Beklenen hürriyet ve saadet, 1909’da yeniden Anadolu ikliminde yeşermeye başladı. Lakin sefahat ve dinde laubaliliklerle onu kendimize küstürdük. Ecnebideki medeni terakkinin kaynağı olan fen ve sanayi yerine, sefahat ve tembelliği aldık. İnsani olan bu hürriyet kanuna itaat, şeriatın kurallarına riayet ve güzel ahlakı gerçekleştirmek ile varlığını devam ettirecekken tersi oldu. Küskünlük neredeyse tam 100 sene sürdü. “Hürriyet isteriz” naralarıyla padişahı tahtından indirenler de en büyük müstebitler olarak tarihte yerlerini aldı. Bilhassa Anadolu’da ve diğer bütün İslam ülkelerinde bu yüz yılı müstebitler yüz yılı olarak tarihe yazdılar. Sonunda da şeriat ve sünnet reçetesine gelip dayandılar. Kurtuluşun reçetesi amma üzerinden koskoca bir yüzyıl geçti.

Evet 1909’da bir güzel çocuk doğmuştu. Adı da hürriyet konulmuştu. Devrin bütün alimleri, hassaten Bediüzzaman Said Nursi bu hürriyetin terbiyesinin meşveret-i şeriyeye göre verilmesini istedi. Böylece eski ihtişamlı mazimizi tekrar yaşayabileceğimizi ifade etti. Yoksa bu güzel çocuk, şahsi kinlere tesadüf edilerek büyütülse, o hürriyet mutlak istibdata dönüşecek ve bu çocuk da ölecekti. Öyle de oldu. Hürriyet çocuğu, mutlak istibdat gaddarlığına dönüştü.

Aradan fazla zaman geçmeden hürriyetin yağmuru da geldiği gibi temiz kalmadı. Tembelliğin gevşekliğiyle ve kinlerin zehriyle mazideki kişilerle uğraşmaya başlandı. Hatta o şefkatli padişahı ve asaletli hanedanını bu kinin zehriyle zehirledi. Asırların imparatorluk hanedanını yurdundan etti. Bu kinli zehir ve tembel sefih, gevşeklik zehrini bütün Anadolu ve Asya hatta Afrika ülkelerindeki şer-i şerife ve Muhammedî ahkamlara yöneltti. Mutlak bir istibdat oluşuverdi kısa sürede ne yazık ki. Yalnız bırakıldık ve yalnız bıraktık bizden olanları. Dost olmaya çalıştık bizden olmayanlarla, hatta bizi tarihe gömmek isteyenlerle… Onlar da kustular bize bütün çirkinliklerini iştahla. Biz de misk ü amber olarak gördük bu sefihlikleri. Her İslam ülkesi ve başta biz, Anadolu tokadını yedik şer-i şeriften ve Hazreti Muhammed Mustafa’nın sünnetinden ayrılmanın cezasını. Bütün İslam diyarlarında düşünmeden dünyayı yaşama arzusu vuku bulmaya başladı. Eğer “memurîn hakkıyla vazifesini ifa etse, memur olmayan ilcaat-ı zamana muvafık sa’y etse, sefahete vakit bulamayacaktır” diyordu Said Nursi. Ancak tam tersi oldu. Sefahat başını alıp gitti. İnsan kalitemiz de en düşük seviyeye indi. Maddenin esareti, Hristiyan dünyasını üretirken çılgınca tüketerek İslam dünyasını da üretmeden tüketerek hükmü altına aldı. Bütün bunlar bize elem ve sefaletle mal u mal olmuş yüz yıllık bir hayat yaşattı.

Uygulanan bütün reçeteler hastalığımızı tedavi edemedi. Hatta modernlik adı altında bizde var olan kıymetli şeyler de gitti. Medeniliğin sefih ve seküler sofrasında çırıl çıplak ve yapa yalnız kaldık. Artık cemiyetlerin bünyesi buna dayanamaz hale geldi.

Aslımıza geri dönmek ve kendimizi hatırlamak zamanıdır. Öyleyse artık hakiki hürriyet ve adalet ve eşitliğin yaşandığı o ihtişamlı mazimiz olan asr-ı saadeti yeniden yaşamanın yolu bütün Müslümanlara tekrar açılmıştır. Bunlar da bir kaç basit ama etkili şarta bağlanmıştır.

Evvela zamanımızın insanının yeniden tanımlanması gerekir. Sadece bir Müslüman olarak değil aynı zamanda bir dünya vatandaşı olarak tanımlanması elzemdir. Çünkü sosyalleşme gerçekliği, lazım olan ihtiyaçlar, çeşitlenmiş medeniyet çıktıları ve daha niceleri tanımlanamaz boyut almış.

Bütün bu kaos içinde insanı veya Müslümanı yönetecek ve kaosa düzen verecek milletin kalbi hükmünde olan hakiki istişare eden bir millet meclisi lazımdır. Bu mecliste ümmetin fikri makamında olan şeri meşveret, medeniyetin kuvveti menzilinde bulunan fikirlerin hürriyeti ise ana taşıyıcı görevindedir.

Tarih bir kez daha gösterdi ki, en kötü devlet, en iyi ihtilalden daha iyidir. İslam coğrafyasındaki kaos buna şahittir.

Nitekim Asya’nın ve Anadolu’nun, hatta Afrika’nın defnedilen o kadim medeniyetleri de uyanmaya başladı. İstibdatlara dur demek için ayağa kalktı.

Kalpler ittihat ediyor.

Milletlerin birbirlerine olan muhabbeti artıyor.

Eğitimin en öncelikli mesele olduğu anlaşılıyor.

İnsanın en helal kazancının kendinin çalışması olduğu bilinci yayılıyor.

Sefahati terk etmenin en elzem işler arasında olduğu aleni olarak ifade ediliyor.

Özellikle dünyada yaşanan son hadiseler, İslam ülkelerinin çektiği tarif edilemez acılar, insanlığın düştüğü gayya çukurları ve batının ettiği hadsiz zulümler bize gösterdi ki, ittihattan başka çaremiz kalmadı. Bilhassa yüreğimizdeki elemin kat kat arttığı Kudüs musibeti, İslam ülkelerini acilen bir araya getirdi. Bu bir araya geliş ise birliğin ayak sesleridir. Öyleyse ittihad-ı İslam farzdır. Farzda da devam esastır. O halde bu ali himmet, asil hareket ve Müslümanları zilletten kurtaracak birliktelik İslam toplumlarının her bireyinin heyecanını artırmalı ve onları gayrete getirmelidir. Bilhassa gençliğe yeni bir ruh olarak verilmelidir. Özlenen şey oluyor. Artık bir milat gerçekleşiyor.

İşte bütün bu heyecan ve ruh, İslam ülkelerinde tereddütsüz Kur’an ve sünnet etrafında ittihat eder. Bu nedenle de ittihad-ı İslam farzdır. Bu farzın davetine icabet de vaciptir. Hassaten zamanımızda yaşananlar gösterdi ki ittihad; farz olan namaz, oruç, zekat ve hac kadar elzemdir. Bunun en sade ve salim yolu da şudur:

• Öncelikle buluşma iklimimiz Allah’ın birliğidir.

• Birliğin yemin metni iman göstergesidir.

• Encümenleri İslam dünyasındaki bütün kuruluşlardır.

• Üyeleri bütün müminlerdir.

• Nizamnamesi Efendimizin sünnetidir.

• Kanunu şeri emir ve yasaklardır.

Bunlardan ötürü de bu ittihat, adetten değil ibadettir.

Madem gizlenme ve korkma riyadandır. Farzda riya yoktur. Bu zamanın en büyük farz vazifesi ittihad-ı İslâmdır.

Müslümanlar bu iklimde yaşamak ve onu yaşatmak için davetlidirler.

Hem yüz yıldır gizlenerek ve korkarak yapılan riyakarlığın bizi sefaletten ve rezaletten kurtarmadığı da herkes tarafından iyi bilinir.

İttihadın hedef ve maksadı ise, insan onuruna yakışır bir yaşamdır.

Sadece Allah’a kul olup bütün kulların kulluğundan insanı kurtarmaktır.

İffet, şecaat ve hikmet doğrultusunda adaletli bir yaşam sürmektir.

İhtiyaç fazlasını dağıtarak hakiki adalet, hürriyet ve eşitliği yakalamaktır. Mazimizde bunun çok örnekleri vardır.

Evet bu ittihat Allah için muhabbete muhabbeti emreder (+ × + = +).

Cehalete, fakirliğe ve ayrılığa karşı mücadele eder (− × − = +).

Ayrıca bu ittihat sadece Müslümanlara değil aynı zamanda Müslüman olmayanlara da çok faydalıdır. Gayr-ı Müslimleri medeni ve insaflı bilen Müslümanlar, bu vesileyle İslâmiyetin dost ve ulvî olduğuna onları ikna eder.

Hatta laubaliler dinsizlikle kendilerini hiçbir ecnebiye sevdiremezler. Çünkü onlar İslam dininin muhabbet mesleğinden ayrılarak mesleksizliğe gittiklerinde kendilerine en büyük fenalığı yapmış olurlar. Zira mesleksizlik ve anarşiliğin hiçbir zaman ve hiçbir kimse tarafından sevilmeyeceği aşikardır.

Yüz senedir bekliyoruz ki güneş batıdan doğsun. Amma hakikat gösterdi ki, yaşamın doğal akışı içinde güneş hep doğudan doğacaktır. Doğudan doğan yegane güneş ise, Şer-i şerif ve sünnet-i seniyedir. Bu hakikat güneşine olan yeni teveccühümüz, hem dünyamızı, hem de ahiretimizi aydınlatacaktır.

Bunun da tek yolu kişisel kinler ve intikam fikirleri ile ittihadı lekelendirmeden tahakkuk ettirmektir.

Amasız… Lakinsiz… Şartsız… akıl ile kalbi ittihat ettirerek. Tembelliği hayatımızdan def ederek. İslamiyet’e yaptığımız vefasızlığa taziye vererek ve dahi sadece Allah’ın rızasını esas alarak ittihat etmek esastır.

[*] Bu yazımızda Kur’an ve Sünnet Işığında Bediüzzaman Said Nursi’nin İttihad-ı İslam’a dair fikirlerinden istifade edilmiştir.

***

Milat Gazetesi