Ana Sayfa / KASTAMONU / Kastamonu Yazıları / Kastamonu Yolu Bir Yeşil Yol I-II / Afife ARTIK

Kastamonu Yolu Bir Yeşil Yol I-II / Afife ARTIK

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Kastamonu Yolu Bir Yeşil Yol – 1

Risale Akademinin tertiplediği Kastamonu Lahikası Müzakerelerinin görünür bir meyvesi olan Kastamonu Sempozyumu’na katılmak için sempozyumdan bir gün evvel yola çıktım. Bu sempozyuma “görünür meyve” diyorum zira bu müzakerelerin şehadet aleminde somut olarak kendini göstermeyen çok meyveleri de var. Bir gün evvelinden gitmem ise hasret kaldığım ve fakat hasretinden bile çok istifade ettiğim dershane havasını alabilmek idi. Hakikaten Risale-i Nur da, okunduğu dershaneler de öyle fevkalade faydalı ki uzak kalıp da hasretlerini çekmek bile ayrı bir güzel. Ankara’da dershanede kalan Kastamonu’lu bir kardeşimin de aynı gün Kastamonu’ya gidecek olması da güzel bir tevafuk oldu. Böylece 16 Nisan sabahı beraberce otobüse bindik.

Kastamonu yolu hususen Ilgazlara gelince seyrine doyum olmayan bir yoldur. Fakat kardeşimin anlattığı 25. Söz ağacı doğrusu çam ağaçlarından çok daha fazla ilgimi çekti. Yol boyu dinlediğim projeler hayale o kadar tatlı geliyor ve bu projeler üzerinden kurulabilecek sistemler beni öyle kendileri ile meşgul ettiler ki doğrusu “yol kaç dakika sürdü” deseler her halde “beş veya on” diye cevap verirdim. Zira kendimi ancak o kadarlık bir zamanda yolculukta hissetmiştim. Hele gitmekte olduğumuz Kastamonu’da yazılan Ayet-ül Kübra Risalesi’nin mini maketi beni çok heyecanlandırmıştı.

Elbette bunlardan biraz bahsetmeden geçmeyeceğim. Önce kısaca 25.Söz Ağacından bahsedeyim. Bir ağaç ve bu ağacın üç ana dalı var, bunlar üç şuleyi temsil ediyor ve bunlar da daha sonda kendi içlerindeki alt dallara ayrılıyorlar. Her bir dalın yanına ilgili konuları yazılıyor. Dalların ucunda meyveleri ve ilgili bahiste kaç madde geçiyor ise onlar yazılıyor ve gerekli meyveler iç içe açılan kartonlardan yapılıyor ve içlerine konu başlıkları yazılıyor. Bir meyvenin daha alt bölümleri ise o meyve ile aynı renk fakat daha farklı bir tonda ayrı bir meyve şeklinde tasarlanıyor. İlgili ayetler ise birer padişah fermanı gibi uzun küçük kağıtlara yazılarak kıvırılıp ilgili yerlerine yerleştiriliyor. Elbette tam gözünüze gösterir gibi yazamadım. İnşallah bunlar bilgisayar ortamına aktarılarak çoğalır ve tasarımcı nurcular her risaleyi bu şekilde görselleştirirler. Benim anlattığım çalışma tamamen el ürünü olup renkli kartonlardan kesilip yapıştırılarak yapılmış. İnşallah görürsem daha net tarif edeceğim. Belki birilerine fikir olur.

Yedinci Şua ile ilgili maket ise öyle bir şey ki adata insanın eline “al bak işte bu kainattır” diyerek verebilirsiniz. Henüz pratiği tamamlanmamış fakat zihin alt yapısı hazır. Şöyle ki: bir ana karton (bu mertebelerden bir olabilir veya zemin olacak boş bir karton) bütün mertebeler ise tek tek ayrı renkteki kartonlarda görseller ile desteklenerek (mesela yıldız, hayvan, bitki, tekke gibi ilgili resimler) bu kartonlara yazılıp ana kartona tutturuluyor ve bunlar ana karton üzerine kapak gibi kapanarak taşıma kolaylığı için küçük boyuta getiriliyor. Böylece Yedinci Şua, bir küçük maket halinde görsel olarak temaşa edilebilecek. Risalenin daimi okuyucuları için risalelerdeki fiiller her mertebede yazılacak. Eğer Risale tanımayanlara hitap edecek bir görsel hazırlanmak istenirse mesela “bu bulutlar muhtaç yerlere gidip sularını bırakıyor” gibi açıklamalarla yazılabilir.

Evet bu projeleri ilgililerine ve taliplilerine bırakarak Kastamonu’ya devam edelim.

Rabbimin fazlındandır ki bizi yine Kastamonu’lu bir kardeşimiz karşıladı ve hiç başka yere uğramadan direk Mehmed Feyzi Efendi Ağabey’in huzuruna vardık. Edeben evvela Sahabe Efendimizin kabrini ziyaret etmemiz gerekir mi diye düşündü isek de yol öyle daha muvafık düşüyordu.

Mehmed Feyzi Ağabey’in kabri son derece huzurlu, sakin, rahat bir nefes alınabilecek bir yer. Kabir taşına yazılacak olan manzumeyi de kendisi kaleme alıp vasiyet etmiş olması tabi ayrı bir ibret dersi. Burada yatan adam bir zaman hubbi idi, sonra cubbi idi, bir zaman sükutî idi, bir zaman türabî oldu… İçinde çok manaları taşıyan ve işarî ve remzî manaları da olan bu beyti izaha girişmeyeceğiz.

Kabrin üzerinde yazılıp bırakılmış bir de mektub bulduk ki “Kastamonu’lu Aşık Yunus” imzalı bu mektubda Mehmed Feyzi Efendiye olan derin bağlılığın ifadeleri vardı. ilk defa böyle bir şey görmüştük, bir mektub yazıp kabre bırakmak…

Orada bir parça kalıp dualar ettikten ve Münacaat Risalesinden bir parça okuduktan sonra. Kastamonu’nun sahiplerinden Şeyh Şaban-ı Veli Hazretlerini ziyaret ettik. Asası ile vurup çıkarttığı ayn-ı zemzem olan sudan içtik.

Evet yol nihayet sahabe-i kiramdan Kays-ül Hamedani el Asgari hazretlerinin kabr-i şerifine gelmişti. Yanında da tabiin ve tebe-i tabiinden bazı zatlar vardı. Eskiden türbe içinde olan kabirler değişik bir tarzda bir bahçe duvarı ile çevrilmiş bir halde idiler. Doğrusu biraz garipsedim. Bu kıymetli zatların kabirlerinin çevresi ziyarete daha muvafık bir düzenlemeyi gerektirmiyor muydu?

Buradan sonra “Karanlık Evliya” namlı zatın türbesini ziyaret ettik. Bu zat peçe ile gezip yüzünü kimseye göstermediğinden bu adla anılır olmuş. Türbedarı, kilitli olan kapının anahtarını bize verdi içeriyi da ziyaret edebildik, dar ve eğilerek girilebilen bir küçük yer. Ve türbedar zât, bize uzun uzun Mehmed Feyzi Ağabey’den bahsetti. Kendisi ile 1966 senesinde Hacc’da beraber imişler. Arafat’ta büyük bir çadırda her cemaat kendi içinde halka halka toplaşmış kimi zikir kimi sohbet, kimi evrad ile meşgul imişler. Bu sırada Mehmed Feyzi Ağabey içeri girmiş ve birden her kes adeta donakalmış, ders veren, sohbet yapanlar susmuşlar ve bir anda her kes birden bir cezbeye kapılmış gibi Mehmed Feyzi Ağabey’e müteveccih olmuş. Onun etrafında toplanıp az evvel kendi cemaatlerine ders verenler ondan sualler etmeye başlamışlar. Türbedarın dediğine göre o bir yere girdiği zaman adeta her kesin başından aşağı bir nur yağar gibi olurmuş. Asr-ı saadeti bu güne taşıyan ve nefsinde yaşayan, herkesi kucaklayan ve çok zarif, şefkatli olduğunu anlatıyordu yaşlı türbedar. Bir gün bir sarhoş adam yanına gitmiş Mehmed Feyzi Efendi Ağabey’in, içinden de geçiriyormuş ki “şimdi bana kızar, beni kovar” ve görüşmelerinden sonra da ağlaya ağlaya “ben bu zattan gördüğüm ilgi ve şefkati, muhabbeti anamdan babamdan görmemişim” diye anlatırmış ve o günden sonra tevbekar olmuş.

Kastamonu’da dükkanlarda Mehmed Feyzi Efendi Ağabey’in resimleri asılı ve anlattıklarına göre dinden uzak olanlar bile onu çok seviyor ve hürmet ediyorlar, hürmetle yâd ediyorlar.

Daha sonra, yaklaşık yirmi yıl evvel Üçüncü Lem’a ile beraber hafızamda yer etmiş olan Yakubağa Camiinde öğlen namazımızı eda ettik ve bahçesinde oturduk. Buradan hem kale, hem Nasrullah Camii, saat kulesi ve tarihi bazı yapılar görünüyor. Yeni ve büyük bina olarak ise sadece belediye binası dikkati çekiyor. Hakikaten şehrin gözle görülür bir ihmal edilmişliği var. Bununla beraber kültürümüze hiç de muvafık olmayan avm’ler ile dolu olmaması bir yandan da safiyeti korumaya belki de vesile. Eski çarşılar, bakırcılar, sobacılar… her biri ayrı bir hikaye ve her biri sıcak iletişimin mekanları.

Buradan da Bediüzzaman Hazretleri’nin evine geçtik. Ümitli değildik ama bir kapıyı çalalım bakalım ne olur dedik. Allah razı olsun hemen buyur ettiler de biz de yukarı çıkıp Üstadın bazı eşyalarının da bulunduğu mekanı ziyaret ettik. “Bediüzzaman’ın geçtiği yerden geçmek. Onun bulunduğu noktada bulunmak, O’nun nazar ettiği noktaya nazar etmek.” Evet, mekanlarını ziyarete güç yetiriyoruz peki ya baktığı yerden bakmaya ve hedeflediği noktaya yürümeye takat getirebiliyor muyuz? Takat getirmekten evvel bilebiliyor muyuz? Hedefi ne idi, ne için çalıştı, bu güne ne söyledi ve bu günde olsa ne yapacak idi ve bizden umduğu nedir???

Bediüzzaman Hazretlerinin Çaycı Emin Ağabey ile karşılaştıkları mekan olan Nasrullah Camiini de ziyaretten sonra bir iki bedesten ve eskiden medrese şimdi ise çarşı olan mekanı ziyaretten sonra gezimize nihayet verdik.

Kastamonu Yolu Bir Yeşil Yol – 2

Kastamonu Lahikası Sempozyumunun son günü idi. Sabah kahvaltı yapmak niyeti ile çarşı istikametine doğru yürümeye başladım. Bir sokağın köşesinde “develi han” yazısını görünce o istikamete doğru gittim fakat hana erişemedim. “Hafız konağı”nın kapısını çaldımsa da açan olmadı. Vakit erken olduğundan diye düşündüm. Sokak aralarından harika ve fakat ne yazık ki bakımsız eski konaklar arasından giderken bir türbeye rast geldim “Halife Sultan Türbesi”. Dedim; demek ki sabahın erken saatinde bu mübarek zatın ziyareti için yollara düşmüşüm. Epey de yürümüştüm ve yolun beni buraya getireceğini bilemezdim.

Develi han tabelasından içeri girince bir de karşıma Taşköprü minibüslerinin çıkması ayrı bir güzellik oldu. Elbette Taşköprü yazısını görür görmez Taşköprülü Sadık Bey’e üç ihlas bir Fatiha hediye ettim. Taşköprü demek bizim için Taşköprülü Sadık Bey demekti. Vakit olsa da Taşköprü’ye gitsem iyi olur diye de içimden geçirdim.

Kurşunlu Han’ın da avlusunu bir dolandıktan sonra nihayet Nasrullah Camii avlusuna vardım. Henüz cami avlusundaki çaycı çayı demlememişti. Camiye girip namaz kıldıktan sonra baktım ki Sempozyum için artık gitme vaktim gelmiş. Ne yapalım insan bazen maddi rızkını kovalar da manevileri çıkar karşısına ne güzel.

Hazreti Fatıma Validemizin, Allah ondan razı olsun, evlatlarına yiyecek istemek için muhterem babasının huzuruna varıp da bazı kelimeler ile geri döndüğünü hatırladım. Kendime dedim: “ne yani bir mübarek zatı ziyaret ve Nasrullah Camiinde iki rek’at namaz ve Üstadımın mekanlarından olan Kastamonu kalesini temaşa bir kahvaltının yerini fazlası ile doldurmaz mı?

Alâ külli hâl nasibimizi yeriz ve ölmeyecek kadar rızkımıza Allah kefildir. Manevi rızıklar ve ilim ise gayret gerektirir. Onlar maddi rızkımız gibi Kadir-i Kayyum’un kefaleti altında değildir. İsteyene ve talep edene verilir ve kendini verene.

Kambur köprünün az ilerisindeki otobüs duraklarından cezaevi otobüsüne binerek Sempozyumun olduğu Üniversite kampüsüne vardım. Doğrusu oradaki coşkuyu anlatmaktan acizim. Hiçbir garaz hiçbir propaganda gayesi olmadan sırf Allah için bir araya gelinen bir yerde nasıl bir manevi hava olacağını tahmin edersiniz. Çok değil bundan 75 sene evvel saklayarak taşımanız gereken kitapları şimdi afiş afiş şehrin her yerinde görmek bir keramet değil de nedir?

Yolda yürürken Kastamonu Lahikasına rastlamak ne kadar da güzel bir duyguymuş meğer. Kocaman billboardlarda Kastamonu Lahikasının fotoğraflarını görmek beni çok heyecanlandırdı doğrusu. Hele o zulüm zamanlarını yaşamış olanlar elbette çok daha büyük bir sevinç, adeta bir bayram yaşıyorlardı. İnşallah Risale-i Nur Külliyatının her kitabı hatta kitaplar içindeki her risale için böyle bir sempozyum düzenlenir de her yerden nurun müştakları toplaşıp kendi kabiliyetlerince ve anlayışlarınca olan çalışmalarını sergilerler. Böylece bu gizli hazine zahir olur ve her talipli ulaşabilir. Hem de tevhid-i kulub tahakkuk eder.

Üniversitede sınavların hemen sonrasına denk geldiği için üniversite talebelerinin katılımı düşüktü. Şehir dışından okumak için gelen talebelerin çoğu sınav sonrası memleketlerine gitmişlerdi. Elbette kendi üniversitelerinde düzenlenen bir etkinliğe en önce onların ilgi duyması beklenirdi.

Kastamonu’nun liselerine gelince; Üstadın kerameti ile Allah’ı anlatan muallimler var maşallah. Cuma günü sempozyumdan evvel lise talebeleri ile bir aradaydık ve onlara Meyvenin Altıncı Meselesindeki cümle sizin de cümleniz midir diye sorduğumda “hayır” dediler. Muhterem Abdullah Yeğin Ağabey’in Üstada tevcih ettiği bu sual cümlesidir bahsettiğim: “Bize Halıkımızı tanıttır, muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar”[i].

Talebeler dediler; bizim muallimlerimiz Allah’tan bahsediyorlar. Doğrusu çok sevinmiş ve çok şaşırmıştım. Sohbetimizin ilerleyen zamanlarında her biri Risale-i Nur ile alakalı projelerinden ve hedeflerinden bahsettiler. Evet hakikaten de bir nesl-i cedid geliyor ve Medresetüzzehra’nın maddi sureti dahi teşekkül ediyor ve edecek haza min fadli Rabbii.

Bir acıklı durum var ki o da budur; Risale-i Nur’u çok okuyanlar arasında Medresetüzzehranın coşkusunu taşıyanlar azdır. Bu hayalin şevksiz ve zevksiz tahakkuku ise elbette mümkün değildir. Şevk ve zevki coşkuyu taşıyanların bir kısmı ise Risalelerden yeterince beslenmemişler. Demek ki Risale ile donanmış olanlar ile zevk ve şevki taşıyanlar bir araya gelerek bir şahs-ı manevi teşkil edecekler ve şevklilerin şevki Risale donanımı olup da şevkini yitirmişleri de aşka getirecek inşallah.

Risaleler gerçekten de bir kalıbı kabul etmiyor onu parçalayıp atıyor. Bir kalıp altına alanları da savuruyor. Her fıtrata her kabiliyete hitap edip her insanın içindeki cevheri işletiyor. Bize düşen sadece Risale-i Nur’un şefkatli kollarına kendimizi bırakıvermek. Kendi kalıplarımız içinde Risaleleri boğmamak, net olan resmi fululaştırmamak. Böyle olunca bütün bulanıklıklardan Risale-i Nur’un şahs-ı manevisi bizi çıkarır inşallah.

Lise talebeleri ile olan muhaveremde bunu da düşünmeden edemedim: Acaba Üstad Hazretleri bir başka şehirde bu gibi talebelerle muhatap olsa o şehrin de bugün Allah’ı anlatan çok muallimleri mi olurdu? Allah bilir. İnşallah her yerde hem hali hem sözü ile talebelerine numune-i imtisal olan güzel ahlaklı muallimler çoğalır. Talebelerin kendi alanlarını şimdiden belirlemiş olmaları ve Medresettüzzehra bağlamında bazı planlarını da paylaşmaları hepimiz için şevk vesilesi oldu haza min fadli Rabii.

Evet, her ilim erbabına her düşünen akla çok iş düşüyor Medresettüzehra ile alakalı. Şüphesiz ki Risale-i Nur harika ve tükenmez bir hazine. Bu muhteşem hazineden her insanın istifadesi için her ilim erbabı kendi ilminin dili ile Risale-i Nurdaki fevkalade hakikatleri çıkartıp insanlara servis yapması ise neşir hizmetidir. Hakikatlerin neşri. Hem de kimseyi ayırt etmeden, dışarıda bırakmadan her insan olana ulaştırmak hizmeti. Elbette yapabileceğimiz sadece insanların akıllarına kapı açmaktır ve bu sebeble de her kesin aklına hitap edebilir olmaklığımız önem arz ediyor.

Madem ki Medresetüzzehra madde ile mananın birlikteliğidir öyle ise her ağaç, her dağ, her kuş, kainatın her bir zerresi Medresetüzzehradır. Zira madde ila mana her mevcudda bir ve beraberdir. Biz ise beşer ve insan olarak madde ile manayı ayırdık ne yazık ki. Madiyyun asra meydan okuyalım derken kimimiz madde yoktur ve hiçtir ve kıymetsizdir demeye kadar işi vardırdık. Elbette bu bir tepkisel hareket idi. Madem her kes maddeci olmuştu biz de manacı olmalı idik gibi bir yanılgıya kapıldık belki. Halbuki insan ancak maddesi ile manasını uyumlamakla yol alabilir. Ruhdan ibaret olmadığımız gibi nefisten ibaret de değiliz öyle değil mi?

Sempozyumda ise maddi unsurların manayı örtmeyecek kadar olması harika bir incelik bence. Çay, kahve, sunum, takdim var ama mana içeriğinden insanın nazarını kopartmayacak kadar var. Gösteriş ve şaşaadan uzak olması da ayrıca Risale-i Nur’un ruhuna uygunluğun bir görüntüsü. Kısacası kafiye için Safiye feda edilmemiş. Madde var ancak manaya hizmet edecek kadar var. Nazarları manadan kopartacak kadar değil. Günümüzde mana içeriği bulansa bile maddenin manayı fazla gölgede bırakması sık karşılaşılan bir durum. Risale-i Nur ise maddenin manaya hizmet ettiğini açıkça isbat ediyor. Kainatın sistemi bu şekilde kurulmuş ve madde ne kadar inceleşirse mana o kadar derinleşiyor ve kuvvet buluyor.

[i] Nursi Bediüzzaman Said, Risale-i Nur Külliyatından Asa-yı Mûsa Envar Neşriyat, İstanbul 1993, s.23

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Seyyid Kurtşeyh Dede ve Devrekâni

SEYYİD KURTŞEYH DEDE VE DEVREKÂNİ Ülkemizin her köşesi tarih, kültür ve medeniyet barındırmakta. Tarihte önemli …

Önceki yazıyı okuyun:
Kastamonu Lahikası Sempozyumu İzlenimleri-1 / Kadir AYTAR

Kastamonu Lâhikası Sempozyumu İzlenimleri-1 Mübarek gün cumanın sabahında Kastamonu’ya doğru yola çıktık. Sempozyuma katılmanın, yeni …

Kapat