Ana Sayfa / Yazarlar / Kainat ve Onbirinci Söz -1 / Prof. Dr. Himmet UÇ

Kainat ve Onbirinci Söz -1 / Prof. Dr. Himmet UÇ

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Onbirinci  Söz’ün başına bütün bir Kur’an’ın 6666 ayetini koysan onun izahıdır denebilir. Koca bir din on sahifeyi aşkın bir metne bütün temaları ve şahısları ile tasarım olarak yerleştirilmiş. Söz kainat demek, İslam demek, yaratılış demek, insanın yaratılışı demek, namazın sırları demek, eğitim demek, öğretmen demek, kitap demek. Gariptir sürgün yıllarında Barla’da yazılan bir esere koca bir dinin bütün esaslarını ve şahıslarını yüklemek, ne kadar icmal eden bir büyük tasarım dehası olmakla mümkündür ki o Zat da budur.

Söz bir roman demek, romanların konuları vardır, onların etrafında dokunurlar. Eserin üç büyük teması var, onlar dinin bütün temalarını içine alan üç büyük tema. Hikmet-i âlemin tılsımı, hilkat-ı insanın muamması, hakikat-ı salâtın rumuzu. Bu âlem neden yaratılmış,bu tılsımı çözmek için büyük çabalar sarfedilmiş. Beşeri dinler, ilahi dinler, sanat, felsefe, tarih, mitoloji, hikayeler, mitler daha neler yaratılışın ne olduğunu araştırmış. İllâ biz bulacağız yaratılışın ne olduğunu, demiş; vahyin ışığına yanaşmayı gururlarına yakıştıramamışlar, saçmalamışlar, ama yanlış da olsan kendi bulduklarına yapışmış bu yüzden de yaratılışın karşısında yanlış durmuşlar. Gelen topa göre nerde duracağını bilemeyen kaleci gibi bunlar gol yemiş durmuşlar, sonsuz sıfır elde var yine sıfır. Bir insan muhakkak  bir meseleyi çözmeye bir ışığı olan canlıdır, ama bu dünyaya gelen bir çocuk zaman içinde gelişen zekası ile belki hayatın maişetin sorunlarını çözebilir. Ama bu sınırları bu sınırları bellisiz dünya ve mafihanın nasıl olduğunu niçin oduğunu nerden bir insanın ışığı çözebilir.

Atomun varlğını Demokritos ve Epiküros milattan önce fark etmişler, ama hakikatı konusunda onlar saçmalamışlar. İkibin beş yüz yıl gelen saçmalamış ancak elektro mikroskoplar çıkınca hakikat ortaya çıkmış. İki bin beşyüz yıl o kendini beğenmiş insan evelemiş gevelemiş. Bu yüzyılda ikinci bir bölge bulunmuş atom altı bölge, bir fizikçi atom hakkında konuşmuş, biri ona biraz atom altı bölgeden bahset demiş, o da elli yıldır atom bölgesiyle uğraştım, o bölgeye hiç daha girmedim demiş. Varlığın yapı taşı olan bu atom konusu öyle sırlar ihtiva ediyor ki, aklı beşer ne söylesin ki?

Bediüzzaman düşünce tarihinin felsefe tarihinin dinin çıkmazlarını bilen bir insan, bu üç temayı bir araya getirmek bunu gösteriyor. Kainat, insan ve namaz o kadar birbiri ile bağlantılı ki, namaz, insan ve kainati desen de olur, kelimelerin yerlerini değiştir, yine anlamın iç içeliği değişmez. Yaratılış, insanı netice vermiş insan da namazı, namaz hem insanın hem kainatın en önemli realitesi. Namaz kainatı alakadar ediyor, Dokuzuncu Söz bu kainat insan bağlamını en harika anlatır. Bütün zamanları ve hilkatı kuşatır namaz. Fecir zamanını anlatır; “Fecir zamanı tulûa kadar, evveli bahar zamanına, hem insanın rahm-ı madere düştüğü avanına, hem semavat ve arzın altı gün hilkatinden birinci gününe benzer ve hatırlatır, ve onlardaki şuaat-ı İlahiyeyi ihtar eder” Dokuzuncu Söz namazı bütün zamanları ve hilkati kucaklar bir boyutta izah eder. Nadanlar namazın hakikatını ondan başka bu asrın kafasına anlatacak bir başka metin var mı? Dokuzuncu Söz’de namaz kılan insan bütün zamanlar ve mekanlar, arasında transa giren gidip gelen harika bir manevi varlık. Fatiha Kur’an demek; Fatiha ile Kur’an’ın dünyasına gir, ayetin yapısından dolaş ve geri dön, selam ver ve  gittiğin dünya ve mafihadan ayrıl. Namazın seyelan ve seyeranına bir rüzgara biner gibi bin, bir kerecik âlemleri dolaş, geri dön. Ama neden olmuyor, onu bilemem. Bekir Abi bir gün secdeye kapanmış bakmış Kabe karşısında sonra kalkmış, hey Allah’ım ..eynessera minessüreyya.

Dramatik kültür onsekizinici yüzyıldan sonra gelişmiş bir anlatım tarzıdır. Bediüzzaman’ın modern edebiyatın anlatım tarzı olan kurmaca ile anlatma geleneğini nereden aldığı konusunda bir takım verilerin olması gerekir. Bütün bir dini içine alan hakikatleri bir şahıs, mekan, temalar etrafında anlatma yani hakikatı kurgu tarzında ortaya çıkarma konusundaki büyük uzmanlığı hayret vericidir.

Türkiyedeki din-sanat çevrelerinin bunu tartışacak düzeyleri de yoktur. Ya dindir ya sanattır, ikisi bir arada yok, yani dini bilen ve onları kurmaca ile anlatan tipler yok denecek kadar az. Dini geleneksel olarak anlatan çok ama  kurgu ve fiction ile anlatan yok. Talebelerinde de onun sanat düzeyini Avrupai fictian sanatı ile ifade edecek kimseler de yok veya ben bilmiyorum. Onbirinci Söz işte bu kurgulama noktasında Türk edebiyatının varamadığı veya dini sanatlı anlatım çevrelerinin varamadığı bir büyük irtifa. Nazım’ın bir şiirini tiyatroya çevirecek kadar dramatik kültürü olanlar var, veya Marks’ın fikirlerini kurmaca ile anlatan  yazarlar var, yani dramatik kültür anlatımın damarı bunu Kur’an da takib etmiş. Yusuf Kıssası modern anlatım tekniklerinin drama geleneğinin bir büyük örneği ki bütün dünya sanatını etkilemiş. Bütün peygamber tahkiyeleri dramatik kültüre göre anlatılmış, onlar da bir zamanlar anlamına gelen “veiza” diye başlıyor. Bediüzzaman da birçok hikayesini bir zaman bir zamanlar diye başlıyor. Onbirici Söz’e aynı şekilde anlatır “Bir zaman bir büyük sultan varmış” bu giriş mutlak zaman anlayışına göre kurgulanmış.

Onbirinci Söz’de önce zaman nazara verilmiş, bir zaman diye arkasından anlatımın birinci şahsı protogonistası anlatılmış. “Bir zaman bir büyük sultan varmış.

Servetce onun pek çok hazineleri vardı. Hem o hazinelerde her çeşit cevahir, elmas ve zümrüt bulunuyormuş.

Hem gizli pek acaip defineleri varmış.

Hem kemalatca sanayi-i garibede  pek çok mehareti varmış.

Hem hesapsız fünun-ı acibeye marifeti ihatası varmış.

Hem nihayetsiz ulum-ı bediaya ilim ve ıttılaı varmış.”

Ne kadar büyük bir şahıs, hem zengin, hem sanatçı, hem fenleri biliyor, hem de ilimleri.

Sanayi-i garibe, fünun-ı acibe, ulûm-ı bedia. Bu üç özellik başlıbaşına bir kitap olacak kadar geniş muhtevalı. Garip, acip, bedii. Öyle garip ki sanatı sanat eserleri ailesi içinde görülmemiş. Orijinal, taklidi imkansız. Öyle fenler biliyor ki acib. Acip güzelliği izah edelimeyen şeyler için kullanılır. Mesela Kur’an insanının yaratılışı için hilkatı acibe diyor. Yani insanın anlayacağı bir düzen ve geometrisi yok. Ana rahmi gibi dar bir odada bütün kainatı sağıp getirip o küçücük bedeni inşa etmek, yığmak değil herşeyi sayısız unsuru bir bedende herşeyi yerli yerine koymak, işte bu hilkat-ı acibe. Büyük bir sanatçı o dar odadan çocuk gibi bütün yaratılışla  parelellik kuran bir varlığın çıkması beni hayrete düşürdü ve intihardan vazgeçtim, zwaik ve benzerleri çocukları olsaydı vazgeçerlerdi. Diyor. Dört otuzda balkonda yazıyordum yazıyı, birden Allahuekber sesini duydum, maveradan bir ses, öyle ya ezan maverada tasarlanmış. Ama ne kadar yerinde bir kelime nasıl anlatırsın bu büyük faaliyeti azimeyi, o bedeni bir heykel atölyesinde değil küçük bir odada canlılığını koruyarak inşa etmek, ancak Allahu ekber ile ifade edilir, herkesin yataktan fırlaması lazım bu hitaba, ama mevta gibi camlar pencereler. Ezan dram gibi okunuyor, ağlamaklı bir ses bir anda Allah insanlara yalvarıyor, işiniz bozuk beni dinleyin, halinize ağlıyorum. İnanmayan bütün seslerin Allahuekber dediği anda dinlesin. Bütün kainat biz onun varlığına şahidiz diyor, onu anlatan büyük hilkatı peygambere de şahidiz, kainat  şahit, çünkü varlık Allah’a şahit olduğu gibi peygambere de şahit. Onlar onlarsız  olamazlar. Sabah namazınının şahitli olduğu söyleniyor, gecenin melekleri ile sabahın melekleri orda buluşuyor ve insana şahit oluyorlar. Neler oluyor etrafımızda onları görseydik nasıl olurdu Allah’ım. Bu kadar alayiş içinde insan sadece divana durmakla sorumlu. Yanında yöresinde olanlardan haberi var veya yok.

Üstad bir gece van’da talebesinin birini kaldırır, bir yere giderler, yeşil cübbeli sarıklı maverai adamlar.. O adam hemen korkar eve döner. Üstad “niye kaçtın keçeli” der, “ben korkarım” demiş, “keçeli ben seni farklı dünyalara taşıyacaktım” der, ama olmamış. Varlık ötesini bir evin odaları gibi dolaşıp durmak, işte Bediüzzaman, işte biz. Çivi gibi çakılmışız ana, zamana, sağa bak kör, sola bak kör. Sen dünyanı sadece ör.

Kainatın büyük romanı Onbirinci Söz.önce kainat romanının en büyük şahsını tanıtır. “bir zaman bir büyük sultan varmış” Büyük sultan bu kainatın bütün romanının olaylarının ilişkilerinin kaynağı hem zengin, hem sanattan, fenden, ilimden en üst düzeyde icracı. Yani bir sultanda bulunması lazım  gelen herşey onda var. Böyle zengin ve farklı özellikleri olan bir sultan ne yapar.

Romanda olayların açılışı vardır, önce birinci şahıs tanıtılır, sonra mekan. Ondan önce mekanın yapılış gerekçesini. Topkapı sarayı hangi gerekçe  ile yapıldı, Osmanlının şehametini göstermek için, Beyaz Saray da aynı gerekçe ile yapılmıştır. Daha sonra Dolmabahce sarayı yapılmıştır daha ince bir Avrupai sanatla. Saraylar estetik gayelerle yapılır, bu Sultan da estetik gayelerle yapmış. Bediüzzaman sanatçı ile Allah arasında kurduğu ilişki ile Onbirinci Sözü gerçekleştirmiş. Sultan hem zengin, hem de sanatçıdır. “sanayi-i garibede pek çok mahareti vardır”

Bu metin baştan başa sanat terim ve kuramları ile dolu. Sanat eserini yapmak dışavurum expression demek.

Dışavurum, dışarı doğru itmek anlamına gelen, Latince bir sözcükten türemiştir. Sanatçının kabiliyetini dışa taşıması demek. (Noel Karoll sanat felsefesi s 93.) Sultanın hem serveti ve zenginliği var, sanattan, ilimden, fenden ileri düzeyde anlıyorsa kendini dışa vurması, iç özelliklerini dışarı yansıtması gerekir. Bediüzzaman dışa vurumu tarif eder. “Her cemal ve kemal sahibi, kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek istemesi sırrınca”177

Dışa vurum izleyen, okuyan ve dinleyen içindir. Sanatçı işsizlikten değil kendini ifade etmek içinden gelen bir dışa vurum hissinden dolayı eser meydana getirir.

Şairler, mimarlar, heykeltraşlar, ressamlar hepsi dışavurum hissinin dışı yansıtmanın itici gücünden dolayı sanat eseri meydana getirirler. Yoksa sanat herkese has bir şey olurdu. Zengin, fen, ilim ve sanatta uzman olan bir sultan bunları dışa yansıtmak ister. Bunu anlatır Bediüzzaman “O Sultan-ı Zişan dahi istedi ki bir meşher açsın içinde sergiler dizsin, ta nasın enzarında  saltanatının haşmetini, hem servetinin şaşaasını, hem kendi sanatının harikalarını, hem kendi marifetinin garibelerini izhar edip göstersin”177

Kayseri’nin bir köyünden devşirilen Mimar Sinan büyük bir mimar ve sanatçı.1534-35’deki ırak seferi sırasında ordunun Van gölünde kullanması için üç tane gemi inşa etti. Dönüşünde haseki oldu. Boğdan seferi sırasında Prut ırmağı üzerinde başkalarının deneyip başaramadığı bir köprüyü yaparak padişahın gözüne girdi. Sefer dönüşü baş mimar oldu. Sefere katılarak gittiği yabancıülkelerde değişik kültürlerin mimarlık eserlerini  bir mimarın gözüyle incelediğini böylelikle sonraki uygulamaları için teknik ve estetik bilgi edinmiştir. Bütün araştırmacılar Sinan’ın o zamana kadar gerçekleştirdiği eserlerinde kazandığı tecrübelerin eksiksiz bir birleşimini Selimiye Camii’nde ortaya koymuştur. Caminin sekiz ayağa oturtulan görkemli kubbesihem iç mekan bütünlüğünü en etkileyici biçimde sağlıyor, hem de dış mekandaki  bütün öbür cephe öğelerini  uyumlu bir biçimde birletirerek yapıyı kendi öne çıkmadan taçlandırıyordu. Bu bakımdan Selimiye yalnız Sinan’ın değil, tek büyük kubbeyle örtülü merkezi planlı şemanın bundan sonra aşılamayan bir baş eseri oldu. Bütün bunlar onun içinde mimari dehanın kuvvenin dışavurumuydu.

Devamı var.

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

‘Salâvatın Mânâsı Rahmettir!..’ 

‘SALAVÂTIN MA‘NÂSI RAHMETTİR!..’  “(Ey resûlüm!)  (biz) seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik!..” (Enbiya,107) “İşte seni …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Hâkimde Bulunması Gereken Vasıflar

Ali Himmet Berki’nin 1969 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi'nde yayınlamış olduğu “İslam’da Kaza Tarihi” …

Kapat