Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Makaleler / Kâinat Kitabı ve Bediüzzaman’ın Düşüncesindeki Yeri

Kâinat Kitabı ve Bediüzzaman’ın Düşüncesindeki Yeri

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Yazar: Şükran VAHİDE

GİRİŞ

Bediüzzaman Said Nursi kainattan bahsederken birçok benzetmeler kullanır, “bir sergi,” “bir tarla,” “bir misafirhane” ve “bir saray” gibi, fakat “bir kitap” yani okunacak bir şeye benzetmesi Risale-i Nur metodunu özellikle tanımlayıcıdır ve hatta onu sembolize eder. Risale-i Nur’da Bediüzzaman “Sıfat-ı Kelam’ın kitabı” olan Kur’an ile “Sıfat-ı İrade’nin Kudret kitabı” olan kainat arasındaki ilişkinin tamamlayıcı mahiyetini önemle vurgular. Bediüzzaman okuyucularının dikkatini devamlı kainata yöneltir ve onlara onu nasıl Kur’an ın usulüyle okuyacakarını ve bütün mahlukların delalet ettiği sonsuz manaları öğreneceklerini ve Kur’an’ın işaret ettiği dersleri çıkaracaklarını gösterir. Öyleyse, Kainat Kitabı kavramı ve onun tefekkür 2 ile okunması Risale-i Nur’un merkezinde ve Bediüzzaman’ın açtığı “hakikate giden yol”un kalbinde yer alır.

Tebliğde bu kavramın Risale-i Nur da kullanılışı incelenecek, onunla Kur’an arasındaki ilişki anlatılacak, ayrıca bu kavramın Risale-i Nur’un Kur’an’a çağdaş yaklaşımını nasıl sembolize ettiğinden de bahsedilecek. Bunu anlatırken, Bediüzzaman’ın kendi tanımını takip ederek bu konudaki fikirlerinin değişimine de değinilecek. Bu bakışla, öncelikle, hem de konuyu bağlama yerleştirmek ve niye böyle bir yol ve metot seçtiğini anlamak için Bediüzzaman’ın hayatının ilk kısmından yani Eski Said’den birkaç detay verilecek. Bu bölüm, Eski Said’in Yeni Said’e dönüşümünün ana hatlarıyle kısa bir özeti ve bunun sonucu olan düşüncesindeki gelişimi içerecek. İkinci olarak, Kur’an ve kainat arasında birbirini tamamlayıcı ilişkiden kısaca bahsedilecek. Bunu, “Kainat Kitabı ve Onun Görevleri ve Anlamları” başlıklı bölüm takip edecek.

NEDEN KAİNAT KİTABI?

Bediüzzaman’ın çocukluğu ve gençliği hakkındaki kayıtlardan anlaşılıyor ki, o erken yaştan itibaren İslam ile bağlantılı birçok alanda ve İslam’ın öğretiminde kökten ve şümullü bir yenilenmeye olan ihtiyacı hissediyordu. İlk hissettiği, sonraki yıllarda onu, temelinin geleneksel dini bilimlerle modern bilimlerin birleşik okutulması olan eğitim reformu için geniş tekliflerde bulunmaya götürecek olan mevcut eğitim sistemlerine karşı içinde hissettiği bir tatminsizlikti. Başka bir mesele ise, kelam ilmi bilimdeki yeni gelişmeler karşısında noksan kalıp modern ilerlemenin meydan okumasını bilim ve ilerleme adıyla İslam’a yapılan saldırılara karşı gerekli cevabı verememiş olmasından yeniden formüle edilmesiydi. Ta o zamandan işte bu amaçları göz önüne aldığı için diğer alimlerden farklı olarak fizik ve matematik bilimlerinin çoğunu çalıştı ve onlara vakıf oldu.3

Bediüzzaman, İslam’ın karşı karşıya bulunduğunu düşündüğü başlıca problemleri izah ettiği ve onlara çözümler teklif ettiği birçok eser yayımladı. İlk eserlerinden biri olan Muhakemat’ta (1911), Müslümanların ciddi gerileyişini geri çevirmesinde İslam Dünyasına engel olan başlıca mâni’in modern bilimin sorularıyla İslam’ın bazı “zevahir”i arasındaki hakikatte olmadığı halde hayali bir tenâkuz olduğunu belirtti. Akıl ve bilimsel keşifler ile bazı Kur’an ayetleri arasında var olduğu sanılan çatışmayı da içine alan diğer birkaç meselenin hatalarını izah etti. Böylece İslam’ın doğru yoluna dikkatleri çekmeyi ve “a’da-yı din” (din düşmanları) olarak kabul ettiği materyalist felsefenin takipçileri ile “zahirperestler” dediği bazı mutaassıp şekilci ulemaya cevap vermeyi amaçlıyordu Bediüzzaman.4 Aynı zamanda kainatı bir kitap olarak tasvir etti ve Kur’an ile karşılıklı ilişkisini vurguladı. Çünkü, kainatta geçerli olan kanunları şerh ettiği için Kur’an, hakiki terakkinin yegane kaynağıdır. Bununla beraber Yeni Said olarak kainat kitabını tam yorumlamasını da yapacaktır. şöyle der:

“Öyle kitap ki, kaideleri ile hilkat-i alemin kitabından dest-i kader ve kalem-i hikmet ile mektup ve cari olan kavanin-i amika-i dakika-i İlahiyeyi izhar ettiğinden; ahkam-ı adilanesiyle nev’i beşerin nizam ve muvazenet ve terakkisine kefil-i mutlak ve üstad-ı küll olmuştur.”5

Genç Bediüzzaman’ın en büyük kaygısı, Kur’an’ın hakkaniyetinin ve mucizeliğinin çağın ihtiyaçlarına uygun bir usulle delillendirilmesi ve aydınlatılması ve anlatılması idi. Sikke-i Tasdik-i Gaybi’ye dahil ettiği mektuplardan birinde, bu asrın başında Kur’an’a ve Müslüman topluma yönelik aşikar tehditleri öğrendiğinde verdiği tepkiyi dile getirdi.

“…bir inkılâb-ı fikrî ile merakını değiştirdi. Bütün bildiği ulûm-u mütenevviayı Kur’anın fehmine ve hakikatlerinin ispatına basamaklar yaparak hedefini ve gaye-i ilmiyesini ve netice-i hayatını, yalnız Kur’an bildi. Ve Kur’anın i’caz-ı mânevîsi Ona rehber ve mürşid ve üstad oldu.”

Fakat mektubun devamında üzülerek , bu görevin başına bir süre sonra “harb-i umuminin tarakka ve gürültüsü ile uyanmakla6 geçtiğini ifade eder. “İ’caz-ı Kur’an’ı beyan etme”ği 7 kendine görev bildiğini anlatan bir mektubunda da yine bu uyanışa değinir.

Kur’an’ın baş tarafının tefsiri İşaratü’l-İ’caz’ın mukaddimesi olan “İfadetü’l-Meram”da ki Birinci Dünya Savaşı sırasında Rus saldırıları karşısında cephede en öndeyken bile yazmaya devam etmesi, önemini ve aciliyetini gösteriyordu- bilimsel keşiflerden neş’et eden ilimdeki ilerlemeler sebebiyle, her biri birkaç bilim dalında ihtisaslaşmış seçkin alimlerden oluşan bir heyet tarafından kapsamlı ve “doğru bir Kur’an’ın tefsiri”nin yapılması gerektiğini söyler.8 Bundan da anlaşıldığı gibi Kur’an bir kısım hakikatlerinin ancak bilimsel gelişmelerle gün ışığına çıkan fiziksel dünya ile ilgili ilimler ışığında doğru tefsirinin yapılabileceğini, ifade eder. Daha sonra yapılacak tefsirlere bir model olmasını umduğu çalışmasında, bilimin özellikle de kainat ve de canlılara dair bulgularının, ilgili Kur’an ayetleriyle çatışması bir yana, tamamen uyum içinde olduğunu gösterir.

Özet olarak diyebiliriz ki; ilk dönemlerinden beri Bediüzzaman, hem ilim müessesesi ve eğitim sistemi için, hem de pratikte İslam dünyasının maddi ve mânevi terakkisi için bilim asrı gerçeğini kavramıştı. Onun en önce ilgilendiği şey, bilim ve İslam arasındaki tenâkuz ve çelişki var diye yanlış anlamaları ve batıl düşünceleri dağıtmak ve fizik ve matematik bilimlerini doğru konumlarına yerleştirmekti. Çünkü İslam “fünunun seyyidi ve mürşidi ve ulum-u hakikiyyenin reis ve pederidir.” 9 Kendisi de bilimin ilerlemelerini ve kainatın buna eşlik eden açıklayıcılığını Kur’an’a bağladı ve fennî verileri kullanarak Kur’an’ın hakikatlerini anlamağı, anlatmağı ve mucizeviliğini ispatlamağı kendine vazife bildi.

Burada Batı düşünce ve bakış açısında ağır basan materyalist düşünce ve özellikle de Pozitivizmin Osmanlı İmparatoruğu’nun son on yıllarında Türkiye’de artan bir şekilde etkili olduğu hatırlanmalıdır. Böyle fikirlere sarılanların belirgin özelliği genelde dine özelde İslam’a karşı saldırgan bir tavırda olmalarıydı. Onların 1923’te Cumhuriyetin kuruluşuna dek sadece küçük bir azınlık olmasına rağmen bu tarihten sonra dine karşı bu saldırgan tavır âdeta resmi olarak benimsendi ve İslam’ın yerine Pozitivizme dayalı resmi bir ideoloji koymak için adımlar atıldı.

Bediüzzaman, İşarat-ül İ’caz’ı, “Risale-i Nur’un Fatihası”10 olarak tanımladı ki bununla muhtemelen onun Risale-i Nur’un yazılan ilk bölümü olduğunu kastediyordu.11 Birinci Dünya Savaşını ve Osmanlı’nın yenilişini izleyen acı yıllar Yeni Said’in ortaya çıkışına ve Bediüzzaman’ın o zaman geçirdiği esaslı iç değişimin meyveleri olan Arapça parçaların yazılmasına şahit oldu.12

Yeni Said’in o ilk eserlerinde ve Risale-i Nur’da birkaç yerde Bediüzzaman kendi iç mücadelelerine ve Yeni Said’in ortaya çıkışında katkısı olan sebeplere ve hakikate giden, önceden “sülük edilmemiş” Kur’anî yolun kendisine açılışına değinir. Burada sadece birkaç yönüne işaret edilecek.

Bediüzzaman’ın yolu ancak çok ciddi mücadelelerden sonra netleşti. O zaman yazdığı ilk parça olan Katre Risalesi’nde şöyle tarif ediyor:
“…müthiş bir vakitte nefsimle olan ânî mükâlemelerimdir. Ve kelimeleri, yani o esnada kaydedilen tâbirler ise, nar ile nurun fırtınalı bulutlardaki şimşeklerin birbiriyle müsâraa ettikleri gibi, müthiş bir mücadele esnasında tevellüt eden kelimelerdir. Bir anda fikren yerden göğe, gökten yere inip çıkmak gibi bir vaziyet içindeydim. Çünkü ben öyle bir yola sülük ettim ki: Akıl ve kalp berzahı arasında, evvelce sülük edilmemiş bir yoldur.”13
Bu esnada ona “Kur’an güneşinden nurlar” olduğunu fark ettiği bazı ışıklar göründü. Diğer parçalardan, bunun Vahdaniyet-i İlahiye hakkında Kur’anî hakikatlerinin olduğunu14 öğreniyoruz ve zaten Katre’de Bediüzzaman “hem kainatın bir bütün olarak hem de onun bütün parçaları ve parçacıklarının Vücub ve Vücud-u İlahi ve Vahdaniyet-i İlahiye şahadet ettiği elli beş lisanı” açıklıyor.

Aynı risalede daha sonra bize bu “sülük edilmemiş” yoldan daha fazla bahsediyor: “Kur’an’dan müstefad olan Katre Risalesinde izah edilen, benim yolum ile, ehl-i nazar ve felsefenin yolu arasında farklar şudur ki: ben nerede bulunursam bulunayım, hemen kuyu kazar su çıkarırım. Onlar ise âlemin etrafından su getirmek için küngân ve borular dizmeye teşebbüs ediyorlar… Amma Kur’an’ın bize öğrettiği yol ise, bize Asâ-yı Musa gibi bir âlet vermiş. Nerede olsam ister kayanın üstünde olayım, asâmı vurduğumda hemen âb-ı hayat fışkırır.”15 Bu hakikate giden yolda Yeni Said “Her bir şeyde O’nun bir olduğuna delalet eden bir delil vardır” hakikatine mazhar oldu.16

Yukarıda işaret edildiği gibi, “akıl ve kalp ittifakiyle” gidilmesi, bu yolun başka bir özelliğidir. Bununla beraber, Bediüzzaman diyor ki:

“Benim aklım, kalbim ile nasıl imtizac ettiğini bilemiyorum. Zira ben ulemâ-i seleften ehl-i aklın tarikından, ve ehl-i kalb-i salihînin yolundan başka bir yoldayım.”17

Hubab’ın zeylinde ise şöyle diyor: “… benim aklımın refakatiyle beraber gözlerim açık olarak dahil olduğum için aklım, kendi adet-i daimesi üzere kalbimin gördüklerini kendi mikyasları içinde sarıyor ve ölçüleriyle ölçüyor ve burhanlarına yapışıyordu. İşte bu cihetten bu Risalelerin bütün mesâili âdeta bürhanî istididlâliyat hükmündedir.” Bu sebepten, devamında Bediüzzaman, bu risalelerin “fikir ve ilim cihetinden dalâlete düşenler”18 için bilhassa faydalı olduğunu söylüyor.

“Risale-i Nur dahi yaralanmış talib-i hakikati kısa bir zamanda tedavi ettiği gibi, ehl-i ilhad ve dalaleti de tam ilzam ve ıskat ediyor.”19

Aklın ve kalbin bu imtizacı Bediüzzaman’ı Risale-i Nur’un önemli bir unsuru ve kainat kitabı’nın gerekli tamamlayıcısı olan “tefekkür mesleğine” götürdü. 1935’te Eskişehir Hapishanesi’nde iken Arapça olan ve “Tefekkür name” nâmıyla adlandırdığı Yirmi dokuzuncu Lem’a’nın önsözünde şöyle dedi: “On üç seneden beri kalbim, aklımla imtizaç edip Kur’an-ı Muciz-ül Beyan’ın “ki, düşünesiniz”20 “belki düşünüp ibret alırlar;”21 “Onlar kendi üzerlerindeki İlâhî sanat mucizelerini hiç düşünmezler mi?”22 “Düşünen bir topluluk için bunda deliller vardır”23 gibi meâlindeki ayetlerle emrettiği tefekkür mesleğine teşvik ettiği ve ‘Bir saat tefekkür bir sene nafile ibadetten daha hayırlıdır’24 hadis-i şerifi, bazen bir saat tefekkür bir sene ibadet hükmünde olduğunu beyan edip tefekküre azim teşvikat yaptığı cihetle. Bu ahirde gördüm ki, Risale-i Nur’un eczalarındaki kuvvetli ukde-i hayatiye ve parlak nurlar, o silsile-i tefekküratın Lem’alarıdır.”25

Öyleyse yeni bir yolun başlıca özellikleri aklın ve kalbin birleştirilmesi, Kur’an’ın talim ettiği tarzda kainat üzerine tefekkür, ve tevhid-i hakikî (vahdaniyet-i İlahinin tasdiki) ki “.Kur’an ın bir i’caz-ı maneviyesiyle, her şeyde bir pencere-i marifet açmış.”26 Bu noktada Risale-i Nur ile Yeni Said’in ilk eserleri olan Arapça risaleler arasında- ki önemli bir farka işaret etmeliyiz. Sonradan bir araya topladığı ve el-Mesnevi-el Arabi el Nuri adını verdiği ve Türkçesi Mesnevi-i Nuriye olan o risaleler, çoğunlukla nefs ve şeytan ile bir iç mücadelenin ifadesi ve “kalp ve ruh içinde bir yol açmada muvaffak idi.” Fakat Risale-i Nur enfüse bakmanın yanı sıra çoğunlukla “âfâkî ve haricî daireye” bakar ve marifetullaha götüren geniş bir yol açar. Mesnevi Risale-i Nur’un çekirdeği veya fidanlığı, Risale-i Nur ise Mesnevi’nin bahçesi gibiydi.

“Hariçte muhtaç mütehayyirlere ve dalalete giden ehl-i felsefeye karşı, Risale-i Nur, geniş ve külli Mesneviler hükmüne geçti.”27

Katre’nin başında Bediüzzaman, kırk yıllık hayatında ve otuz yıllık tahsilinde nasıl sadece “dört kelime ile dört kelâm” öğrendiğini anlatır. Bizi burada ilgilendiren bu dört kelime şunlardır: “mana-yı harfi, mana-yı ismi, niyet, nazar (bakış tarzı).” Bunlardan en önemlisi ilkidir çünkü kainat kitabı kavramıyla doğrudan ilişkilidir. Kısaca Bediüzzaman onu şöyle tanımlar:

“Cenab-ı Hakk’ın masivasına (yani kainata) mana-yı harfiyle ve O’nun hesabına bakmak lazımdır. Mana-yı ismiyle ve esbap namına bakmak hatadır. Evet, her şeyin iki ciheti vardır. Bir ciheti Hak’a bakar. Diğer ciheti de halka bakar. Halka bakan cihet Hak’a bakan cihete tenteneli bir perde veya şeffaf bir cam parçası gibi, altında Hak’a bakan cihet-i isnadı gösterecek bir perde gibi olmalıdır. Binaenaleyh, nimete bakıldığı zaman Mün’im, san’ata bakıldığı zaman Sâni’, esbaba nazar edildiği vakit Müessir-i Hakiki zihne ve fikre gelmelidir.”28

Burada, bu bölümün konusu olan “Niçin kainat kitabı?” sorusunu cevaplayabilmek için iki noktaya dikkat etmeliyiz. Bu noktalardan biri Bediüzzaman’ı Yeni Said’in yolunu seçmeye götüren faktörlerle ilgili, diğeri de kainat kitabı kavramının bu yoldaki yeridir.

Öncelikle Bediüzzaman’ı daha çocukluğundan itibaren İslam’ın içindeki birçok kurumda yenilenme ve değişim aramaya götüren yukarıda değindiğimiz birkaç husus vardı. Esasında bunların çoğu, modern bilim hakkındaki yanlış anlamalar, akıl ve bilim ile İslam ve Kur’an’ın bazı konuları arasında varolduğu sanılan hayali çatışma yatıyordu. Yeniliği gerektiren baş sebep ise Kur’an’ı modern gelişmeler ışığında tefsir etme ihtiyacıydı. Sadece bu yol ile İslam’a saldırılar cevaplandırılabilir ve durdurulabilir ve İslam âleminin gerilemesi tersine döndürülebilirdi. Yeni Said’in yolu ve Risale-i Nur öncelikle bu arka planda görülmelidir, en azından dış dünyada.

Şimdi kainat kitabına gelirsek; bence bu kavram Yeni Said’in yolunu oluşturan çeşitli unsurları bir araya getiriyor ve bir bakıma onu sembolize ediyor. Hem de çok güzel bir benzetmedir. Çünkü, Bediüzzaman’a açılan yeni gidilmemiş yol kendisini Kur’an’dan kainata götürdü; ona kainatı temaşa edip üzerinde tefekkür etmeyi emretti; ve kainata orada okunup anlaşılmak için bulunan bir kitapmışçasına mâna için bakmağa onu yöneltti. Ayrıca, Bediüzzaman’ın geliştirdiği hem kalbi hem aklı işleten bu okuma metodu her şeyden Allah’a ve diğer iman hakikatlerini ispatlamaya bir yol buldu. şüphe ve delaletle yaralananları tedavi etti ve materyalist felsefeye ve onun saldırılarına cevap verdi. Ve göreceğimiz üzere, bilim ve dini de bir araya getirdi. Bu gerçeklerin sonucudur ki Bediüzzaman, yeni bir kelam ilmi geliştiren olarak tanındı.29

Son olarak, Yeni Said’in yolunu özellikle sufi yolundan ayıran ve Kur’an’ın mucizeliğiyle ilişkili olan noktaya değinilmesi gerekiyor. Bediüzzaman’a göre bu, ehl-i tasavvufun “marifet ve tasavvur”undan çok “ehl-i hakikat”in ulvi yoludur; “iman ve tasdik”tir.30 Öneminden dolayı ve Bediüzzaman da bu yolun gerekliliği için sebepler gösterdiği için, aşağıdaki tanımı tamamen veriyorum:

“Yazılan Sözler tasavvur değil tasdiktir; teslim değil, imandır; marifet değil, şehadettir, şuhuddur; taklit değil tahkiktir; iltizam değil, iz’andır; tasavvur değil hakikattir, dava değil, dava içinde burhandır. şu sırrın hikmeti budur ki: Eski zamanda, esasat-ı imaniye mahfuzdu, teslim kavi idi. Teferruatta, ariflerin marifetleri delilsiz de olsa, beyanatları makbul idi; kâfi idi. Fakat şu zamanda dalalet-i fenniye, elini esasata ve erkana uzatmış olduğundan…”31

KUR’AN VE KÂİNAT KİTABI

Öncelikle, kainata Kur’an’ın ışığında bakıldığında, kainat için kitap benzetmesi çok öz ve hakikatlı bir tasvir olduğunu söyleyebiliriz. Bu mecaz, Kur’an’ın mevcudata kendileri adına değil de delalet ettikleri şey adına bakışından doğal olarak fışkırır. Ayet-ül Kübra’da Bediüzzaman diyor ki:

“Kur’andan aldığı geniş ve ihâtalı bir dürbün ile baktı, gördü: Bu kâinat, o kadar mânidar ve muntazamdır ki; mücessem bir kitab-ı sübhânî ve cismânî bir Kur’an-ı Rabbânî”32

Kainatın, Kur’an ile gözlendiğinde açığa çıkan ve onu sanki bir kitaba dönüştüren başka yönleri de var. Başka bir yerde Bediüzzaman vahdetin sonucu olan “kemal-i intizam” ve “insicam-ı mizan” gayet manidar öyle mucizane bir kitaba çevirmiş ki, her bir harfi yüz satır ve her bir satırı yüz sahife ve her sahifesi yüz bab ve her babı yüzer kitap kadar manaları ifade eder. Hem bütün babları, sahifeleri, satırları, kelimeleri, harfleri birbirine bakar, birbirine işaret ederler;”33 der.
Aslında, vahdet temel bir kavramdır. “… Ve kâinat baştanbaşa gayet mânidar bir kitab-ı Samedânî ve mevcudât, ferşten arşa kadar gayet mu’cizâne bir mecmua-i Mektubat-ı Sübhâniye [oluşu]… ancak ve ancak, sırr-ı tevhid iledir.”34

Vahdet onların birbirinin ihtiyaçlarına cevap vermesine sebep olarak kitabın bütün kelimelerine hayat bahşeder. Lemeat’ta, Bediüzzaman diyor:

“Kainatta serbeser sırr-ı tesanüd müstetir, hem münteşir. Hem cevanibde tecavüb, hem teavün gösterir.

Ki yalnız bir Kudret-i alem-şümuldür yaptırır, zerreyi her nispetiyle hakkedip yerleştirir.

Kitab-ı alemin her satırıyla her harfi hay.ihtiyaç sevk ediyor; tanıştırır.

Her nereden gelirse gelsin nida-i hacete lebbeyk-zendir; sırr-ı tevhit namına etrafı görüştürür.

Zihayat her harfi, her bir cümleye müteveccih birer yüzü, hem de nazır birer gözü baktırır.”35

İlm-i İlahi de “kâinatı, eczaları adedince risaleler içinde bulunan bir kitab-ı kebir hükmüne”36 getiriyor.

Hikmet-i İlahi ise “… bütün kâinatı envaıyla beraber bir kitab-ı kebîr-i hikmet ve öyle bir kitap ki; her harfi yüz kelime, her kelimesi yüzer satır, her satırı bin bab, her babı binler küçük kitap hükmüne”37 getiriyor. 

İsm-i Azam’dan olan İsm-i Hakem’i anlatırken Bediüzzaman o kitabın bölümlerini şöyle tanımlıyor:

“Bu kitab-ı kebirin bir sahifesi, zemin yüzüdür. O sahifede nebatat, hayvanat taifeleri adedince kitaplar, birbiri içinde, beraber, bir vakitte, yanlışsız, gayet mükemmel bir surette bahar mevsiminde yazıldığı gözle görünüyor. Bu sahifenin bir satırı bir bahçedir. O bahçede bulunan çiçekler, ağaçlar, nebatlar adedince manzum kasideler, beraber, birbiri içinde, yanlışsız yazıldığını gözümüzle görüyoruz. O satırın bir kelimesi çiçek açmış, meyve vermek üzere yaprağını vermiş bir ağaçtır. İşte bu kelime; muntazam, mevzun, süslü yaprak, çiçek ve meyveleri adedince Hakem-i Zülcelal’in medh-ü senasına dair manidar fıkralardır. Güya çiçek açmış her ağaç gibi o ağaç dahi Nakkaşı nın medihalarını teganni eden manzum bir kasidedir.”38

Öyleyse, Kur’an ile kainat arasında karşılıklı bir münasebet vardır. Kainat manalarının anlaşılması için Kur’an’a muhtaçtır, ancak Kur’an ile anlam kazanabilir ve doğal olaylar ve onların düzenli yapılış ve kasıtlı değişimleri hakkındaki ayetleriyle Kur’an kainat kitabının yorumlayıcısı, tefsircisi ve tercümanıdır.

“Kur’an kainatın bir tercüme-i ezeliyesidir. Ve kainatın kendi lisanlarıyla okudukları ayat-ı tekviniyenin tercümanıdır. Ve şu kitab-ı alemin tefsiri olduğu gibi; arz ve semavat sahifelerinde müstetir esma-i hüsnanın definelerinin keşşafıdır.”39 “Kur’an-ı Hakîm… bu kitab-ı kâinatın maânîsini anlattırıp tâ Hâlikını tanıttırsın.”40

“Evet Kur’an-ı Hakîm, şu Kur’an-ı Azîm-i Kâinatın en âlî bir müfessiridir ve en beliğ bir tercümânıdır. Evet, o Furkandır ki: şu kâinatın sahifelerinde ve zamanların yapraklarında kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekvîniyeyi cin ve inse ders verir. Hem her biri, birer harf-i mânidar olan mevcûdâta “mâna-yı harfî” nazariyle, yâni onlara Sâni’ hesabına bakar; “Ne kadar güzel yapılmış, ne kadar güzel bir surette Sâni’inin cemâline delâlet ediyor!” der. Ve bununla kâinatın hakikî güzelliğini gösterir.”41

Kur’an “hafız”dır. “Kur’an bir hâfızdır; kudret kalemiyle kâinat sahifelerinde yazılan âyâtı okuyor. Güya Kur’an, kâinat kitabının kıraatidir ve nizâmâtının tilâvetidir ve Nakkaş-ı Ezelîsinin şuûnâtını okuyor ve fiillerini yazıyor.”42

Yukarıdaki ifadelerden görüldüğü üzere kainat “mücessem bir Kur’an”43 haline gelir. Böylece Kur’anla aynı hakikatleri ifade ettiğini anlayabiliriz. Fakat Kur’an sıfat-ı Kelamdan gelirken, kainat Kudretin tecellisiyle var olur.44 Kainattaki masnular (sanat eserleri) yani mevcudat sanki “mücessem kelimeler” yani maddî vücud giyen kelimelerdirler. Bu kudret kelimeleri Kur’an’ın kelimeleri gibi mukaddes İlahi özü tanıtırlar. “Kudret sıfatı dahi; mücessem kelimeleri hükmünde olan san’atlı eserleriyle o Zât-ı Akdesi bildirir ve kâinatı baştan başa bir furkan-ı cismânî mâhiyetinde gösterip, bir Kadîr-i Zülcelâli tavsif ve târif eder.”45 Bu açıdan, “Kainatın mürekkebat ve eczası… Kur’an-ı Hakimin ayetlerini tefsir ediyorlar.”46 Kur’an’ın bir delilidir. Bediüzzaman diyor: “Kur’an-ı hakimin bu hakikatine delil estersen, Kitâb-ı Mübînin mistarı üstünde yazılan şu kâinat kitabının sahifelerine bak…”47

Mücessem Kur’an olarak, kâinat kitabının gayesi, onu yapanın zatında ve esmasındaki güzelliklerini “ifade etmek”tir.48

“Nakkaş-ı Ezelî, şu kâinatı, kemalâtını ve cemâlini ve hakaik-ı esmâsını göstermek için öyle bir tarzda yazmıştır ki; bütün mevcudat, hadsiz cihetlerle nihayetsiz kemalâtını ve esmâ ve sıfâtını bildirir, ifade eder.”49

“…bu Kitâb-ı Kebîr-i Kâinatın Nakkaş-ı Ezelîsi, bu kâinatla ve bu kâinatın her bir sahifesiyle ve her bir satırıyla, hattâ harfleri ve noktalarıyla Kendini tanıttırmak ve kemâlâtını bildirmek ve cemâlini göstermek ve Kendisini sevdirmek için, en cüz’îden en küllîye kadar her bir mevcudun müteaddit lisanlariyle cemâl-i kemâlini ve kemâl-i cemâlini tanıttırıyor ve sevdiriyor.”50

KAİNAT KİTABI VE ONUN MÂNÂLARI VE GÖREVLERİ

Öyleyse, bir kavram olarak kainat kitabının ana görevi , onu okuyanlara Yazarını ve O’nun sıfatlarını öğretmektir. Bediüzzaman’ın “Te’emmel sutur el-kainat fe-inneha* Min el-mele’i’l-‘ala ileyke resa’il” beytini yorumladığı gibi:

“Sahife-i alemin eb’ad-ı vasiasında Nakkaş-ı Ezeli’nin yazdığı silsile-i hadisatın satırlarına hikmet nazarıyla bak. Ta ki mele-i aladan uzanan şu selasil-i resail seni âla-yı iliyyin-i tevhide çıkarsın.”51

Benzer olarak, Kur’an’ın kainat kitabının “ayat-ı tekviniye” hakkındaki ayetleri hep bu aynı hakikatleri öğretir. Yani, kainattaki düzenli değişimlerdeki şuunat-ı İlahiye’yi anlatarak onların delalet ettiği hakikatlere -Yaratıcı’ya ve O’nun fiillerine, esmasına, sıfatlarına, haşre ve diğer iman hakikatlerine- şuurlu mahlukların dikkatlerini çekerler. Kur’an tekrar tekrar insana bu “ayetler” üzerinde durmayı emreder ve onu tefekküre ve ibret almaya teşvik ederek aklını kullanmayı ister.52 Risale-i Nur’un birçok yerlerinde Bediüzzaman bu çeşit ayetleri en enteresan değişik mana mertebelerini açıklayarak tefsir eder.53

Bu sebeple, nasıl ki kainatın bu şekilde olmasındaki gaye “okunma”sıdır, insanın da “vazife-i asliyesi.. küllî nazarıyla mevcudatın tesbihatını müşâhede ederek şehadat etmek … ve masnuatta kudret-i rabbaniyenin mu’cizâtını temaşa ederek, nazar-ı ibretle tefekkür etmektir.”54 Mikrokozmoz (alem-i asgar) ve kainatın “küçük [bir] haritacığı” olarak55 insan, kainat kitabının küçük bir nüshasıdır. Bu cihet burada konumuzun dışındadır fakat şurası hatırlanmalıdır ki aşağıda ifade edeceğimiz üzere Bediüzzaman’ın Ayetü’l Kübra’nın başında işaret ettiği gibi insanın yaratılışının gayesi bütün mahlukatın yaratıcısını tanımak ve O na ibadet etmektir:“… insan’ın vazife-i fıtratı … marifetullah ve iman-ı billâh’dır.”56 Bediüzzaman burada
“Ben cinleri ve insanları ancak bana ubudiyet etsinler diye yarattım”57
ayetini tefsir ediyor. Böylece, bir kitap kavramıyla temsil edilen yukarıda tasvir ettiğimiz şekilde afaki tefekkür ederek, bütün materyalizm ve dalalet cereyanlarına rağmen şimdiki asrın insanlarının “tahkikî iman”a ulaşabilmeleri için bu Kur’anî emrin sistemli ve pratik bir uygulamasını ortaya koyuyor. Burada amacım, kainat kitabının ana işlevlerini anlatmanın yanı sıra, Risale-i Nur’un “Kur’an’ı anlamaya çağdaş bir yaklaşım” olduğu düşuüncesini göstermektir. Yani Risale-i Nur zamanımızın insanlarına anlamlı ve içinde bulundukları şartlara uygun bir tarzda Kur’anî hakikatleri ve mesajı izah eder.
Şimdi Ayet-ül Kübra’ya ve onun kainat kitabını, anlamları için okuyuş tarzına geçebiliriz.

Öncelikle şuna değinmeliyiz ki -Bediüzzaman’ın kendisinin büyük ihtimalle Kastamonu’daki hayatının sonlarına doğru yazılan bir mektupta işaret ettiği gibi- Risale-i Nur’u yazdığı yıllar boyunca “tefekkür mesleğinde” devamlı bir gelişme vardı. şöyle diyor: “Arabî Katre Risalesinden, tâ Âyetü’l-Kübra Risalesine kadar, o hakikat devam edip suretler değiştirerek, tâ Hizbül-Ekber-i Nuriye suret-i daimesine girdi.”58 Hizbü’l-Ekber-i Nuriye, “Âyetü’l-Kübra’dan çıkıp”59 yaklaşık aynı zamanda yazılmıştı. Kainatın bütün âlemlerini sayarak ekseriyetle Ayet-ül Kübra’daki hakikatlerin aynısını açıklayan bu eser, veciz bir Arapça uslûb ile yazıldığından, kâinatı tefekkür için güzel bir kaynaktır. 60 Bu yüzden vücub ve vahdaniyet-i İlahiyeyi ispatlamak için kullandığı metodu ispatladığı ve gösterdiği ana hakikatleri görmek için Bediüzzaman’ın kainat kitabı keşfinin hemen hemen son şekli olan Ayet-ül Kübra’ya göz atacağız.

Şekil itibariyle Ayet-ül Kübra, “kainattan Halıkını soran bir seyyahın müşahedatı”ndan oluştuğu için Risale-i Nur’un içinde seçkin bir yere sahiptir. Seyyahın sorgulama tarzı Bediüzzaman’ın kainat üzerindeki tefekkürüyle elde etmeyi amaçladığı şeyi özetliyor ve seyyah, hayalen kainatın bütün âlemlerinde onların Halıka şahadetlerini öğrenmek için bir seyahat yapar. Her birini sırayla sorgular ve ona cevap olarak kendilerine bakıp mütalaa etmeğe davet edilir. Mesela, fezayı sorgular ve şu cevabı alır: “Bana bak! Merakla aradığını ve seni buraya göndereni benimle bilebilir ve bulabilirsin.” Bu yüzden o bakar ve hepsi çeşitli işlerle vazifelendirilen bulutları, rüzgarı, yağmuru, ve saire görür. Bu “kelimeler”den her birisine baktıktan sonra, aklına döner ve onunla konuşmaya başlar, düşünür. Fezaya tekrar bakar ve kelimelerden biraz daha okur. Aklıyla biraz daha düşünür ve sonunda şu sonuca varır:

“Bu câmid, hayatsız, şuursuz, mütemâdiyen çalkanan, kararsız, fırtınalı, dağdağalı, sebatsız, hedefsiz şu havanın perdesiyle ve zâhirî sûretiyle vücûda gelen yüz binler hakîmâne ve rahîmâne ve sanatkârâne işler ve ihsanlar ve imdatlar bilbedahe ispat eder ki: Bu çalışkan rüzgârın ve bu cevval hizmetkârın kendi başına hiçbir hareketi yok, belki gayet kadîr ve alîm ve gayet hakîm ve kerîm bir âmirin emriyle hareket eder. Güya her bir zerresi, her bir işi bilir ve o âmirin her bir emrini anlar ve dinler bir nefer gibi, hava içinde cereyan eden her bir emr-i rabbânîyi dinler, itaat eder ki; bütün hayvanâtın teneffüsüne ve yaşamasına ve nebatatın telkihine ve büyümesine ve hayatına lüzumlu maddelerin yetiştirilmesine ve bulutların sevk ve idaresine ve ateşsiz sefinelerin seyr ü seyahatına ve bilhassa seslerin ve bilhassa telsiz telefon ve telgraf ve radyo ile konuşmaların îsaline ve bu hizmetler gibi umumî ve küllî hizmetlerden başka, azot ve müvellidülhumuza (oksijen) gibi, iki basit maddeden ibaret olan havanın zerreleri birbirinin misli iken zemin yüzünde yüz binler tarzda bulunan rabbânî san’atlarda kemâl-i intizam ile bir dest-i hikmet tarafından çalıştırılıyor görüyorum. … rüzgârın tasrifiyle hadsiz rabbânî hizmetlerde istimâl ve bulutların teshiriyle, hadsiz rahmânî işlerde istihdam ve havayı o sûrette icad eden, ancak Vâcibü’l-Vücûd ve Kâdir-i Külli şey ve Âlim-i Külli şey bir Rabb-i Zülcelâl-i ve’l-ikramdır.”61

Seyyahın bu tefekkürü her halde, hava ve görevleri hakkında bilmediğimiz bir şey söylemiyor; bu tefekkürün yaptığı, cansız ve şuursuz olan havanın bütün bu çeşitli şuurlu işleri yapabiliyor olmasının ancak sayılan sıfatlarla mevsuf bir Varlığın onu bu işlerde istihdam etmesiyle mümkün olabileceğine işaret etmek, bunu göstermektedir. Özellikle seyyah tarafında ziyaret edilen yaratılışın bütün âlemlerini temsil eden otuz üç “mertebe” ile birlikte görüldüğünde mükemmel bir şekilde açık, mantıklı ve ikna edicidir. Zahirî basitliğine rağmen, hiç farkında olmadan okuyucunun bakış tarzını, mahlukatı Kur’anî okuyuş tarzını dönüştürür; yani varlıklara, delalet ettikleri ve işaret ettikleri manalar için bakmak. Okuyucuyu o manalara götürmenin yanı sıra onu böylece eşyanın yapılışını tesadüf ve sebeplere bağlamak gibi materyalist felsefenin temeli olan kavramları sorgulamaya psikolojik olarak hazırlar. Ayrıca Bediüzzaman’ın hem Kur’an-ı Kebir-i Kainatı hem de Kur’an’ın kendisini ahenkli bir şekilde bir araya getirerek hakikatlerini tefsir etmek için modern bilimi kullanması gerçeği yukarıdaki parçada yaptığı gibi hem bu ikisi arasında herhangi bir çatışma veya çelişki olmadığını ispatlar; yani modern bilimler ile Kur’anî hakikatlerin bir araya nasıl getirileceğinin pratik bir örneğini gösterir.

Burada, yukarıda birinci bölümün sonunda değinilen Yeni Said’in kırk yıllık hayatında öğrendiği “kelimeler”in dördüncüsünün “nazar” (bakış tarzı) olduğu hatırlanmalıdır. Onu şöyle tanımlıyor:

“Nazar ise, fünun-u ekvânı maarif-i İlâhiyeye kalbedip hakikî gâyelerine sevk edebilir. Demek nazar, esbap ve vesait hesabına olursa muzaaf cehalettir. Eğer Allah hesabına olursa maarif-i İlâhiye olur.”62

Risale-i Nur, vücub ve vahdaniyet-i İlahiyenin ve risalet, haşir, melekler ve kader, esma-i İlahiye, sıfat-ı İlahiye ve kainattaki şuunat-ı İlahiye gibi imanın bütün temel hakikatlerinin yüzlerce delilini ihtiva eder. Bu delillerin hepsi birbiriyle bağlantılı ve bölünemezdir. Daha iyi izah etmek için, kaderin delillerini kainat kitabının “yazılışı” ile de ilgili olduğundan daha detaylı anlatırken diğer hakikatler için sadece kainatın kitap olduğu fikriyle doğrudan ilgili birkaç kısa örnek vereceğim. Kainat kitabı tarafından verilen bu “ders”lerin hepsi onun manası için “okunması”nın bir sonucudur.

KAİNAT KİTABININ DİĞER MANALARI, İMANIN DİREKLERİ

Kur’anı getiren zat olarak Hz. Peygamber Muhammed’e (SAV) kainat kitabıyla bağlantılı olarak sık sık değinilir. İşte onun risaletine yine Ayet-ül Kübra’dan alınan bir delil:

“Bu kâinat, nasıl ki kendini icad ve idare ve tertip eden ve tasvir ve takdir ve tedbir ile bir saray gibi, bir kitap gibi, bir sergi gibi, bir temaşagâh gibi tasarruf eden sâniine ve kâtibine ve nakkaşına delâlet eder; öyle de: Kâinatın hilkatindeki makâsıd-ı İlâhiyeyi bilecek ve bildirecek ve tahavvülâtındaki rabbânî hikmetlerini tâlim edecek ve vazifedarâne harekâtındaki neticeleri ders verecek ve mâhiyetindeki kıymetini ve içindeki mevcudâtın kemâlâtını ilân edecek ve o kitab-ı kebîrin mânalarını ifade edecek bir yüksek dellâl, bir doğru keşşaf, bir muhakkik üstad, bir sâdık muallim istediği ve iktiza ettiği ve herhalde bulunmasına delâlet ettiği cihetiyle; elbette bu vazifeleri herkesten ziyade yapan bu Zâtın hakkaniyetine ve bu kâinat Hâlikının en yüksek ve sâdık bir memuru olduğuna şehadet ettiğini bildi.”63

Meyve Risalesi’nde benzer bir delil bütün peygamberler için verilir.64 Şu metin ise Rasulullah (SAV)’ın kainat kitabı için zaruri rolünü anlatır ve onu Rasulullah’a şahitlik ettirir:

Evet, “Muhammed’in (A.S.M.) getirdiği Nur ile kâinatın mâhiyeti, kıymeti, kemâlâtı ve içindeki mevcudâtın vazifeleri ve neticeleri ve memuriyetleri ve kıymetleri bilinir, tahakkuk eder. Ve kâinat, baştan başa gayet mânidar Mektubat-ı İlâhiye ve mücessem bir Kur’an-ı Rabbânî ve muhteşem bir meşher-i âsâr-ı Sübhâniye olur. Yoksa, adem ve hiçlik ve zevâl ve fena karanlıklarında yuvarlanan karmakarışık vahşetli bir virâne, dehşetli bir matemhâne mâhiyetine düşer. Bu hakikate binaen, kâinatın kemâlâtı ve hikmetli tahavvülâtı ve sermedî mânaları, kuvvetli bir tarzda ‘Neşhedü Enne Muhammeden Resûlullah’ der.”65

Bediüzzaman haşr için çoğunlukla Esma-i İlahiyenin kainattaki tecellilerine dayanan birçok delil gösterir, okuyucular onuncu ve yirmi dokuzuncu sözlere bakabilirler. Kainat kitabıyla ilgili iki delil aşağıda verilmiştir. İkinci bölüm Kudret-i İlahiye ile ilgilidir.

Eğer “haşir gelmezse; kader kalemiyle yazılan bu kitab-ı kâinatın bütün muhakkak mânaları bozulur ki, hiçbir cihet-i imkânı olamaz. Ve o ihtimal, bu kâinatın vücûdunu inkâr gibi bir muhâl belki bir hezeyan olur.”66
“Bu misafirhane-i dünyaya gelen her zîşuur, gözünü açtıkça görür ki: Bir kudret, bütün kâinatı kabzasında tutmuş ve nihayetsiz, hiç şaşırmayan ezelî, ihâtalı bir ilim ve gayet dikkatli, hiç mîzansız, faidesiz hareket etmeyen bir sermedî hikmet ve inayet o kudretin içinde bulunup zerrât ordusundan birtek zerreyi meczup Mevlevî gibi döndürerek çok vazifelerde istihdam ettiği gibi, küre-i arzı …yine bir meczup Mevlevî misillû gezdirir. Mevsimlerin mahsulâtlarını hayvan ve insanlara getirdiği aynı kanunla, aynı zamanda güneşi bir mekik, bir çıkrık yaparak merkezinde cezbedarâne ve câzibekârâne döndürüp manzume-i şemsiye ordusu olan seyyarat yıldızlarını kemâl-i mîzan ve intizamla vazifelerde çalıştırır. Ve aynı kudret; aynı zamanda, aynı kanun-u hikmetle zemin sahifesinde yüz binler kitap hükmünde yüz binler nevileri beraber, birbiri içinde, iltibassız, sehivsiz yazar, Haşr-i Âzamın binler numunelerini izhar eder ..”67

Meleklere imaniçin Bediüzzaman şudelili verir:

“Eğer dersen: Kainatın hangi ayetleridir ki, insandan başka böyle kâinat kitabının âyetlerinden ibret almakla, onlarda hayrete dalarak tefekkür ve tesbih eden taifelerin vücuduna delâlet etsin. Veya o kitabdan hangi satırdır ki, ona işaret ediyor?”

 “Elcevab: O kitabın hikmet sahifesinin mizan satırındaki nizam âyetidir. … İşte bütün bu celbedici haşmet ve şu cezbedici zinet ve çeşitli taltifler ve sevdirilmekler ve şu enva-i tahabbübat ve taârrüfat ve bu aksam-ı teahhüdat ve taammüdat (yani kasdî in’amlar ve ihsanlar)… şu dünya sahasında zahir nazarda ins ve cinden başka ehl-i ibret ve basiret görünmüyor… Öyle ise … lazımdır ki; ins ve cinden başka … şu kâinat, ehl-i ibret ve eshab-ı tesbih olan zevi-l ervah ile lebâleb dolu bulunsun.” 68 

TAKDİR-İ İLÂHÎ VE KÂİNAT KİTABININ YAZILIŞI

Bediüzzaman’ın bazen “kader” denilen takdir-i İlahi için delilleri kainatın devamlı yaratılışına yani kainat kitabının yazılışına dair birçok vukufiyet sağlar. şöyle der:

“Her şey, vücudundan evvel ve vücudundan sonra yazıldığı69 gibi pek çok âyât-ı Kur’ âniye tasrih ediyor. Ve şu kâinat denilen, Kudret’in, Kur’ân-ı kebîrinin âyâtı dahi şu hükm-ü Kur’anîyi, nizam ve mizan ve intizam ve tasvir ve tezyin ve imtiyaz gibi âyât-ı tekvîniyesiyle tasdik ediyor. Evet, şu kâinat kitabının manzum Mektubatı ve mevzun âyâtı şahadet eder ki, her şey yazılıdır.”

“Amma, vücudundan evvel her şey mukadder ve yazılı olduğuna delil; bütün mebâdi ve çekirdekler ve mekadîr ve suretler, birer şahittir. Zira, her bir tohum ve çekirdekler ‘kâf – nûn’ 70 tezgâhından çıkan birer lâtif sandukçadır ki, kaderle tersim edilen bir fihristecik, ona tevdi edilmiştir ki; Kudret, o kaderin hendesesine göre zerratı istihdam edip, o tohumcuklar üstünde koca mu’cizat-ı kudreti bina ediyor. Demek bütün ağacın başına gelecek, bütün vâkıatı ile çekirdeğinde yazılı hükmündedir. Zira tohumlar, maddeten basittir, birbirinin aynıdır, maddeten [farklı] bir şey yoktur. …”

“Şimdi vücudundan sonra her şeyin sergüzeşt-i hayatı yazıldığına delil ise, âlemde “Kitab-ı Mübin” ve “İmam-ı Mübin”den haber veren bütün meyveler ve “Levh-i Mahfuz”dan haber veren ve işaret eden insandaki bütün kuvve-i hâfızalar birer şahittir, birer emâredir. Evet, her bir meyve, bütün ağacın mukadderat-ı hayatı onun kalbi hükmünde olan çekirdeğinde yazılıyor.”71

Yukarıda değinilen İmam-ı Mübin “irade ve evâmir-i tekvîniyenin ünvanı”dır.72 ve ayrıca “Kader-i İlâhînin bir defteri”dir.73 ki bu da ilm-i İlahi’nin bir vechidir. Kitab-ı Mübin’i ise Bediüzzaman Mesnevisi’nde “ilim kitabı” olarak tanımladığını ve harekat-ı zerrat hakkındaki risalenin başındaki uzun dipnotta Kur’an da geçen her ikisinin de “ilm-i İlahinin ünvanları”74 olarak açıkladığı Kitab-ı Mübin’in daha çok “kudret ve irade-i İlahi’nin bir ünvanı, bir defteri, bir kitabı” olduğu sonucuna varır.

Bediüzzaman’ın bu şematik yaklaşımıyla anlaşılması güç olabilecek bir konuyu nasıl hemen anlaşılabilir hale getirdiğini ve aynı zamanda birçok başka hakikatlerini açıkladığını göstermek için bundan bir nebze bahsettik. Mesnevi’de şöyle diyor:

“… Kudret kitabı olan kâinat, ilim kitabı olan kitab-ı mübinin mistarı üzerine yazılmıştır. Bunun delili ise, şu göz önündeki her şeyi ihata etmiş olan nizam ve mizandır… Amma sıfat-ı kelâmın kitabı olan Kur’an-ı Mübin ise, gaybî ve şuhudî, yani kudret ve ilim kitaplarının bir tercümanıdır ve nizam ve mizan bablarının bir fihristesi…”75

Sonsuz İlm-i İlahiden dolayı mevcudatın yaratılışı veya yazılışı sonsuz kolaylıktadır:

“Kader, ilmin bir nev’idir ki, her şeyin mânevî ve mahsus kalıbı hükmünde bir miktar tâyin eder. Ve o miktar-ı kaderî, o şeyin vücuduna bir plân, bir model hükmüne geçer. Kudret îcâd ettiği vakit, gayet suhûletle, o kaderî miktar üstünde îcad eder. Eğer o şey muhît ve hadsiz ve ezelî bir ilmin sahibi olan Kadîr-i Zülcelâle verilmezse, sâbıkan geçtiği gibi, binler müşkülat değil, belki yüz muhâlât ortaya düşer. Çünkü o mikdar-ı kaderî ve mikdar-ı ilmî olmazsa, binler hâricî ve maddî kalıplar, küçücük bir hayvanın cesedinde istimâl edilmek lâzım gelir.”76

Böylece Bediüzzaman harakat-ı zerratı ve zamanı tasvir eder:

‘İmam-ı Mübîn’in imlâsı ile, yâni kaderin hükmiyle ve düsturu ile kudret-i İlâhiye, icâd-ı eşyada her biri birer âyet olan silsile-i mevcûdatı, ‘Levh-i Mahv, İspat’ denilen zamanın sahife-i misâliyesinde yazıyor, îcad ediyor, zerratı tahrik ediyor. Demek harekât-ı zerrat; o kitabetten, o istinsahtan; mevcûdat, âlem-i gaybdan âlem-i şahadete ve ilimden kudrete geçmelerinde bir ihtizazdır, bir harekâttır.”77

Alem-i, şahadet veya kainat kitabı, devamlı bir akış ve değişim içindedir. Bediüzzaman devam ediyor:

“Amma, “Levh-i Mahv, İsbat” ise, sâbit ve dâim olan ‘Levh-i Mahfuz-u Âzam’ın daire-i mümkinatta, yâni mevt ve hayata, vücut ve fenâya daima mazhar olan eşyada mütebeddil bir defteri ve yazar bozar bir tahtasıdır ki, hakikat-ı zaman odur. Evet, her şeyin bir hakikati olduğu gibi, zaman dediğimiz, kâinatta cereyan eden bir nehr-i azîmin hakikatı dahi “Levh-i Mahv, İsbat”daki kitabet-i kudretin sahifesi ve mürekkebi hükmündedir.”

Bu Kur’anî kavramları tefsir ederken ve mahlukatın daimi yaratılışını böyle net bir tarzda açıklarken Bediüzzaman materyalistlere ve onların “hikmetsiz hikmetleri”ne cevap da veriyordu. Açıkladığı her noktada o noktanın kolaylığına ve zaruri oluşuna ve materyalist felsefe ile materyalist bilimin açıklamalarının imkansızlığına ve saçmalığına işaret eder. Harekat-ı zerrat hakkında şöyle der:

Materyalistler “abesiyet esasına istinad eden felsefeleri nazarında tesadüfle bağlı olan tahavvülât-ı zerratı, bütün düsturlarına üssü’l-esas tutup, masnuat-ı İlâhiyeye masdar göstermişler. Nihayetsiz hikmetlerle müzeyyen masnuatı, hikmetsiz, mânasız, karmakarışık bir şeye isnad etmeleri, ne kadar hilâf-ı akıl olduğunu zerre miktar şuuru bulunan bilir.”78

Bediüzzaman a göre,

“Kudret-i Fâtıranın o Levh-i Mahfûzunu ve hikmet ve irade-i Rabbâniyenin o basîrâne kitabının eşyadaki cilvesini, aksini, misâlini hissetmişler. Hâşâ, ‘Tabiat’ nâmiyle tesmiye etmişler, körletmişler.”79

Fakat, tabiat olarak bilinen sadece “Hilkat-i kâinatta câri olan kavânin-i îtibariyesinin mecmû ve muhassalasından ibârettir,” 80 ki şeriat-ı Kübra-yı Fıtriye’dir. Sıfat-ı kelam dan gelen ve insanın iradi hareketlerini düzenleyen bildiğimiz şeriatı tamamlayıcı olan “Sıfat-ı irâdeden gelen şer’-i Tekvinî… âlemin ahvalini, hem de harekatını… tanzim eden şerdir. O meşiet-i Rabbanî[ye] yanlış bir ıstılahla tabiat da denilir.”81

Bediüzzaman, vahdaniyet-i İlahi ve kudret, ilim ve irade-i İlahi gibi diğer hakikatlere getirdiği delilleriyle tabiat, tesadüf ve sebepleri gerçek fâil olarak görmek ve gibi kavramlara öldürücü darbeler vurduğunu söyler. Hatta “onların fünun-u müspete ve tabiat dedikleri muhkem kal’alarını zîr ü zeber etmişim”82 der. İspat ve delilleri saymak bu çalışmanın alanını aşıyor. Yukarıda kitabın yazılışını gördük. Bununla beraber burada kainat kitabı tanımımıza birkaç detay daha eklemek için şunu hatırlayabiliriz: yanlış olarak tabiat kanunları denen, şeriat-ı Fıtriyye’nin “hüküm ve meseleleri,” yani kainattaki kuvve ve kanunlar haricî veya fiziksel olarak mevcut değildir. Onlar sadece iradenin tecellisidir, sadece ilim olarak vardır ve kudretin iş yapmasıdır.83 Bediüzzaman’ın ünlü tabiat tanımında söylediği gibi.

“Tabiiyyunların, mevhum ve hakikatsiz, tabiat dedikleri şey, olsa olsa ve hakikat-i hâriciye sahibi ise, ancak bir san’at olabilir, sâni’ olamaz. Bir nakıştır, nakkaş olamaz. Akhâmdır, hâkim olamaz. Bir şeriat-ı fıtriyedir, şâri’ olamaz. Mahlûk bir perde-i izzettir, hàlık olamaz. Münfail bir fıtrattır, fâtır bir fâil olamaz. Kanundur, kudret değildir, kadîr olamaz. Mistardır, masdar olamaz.“84

SONUÇ

Bediüzzaman, kâinat kitabı kavramını, yeni ve benzeri görülmemiş bir tarzda kullandı. Muhâkeme, mantık, ve kâinatı tefekküre dayalı, Kur’anı açıklamada yeni bir tarz ve metodolojisini bulup ortaya koydu. Kitap benzetmesi bu yeni tarzı sembolize eder. Doğrudan Kur’an’dan ilham alarak, Kur’an-ı Kainat’ı tefsir ederek Kur’an’ı tefsir etmek Bediüzzaman’a Kur’an’ın öğrettiği hakikatlerin gerçekte yüzlerce ikna edici delilini getirmesini sağladı. Onunla, Allah’ı tanımanın ve O’na ibadet etmenin kapsamlı ve hakiki Kur’anî bir yolunu açtı. Bu yol hangi vaziyette olursa olsun herkese hitap eder ve her şeyde Allah’a giden yollara işaret eder. Çünkü Bediüzzaman, modern dünyadaki birçok dalalet akımlarıyla karşı karşıya olan insanın en büyük ihtiyacı “tahkikî iman” ve özellikle vahdaniyet-i İlahiyeye imandır.

Bediüzzaman’ın kainat kitabının sayfalarını ve kelimelerini anlatırken kendi bilimsel bilgisini de kullanması gösterdi ki bilimle gerçek din arasında çatışma olmadığı gibi eğer o sayfalar ve kelimeler anlamları hedeflenerek Kur’anî metodla okunursa marifetullahın artışına sebep olur. Risale-i Nur’un neredeyse her parçası kişiye nasıl fiziki kainata bakıp onu okuyacağını öğretir.

Bediüzzaman’ın söylediğine göre Batı felsefesi ve bilimin yanlış fikirlerinden ve bakış açısından etkilenmeyen neredeyse kimse kalmadı. Hatta o şöyle demiştir: “bin seneden beri iman ve Kur’an aleyhinde terâküm eden Avrupa feylesoflarının itirazları ve şüpheleri yol bulup ehl-i imana hücum ediyor. Ve bir saadet-i ebediyenin ve bir hayat-ı bakiyenin ve bir cennet-i daimenin anahtarı, medarı, esası olan erkân-ı imaniyeyi sarsmak istiyorlar.” 85 Bu yüzden öyle görünüyor ki Kur’an’ın kainatta ve insanda şuunat-ı İlahiye’nin ayetlerini açıklamakta olan yönü ki böylece insan onların üzerinde düşünmeli ve onlardan ders çıkarmalıdır – bu modern bilim ve materyalizm çağıyla özel bir ilgisi vardır. Bu yüzden kainat kitabı kavramı ve onunla ilgili bizim değindiğimiz noktalar öncelikle bu bağlamdadır. Bence, bundan dolayı bu kavram ve bu kavramı açıklayan Risale-i Nur, Kur’an’ın özellikle modern çağa bakan yönünü izah eden “Kur’an’ı anlamada çağdaş bir yaklaşım” olarak görülmelidir.

Dipnotlar:

** İngiltere’ninYorkshireşehrinde doğdu.DurhamÜniversitesi Şarkiyat Araştırmaları Okulu Farsça-Türkçe bölümünü bitirdi. 1981’de Risale-i Nur tercümelerini okuduktan sonra İslamiyeti kabul etmiştir. Halen çalışma ve araştırmalarını Said Nursi, Nurculuk ve Risale-i Nur üzerinde devam ettirmektedir.

2 Tefekkür burada düşünmek, zihinde tartmak manalarıyla akletmeyi ve mantıklı düşünmeyi de içeren geniş bir anlamda kullanılıyor. Bediüzzaman’ın onu bu anlamda kullandığı görünüyor, çünkü onu bir “Tefekkürname” olan ve Risale-i Nur’un çeşitli yerlerinde kullanılan delilleri özet şekilde içeren 29. Lem’a; bir “seyahat-i fikriyye” dediği Ayet-ül Kübra [Şualar, 93]; Kur’an hakkında olduğu için “ibadet-i tefekküriye” olarak tarif ettiği Emirdağ Çiçeği [Şualar, 207]; ve “tefekkürî hayatım, hem Risale-i Nur’un tahkikî hayat-ı mâneviyesinin … ittihadından çıkan bir meyve-i imaniye” dediği El-Hüccetü’z-Zehra [Şualar, 525] gibi Risale-i Nur un çeşitli yerlerine atıfta bulunarak kullandı.

3 Bkz., Risale-i Nur Külliyatı Müellifi, Bediüzzaman Said Nursi, Hayatı, Mesleki, Tercüme-i Hali (İstanbul: Sözler Yayınevi, 1976) 44-5.

4 Nursî, Bediüzzaman Said, Muhâkemat (İstanbul: Sözler Yayınevi, 1977) 7-9; hem de bkn. Nursî, İşârâtü’l-İ’caz (İstanbul: Sözler Yayınevi, 1978) 130-5.

5 Muhâkemat, 5.

6 Nursi, Bediüzzaman Said, Sikke-i Tasdik-i Gaybî (İstanbul: Sözler Yayınevi, 1993) 80.

7 Nursi, Bediüzzaman Said, Mektûbat (İstanbul: Sözler Yayınevi, 1981) 343 / Bediuzzaman Said Nursi-Letters 1928-1932 [İng. terc.] (Sözler Publications 2nd ed. 1997) 433.

8 İşaratü’l-İ’caz, 7-8.

9 Muhakemat, 8.

10 Nursi, Bediüzzaman Said, Emirdağ Lahikası (İstanbul: Envar Neşriyat, 1992) i, 42.

11 Bediüzzaman’ın kardeşi Abdülmecid İşaratü’l-İ’caz‘ı, Risale-i Nur’a dahil edildi-ği 1950’lerde Arapça’dan Türkçe’ye tercüme etti.

12 Emirdağ Lahikası’nda Bediüzzaman bunları “Katre, Habbe, Şemme, Zerre, Habab, Zuhre, Şu’le, ve onların zeyilleri” şeklinde sıraladı ve onları “Yeni Said’in en evvel hakikattan şuhud derecesinde kalbine zahir olan” diye tarif etti. Bakınız Emirdağ Lahikası, i, 42.

13 Nursi, Bediüzzaman Said, el-Mesnevi el-Arabi el-Nuri (Tahkik: İhsan Kasım es-Salihi) (İstanbul: Sözler Yayınevi, 1994) 35.

14 Bakınız, Nursi, Bediüzzaman Said, Lem’alar (İstanbul: Sözler Yayınevi, 1986) 229 / The Flashes Collection [İng. terc.] (Sözler Publications, 1995) 306.

15 el-Mesnevi el-Arabi el-Nuri, 170.

16 Nursi, Bediüzzaman Said, Mesnevi-i Nuriye [Türk. Çev. Abdülmecid Nursi] (İstanbul: Sözler Yayınevi, 1980) 7.

17 . . el-Mesnevi el-Arabi el-Nuri, 318.

18 el-Mesnevi el-Arabi el-Nuri, 206.

19 Mesnevi-i Nuriye, 8.

20 Kur’an-ı Kerim, 2:219; 2:266.

21 Kur’an-ı Kerim, 7:176, vs.

22 Kur’an-ı Kerim, 30:8.

23 Kur’an-ı Kerim, 13:3,vs.

24 el-Acluni, Keşfü’l-Hafa, i, 143; Gazali, Ihya Ulumi’d-Din, iv, 409; el-Haythami, Mecma’u’z-Zewa’id, i, 78.

25 Lem’alar, 272 / Flashes, 380-1.

26 Mesnevi-i Nuriye, 8.

27 Mesnevi-i Nuriye, 7-8.

28 Mesnevi-i Nuriye, 46.

29 Bakınız, Muhsin Abdülhamid, Bediüzzaman Said Nursî: Modern Asrın Kelâm Âlimi, III. Uluslararası Bediüzzaman Semppozyumu (İstanbul: Yeni Asya Yayınları, 1996), 741-6.

30 Emirdağ Lahikası, i, 146.

31 Mektubat, 351 / Letters, 443.

32 Nursi, Bediüzzaman Said, Şualar (İstanbul: Sözler Yayınevi, 1992) 119 / The Rays Collection [İng. terc.] (Sözler Publications, 1998) 163.

33 Şualar, 25-6 / Rays, 38.

34 Şualar, 11 / Rays, 20.

35 Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler (İstanbul: Sözler Yayınevi, 1993) 675 / The Words [İng. terc.] (Sözler Publications, yeni baskı 1998) 731.

36 Şualar, 50 / Rays, 67.

37 Şualar, 67 / Rays, 7; Lem’alar, 295 / Flashes, 404.

38 Lem’alar, 295 / Flashes, 404-5.

39 Mesnevi-i Nuriye, 210.

40 Sözler, 237 / The Words, 251.

41 . Sözler, 124 / The Words, 145.

42 . Lem’alar, 124 / Flashes, 176.

43 Bakınız, örnek olarak, Şualar, 177, 203, 532, 553 / Rays, 228, 257, 577, 600.

44 Daha geniş bilgi için, aşağıya bakınız.

45 Şualar, 124 / Rays, 169.

46 el-Mesnevi el-Arabi el-Nuri, 109.

47 Lem’alar, 132 / Flashes, 186-7.

48 Şualar, 68 / Rays, 88.

49 Sözler, 559 / The Words, 601.

50 Lem’alar, 296 / The Flashes, 406.

51 Mesnevi-i Nuriye, 225.

52 Bakınız, örnek olarak, Kur’an-ı Kerim, 30:8, 20-25; 59:21; 16:11, 44, 69.

53 Bakınız, özellikle, Sözler, 404-18 / The Words, 428-43, 25. Sözde.

54 Sözler, 317 / The Words, 334.

55 Bakınız, Emirdağ Lahikası, i, 146.

56 Şualar, 85 / Rays, 125.

57 Kur’an-ı Kerim, 51:56.

58 Bediüzzaman Said Nursi, Kastamonu Lahikası (İstanbul: 1960) 171.

59 Emirdağ Lahikası, i, 59.

60 Risale-I Nur’un birkaç yeri bu şekildedir. Mesela, Arapça 29. Lem’a ve Türkçe 3. şua.

61 Şualar, 91-2 / Rays, 133.

62 el-Mesnevi el-Arabi el-Nuri, 105.

63 Şualar, 111 / Rays, 154.

64 Şualar, 203 / Rays, 257.

65 Şualar, 553-4 / Rays, 600-1

66 Şualar,162 / Rays, 212.

67 Şualar, 531-2 / Rays, 577.

68 el-Mesnevi el-Arabi el-Nuri, 286-7.

69 Kur’an-ı Kerim, 6.59.

70 Kur’an-ı Kerim, 2:117, vs.

71 Sözler, 455-6 / The Words, 483-5.

72 Sözler, 455 / The Words, 484.

73 Sözler, 533 h / The Words, 571 fn 21.

74 . A.E.G.

75 el-Mesnevi el-Arabi el-Nuri, 278.

76 Lem’alar, 184-5 / Flashes, 251.

77 Sözler, 533 h / The Words, 571 fn 21.

78 Sözler, 533 / The Words, 574.

79 Sözler, 533 h / The Words, 572 fn 21.

80 Mesnevi-i Nuriye, 227.

81 Sözler, 704 / The Words, 763.

82 Mektubat, 67 / Letters, 95.

83 Bakınız, Mesnevi-i Nuriye, 227-8; Lem’alar, 177-80 / Flashes, 242-6.

84 Lem’alar, 178 / Flashes, 244.

85 Şualar, 141 / Rays, 188.

bediuzzamansaidnursi.org
Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Dâru’s-Siyâdeler (Seyyidlik Evleri)

Dâru’s-Siyâdeler (Seyyidlik Evleri) Doç. Dr. Murat Sarıcık   “Dâru’s-Siyade”, “Nakîbu’l-Eşrâflar”(1) ve Seyyidler için, ilk kez …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Osmanlı Zamanının Mutlu Hayvanları

Osmanlı insanı hayvanlarla iç içe ve barışıktı; insanımıza ve insanlığa emsaldi. Yazan: İsmail Çolak Osmanlı’da …

Kapat