulmakla da diğer üç halife efendileri­mize işaret edildiği belirtilmiştir.

Cenab-ı Hakk’ın emirlerini yerine getirip, yasaklarından sakınanların, Hz. Peygamber (sav.)’in sünnetlerini kendilerine rehber edinenlerin, peygamberler, sadıklar, şehitler ve salihlerle beraber olacağı ifade edilmiştir. Ayette sıdıkların, şehitlerden ve salihlerden önce zikredilmesi de sıdkın ne kadar ehemmiyetli olduğunu ortaya koymaktadır.

Evet Hz. Ebu Bekir’in (r.a) meziyetlerini saymakla bitiremeyiz. Zira, Peygamber Efendimiz’in (sav.) risaletini bir mucize istemeden o tasdik etti, ilk Müslümanlardan olma şerefine mazhar oldu ve İslâmiyet’in ikinci adamı oldu. Artık o her zaman ikinciydi. Sevr mağarasında da ikinciydi; hicrette de ikinciydi, sadakatta, ihlâsta ve fedakârlıkta da ikinciydi. Sadakat ve sahavet timsali olan Hz. Ebu Bekir(r.a.), başta Hz. Bilal olmak üzere bir çok köleyi satın alıp azat etmiştir.

Hicret esnasında mağarada hayatını en sevdiği cananı için tehlikeye atması, Hz. Ebû Bekir’in (r.a) ne derece fedakâr olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Hz. Ebu Bekir Efendimize “Sıddîk” unvanını kazandıran da onun üstün imanı idi. Peygamber Efendimiz (sav.) mirâçtan teşrif ettiklerinde, müşrikler bu hâdiseyi kabul etmediler ve kendi akıllarınca büyük bir delil bulduklarını zannettiler. Ebu Cehil, “Ebu Bekir çok akıllı biridir, kesinlikle bu hadiseye inanmaz.” düşüncesiyle derhal Hz. Ebû Bekir Efendimizin yanına koştu ve; “İşittin mi Muhammed şimdi ne söylüyor? Mirâca çıktığından, bütün mahlûkatı gerilerde bırakarak Kavseyn ma­kamına erdiğinden ve Allah ile bizzat görüştüğünden bahsediyor.” Bu sözler karşısında Hz. Ebû Bekir (r.a) Ebu Cehil’e: “Bunu Hz. Muhammed mi (sav.) söylüyor?” diye sordu. Onun; “Evet,” demesi üzerene Ebu Bekir Efendimiz (r.a); “O söylüyorsa doğrudur. Çünkü O’ndan (sav.) asla yalan sâdır olmaz.” bu­yurdular.

İşte, zahirde bir tek cümle gibi görünen bu hüküm, hakikatte Allah ve Resulüne karşı sonsuz bir imanın tercümanı olmuş ve bu hâdise üzerine kendisi “Sıddîk” unvanına kavuşmuştur. Bunun içindir ki, Cenab-ı Hak bazı âyetleriyle kendisini şereflendirmiş ve izzetlendirmiştir. Hz. Ali Efendimiz (r.a) yemin ederek:

“Sıdkı getirene ve O’nu tasdik edenlere gelince, işte onlar takvaya erenlerin tâ kendileridir.”9

âyet-i kerîmesinin Hz. Ebû Bekir hakkında na­zil olduğunu ifade etmiştir.

Said İbn-i Cübeyr (r.a) de:

Ey iman edenler, Allah’dan korkunuz ve sâdıklarla beraber olunuz.”10

âyet-i kerîmesinin Hz. Sıddîk ve Hz. Ömer hakkında nazil olduğunu beyan etmiş ve “Çünkü hakiki sıddîklar bun­lardır.” buyurmuştur.

Bu meziyetlerinden dolayıdır ki, Hz. Ebu Bekir (r.a), bir gün Hz. Peygamber’in (sav.) yanında iken Cebrail (a.s) gelir ve şöyle der:

Yâ Ebu Bekir! Allah’ın sana selamı var. Git Ebu Bekir’e söyle, acaba o benden razı mıdır?”

İşte Hz. Ebu Bekir Efendimizin Cenab-ı Hakk’ın yanındaki itibarı, şerefi ve izzeti.

Dipnotlar:

1 Nursî B.S, Tarihçe-i Hayat.
2 Ahmed İbn Hanbel, 2/349.
3 Hud Suresi, 11/112.
4 Fussilet Suresi 41/30.
5 Ahzap Suresi 33/70-71.
6 Nursî, B.S, Âsâr-ı Bediyye.
7 Nursî, B.S Sözler (27. Sözler).
8 Nisa Suresi 4/69.
9 Zümer Suresi 39/33.
10 Tevbe Suresi 9/119.

Yazar: Mehmed Kırkıncı

***

2. Makale

İSTİKAMET (الاستقامة)

Kişinin her türlü aşırılıktan sakınarak doğruluk üzere bulunması anlamında ahlâk ve tasavvuf terimi.

Sözlükte “doğru, düzgün, dengeli, sabit ve kararlı olma” gibi anlamlara gelen kavm kökünden masdar olan istikāmet “doğruluk, dürüstlük, adalet, itidal, itaat, sadakat ve dürüstçe yaşama” mânalarında kullanılmaktadır (Dozy, II, 432). Arapça sözlüklerde istikamet kelimesiyle ilgili olarak genellikle “dinî ve ahlâkî hükümlere uygun bir hayat sürme, her türlü aşırılıktan sakınma, Allah’a itaat edip Hz. Muhammed’in sünnetine uyma” şeklinde özetlenebilecek açıklamalar yapılmıştır. Bazı âyet ve hadislerde geçen kayyim (kayyime) kelimesinin “istikamet” anlamında olduğu ifade edilmektedir. Buna göre “ed-dînü’l-kayyim” (meselâ bk. et-Tevbe 9/36; Yûsuf 12/40; er-Rûm 30/30, 43) “herhangi bir eğrilik, yanlışlık içermeyen, haktan ayrı bir yönü bulunmayan doğru (müstakim) din”, “kütübün kayyime” tabiri de (el-Beyyine 98/3) “doğruyu yanlıştan ayıran hak (müstakim) kitaplar” mânasındadır (Lisânü’l-‘Arab, “ķvm” md.; Tâcü’l-‘arûs, “ķvm” md.). Râgıb el-İsfahânî, istikamet kelimesinin düz bir çizgi gibi dosdoğru yol hakkında kullanıldığını ve bundan dolayı hak ve hakikat yoluna “sırât-ı müstakîm” denildiğini ifade ettikten sonra istikametin insanla ilgili olarak “dosdoğru yol üzerinde sapmadan ilerleme” demek olduğunu belirtir (el-Müfredât, “ķvm” md.). Bazı kaynaklarda istikametin, i‘vicâc ile (eğri büğrü olma, yoldan sapma) birlikte ve bunun karşıtı olarak da kullanıldığı görülmektedir (meselâ bk. et-Ta’rîfât, “el-İstiķāme” md.; Müsned, III, 96; Tirmizî, “Zühd”, 61).

Kur’ân-ı Kerîm’de dokuz âyette istikamet masdarından fiiller yer almakta; ayrıca yirmi ikisi “sırât” (yol; meselâ bk. el-Fâtiha 1/6-7), ikisi “kıstâs” (ölçü; el-İsrâ 17/35; eş-Şuarâ 26/182), biri “hüdâ” (gidiş; el-Hac 22/67), biri de “tarîķ” (yol; el-Ahkāf 46/30) kelimeleriyle birlikte olmak üzere yirmi altı âyette aynı kökten müstakīm kelimesi geçmektedir. Hadislerde de hem istikamet kelimesi hem de aynı kökten fiil ve isimler yer almaktadır (Wensinck, el-Mu’cem, “ķvm” md.). Bütün bunlarda kelimenin kökündeki “doğruluk, aşırılıklardan uzaklık, sebat ve kararlılık” anlamlarının korunduğu görülür. “Rabbimiz Allah’tır” dedikten sonra istikamet sahibi olanları övgüyle anan iki âyetteki (Fussılet 41/30; el-Ahkāf 46/13) istikamet kelimesi tefsir kitaplarında “samimi ve kararlı bir imanla hak ve hayır yolunda istikrarlı, dengeli bir hayat sürdürme” şeklinde açıklanmaktadır. Sahâbeden birinin Hz. Peygamber’den kendisine, başka bir öğüde ihtiyacı kalmayacak değerde bir öğütte bulunmasını istemesi üzerine Resûl-i Ekrem ona, “Allah’a iman ettim de, sonra da dosdoğru ol!” demiştir (Müsned, III, 413; IV, 385; Müslim, “Îmân”, 62). Bu âyet ve hadisteki istikamet kelimesinin öncelikle tevhid inancında kararlılığı ifade ettiği belirtilmektedir. Nitekim Taberî’nin zikrettiği bir rivayette Resûlullah bu âyeti okuduktan sonra, “Rabbimiz Allah’tır” diyerek iman eden insanların önemli bir bölümünün daha sonra küfre döndüğünü söylemiş, ardından da şöyle demiştir: “Her kim imanla ölürse işte o istikamet sahibi olanlardandır.”

Fahreddin er-Râzî’nin tesbitine göre Fussılet sûresinin 41. âyetinin yorumuna dair değişik görüşler ileri sürülmüşse de âyetin, “Rabbimiz Allah’tır diyenler” bölümünün iman ve ikrarla, “istikamet sahibi olanlar” bölümünün de iyi ve güzel işlerle ilgili olduğunu düşünmek daha isabetlidir. Râzî, bu âyeti açıklarken insanın mânevî bakımdan yetkinlik kazanabilmesi için kesin bilgi ve iyi davranışa sahip olması gerektiği yolundaki yaygın anlayışı hatırlattıktan sonra bütün bilgilerin başında Allah’ı bilmenin (mârifetullah) geldiğini, şu halde söz konusu âyete göre insanın yetkinliğinin Hakk’ın zâtını tanıyıp O’nun yolunda bulunmaya, bu yolda iyilik etmeye bağlanmış olduğunu belirtir. Bütün iyi davranışların vazgeçilmez şartı, ifrat ve tefrite sapmadan istikrarlı ve dengeli bir şekilde orta yolu takip etmektir. “Böylece sizi orta bir ümmet yaptık” (el-Bakara 2/143); “Bizi dosdoğru yola ilet” (el-Fâtiha 1/6) meâlindeki âyetlerde olduğu gibi bu âyetteki “istikamet sahibi olanlar” ifadesinde de bu husus dile getirilmiştir (Mefâtîĥu’l-ġayb, XXVII, 121-122; XXVIII, 12).

Grek kaynaklı felsefe kültürünün gelişmeye başladığı dönemlerden itibaren İslâm ahlâk kültüründe benimsenen “Fazilet iki aşırılığın ortasıdır” şeklindeki sözün de etkisiyle istikamet kavramının bütün ahlâkî davranışlara ölçü oluşturacak bir kapsam genişliğine ulaştığı görülmektedir. Buna göre istikamet sahibi insan bütün davranışlarında aşırılıklardan uzak kalan, dengeli ve ılımlı bir hayat tarzını kararlı bir biçimde sürdüren kimsedir. Ancak hayat boyunca her durumda istikamet çizgisinden sapmadan yaşamanın güçlüğü de kabul edilmiş ve bundan dolayı insanlardan mutlak bir istikametten ziyade imkân ölçüsünde istikamet sahibi olmalarını beklemenin daha gerçekçi olacağı düşünülmüştür. Gazzâlî, iki aşırılık arasındaki orta çizginin “kıldan ince kılıçtan keskin” olduğunu ifade ettikten sonra iki aşırılıktan birine sapmadan dosdoğru çizgide ilerlemenin neredeyse imkânsız olduğunu, bu sebeple Kurân-ı Kerîm’de (Meryem 19/71-72) sırât-ı müstakîme yakınlığın kurtuluş için yeterli görüldüğünü belirtir ve şöyle der: “İstikametin zorluğundan dolayı her mümin kulun günde on yedi defa (beş vakit namazın farzlarında), ‘Bizi sırât-ı müstakîme ilet!’ (el-Fâtiha 1/6) diyerek dua etmesi gerektiği ifade edilmiştir” (İĥyâ’, III, 63-64).

Kaynaklarda yer alan bir rivayete göre (meselâ bk. a.g.e., III, 64; Nevevî, II, 9) Hz. Peygamber’in kendisini yaşlandırdığını belirttiği (Tirmizî, “Tefsîr”, 56/6) ağır yükümlülüklerden biri de, “Sana emredildiği şekilde istikamet sahibi ol!” (Hûd 11/112) buyruğu olmuştur. Fahreddin er-Râzî, bu emrin itikadî ve amelî hükümlerin tamamını kapsadığına işaret ederek bu konularda her türlü aşırılıktan uzak bir şekilde yaşamanın güçlüğüne dikkat çeker. Ona göre Resûl-i Ekrem’e, aynı zamanda İslâm dininin çok önemli bir ilkesinin ortaya konduğu bu âyettekinden daha ağır görev yükleyen başka bir âyet inmemiştir (Mefâtîĥu’l-ġayb, XVIII, 70-71). Şehâbeddin es-Sühreverdî, tasavvufî makamlardan geçmedikçe bu âyette belirtilen istikamete ulaşmanın mümkün olmadığını söyler (‘Avârifü’l-maǾârif, s. 53).

En‘âm sûresinde (6/151-153) Allah’a ortak koşmamak, ana babaya iyilik etmek, evlâtların canına kıymamak, kötülük ve iffetsizlikten uzak durmak, hayata saygılı olmak, yetim malına yaklaşmamak, ölçü ve tartıda dürüst olmak, doğru konuşmak, Allah’a verilen ahde vefa göstermek şeklindeki başlıca dinî ve ahlâkî ödevler sıralandıktan sonra bunun Allah’ın dosdoğru (müstakim) yolu olduğu, başka yollara sapmadan bu yolda yürümek gerektiği bildirilmektedir. Müfessirler buradaki istikamet kavramı hakkında, “İslâm dışı her türlü inançtan ve sünnete aykırı düşünce ve davranışlardan, bid‘at ve hurafelerden uzak durarak Kur’an ve Sünnet hükümlerine göre yaşamak” anlamına gelecek şekilde açıklamalar yapmışlardır (meselâ bk. Kurtubî, VII, 135-142). İbn Hacer el-Askalânî’nin kanaatine göre istikamet kelimesinin bu âyetteki kullanımına dayanarak Huzeyfe b. Yemân kārîlere (hâfız) sorumluluklarını hatırlatırken, “İstikamet sahibi olunuz, o zaman herkesten önde bulunursunuz; eğer sağa sola yalpalarsanız tam bir dalâlete saptınız demektir” şeklinde uyarıda bulunmuştur (Buhârî, “İ’tiśâm”, 2). Bu rivayetteki istikameti İbn Hacer “fiil ve terk olarak Allah’ın emrine sımsıkı sarılmak” (Fetĥu’l-bârî, XXVIII, 15); Aynî, “Allah’ın kitabına ve Peygamber’in sünnetine sarılıp bunlardan kopmadan yaşamak” (‘Umdetü’l-ķārî, XX, 208) diye açıklamışlardır.

Ahlâk ve tasavvuf kitaplarında istikamet insanın bütün yükümlülüklerine riayet etmesi, yeme, içme, giyinme ve her türlü dinî-dünyevî konuda itidal çizgisini takip etmesi, görevlerini yaparak günahlardan uzak durması, dinin ve aklın irşadına göre ubûdiyyet yolunda ilerlemesi gibi değişik şekillerde açıklanmıştır (et-Ta’rîfât, “el-İstiķāme” md.; Tehânevî, II, 1227). Aynı kaynaklarda yapılan tasniflerden istikametin dilin istikameti, hal ve hareketlerin istikameti, nefsin veya kalbin istikameti şeklinde başlıca üç çeşidinin bulunduğu anlaşılmaktadır. Ahmed b. Hanbel’in kaydettiği bir hadiste (Müsned, III, 198), kalp ve dil istikamette olmadan imanın istikamette olamayacağı belirtilmektedir. Nefis istikamet sahibi olursa kişinin ahlâkını doğruluk ve dürüstlüğe yöneltir (Hakîm et-Tirmizî, s. 68, 78). Hal ve hareketleriyle istikamet sahibi olmayan bir kimsenin bütün gayretleri boşuna harcanmıştır. Ahlâkî nitelikleri ve huyları düzgün olmayan kişinin mânevî dünyasında gelişmesi, davranışlarının güzelleşmesi mümkün değildir. Bu sebeple Ebû Ali el-Cûzcânî şöyle der: “Kerâmet derdine düşme, istikamet sahibi olmaya çalış; çünkü nefsin seni kerâmet talebine zorlarken rabbin senden istikamet beklemektedir” (Kuşeyrî, II, 440-441).

Gazzâlî, tasavvuf yolunun iki özelliği bulunduğunu belirterek bunları kulun Allah’a karşı istikamet sahibi olması, insanlarla ilişkisinde barışı gözetmesi şeklinde gösterir. Allah’a karşı istikamet sahibi olan kimse nefsini Allah’ın buyruğuna adar; insanlarla barış içinde olan kişi, meşrû olduğu sürece insanların her talebini karşılamaya çalışır (Eyyühe’l-veled, s. 42-43). İstikamet aynı zamanda insanın bütün eylemlerinin değerini belirleyen ahlâkî bir özdür. Çünkü iyilikler onunla mükemmellik kazanır ve onun ortadan kalkmasıyla bütün iyilikler kötülüğe dönüşür (Kuşeyrî, II, 442). Bazı sözde sûfîler, güya halkın gözünden düşüp eleştirilerine muhatap olmak ve bu suretle benliklerini yenmek (melâmet) maksadıyla dinî ve ahlâkî yükümlülükleri terketmeye kalkışmışlarsa da bu anlayış ve tutumu küfür ve sapıklık sayan Hücvîrî, “yaşamada istikamet melâmeti” dediği meşrû melâmeti, kişinin başkalarından gelen kınamalara aldırmaksızın görevlerini yerine getirmesi, dinî hükümlere uyması, amellerine devam etmesi şeklinde açıklar (Keşfü’l-maĥcûb, I, 261).

Muhyiddin İbnü’l-Arabî, ahlâkî hayatla ilgili istikamet kavramının yanında bir de ontolojik anlamda istikametten söz eder. Buna göre insanı uhrevî kurtuluşa götüren birinci mânadaki istikamet kısaca Hz. Muhammed’in yolunu izlemektir. Bizzat Resûlullah, bazı geometrik şekiller çizerek bu yolu açıklamış ve onun diğer peygamberlerin yollarıyla ilgisini göstermiş, ardından -hepsi de Allah’ın yolu olduğu için kendi yolunu onlardan ayırmak amacıyla- “İşte benim doğru yolum” diyerek onu istikamet kavramıyla nitelemiştir (İbn Mâce, “Muķaddime”, 1). İbnü’l-Arabî’nin “mutlak istikamet” dediği ontolojik anlamdaki istikamet ise her varlığa sirayet eden ilâhî-kevnî bir sıfattır, diğer bir ifadeyle Allah’ın hikmetinin bütün evrendeki yansımasıdır. Buna göre bir şeyin istikameti o şeyin varlık veya yaratılış amacına uygunluğudur. Bu anlamdaki istikamet, bütün evreni kapsayan genel bir hikmeti ve dolayısıyla yasayı ve düzeni ifade eder. İbnü’l-Arabî, “Şüphesiz rabbim dosdoğru yoldadır” (Hûd 11/56) meâlindeki âyeti delil göstererek bizzat yüce Allah’ın evrenle ilişkisini de bu çerçevede açıklar. Çünkü Allah’ın fiilleri için eğrilikten, düzensizlikten söz edilemez. Ancak bazan istikamet eğrilik gibi görünebilir; zira bazı şeylerin istikameti dümdüz oluşunda değil işlevini yerine getirmesine uygun başka bir şekil alışındadır. Hz. Mûsâ, “Rabbimiz her şeye yaratılışını veren, sonra da doğru yolu gösterendir” (Tâhâ 20/50) derken her şeyin varlık yapısına uygun bir istikamete sahip olduğunu anlatmak istemiştir. Şu halde evrende sadece istikamet vardır (el-Fütûĥâtü’l-Mekkiyye, II, 216-217).

BİBLİYOGRAFYA:

Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “ķvm” md.; İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, “ķvm” md.; Lisânü’l-Arab, “ķvm” md.; et-Ta’rîfât, “el-İstiķāme” md.; Tehânevî, Keşşâf, II, 1227; Tâcü’l-‘arûs, “ķvm” md.; Wensinck, el-Mu’cem, “ķvm” md.; M. F. Abdülbâkī, el-Mu’cem, “ķvm” md.; R. Dozy, Supplément aux dictionnaire arabes, Beyrouth 1968, II, 432; Müsned, III, 96, 198, 413; IV, 385; Buhârî, “İ’tiśâm”, 2; Müslim, “Îmân”, 62; İbn Mâce, “Muķaddime”, 1; Tirmizî, “Zühd”, 61, “Tefsîr”, 56/6; Taberî, Câmi’u’l-beyân, XXIV, 114-115; Hakîm et-Tirmizî, Hatmü’l-evliyâ (nşr. Osman İsmâil Yahyâ), Beyrut 1965, s. 68, 78; Hücvîrî, Keşfü’l-maĥcûb (trc. İs‘âd Abdülhâdî Kındîl), Beyrut 1980, I, 261; II, 643-644; Kuşeyrî, er-Risâle (nşr. Abdülhalîm Mahmûd), Kahire 1385/1966, II, 440-442; Herevî, Menâzil, s. 17; Gazzâlî, İĥyâ, III, 63-64; a.mlf., Eyyühe’l-veled, Bağdad 1388/1968, s. 42-43; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîĥu’l-ġayb, XVIII, 70-71; XXVII, 121-122; XXVIII, 12; Sühreverdî, ‘Avârifü’l-ma’ârif (Gazzâlî, İĥyâ, V içinde), s. 53-54; İbnü’l-Arabî, el-Fütûĥâtü’l-Mekkiyye, Kahire, ts. (Mektebetü’s-sekāfeti’d-dîniyye), II, 216-219; Kurtubî, el-Câmi’, VII, 135-142; Nevevî, Şerĥu Müslim, II, 8-9; İbn Kayyim el-Cevziyye, Medâricü’s-sâlikîn, Kahire 1403/1983, II, 108-116; İbn Hacer, Fetĥu’l-bârî (Sa‘d), XXVIII, 15, 59-60; Aynî, Umdetü’l-ķārî, Kahire 1392/1972, XX, 208; el- el-Mu’cemü’ś-śûfî, s. 940-944.

Mustafa Çağrıcı – Süleyman Uludağ

TDV İslâm Ansiklopedisi

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Leyle-i Berat Hakkında (Âyet, Hadis, Risale-i Nur)

BERAT: Nişan, rütbe ve imtiyaz için verilen resmî belge, kurtuluş. Sitemizde Berat Gecesi ile İlgili yazılar …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Probiyotik nedir? Hangi gıdalar probiyotiktir?

Sağlıklı beslenme temalı içeriklerde sıklıkla karşılaşıyoruz ki, probiyotik gıdalar tüketmek sağlığımız için faydalıdır. Peki, nedir bu probiyotik? …

Kapat