Ana Sayfa / Yazarlar / Kalbine Her Ne Doğarsa; Allah Onun Üstünde ve Ötesindedir

Kalbine Her Ne Doğarsa; Allah Onun Üstünde ve Ötesindedir

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

“KALBİNE HER NE DOĞARSA;
ALLAH ONUN ÜSTÜNDE VE ÖTESİNDEDİR”.

ÜÇ KARINCA
Bir karıncacık, kağıt üstünde kalemi gördü; bu sırrı bir başka karıncaya söyledi.

Dedi ki: “O kalem, kağıdı fesleğen, süsen ve gül bahçesi haline getirdi… acayip şekiller yaptı.”
O karınca; “o sanatı yapan parmaklardır… şu kalem, yaptığı işte parmaklara tabidir, parmakların feri ve eseridir” dedi.
Üçüncü karınca dedi ki: “Hayır… onları yapan koldur. Arık parmaklar, onun kuvvetiyle o nakışları çizdi.”
Böylece her biri bahiste ileriye doğru gitti. Nihayet birazcık anlayışı olan ve karıncaların ulusu bulunan bir karınca, dedi ki:
“Bu hüneri, suret yapıyor sanmayın, öyle görmeyin! Suret, uykuda ve ölümde bundan bihaberdir. Suret elbise ve sopa gibidir… bu nakışları, akıldan, candan başka bir şey yapamaz!”
Halbuki o da, akılla canın, kalemle karıncanın hatta varlıkların terbiye edicisi olan Rabbil âlemînin döndürüp hareket ettirmesi olmazsa varlıkların cansız bir şeyden ibaret olduğunu bilmiyordu.
ÂLEMLERİN RABBİ, akıldan bir an inayeti kesti mi zeka sahibi olan akıl, aptallılar yapar. (Mevlana-Mesnevi)

“FATİHA’daki “RABB” sıfatı aslında terbiye mânâsına gelen terbiye edene isim olarak verilmiştir ve masdarına da rübûbiyet denilmiştir. 
İşte bundan dolayı Rabb yalnız “terbiye eden” ile eşanlamlı değil, aynen “terbiye” gibi olan ve bundan dolayı zorla ele geçirme, üstün gelme, ihsan, idaresi altına alma ve tasarruf etme, öğretme ve yol gösterme, teklif, emir ve yasak, teşvik, korkutma, gönlünü alma, azarlama gibi terbiye için gerekli olan bütün şeylere sahip, kuvvetli, mükemmel ve kusursuz olan bir terbiye edici demek olur.
Bundan dolayı sahip ve malik mânâsına da gelir. Bundan dolayı kayıtsız Rabb denildiği zaman yalnızca sahip veya yalnızca terbiye mânâları değil, ikisine de bütün gerekli şeyler ile birlikte sahip olan, tükenmez kudret sahibi, daima var olan Allah anlaşılır.
Ve bundan dolayı böyle sonsuz bir gücün Allah’a ait olduğu, dünya işlerinde şeksiz ve şüphesiz olarak okunmaktadır. İşte âlemlerin Rabbi bize bunu hatırlatıyor.
Kâinatta, yaratma, terbiye, seçme ve olgunlaşmanın yürürlükteki ilahî bir nizam olduğu ve Allah Teâlâ’nın da mutlak kemâl sahibi olarak bunun tam sebebi olduğu her türlü şüpheden uzaktır.
Mesela bir okkalık kuvvet, iki okkayı çekemez. Başka bir ifade ile noksan fazlanın tam sebebi olamaz. Çünkü böyle bir durumda yokluğun varlığa sebep olması gerekir. Falan şey yok iken kendi kendine yoktan var olmuş demek gerekir. Bu ise sebebiyeti inkâr etmek ve dolayısıyla ilmin kendisini iptal etmektir.
Sözü uzatmış olacak isek de, derin gibi görünmekle beraber basit olan bu noktayı anlatmalıyız. Mesela; bir buğday tanesi toprağa düşer ve gerekli şartlarını bulunca biter, açılır, büyür, sünbüllenir, nihayet bir başakta yüz buğday tanesi verebilir. Bunu bir defa daha, bir defa daha katlayınız, bütün dünyalar buğday ile dolar.

Hakkın tam rububiyyeti (terbiye ve tedbiri) ve onun eseri olan terbiyesi bulunmasaydı kâinatta, tabiatta ne varlıktan, ne olgunluktan, ne tekamülden ne terbiyeden hiçbir iz, hiçbir pay bulunamazdı. Bu iddiaların hepsi darmadağın olmuş olurdu, hepsi boşta kalırdı.
“Kalbine her ne doğarsa Allah onun üstünde ve ötesindedir. Diğer bir ifade ile onun arkasında Allah vardır. Bundan dolayı kâinat, Allah’tan başka bütün varlıklar demektir .
Acı ile lezzeti, ışık ile karanlığı, uyku ile uyanıklığı, zenginlik ile züğürtlüğü, kısacası eşyadan hiç birinin varlığı ile yokluğunu sezdiğim kadar da sezemezdim, yakacak ateşten kaçıp güldürecek gül bahçesine gidemezdim. Bunları az çok, izafî de olsa seziyor, yapıyorsam, Allah Teâlâ’ya bağlılığımla ve bu sayede parça parça ve tam izafî (ilgili) gerçekleri idrakim ile yapıyorum.
Kâinat onun delili iken o da kâinatın şahidi ve nurudur. “Allah, göklerin ve yerin nurudur.” (Nûr, 24/35) “Muhakkak ki O, her şeye şahittir.” (Fussilet, 41/53) “O, ilktir, sondur, zahirdir (aşikârdır), bâtındır.” (Hadid, 57/3) iman, bu nuru kavramak demektir. İslâm dini de bu anlayışı, bu ilişkiyi yaşamaktır.
“Artık kim zerre ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür ve kim zerre ağırlığınca şer yapmışsa onu görür.” (Zilzal, 99/7-8) gereğince mükafat ve ceza ile sorumluluklarını uygulamaya koymaktır ki, bu ceza, o mükafatın garantisidir.
Yine bu denklemin genel terazisinde hiçbir ortağı olmayan Allah Teâlâ’nın Rahmân olan iradesi üstün gelmiştir. “O Rahmân arşa hükmetmiştir.” (Tâhâ, 20/4). (Elmalılı-derleme)
“RABB” aslında terbiye mânâsına gelen terbiye edene isim olarak verilmiştir ve masdarına da rübûbiyet denilmiştir.
Bir kafir karısı Peygamberi sınamak için koşa, koşa eşeğiyle beraber yanına geldi. kucağında da iki aylık bir çocuk vardı.
Çocuk Peygambere “Rabbim sana selam söyledi. Ya Rasullallah, sana geldik işte” dedi. Anası kızgınlıkla “Sus be, bu şahadeti kulağına kim üfürdü? A yumurcak, bunu sana kim söyledi de böyle dilin açıldı, söyleyip duruyorsun?” dedi.
Çocuk dedi ki: “Evvela Allah, sonra da Cebrail ben, bu sözde Cebrail’e ahenk uyduruyorum.”
Kadın “nerede Cebrail?” deyince çocuk dedi ki.
“Nah, başının üstünde. Görmüyor musun? Kafanı kaldır da bir yukarıya bak! Cebrail başının üstünde duruyor; bana yüz çeşit delil olmakta!”
Kadın “Sahi görüyor musun?” dedi. Çocuk dedi ki. “Evet başının üstünde ayın on dördü gibi durmakta. Bana Peygamberi vasfediyor. Beni bu suretle bu aşağılıklardan yüceltmede!”
Sonra Peygamber, “Ey süt emer yavru adın ne? Hadi bunu da söyle de sonra anasının isteğine uy, sus” dedi.
Çocuk” Adım Alemlerin Rabbinin yanında Abdülaziz,
fakat bu bir avuç edepsize göre Abdül Uzza!
Halbuki ben sana bu peygamberliği veren Allah hakkı için Uzza’dan usanmışım, beriyim!” dedi.
İki aylık çocuk ayın on dördü gibi parlamış, baş köşeye geçen bilgi sahipleri gibi yetişmiş kişilere ders veriyordu.(Mevlana-Mesnevi)

“Yani, herbir cüz’ü bir âlem mesabesinde bulunan şu âlemi bütün eczasıyla terbiye ve yıldızlar hükmünde olan o cüzlerin zerratını kemâl-i intizamla tahrik eder.” (İşarat’ül-İcaz)
Her bir parçası bir âlem hükmünde olan şu alemi bütün parçalarıyla terbiye eden ve yıldızlar hükmünde olan parçaların zerrelerini de mükemmel bir düzenle hareket ettirir. Vazifesine sevk eder!..
“Evet, Cenab-ı Hak, herşey için bir nokta-i kemal tayin etmiştir ve o noktayı elde etmek için o şeye bir meyil vermiştir.” (İşarat’ül-İcaz)
Her varlık için bir olgunluk noktası tayin eden alemlerin ve varlıkların terbiye edicisi Rabbi’l-âlemin, o varlıkların kendi hayat safhaları arasında medcezir misali inişli çıkışlı merdiven basamakları gibi bir çekim yaratarak o kemal noktasına çıkarır.
“Herşey, o nokta-i kemale doğru hareket etmek üzere, sanki mânevî bir emir almış gibi muntazaman o noktaya müteveccihen hareket etmektedir.” (İşarat’ül-İcaz)
O mükemmellik noktası öyle bir sevk-i ilahi’dir ki varlığı kendine çeker. Varlık o tayin edilmiş menzile doğru koşar. İnsan bile başladığı işi bu sevk olmasa neticelendiremez, belki de yorulunca bırakırdı.
“Esna-yı harekette onlara yardım eden ve mânilerini def eden, şüphesiz, Cenab-ı Hakkın terbiyesidir.” (İşarat’ül-İcaz)
Yerin göğün Rabbi, kezâ suyu atmosferde terbiye etmeseydi yağmur yerine asit yağardı!
Sular karaları istila eder, hayvanlar insanları yer, cinler insleri parçalardı! Yer üstündekileri döker, gök cisimleri başımıza düşerdi! Şeytanlar vesveselerle kalbimizi karartır, yeis ve şüphe aklımızı yutardı!. v.s…
“Evet, kâinata dikkatle bakıldığı zaman, insanların taife ve kabileleri gibi, kâinatın zerratı, münferiden ve müçtemian Hâlıklarının kanununa imtisalen, muayyen olan vazifelerine koşmakta oldukları hissedilir. (Yalnız bedbaht insanlar müstesna!”) (İşarat’ül-İcaz)
Bütün bir kainatı hizmetkâr edip, birde varlık içine bir sultan gibi fevkıyet verdikten sonra, insanlıkla terbiye edip, kullukla vazifelendiren, hele birde iman ile şereflendiren Alemlerin Rabbini tanımamak, O’na karşı kalbini meşgul, aklını kayıtsız, vicdanını kör bırakmaktan daha büyük bir zalim ve bedbahtlık var mıdır acaba?.
“Ben!.. ben…!” diyenler; Rabbim diyemezler!. Emaneti idrak edemez, asla ihsan makamına çıkamazlar!.

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

‘Salâvatın Mânâsı Rahmettir!..’ 

‘SALAVÂTIN MA‘NÂSI RAHMETTİR!..’  “(Ey resûlüm!)  (biz) seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik!..” (Enbiya,107) “İşte seni …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Direnen Ayakta Kalacak

Yazar: Oğuz BARAN Tarihi günlerden geçiyoruz. Virüs salgını nedeniyle, insanlık hapis olmuş vaziyette. Can kaygısı, …

Kapat