Ana Sayfa / RİSALE-İ NUR & BEDİÜZZAMAN / Risale ve Bediüzzaman Üzerine / Küçük Risalelerde Olup Büyük Kitaplarda Olmayan Neler Var?

Küçük Risalelerde Olup Büyük Kitaplarda Olmayan Neler Var?

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Küçük Risalelerde olup da büyük kitaplarda olmayan kısımlar nelerdir?

Küçük kitaplar, küçük risaleler, cep boy kitaplar; geçmişte ağabeyler tarafından ihtiyaca göre derlenmiştir. O zamanın şartları göz önüne alınınca; büyük boy kitaplarla bir yerden bir yere gitmek kolay olmadığı için, cep boy kitaplar büyük bir hizmet görüyordu.

Mesela Hizmet Rehberi, Üstad Hazretlerinin vefatından sonra, Zübeyir Gündüzalp Ağabey tarafından hazırlanmış. Üstat’tan sonra ağabeyler arasında kısa bir süreliğine de olsa bir şaşkınlık, ne yapacağını bilememe dönemi oluyor… Zübeyir Ağabey bu manadaki yol gösteren bölümleri Külliyat’tan derliyor ve bastırıyor. Ömer Özcan Ağabeyimizin “Ağabeyler Anlatıyor” kitabında; Nazilli’li bir ağabeyden bahsediliyor; o ağabey, Zübeyir ağabey’in hizmet rehberini orada, dershanede kalırken derlediğini söylüyordu. Sonra İstanbul’da bastırmış.(bk. Ömer ÖZCAN, Ağabeyler Anlatıyor-III, Hüseyin FİLİZ Hatıraları)

Küçük kitaplar genelde bir veya birkaç risalenin veya bir konuyla ilgili bölümlerin bir araya getirilmesinden ibarettir. Bu kitaplar yüz küsur risaleye yakındır. Bunlardan sadece Latincede olmayanları bir araya getirmeye çalıştık. Ayrıca bu bölümler ve mektuplar genellikle Osmanlıca külliyatta veya Asarı Bediiyye’de geçmektedir, mesela: Münazarat, Sünuhat, İşârât, Tulûât, Şuâât, Rumûz, Divan-ı Harb-i Örfî, Hutuvât-ı Sitte, Hutbe-i Şamiye, Nokta Risalesi, Nur’un İlk Kapısı…

Yirmi Sekizinci Lem’a olan Latif Nükteler, Osmanlıca’da yer almaktadır. Bazı yayınevleri Latin harflerine çevirmiştir, sitemizde de mevcuttur. Burayı aynen almak aşağıdaki alıntıları daha da uzatacağından hepsini almadık; sitemizden okunabilir.

Diğer kitapların detaylarını şu şekilde verebiliriz:

GENÇLİK REHBERİ

Ön Söz

Bu Gençlik Rehberi, yeni harfle basıldığı gibi, eski harfle Isparta’da dahi teksir edilip, hükûmetin ve zabıtanın ilişmemesi ve her tarafta iştiyakla okunması ve intişarı gösteriyor ki; bu Rehber’in millete, hususan gençlere çok menfaati var.

Yalnız Ankara’nın emniyet müdürü elli ikinci sahifede beşinci satırında “dinî tedrisat için hususî dershaneler açılmağa izin verilmesine binaen” cümlesini okumadan, sekizinci satırdaki “Mümkün olduğu kadar her yerde küçük birer dershane-i Nuriye açmak lazımdır.” cümlesine ilişmişti. Demek sonra hakikatini anlamış ki, daha intişarına mâni’ olmadı.

“Hüve Nüktesi” gerçi derindir, herkes birden kavramaz. Fakat o nükte, tabiiyyunun ve ehl-i küfrün temel taşını parça parça ettiği gibi, muannid feylesofları hayretler içinde bırakıp çoklarını imana getirmiş.”

“Hem o nükte anahtarıyla açılan âlem-i misaldeki seyahat-ı maneviye miftahı ile âhiretin bir sineması ‘aynelyakîn’ görülmüş. Fakat çok ince olmasından neşredilmedi. Bedîüzzaman Said Nursi” (Gençlik Rehberi, Envar Neş., 2019 İstanbul, s. 4-6)

* * *

Gençlik Rehberi’ne İlâve Edilmesi Lazım Gelen Üstadımızın Bir Fıkrasıdır

Mersin’den gelen Rehber’in baş taraflarındaki “Mesele-i Mühimme” namındaki yirmi üç ve yirmi dördüncü sahifeyi çıkarmak münasiptir. Çünkü Nur’un mühim mesleği şefkat olmasından –erkeklerden ziyade– hem samimi hem ihlas ile kadınlar, Nurlar ile ciddi alâkadar oluyorlar. Bu iki sahifedeki şiddet; şefkat kahramanları olan o mübarek hemşirelerimiz, onunla meşgul olup müteessir olmasınlar. Çünkü bu mesele; İstanbul gibi yerlerde, açık saçık, yarım çıplak Rum, Ermeni kızlarına benzemeye çalışan bir kısım İslâm kızlarını ikaz etmek için yazılmıştır.

Halbuki İstanbul’daki, Rehber aleyhindeki münafıklar ve masonlar hem bu âhirde aleyhimizde bazı gazeteler bu noktaya yanlış mana vererek, bir kısım kadınların Risale-i Nur’a karşı olan alâkalarını zayıflatmak için iftiralarına medar olmuş. Şimdilik o iki sahife çıkarılsın. Yerine “Kadınlarla Muhavere” namındaki Kadınlar Rehberi konulsun.

Said Nursî

Hâşiye:

Nasıl ki bir zaman terbiye-i İslâmiyeye muhalif gizli komiteler, gençleri ifsad etmeye çalıştıkları gibi; şimdi de biçare kadınları yoldan çıkarmak için bazı dinsiz ve gizli komiteler çalışıyorlar.

Bu ifsad komitelerinin iftiralarına medar olmamak için ellerinde “Gençlik Rehberi” olanlara yukarıdaki fıkradan birer tane verilsin.

Kadınlar da çıkarılan o iki sahifenin yerine “Kadınlarla Muhavere” namındaki İhtiyar ve Genç Hanımlar Rehberi’ni okusunlar. Ve çıkarılan iki sahifenin yerine, Üstadımızın yukarıdaki fıkrası konulsun.(Gençlik Rehberi, Envar Neş. 2019 İstanbul, s. 23)

* * *

(Bu bölüm İman ve Küfür Muvazeneleri risalesinde tek var.)

Birden İhtar Edilen Bir Mesele-i Mühimme

Ahir zamanın fitnesinde en dehşetli rolü oynayan, taife-i nisaiye ve onların fitnesi olduğu hadisin rivayetlerinden anlaşılıyor.

Evet, nasıl ki tarihlerde, eski zamanlarda “Amazonlar” namında gayet silahşör kadınlardan mürekkeb bir taife-i askeriye olarak hârika harpler yaptıkları naklediliyor. Aynen öyle de bu zamanda zındıka dalaleti, İslâmiyet’e karşı muharebesinde, nefs-i emmarenin planıyla, şeytan kumandasına verilen fırkalardan en dehşetlisi; yarım çıplak hanımlardır ki açık bacağıyla dehşetli bıçaklarla ehl-i imana taarruz edip saldırıyorlar. Nikâh yolunu kapamaya, fuhuşhane yolunu genişlettirmeye çalışarak; çokların nefislerini birden esir edip kalp ve ruhlarını kebair ile yaralıyorlar. Belki o kalplerden bir kısmını öldürüyorlar.

Birkaç sene nâmahrem hevesatına göstermenin tam cezası olarak; o bıçaklı bacaklar cehennemin odunları olup en evvel o bacaklar yanacaklarını ve dünyada emniyet ve sadakati kaybettiği için hilkaten çok istediği ve fıtraten çok muhtaç olduğu münasip kocayı daha bulamaz. Bulsa da başına bela bulur. Hatta bu halin neticesi olarak o âhir zamanda, bazı yerlerde nikâha rağbetsizlik ve riayetsizlik yüzünden, kırk kadına bir erkek nezaret edecek derecede ehemmiyetsiz, sahipsiz, kıymetsiz bir surete gireceği, hadisin rivayetinden anlaşılıyor.

Madem hakikat budur. Ve madem her güzel, güzelliğini sever ve elinden geldiği kadar muhafaza etmek ister ve bozulmasını istemez. Ve madem güzellik bir nimettir. Nimete şükredilse manen ziyadeleşir. Şükredilmezse değişir, çirkinleşir. Elbette aklı varsa hüsün ve cemalini, günahları kazanmak ve kazandırmak ve çirkin ve zehirli yapmak ve o nimeti küfran ile medar-ı azap bir surete çevirmekten bütün kuvvetiyle kaçacak. Ve o fâni, beş on senelik cemali bâkileştirmek için meşru bir tarzda istimal ile o nimete şükredecek. Yoksa ihtiyarlıkta uzun zaman istiskale maruz kalıp meyusane ağlayacak.

Eğer terbiye-i İslâmiye dairesinde, âdab-ı Kur’aniye ziynetiyle o cemal güzelleştirilse o fâni hüsün, manen bâki kalacağı ve cennette hurilerin cemalinden daha şirin ve daha parlak bir tarzda kendine verileceği hadiste kat’iyetle sabittir. Eğer o güzelin zerre miktar aklı varsa bu güzel ve parlak ve ebedî neticeyi elinden kaçırmayacak…(Gençlik Rehberi, Envar Neş. 2019 İstanbul, s. 24; bk. İ.K. Muvazeneleri, RNK Yay.2016, s. 171)

* * *
(Bu bölümün İşaratü’l-İ’caz’da devamı var; aşağıya aldığımızı bu kısım yok.)

Ahmedlerin Mektubunda Bismark’ın Beyanatı

İzzetli Üstadımız Efendimiz!

Meşhur Alman hükümdarlarından Prens Bismark’ın edyan-ı muhtelife ve bilhassa İslâmiyet hakkında sarf etmiş olduğu sözlerini siz Üstadımız efendimize arz ediyoruz. Garp’ta İslâmiyet’in ne kadar ileri gideceğini bu sözler göstermektedir.

A’zamî müşahede-i içtimaiyemden ve bilhassa on dokuzuncu asrın müteferrikalarıyla müteveffa Prens Bismark’ın edyan-ı mefsuha hakkındaki beyanatı: … (Gençlik Rehberi, Envar Neş. 2019 İstanbul, s. 109. Devamı için bk. İşaratü’l-İ’caz, Ecnebi Feylesofların Tasdiklerine Dair Şehadetleri, RNK Yay. 2016, s. 290)

* * *

Risale-i Nur Nedir?

“Zübeyr Gündüzalp kardeşimizin Konya Nur Talebeleri adına, Risale-i Nur hakkında görüşlerini ifade edip, Ankara Üniversitesi gençlerine gönderdiği bir konferanstır.”

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Risale-i Nur’un dersiyle ve aziz ve kıymetli Üstadım Bedîüzzaman’ın himmetiyle hazırlanabilen bu konferans, Risale-i Nur hakkında tatlı ve zevkli bir sohbettir. Risale-i Nur’un kıymet ve ehemmiyetini ifade etmek değildir, buna cesaretim yoktur. Zira ben Risale-i Nur’un en müptedi, en âciz bir talebesiyim. Milletler içinde şöhret kazanmış bir şaheserin değerini anlatmaya kültürüm kifayetsizdir. Bu büyük şeref Risale-i Nur’un münevver, idrakli ve takdirkâr okuyucularına mahsustur.

Ben, Risale-i Nur’a kavuşuncaya kadar matbuatımızda ve kitaplarımızda, Kur’an-ı Kerîm’in kıymetini anlatan tek bir yazı okumamıştım. Sonradan anladım ki Kur’an-ı Kerîm’i yarım asırdan fazladır, bizde yetişen ediblerden ziyade ecnebi büyükleri takdir ediyorlarmış. Amerika’da Beyaz Saray’da bütün dünyanın ve kâinatın güneşi olan Kur’an-ı Hakîm yeşil ipekliler arasında lâyık olduğu yüksek mevkiye konuyormuş. Mûcidler, feylesoflar, psikologlar, sosyologlar, pedagoglar Kur’an-ı Kerîm’i esas tutarak yazılmış olan eserleri okuyorlar; o şahsiyetler bu mukaddes kitaptan aldıkları malûmat ile eserler yazarak dünya çapında şöhret kazanıyorlar; insanlığa, milletlerine hizmet ediyorlarmış.

İsveç, Norveç ve Finlandiya’da en büyük ilim adamlarından müteşekkil bir heyet meydana getirmişler, gençlerin kurtuluşunu sağlayacak halâskâr bir kitabı senelerce aramışlar; nihayet gençliği en yüksek ahlâk ile ahlâklandırmak ve dünyada açık fikirli, müstakim ilim adamı yapmak için Kur’an-ı Kerîm’i okutmanın yegâne çare olduğu neticesine varmışlar.

İslâmiyet’i ve Kur’an’ı takdir eden yabancılar çoktur, daha birçok misaller vermek mümkündür.

İşte Müslüman olmayan kimseler, İslâm Kitabı’nın kıymetini takdir edip istifade ederlerse uyanık Müslüman Türk gençliği acaba daha fazla durabilir mi? Kat’â ve aslâ duramaz ve uyuyamaz.

Mabud-u Zîşanımız olan Cenab-ı Hak, gençliğimizin en ulvi ve en kudsî ihtiyaçlarına tam cevap verecek bir ilm-i hakikat hazinesini yirminci asırda da meydana getirmiştir. İşte bu zengin define-i ilmiye, Kur’an-ı Kerîm’in hakiki ve parlak bir tefsiri olan Risale-i Nur’dur. Bu eserler, Kur’an-ı Hakîm’den tereşşuh etmiş ve onun esasları dairesinde yazılmıştır. Eseri telif eden, Bedîüzzaman’dır. Bütün hakiki ilim adamları müttefikan Risale-i Nur’un bu muhteşem müellifinin “Bedîüzzaman” denmeye lâyık bir şahsiyet olduğunu tasdik etmişlerdir. Risale-i Nur eserlerinin millet ve gençliği dalalet ve sapkınlık girdaplarından kurtaracak bir tefsir-i Kur’an olduğunu takdir ve tahsinlerle tasdik etmişlerdir. Böyle olduğu halde, bu kadar büyük bir şaheserin müellifini bugün herkes tam tanımıyor denilebilir.

Evet arkadaşlar, içimizde on beş yirmi senedir komünistler ve din düşmanı cereyanlar çoklukla çalışıyorlarmış. Böyle dâhîlerimizi tanıtmak şöyle dursun, türlü türlü isnadlarla kötülemişler; buna muvaffak olmak için de bütün imkânlardan istifade etmeye çalışmışlar; hakiki ve mücahid ilim adamlarımızı millete fena göstermek için bütün gayretlerini sarf etmişler. Bu feci halin böyle olduğunu, demokrasinin memleketimizde şu yıllarda gelişmeye başlaması sayesinde anlamış bulunuyoruz. Meğer aldanmışız ve aldatılmışız. Şimdiye kadar din adamlarımız hakkında bize yapılan uydurma telkinatları ve yalan yanlış propagandaları, bu hakikatlere vâkıf olduktan sonra kafamızdan çıkarabildik. Menfî intibalarımızı sildik, hakiki münevverlerin istifade ettikleri kudsî kitabımız Kur’an’a sarıldık ve Kur’an-ı Hakîm’in bu asırda yüksek bir tefsiri olan Risale-i Nur’dan Kur’an ve iman hakikatleriyle münevver olmaya başladık.

Evet, Abdülkadir-i Geylanî, İmam-ı Gazalî ve Mevlana Celaleddin-i Rumî gibi İslâmiyet’in birer güneşi olan dâhî büyüklerimizin eserlerini ve hakiki kıymetlerini bugünkü gençlik nasıl bilemiyorsa, Bedîüzzaman Said Nursî gibi misilsiz bir müfessir-i Kur’an’ı da tam tanıyamamıştır. Esasen gizli ve aşikâr din düşmanlarının birtakım kasd-ı mahsuslarıyla tanınmasına meydan verilmemiştir. Fakat böyle büyük bir müfessirin ve bir İslâm dâhîsinin bu asırda da mevcud olduğunu şahsi gayretleriyle öğrenenler, Bedîüzzaman’ın tarihî ve cihan-şümul değerini derhal idrak etmekte ve eserlerinden faydalanmak için can atmaktadırlar.

Evet arkadaşlar, kat’î ve kâmil bir kanaatle diyebiliriz ki bu asırdaki insanları saadete kavuşturacak, onları aklen ve kalben ikna edecek eser ancak Risale-i Nur’dur. Bu hüküm, Nur Risalelerini okuyan münevverlerin kat’î bir hükmüdür. Hem bu kanaatin isabetini, Risale-i Nur’daki ilmî kudret ve orijinallik açıkça göstermektedir.

Arkadaşlar!

Nasıl Kur’an-ı Kerîm’e sarılanların dünya ve âhiretleri mamur olursa onun parlak bir tefsiri olan Risale-i Nur’u okuyup amel edenler de hakiki saadete erişeceklerdir. Bu imanî eserleri okuyan gençlerin imanı kuvvetlenecek, istikballeri parlayacak; ilim ve irfan sahibi olacaklardır. Hem vatana hem millete hem anne ve babalarına faydalı, yüksek ahlâka sahip gençler olarak temayüz edeceklerdir. Allah’ın hâlis bir kulu, Peygamber’in hakiki bir ümmeti haline gelmek bahtiyarlığına nâil olacaklardır.

Risale-i Nur hakkında bilgi soran arkadaşlarımıza gelince bu hususta bir fikir edinebilmek için hiçbir yerden izahat almaya lüzum yoktur. Siz bu feyyaz eserleri okuyun, bizzat kendi cehd ve şahsi gayretinizle onu anlamaya ve tanımaya çalışın. O ilim ve irfan hazinesine bizzat giriniz. İşte ancak o zaman, arzu ettiğiniz malûmatı hakkıyla elde etmiş olacaksınız.

Evet, Risale-i Nur’u okudukça Kur’an nuru içinize dolacak, o Kur’anî hakikatler aklınızı ve kalbinizi tenvir edecek ve imanınızı inkişaf ettirip kuvvetlendirecektir. Nur Risalelerini okudukça İlahî bir feyiz, ruh ve maneviyat âleminizi kaplayacaktır. Hayatta sizlere büyük bir huzur ve saadetin refahı içinde yaşayabilmenin kapıları açılacaktır. Dünyanın bir âhiret mezraası olduğunu ve bu fâni dünyaya, ebedî bir hayatın kazanılması için geldiğinizi bu eserlerden öğrenecek ve bu iman cihetinden dünyanın cennetten daha zevkli olduğunu hissedeceksiniz. İşte böyle sonsuz ve manevi bir şevk ve aşkla dünyayı, şu geçici hayat için değil; ebedî bir hayatı ve bâki bir saadeti kazanmak için seveceksiniz.

Hem namaz kılmanın ve ibadetin büyük ve kudsî bir zevk olduğunu bir kat daha anlayacaksınız. Namazda Rabb-i Rahîm’imizin, Allah’ımızın huzurunda durmaktan o kadar derin ve İlahî bir zevk duymaya başlayacaksınız ki namazsız geçen günleriniz ızdırap ve sıkıntılarla dolacak, en sevinçli en mesud anlarınızı Allah’a ibadet ve taatte bulacaksınız.

Arkadaşlar!

Risale-i Nur, yirminci asrın Müslümanlarını ve bütün insanları koyu fikir karanlıklarından ve müthiş dalalet yollarından kurtarmak için müellifin kendi ihtiyarıyla değil, bir ihsan-ı İlahî olarak yazılmış olan ilhamî bir eserdir. İşte insan üzerindeki tesiri pek büyük olan böyle bir eseri devamlı olarak, teenni ile ve lügatların manalarını öğrenerek, dikkatle okuyabilseniz geceli gündüzlü çalışan birçok Nur talebeleri gibi siz de büyük bir huzur ve saadete kavuşursunuz. Hem gayet cevval ve faal bir hale gelirsiniz. O kudsî eserleri günlerce okuyabilmenin İlahî hazzı ile çırpınırsınız. Bu gibi kıymeti ölçüye sığmayan eserlerle meşgul olabilmek için beş dakikayı bile boşa gidermezsiniz. Ve hem daima cebinizde, çantanızda Nurları taşımak, okumak, daima okumak için zamanlarınızı büyük bir kıymetle kıymetlendireceksiniz. Nurları okumak sevgisiyle, Nurları okumak heyecanıyla, Nurları okumak ihtiyacıyla yanacaksınız.

Evet arkadaşlar, Risale-i Nur öyle cazibedar bir eserdir ki Risale-i Nur’la Kur’an’a ve imana hizmet etmenin kudsiyet ve büyüklüğünü anladıkça, dünyada iken sizleri cennete davet etseler böyle mukaddes bir vazifeyi, böyle ulvi bir saadeti şimdi bırakıp gitmek istemeyeceksiniz. İman cihetiyle ve imanı kurtarmak davasına hizmet etmek gayesiyle, dünyanın bir manevi cennet hükmünde olduğunu hissedeceksiniz.

Risale-i Nur’a çalışanlar, iman ve İslâmiyet hizmeti uğrunda öyle bir feragat ve fedakârlığa sahip olmuşlar ki onlarda menfaat-i şahsiye denilen âdi ve bayağı maksatlar yer bulamamış ve tutunamamıştır. Zira Nur talebelerinde en birinci maksat ve en büyük gaye, rıza-i İlahîdir. Allah’a hadsiz şükürler olsun; Risale-i Nur’a çalışmanın, mukaddes kitabımız Kur’an-ı Azîmüşşan’a hizmet olduğunu öğrenen uyanık ve kıymettar ve fedakâr arkadaşlarımız milyonları geçmiştir. Aklı yerinde olanlar için pek aşikâr olarak görünen bu hakikati hiçbir fert inkâr edememektedir. Allah için bir çalışma olan Risale-i Nur faaliyetlerinde, İlahî bir aşk ve şevkle, kalbî ve ruhî bir sevgiyle gece uykularını dahi feda edenler olmaktadır.

Bakınız! Risale-i Nur’a hizmet eden Nur’un öyle hakiki talebeleri var ki onlardan birisine denilse: “Risale-i Nur yerine şu kitapları istinsah et de Amerikalı milyarder Ford’un servetini sana verelim.” Risale-i Nur’un satırlarından kaleminin ucunu bile kaldırmadan o bahtiyar talebe şöyle cevap verecektir:

“Dünyayı servetiyle ve saltanatıyla verseniz kabul etmem. Çünkü Cenab-ı Hak, bize Risale-i Nur’un mütalaası ve hizmetiyle tükenmez, bâki bir hazine verecektir. Acaba sizin o dünyevi servetiniz beni mesud edecek midir? Bu şüphelidir. Fakat Rabb’imizin ihsan edeceği bâki servet ile hakiki bir saadete kavuşacağımızda şek ve şüphe yoktur…”

Kıymetli kardeşlerim!

Risale-i Nur’un yüksek değerini anlamakta veya onu işitip tanımakta biraz gecikmiş olan gençler, içleri sızlaya sızlaya şöyle demektedirler:

“Şu geç uyanan kıymettar gençliğimi fâni, geçici şeylerle zayi etmeyeceğim. Ancak ve ancak Kur’an’a ve imana hizmet uğrunda, sevgili Allah’ım ve sevgili Peygamber’imin emirlerine itaat yolundaki hizmetlere vakfedeceğim. Ancak böylelikle, bu muvakkat gençliğimde bâki bir gençliği elde etmiş olacağım.”

Risale-i Nur’a bu kadar bağlanıldığını görünce dünyadan alakamızın kesildiği zannına varılmasın. Bilakis bu cihet, şu hatt-ı hareketimizle tebarüz eder: Mücerred isek işlerimizi, talebe isek derslerimizi, memur isek vazifemizi, tüccar isek ticaretimizi yapıyoruz. Dünyevi meşgalemiz ne kadar fazla bulunursa bulunsun, ders ve imtihanlarımız ne derece sıkı olursa olsun Risale-i Nur’a çalışmaya ve hizmete yine vakit buluyoruz ve bulabiliriz, zaman ayırıyoruz ve ayırabiliriz. Zira nasıl ki her gün ekmek, su ve havaya ihtiyaç var. Aynen öyle de bunlardan daha fazla olarak her gün Kur’an ve iman hakikatlerinden manevi gıdalarımızı almaya muhtacız.

Evet, Risale-i Nur’la olan iştigalimiz, iş ve derslerimizdeki muvaffakıyeti kat kat artırarak bize kuvvet ve heves veriyor. Bizde, dünyaya din için çalışmak fikrini uyandırıyor. Bize vaktin kıymetini idrak ettiriyor. Takvim yapraklarının geri dönmeyeceğini kalp ve aklımıza tesirli bir surette ihtar ederek ömür sermayesi olan zamanımızı kıymetlendirmek şevk ve azmini veriyor. Çalışma saatlerinde şurada burada boşu boşuna veya lüzumlu zannına kapıldığımız ve fakat bizce faydasız şeylerle vakitlerimizi öldürmekten bizi kurtarıyor. Hatta istirahat zamanlarında dahi iman hakikatlerine çalışma sevgisini husule getirerek rahmet-i İlahînin hareket içine dercettiği faaliyet zevkini tattırıyor, böylece fâni bir ömürde bâki bir hayatı kazanmanın yolunda yürütüyor.

Kıymetli Kardeşlerim!

Risale-i Nur’un yüksek değerini tam beyan etmek mümkün değildir. Onun kıymeti onu daimî ve sadakatle okuyanların ruhunu o kadar sarıyor, o kadar kendine râm ve meftun ediyor ki tahkikî iman mertebelerinde terakki eden o fedakârlardan birinin başına bütün din düşmanları toplanıp Risale-i Nur’dan vazgeçirmeye çalışsalar yine muvaffak olamazlar ve olamadılar.

Ben ki Risale-i Nur’u telif ile vazifelendirilen ve istihdam edilen Üstad’ın hizmetçisi olmayı en büyük bir nimet bilirim. Hizmetçisinin hizmetçiliğini yapmayı bir şeref addederim. Bu kalbî ve samimi bağlılığı çok görenler olabilir fakat hiç de fazla bulmamalıdır.

Mesela, kıymetli bir eser okuruz, müellifine karşı içimizde az çok bir takdir hissi belirir. Molyer’in, Hügo’nun, Göte’nin eserlerine bir hayranlık duyarız. Acaba İslâm dininin rehberi olan Kur’an-ı Hakîm’i tefsir eden bir İslâm dâhîsinin şahsına karşı bağlılığın derecesi nasıl olmalıdır? O meşhurlardan birinin eseri kâğıda yazılırsa Bedîüzzaman Said Nursî’nin Kur’an tefsiri olan Nur Risalelerini altın sahifelere nakşetmek lazımdır. Dine muarız olmayan müstakim bir filozofun eserini tetkik için saatlerce çalışılırsa iki cihanın saadetini ders veren Bedîüzzaman’ın eserlerini okumak için uykularımızı terk etmek gerektir. Evet, dünyevi bir kitaba beş lira ödersek Risale-i Nur gibi dünya ve âhirette insanı mesud kılan ve en yüksek bir mevki ve şerefe nâil olan bir tefsir-i Kur’an’a yüz lira veririz ve veriyoruz. İcab ederse onun neşri uğrunda servetimizi de feda etmek, İslâm cengâverlerinin torunları olan biz gençlere lazım ve elzemdir arkadaşlar!

Öyle ise Geliniz Kardeşlerim!

Nurların dersinde diz dize, hizmetinde el ele, cihad-ı diniyede omuz omuza verelim. Nurlardan nur almaya, imanî derslerinden ders almaya şiddetle muhtaç olduğumuz Nur Risalelerine beraberce çalışalım, görüşelim, konuşalım. Allah yolunda, din yolunda koşalım. Dinsizlere karşı mücadele bayrağını açarak, cihad-ı diniye meydanlarında hizmet-i imaniye muhitlerinde tatlı canlarımızı feda edelim.

Kıymetli Kardeşlerim!

Risale-i Nur’da çok üstün meziyet ve hususiyetler vardır. O mümtaz ve müstesna hâsiyetler şimdiye kadar telif edilmiş olan hiçbir eserde görülmüyor. Ömrünü okumakla geçiren hakiki ilim adamlarından Risale-i Nur’u okuyanlar bu hakikati izhar ediyorlar. Ve o kadirşinas ve üstün şahsiyetler bu zamanda yaşayan insanların, ilmi ne kadar zengin olursa olsun, Risale-i Nur’u okumaya muhtaç oldukları kanaatine varıyorlar. Enaniyet ve ilmî kıskançlık gibi hastalıklara müptela olmaktan korkan faziletli âlim ve münevverler Risale-i Nur’a derhal sarılıyorlar. Bazıları altmış yetmiş yaşlarında olduğu halde yine Nur Risalelerine talebe olmak şeref ve nimetini kazanmaya çalışıyorlar.

Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri diyor ki:

“Risale-i Nur başka kitaplar gibi yalnız ilim vermiyor, onun manevi dersi de vardır.”

İşte bu manevi dersin tesiridir ki Risale-i Nur’u okuyanların ruh ve kalpleri, vicdan ve latîfeleri o feyyaz dersten hisselerini ve gıdalarını alıyorlar. Bu manevi dersin nüfuzu değil midir ki Nur Risalelerini okuyanların manevi âlemleri İlahî nurlarla yıkanıyor ve İlahî bir cazibe ve İlahî bir tesir ile iman hakikatlerine musahhar ve meftun ve meclub bir hale gelerek Allah ve Resulullah yolunda yükseliyorlar.

İlm-i iman âşıkları Risale-i Nur okuyor. Dinî malûmat meraklıları Risale-i Nur okuyor. Hakikat arayıcıları Risale-i Nur okuyor. Mücadeleci mücahid fıtratlar Risale-i Nur okuyor. Hamaset, bahadırlık ve kahramanlığın şâhikasına erişmek isteyen kabiliyetler Risale-i Nur okuyor. Milliyetçiler Risale-i Nur okuyor. Fen ve sanat erbabı Risale-i Nur okuyor. Müsbet ilim hayranları Risale-i Nur okuyor. Ehl-i tasavvuf Risale-i Nur okuyor. Edebiyat meraklıları Risale-i Nur okuyor. Demek, her bir tabaka-i insaniye Risale-i Nur’a ruhunda büyük bir ihtiyaç duymakta ve ondan istifade etmektedirler.

Arkadaşlar!

Risale-i Nur’u okuyanların ikna kabiliyeti artar, akıl ve mantığı işler ve kuvvet bulur. Herhangi bir mevzuyu seviyesi nisbetinde mukni bir surette ifade edebilmek meziyetine sahip olur. Zira o Nurcu baştan başa aklî, mantıkî ve mukni bir şaheserin şahane dersleriyle tenevvür ve tefeyyüz etmektedir.

Hakiki medeniyetin ve yüksek içtimaiyatın, insanlık kanunlarının menbaı ve esası Kur’an’dır. Kur’an, umum nev-i beşere hitap eden bir hatib-i umumidir. Kur’an-ı Hakîm’in hakiki ve berrak ve parlak bir tefsiri olan Risale-i Nur’da, aradığınız imanî ve İslâmî, aklî ve fikrî, kalbî ve ruhî birçok ihtiyaçlarınızın tatmin edildiğini göreceksiniz. Kafanızdaki bir kısım istifhamların tam ikna edici bir tarzda cevaplandırıldığını, büyük bir hayranlık ve şükran hisleri içinde müşahede edecek ve Risale-i Nur’un kendinize hitap eden İlahî hakikatler mecmuası olduğuna kani olarak sonsuz bir huzur içinde mesudane bir hayat yaşamaya başlayacaksınız. O Nurları defalarca ve hatta bir ömür boyunca okumak zevk ve sevgisinden kendinizi kurtaramayacaksınız.

Risale-i Nur mevzuunu büyük bir alaka ile takip eden uyanık arkadaşlarım!

Kur’an-ı Kerîm’in manası bilinmese de okunduğu ve dinlendiği zaman ruhlarda nasıl ki manevi ve derûnî bir tesir husule gelir. Zira kelam Allah kelamıdır. Bu Kelamullah’taki ve İslâmiyet’teki mananın kudsiyetidir ki Türkler İslâmiyet’le cihangir oldular, kıtalar, beldeler fethettiler. Bin seneden beri İslâmiyet’in bayraktarlığını yapmaktadırlar.

Aynen öyle de Kur’an’ın bu asırda yüksek bir tefsiri olan Risale-i Nur’daki bazı bahisleri başlangıçta tamamen anlayamazsanız da onun manevi tesiri ve manevi feyzi, ruh ve kalbinize nüfuz eder; mana âleminizi istila eder, kat’iyen istifadesiz kalmazsınız. Ve kalmıyoruz.

Hem insan yalnız akıldan ibaret değildir; kalp, ruh, sır ve vicdan gibi manevi latîfe ve cihazata da mâliktir. Aklınız her bir mesele-i imaniyeyi birinci okuyuşta hakkıyla kavrayamasa da kalp ve ruh ondan hissesini alır. Risale-i Nur’un bu manevi tesiridir ki Risale-i Nur’un ilk telifi zamanında sekiz on Nur talebesi varken şimdi milyonlar olmuştur. Dünya fikir cereyanları içinde en kuvvetli bir iman cereyanı olarak Anadolu’yu istila etmiş; Avrupa, Amerika, Asya kıtalarına kadar varlığını ve kuvvetini kabul ettirmiş, din düşmanlarını dehşete düşürerek mağlubiyete düçar etmiş, iman ve İslâmiyet’e hayat ve hareket vermiş, nesl-i cedidi ihtizaza getirmiş ve kahraman ve cengâver fıtratları inkişaf ettirerek cihad-ı İslâmiye meydanlarında her şeyini iman uğrunda feda ettirecek derecede koşturmuştur ve koşturmaktadır. Nihayet dünyanın ve âlem-i İslâmın fevkalâde takdir ve hayranlığına mazhar olmuş ve olmaktadır.

Bunun için devamlı okumaya her gün devam ediniz. Kendini tekrar tekrar, zevkle ve şevkle okutan bu şaheser külliyatını okudukça anlayışınız ziyadeleşecektir. Anlamanın tek çaresi: Nurlarla baş başa kalıp, zihnî cehd sarf ederek tekrar tekrar okumak sevgisiyle pâyidar olmaktır.

Muhterem Arkadaşlarım!

Risale-i Nur’un üslubu emsalsiz ve hiçbir üslupla kabil-i kıyas olmayan cazip bir üsluptur. Bedîüzzaman Said Nursî, bir müfessir-i Kur’an olmakla beraber asrımızın en büyük edibi ve kuvvetli bir beliğidir. Fakat lafzın gösteriş ve tantanasına değer veren ediblerden değildir. Bilakis en fazla manaya ehemmiyet ve kıymet verip lafzın hatırı için manadan fedakârlık yapmayan, elbise için vücuddan kesmeyen bir müelliftir. O, zatına has ve gayet müessir ve gayet cazibedar bir üslub-u beyana sahiptir.

Bunun için Nur Risalelerinde Kur’an ve iman hakikatleri en berrak ve en mükemmel, en cazip ve en müessir bir tarzda izah ve ispat edilmiştir.

Risale-i Nur câmi’ hakikatler ve veciz sözler hazinesidir; bir cümlede bir sahifelik, bir sahifede on sahifelik, bir risalede bir kitaplık mana ifade eden ve câmiü’l-kelim hususiyetine mâlik olan bir şaheserdir. Bunun içindir ki dersleri çok tesirlidir ve gayet nâfizdir. Mütehassıs zatlarca malûmdur ki imanî meselelerde fazla tafsilat, dersin tesir ve tefhimini zorlaştırabilir. O derslerin kanaat verici ve tatminkâr olmasında çok defa faydalı bir netice elde edilemez. Bu hakikate binaen bilhassa imanî hakikatlerin mücmel olarak ders verilmesi, daha tesirli ve daha verimli ve daha anlayışlı olur ve olmaktadır. Bu düstura istinaden, Risale-i Nur tafsilata ve teferruata dalmamıştır. Zihni, teferruatla dağıtmamak metodunu esas tutmuştur.

İman İlmine Müştak Arkadaşlarım!

Bedîüzzaman Said Nursî, İhlas Risalesi’nin sonunda bizlere çok büyük bir müjde veriyor. O kadar hârika bir kolaylığı beşere takdim edebilmek, asrımıza kadar hiçbir müellifte görülmemiştir kanaatindeyiz. Diyor ki:

“Bu risaleleri anlayarak ve kabul ederek bir sene okuyan, bu zamanın hakikatli bir âlimi olabilir.”

Evet, fen bütün hızıyla ilerlemektedir. Maneviyatta yükselmek de bununla muvazidir. Maddi alanda bir saatlik yolun bir saniyeye indirildiği bir devri yaşıyoruz. Maneviyat sahası ise daha süratli ve daha vüs’atlidir. Eski zamanda yarım asırda elde edilebilen ilm-i hakikat, şimdi kısa bir zamanda kazanılabiliyor. Belki de daha az bir müddette aynı semere ve netice hasıl oluyor. Cenab-ı Hakk’ın rahmet ve keremiyle bu asır Müslümanlarına ve insanlarına lütuf buyurduğu bu kadar selâmetli ve kolay elde edilebilecek İslâmî bir maarifin, imanî bir neticenin mevcudiyetini işiten ve aklı başında olan her insan, hususan her Müslüman, bu zengin servete mâlik olmak için Nur Risalelerine büyük bir sadakat ve sevgi ile çalışmaktan nasıl geri kalabilir?

Gayretli Arkadaşlarım!

O kadar değerli, o kadar kıymettar bir eser külliyatını bir an evvel okumak ve onlardan her gün imanî ve İslâmî gıdalarınızı almak için bütün himmet ve varlığınızla çalışacağınızdan eminim; böyle olmanızı temenni ediyorum. Zira gençlik gidiyor… Ömür geçiyor… Zamanlar geri gelmiyor…

Evet, biz ne muallimlerimizden bir meded ve ne de peder ve validelerimizden bir teşvik beklemiyoruz ve beklemeyiz. Biz ancak Allah’ın inayetiyle kendi kendimizi yetiştirmek zaruret ve sebatındayız. İnşâallah devam ve sadakatle çalışarak mutlaka yükseleceğiz. Tâ iman ve İslâmiyet meratibinin zirvesine ulaşacağız. Kalbimizi nur-u Kur’an’la, kafamızı ilm-i imanla aydınlatacağız. Kalp ve aklımızı çalıştıracağız. Allah’ın has ve hâlis fakat mücahid bir kulu, Resulullah’ın ihlaslı, fedakâr ve cengâver bir ümmeti olmak yolunda Nur Risaleleriyle yürüyeceğiz ve ilerleyeceğiz.

Risale-i Nur’dan eskimez yazı öğrenmeye gelince:

Kur’an yazısıyla olan Nur Risalelerini yazmaktaki kazancımız çok büyüktür. Eskimez yazıyı kısa bir zamanda öğreniyoruz. Hem yazarken malûmat elde ediyoruz. Hem Risale-i Nur eczalarını çoğaltmakla imana ve Kur’an’a hizmet edildiği için pek büyük manevi kazançlar elde ediyoruz. Hem yazılarak edinilen bilgi hâfızaya daha esaslı yerleşiyor. Bunun için şimdiye kadar binlerce genç, Risale-i Nur’u yazarak Kur’an yazısını öğrenmiş ve öğrenmektedir.

Kıymetli Kardeşlerim!

Risale-i Nur’un birçok meziyet ve hususiyetlerinden birkaçını daha sizlere nakledeceğim:

Risale-i Nur’daki hârikulâde ilmî kuvvet, taklidî imanı tahkikî imana çeviriyor; insanı salabetli ve kuvvetli bir Müslüman, ilmiyle amel eden bir mü’min-i kâmil olmaya doğru götürüyor. Menhus, pis zevklerden nefret ettirip vazgeçiriyor. En ulvi ve en temiz, ebedî ve sermedî zevk ve hazlar verecek hareketlere sevk ediyor. İnsana hayatı sevdiriyor. Bedbinlikten kurtarıp imanlı bir nîkbînlik veriyor. Uyuşuk ve tembelleri cevval yapıyor, ruhî bir cevelan insanın iç âleminde hüküm-ferma oluyor. Orta halli değil, en ileri ve en yüksek bir insan olmak hevesini uyandırıyor. Gurur ve kibir gibi kötü ahlâkları kaldırıyor. İnsanı tevazu, mahviyet ve vakar gibi faziletlerle değerlendiriyor. Hasım tarafları barıştırıyor. Fenalığa fenalıkla değil, iyilikle mukabele etmek dersini veriyor. Siz gibi temiz ve terbiyeli gençleri, fena bir muhitin fena görenekleriyle ahlâksız hale düşmek felaketinden muhafaza ediyor.

İşte bunun içindir ki Risale-i Nur’u sadakat ve devamla okuyan hakiki bir Nur talebesi, ahlâken düşük insanlar arasında kalsa da ahlâkını bozmadan onlardan uzaklaşıp kendini kurtarıyor.

Hem ahlâk ve terbiyesini yükseltmek için nefis mücadelesine girişiyor. Risale-i Nur’dan aldığı malûmat ve imanî kuvvetle muvaffak oluyor. Hem kendini o bozuk cemiyete ve kimselere kaptırmıyor, bilakis Risale-i Nur’u neşrederek imanî esasların zayıflaması neticesi olarak bozulan o cemiyeti ikna ve ıslah etmek cehdine sahip oluyor. İçtimaî yüksek esaslarla mücehhez bir ıslahatçı gibi gaye ve prensibinde terakkiler kaydediyor. Davasını yürütmekte ve yerleştirmekte âdeta zaferden zafere koşmaya başlıyor.

Evet arkadaşlar, bugün içtimaî dert ve yaralarımızı halledip tedavi edecek en esaslı ve en tesirli faktör ve nizamı hâvi olan bir hakikat kaynağı vardır. O da Risale-i Nur’dur. Bunun içindir ki hakikati idrak edebilen hakiki münevverler ve uyanık mektepliler, büyük bir çoğunlukla Risale-i Nur’a sarılmaktadırlar.

Evet, düşüncemiz daima terakki etmekte olacaktır. Bu muvakkat dünyanın, ebedî saadeti kazanmak için bir ticarethane olduğunu Risale-i Nur bize ders veriyor. Biz de bütün hakiki ilimlerin madeni, esası, nuru ve ruhu olan iman ilmini tahsil ve iktisab etmek için ve mukaddes davamızda muvaffak ve kudsî mücadelemizde muzaffer olmak için aza kanaat etmeyeceğiz. Daima yükselmek, daima ilerlemek, daima terakki etmek için Nur Risalelerine çalışacağız ve çalıştıracağız.

1947
Konya Nur Talebeleri Namına
Zübeyr Gündüzalp

(Gençlik Rehberi, Envar Neş. 2019 İstanbul, s. 214-235)

ZÜHRETÜ’N-NUR

(Bir Nur Talebesinin Mahkemedeki Mudafaasıdır.)

AĞIR CEZA MAHKEMESİ BAŞKANLIĞI’NA
ANKARA

İddia makamının aleyhimizde tanzim ettiği iddianamesinde, şahsi nüfuz temini ittihamını ileri sürerek mahkûmiyetimi istemektedir. Suça mesned gösterilen yazı, hakikat-i halde böyle bir ittihamdan nihayet derecede uzaktır. Çünkü bu yazı; Said Nursî, eserleri ve talebeleri aleyhinde, hakikatle zerre kadar alâkası bulunmayan, yalanlar neşreden bazı gazetelerin uydurmalarına cevaptan ibarettir. Mahkeme kararları ve ehl-i vukuf raporları zikredilerek yanlış isnadları makulane bir şekilde çürütülmektedir. Laiklik anlayışını sû-i istimal ederek Bedîüzzaman, Talebeleri ve Risale-i Nur aleyhinde en garazkâr bir tavırla hareket edenlerin mukabilinde, laiklik prensibinden istifade ederek bu cevabî yazının yazılması, kanun ve adalet noktasında bir suç sayılmaması icab eder.

İddia edildiği gibi dinî hislerin âlet edilmesi suretiyle menfaat veya şahsi nüfuz temini aslâ vârid değildir. Bütün hayatını din-i İslâm’ın tealisi, vatan evlatlarının imanlarının takviyesi için ve içinde bulunduğumuz asrın efkârı arasında Kur’an hakikatlerinin neşrine hasr ve vakfeden ve bununla beraber kendisini en âciz bir abd bilen ve öyle bildiren; telifatı olan Risale-i Nur’u, kendi zekâ ve dirayetine hamletmeyip İlahî tevfik ve inayete atfederek nazarları Kur’an’a çeviren, mütevazi bir fedakâr hakkında ve aynı şiarı meslek ittihaz eden talebeleri olan bizler hakkında, dinî hisleri âlet ederek başka maksat ve gayeler peşinde koşuyor ittihamını yapmak, insafsızlıktan başka bir şey değildir.

Yirmi seneden ziyade bir müddetten beri Risale-i Nur’un hizmetinde çalışan ve Üstad Bedîüzzaman’ın şahsi ve hizmet-i Nuriyeye müteallik hayatı ile çok yakından alâkadar bulunan ben, Üstad Said Nursî’de, dini veya dinî hisleri âlet etmek veya şahsi nüfuz toplamak gibi dînen mezmum vartalar bulunmadığını, bütün kuvvetimle arz etmek isterim. Şu birkaç nokta nazar-ı mütalaaya alınsa makam-ı iddianın isnadları tamamıyla yersiz olduğu anlaşılır. Şöyle ki:

1. Bedîüzzaman, Kur’an’dan aldığı mesleğinin esasının acz ve fakr olduğunu beyan eder. Bütün hayatında ve eserlerinde ve hizmet-i imaniyesinde, bu esas bütün mana ve şümulüyle görünür. Müddeiumuminin mevcud zannettiği veya iddia ettiği şahsi nüfuz temini, dini ve dinî hissiyatı âlet etmek, bu iki esasa taban tabana zıttır. Üstadımız Bedîüzzaman Said Nursî’nin en çok kaçındığı, reddettiği ve zerre kadar kalben dahi talep etmediği ve bütün hataların başı olarak bildiği bir şey varsa o da: Dinin âlet edilmesi suretiyle dünyevi maksatlar ve fâni umûrlar peşinde koşmaktır.

2. Hem şahsi nüfuz temininden hem maddi ve manevi menfaat talebinden de nihayet derecede kaçan ve çekinen bir zata aynı isnadı yapmak, bir adalet adamına uygun olup olmadığını vicdanlara havale ediyorum. Çünkü Üstad, o derece Risale-i Nur’un hakikati itibarıyla şahsından feragat etmiş ve doğrudan doğruya hakikat-i Kur’aniyeye müteveccih olmuştur ki otuz beş senelik hayatı ve telifatı olan Risale-i Nur ve aynı dersi meslek ittihaz eden talebeleri, buna bir şahid-i sadıktır. Bütün iyilik, muvaffakıyet ve güzelliğin taraf-ı İlahîden ihsan edildiğini; insan ise ancak acz ve fakr ile rahmete iltica ederek, halî ve fiilî duasıyla bir iştiraki bulunduğunu ders verir.

Hem hâlis bir iman, mukaddesat-ı diniye gibi cevahir-i âliyeyi, odun parçaları hükmünde fâni ve dünyevi menfaatlere âlet etmemeyi iktiza eder. Bu manayı eserlerinde kerratla izah eden ve bilfiil hayatı, lisan-ı haliyle mücessem bir hüsn-ü misal olan bir zata; ef’al ve harekâtıyla tekzip ettiği şeyi isnad etmek, hukuk şerefi namına doğru değildir.

3. Talebeleri olan bizler de iktidarımız nisbetinde aynı hakikate bütün ruhumuzla bağlanmışız. Bizim bu samimiyet ve hâlisane hizmetimize kanaat getiren Denizli Ağır Ceza Mahkemesi, 1944 tarihinde aleyhimizdeki bütün bu nevi isnadları reddederek beraetimize ve kitaplarımızın iadesine karar vermiştir. Mahkeme-i âlinize makam-ı iddianın isnadını tamamen çürütebilmek için Üstad’ın mektup ve risalelerinden aynı bahse temas eden noktaları arz etmek isterdim. Fakat vakit uzun gitmemek için vazgeçtim.

Hayatımıza gaye ve yegâne maksat kabul ettiğimiz Risale-i Nur’a hizmete şedit bir alâka ve sarsılmaz bir bağla bağlılığımızı gören fakat bu alâkadarlığın imandan neş’et ettiğini kabul etmek istemeyenler, türlü türlü bahanelerle bizi perişan etmek ve hizmet-i imaniyeye set çekmek için senelerce uğraştılar, bahaneler icad ettiler. Fakat âdil zatlar, defalarca bize beraetler vererek müfterileri susturdular. O garazkârlardan vicdan ve insafı olanlar mahcup oldular.

Mahkeme-i âlînize bütün samimiyetimle arz ederim ki: Tarihte Üstad Bedîüzzaman Said Nursî ve talebeleri kadar garazsız ve ivazsız hakka hizmet eden, mensup oldukları millet ve memleketin dünyevi ve uhrevi hayatının saadeti ve selâmetine çalışan, mukabilinde ise bir teşekkür istemeyi dahi niyet ve hatırına getirmeyen, fakat bunun karşılığında da misli görülmemiş şekilde en ziyade iftiralara ve ihanetlere maruz kalanlar olmamıştır zannederim.

Hakikatlerin zıddına inkılabı muhal olduğu halde; Said Nursî’nin Kur’an-ı Hakîm’den aldığı imanî derslerini neşretmesinden millete, memlekete zarar tevehhüm edenler veya bir suç isnad edenler aynen bu muhali irtikâb ettiler. İcabında milleti için İslâm için cehennemi göze alanlara ve hâdiselerle bunu ispat edenlere “zararlı unsurlar” demekle, akıl ve mantığın hilafında büyük bir hataya düştüler.

Muhterem Heyet-i Hâkime!

Ben Üstad Said Nursî’yi yirmi sene evvel Kastamonu’da bulunduğu zamanlar ziyaret etmiştim. O tarihten evvel ve sonra, vilayetimiz olan Isparta ve köylerinde pek çok Müslümanlar, Nur Risalelerini el yazısı ile yazarak büyük bir şevkle istinsah ediyorlardı. Âdeta Anadolu’ya Kur’an-ı Hakîm’in hikemiyatının tereşşuhatı bulunan Nur Külliyatı’nın yayılmasında, Isparta Nur ve Gül Fabrikaları manasında bir şerefi taşıyordu. Ben kendi evimde, ailem ve kızlarımla senelerce mütemadiyen Nur Risalelerini yazdık. Hatta Isparta’nın bir köyünde, bine yakın kalem yıllarca Nurların istinsahında çalıştı. Bunları arz etmekten maksadım şudur:

Bu ağır şartlar altında bizim çoluk ve çocuğumuzla Risale-i Nur’un hizmetinde çalışmamız ve üç büyük hapislere girmemiz ve mahkemelere sevk edilmemiz ve neticede devam eden sebat ve metanetimiz, acaba hangi dünyevi menfaat veya şahsi nüfuz temini gibi bir sâikin neticesi olabilir?

Bahanelerle müfteriler bize ilişmesinler. Biz serâpa iman hakikatleri mecmuası olan Risale-i Nur’un hizmetiyle, bu vatan ve millete ve nesl-i âtiye pek büyük fayda verecek, dünya ve ukbada menfaatler getirecek kudsî bir hizmette çalıştığımıza kat’iyen şüphe etmiyoruz. Biz ancak bin üç yüz küsur sene evvel tulû eden İslâmiyet güneşinin etrafında, o saadet güneşinin, o hidayet nurunun hademeliğinde âciz bir ümmet olarak bulunuyoruz.

Muhterem Heyet-i Hâkime!

Mahkemelerin müteaddit beraet kararları ve ehl-i vukufların lehteki raporlarıyla, kanunî suç mahiyeti aslâ bulunmayan ve bütün âlim ve mütefekkirlerin takdir ve senalarına ve umum mü’minlerin de kabulüne mazhar olan Risale-i Nur’a bilmeden, okumadan leke sürmek isteyen, hatta bir ecnebinin dahi insaniyet damarı ve haysiyetiyle hürmet etmesi iktiza eden müellifine ve eserlerine, vatan ve millet düşmanlığı tarzında zehir akıtanlara karşı cevabî tekzibi suç addetmek ancak Risale-i Nur’un aleyhinde kalem oynatanların hükümlerini kabul etmekle mümkündür. Bu da ancak otuz seneden beri Risale-i Nur’u türlü cephelerden inceleyip zararlı bir mahiyet görmediklerinden beraet veren mahkemeleri ve onların hükümlerini kanunsuzlukla ittiham etmekle mümkündür. Ve ayrıca âmme vicdanında yerleşmiş Kur’an’ın neyyir-i hakaikinden fışkıran Risale-i Nur hakikatlerini çürütebilmekle olabilir. Aksi takdirde Risale-i Nur’a ilişen kendisi manen mes’ul ve mahkûm olur.

Biz bu samimi kanaatlerimizle Bedîüzzaman Said Nursî ve Nur Risaleleriyle alâkadarlığımızın iman ve Kur’an’dan neş’et ettiğini arz etmek isteriz. İfrat ve tefrit vâdisinden uzak ancak hakikatleri ciddi ve değeri kadar hüküm verebilmek suretiyle maruzatta bulunuyoruz. Bu, hiçbir zaman ehl-i aşk ve muhabbetin fart-ı muhabbetinden tevellüd eden bir hürmetle üstadlarını tarif ettikleri nevinden değildir. Belki bu ilim ve hakikat ehlinin, şuur ve akıl terazisiyle tartıp meydan-ı münakaşaya arz ettikleri görüş ve kanaatleridir.

Hem aynı zamanda, zamanın ve mekânın dar sahifesinde sıkışıp kalan bir hâdise ve bir fikrin müdafaasını yapmıyoruz. Risale-i Nur davası, mensup olduğumuz Türk milletinin en az bin yıllık tarihî şeref ve mefharetiyle alâkadar ve insaniyet itibarıyla, nev-i beşerin iki cihana ait saadetiyle münasebettar ve bugünkü fert ve cemiyetin kıymeti, yetişmesi nokta-i nazarından en ziyade millî şerefimiz haysiyetiyle alâkadar olunmak icab eden en muazzam bir meseledir.

Evet, Sayın Hâkimler!

Şimdi iman nuruna muhtaç biçare beşere, Kur’an’ın ulvi hakikatlerinin ders verilmesi zamanındayız. Ruhlarını hak ve fazilet yolunda, Allah için feda etmiş bir milletin bugünkü nesli, asırlardır medar-ı iftihar tanıdığı ecdadının İslâmî hizmet ve şevkini yine gösterecek. Yine insanlığa olgun, münevver ve ebede namzet numuneyi izhar edebilmesi ve bu suretle yaratılmasının hikmet ve gayesini bütün âlem muvacehesinde gösterebilmesi için Kur’an’a ve Kur’an’ın ölmez ve sönmez hakikatlerine sarılacak. Risale-i Nur’u da o manevi güneşin bir şuâı ve hakikatlerinin müdellel izahı gördüğünden ona sahip çıkacak, okuyup neşredecek. İnsanlığa son defa en büyük iyiliği îfa edecek. Kim bilir belki de müsbet İslâmî medeniyet, Kur’an’ın nuruna yapışan fedakâr milletin hizmet ve gayretinden doğacak.

Son sözüm حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ olarak adalet-i hakikiyenin zuhuruna ümidimin kuvvetli olduğunu arz ederim.

Tahirî Mutlu

(Zühretü’n-Nur, Envar Neş., 2016 İstanbul, s. 199-207)

UHUVVET RİSALESİ

Bu parça çok kıymetlidir

Birinci Nükte: Cenab-ı Hak kemal-i kereminden ve merhametinden ve adaletinden, iyilik içinde muaccel bir mükâfat ve fenalıklar içinde muaccel bir mücazat dercetmiştir. Hasenatın içinde, âhiretin sevabını andıracak manevi lezzetler; seyyiatın içinde, âhiretin azabını ihsas edecek manevi cezalar dercetmiş.

Mesela, mü’minler mabeyninde muhabbet, ehl-i iman için güzel bir hasenedir. O hasene içinde, âhiretin maddi sevabını andıracak manevi bir lezzet, bir zevk, bir inşirah-ı kalp dercedilmiştir. Herkes kalbine müracaat etse bu zevki hisseder.

Mesela, mü’minler mabeyninde husumet ve adâvet, bir seyyiedir. O seyyie içinde kalp ve ruhu sıkıntılarla boğacak bir azab-ı vicdanîyi, âlîcenab ruhlara hissettirir. Ben kendim belki yüz defadan fazla tecrübe etmişim ki bir mü’min kardeşe adâvetim vaktinde, o adâvetten öyle bir azap çekiyordum, şüphe bırakmıyordu ki bu seyyieme muaccel bir cezadır, çektiriliyor.

Mesela, hürmete lâyık zatlara hürmet ve merhamete lâyık olanlara merhamet ve hizmet bir hasenedir, bir iyiliktir. Bu iyilikte sevab-ı uhrevîyi ihsas eder derecede öyle bir zevk, lezzet vardır ki hayatını feda etmek derecesine o hürmeti, o merhameti ileri götürür. Validenin çocuğa merhametindeki şefkat vasıtasıyla kazandığı zevk ve mükâfat için hayatını o merhamet yolunda feda eder dereceye gider. Yavrusunu kurtarmak için arslana saldıran bir tavuk, hayvanat milletinde bu hakikate bir misaldir. Demek, merhamet ve hürmette muaccel bir mükâfat var; âlîhimmet ve âlîcenab insanlar onları hisseder ki kahramanane bir vaziyet alıyorlar.

Hem mesela, hırs ve israfta öyle bir ceza var ki şekvalı, meraklı, manevi ve kalbî bir ceza insanı sersem eder. Ve hased ve kıskançlıkta öyle bir muaccel ceza var ki o hased, hased edeni yakar. Hem tevekkül ve kanaatte öyle bir mükâfat var ki o lezzetli muaccel sevap, fakr u hâcetin belasını ve elemini izale eder.

Hem mesela, gurur ve kibirde öyle bir ağır yük var ki mağrur adam herkesten hürmet ister ve o istemek sebebiyle istiskal gördüğünden daimî azap çeker. Evet, hürmet verilir, istenilmez.

Hem mesela, tevazuda ve terk-i enaniyette öyle lezzetli bir mükâfat var ki ağır bir yükten ve kendini soğuk beğendirmekten kurtarır.

Hem mesela, sû-i zan ve sû-i tevilde, bu dünyada muaccel bir ceza var. “Men dakka dukka” kaidesiyle sû-i zan eden, sû-i zanna maruz olur. Mü’min kardeşinin harekâtını sû-i tevil edenlerin harekâtı, yakın bir zamanda sû-i tevile uğrar, cezasını çeker.

Ve hâkeza bütün ahlâk-ı hasene ve seyyie, bu mikyasa göre ölçülmeli. Ben rahmet-i İlahiyeden ümit ederim ki Risale-i Nur’dan bu zamanda tezahür eden manevi i’caz-ı Kur’anîyi zevk eden zatlar, bu manevi ezvakı hissederler; sû-i ahlâka müptela olmayacaklar, inşâallah. (Uhuvvet Risalesi, Envar Neş., 2016, s. 35; aynı parça Latif Nükteler ve Hizmet Rehberi’nde de geçmektedir.)

* * *

Kardeşlerimden rica ederim ki:

Sıkıntı veya ruh darlığından veya titizlikten veya nefis ve şeytanın desiselerine kapılmaktan veya şuursuzluktan, arkadaşlardan sudûr eden fena ve çirkin sözleriyle birbirine küsmesinler ve “Haysiyetime dokundu.” demesinler. Ben o fena sözleri kendime alıyorum. Damarınıza dokunmasın. Bin haysiyetim olsa kardeşlerimin mabeynindeki muhabbete ve samimiyete feda ederim.

Said Nursî

(Uhuvvet Risalesi, Envar Neş., 2016, s. 47; Latif Nükteler, s. 62)

İHLAS RİSALESİ

Zindan-ı atalet kısmı, Asarı Bediİyye’de geçiyor.

S. Zindan-ı atalete düştüğümüzün sebebi nedir?

C. Hayat bir faaliyet ve harekettir. Şevk ise matiyyesidir. İşte himmetiniz şevke binip mübareze-i hayat meydanına çıktığı vakit, en evvel düşman-ı şedit olan yeis rast gelir. Kuvve-i maneviyesini kırar. Siz o düşmana karşı لَا تَقْنَطُوا kılıncını istimal ediniz.

Sonra müzahametsiz olan hakkın hizmetinin yerini zapt eden meylü’t-tefevvuk istibdadı hücuma başlar. Himmetin başına vurur, atından düşürttürür. Siz كُونُوا لِلّٰهِ hakikatini o düşmana gönderiniz.

Sonra da ilel-i müteselsiledeki terettübü atlamakla müşevveş eden acûliyet çıkar, himmetin ayağını kaydırır. Siz وَاصْبِرُوا وَ صَابِرُوا وَ رَابِطُوا ‘yu siper ediniz.

Sonra da medeni-i bi’t-tab olduğundan ebna-yı cinsinin hukukunu muhafazaya ve hakkını onlar içinde aramaya mükellef olan insanın âmâlini dağıtan fikr-i infiradî ve tasavvur-u şahsi karşı çıkar. Siz de خَيْرُ النَّاسِ اَنْفَعُهُمْ لِلنَّاسِ olan mücahid-i âlîhimmeti mübarezesine çıkarınız.

Sonra başkasının tekâsülünden görenek fırsat bulup hücum edip belini kırar. Siz de عَلَى اللّٰهِ لَا غَيْرِهٖ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُتَوَكِّلُونَ olan hısn-ı hasîni himmete melce ediniz.

Sonra da acz ve nefsin itimatsızlığından neş’et eden tefviz ve işi birbirine bırakmak olan düşman-ı gaddar geliyor. Himmetin elini tutup oturtturur. Siz de لَا يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ اِذَا اهْتَدَيْتُمْ olan hakikat-i şâhika üzerine çıkarınız. Ta o düşmanın eli o himmetin dâmenine yetişmesin.

Sonra Allah’ın vazifesine müdahale etmek olan dinsiz düşman gelir; himmetin yüzünü tokatlar, gözünü kör eder. Siz de اِسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ ۞ وَلَا تَتَاَمَّرْ عَلٰى سَيِّدِكَ olan kâr-aşina ve vazife-şinas olan hakikati gönderiniz. Ta onun haddini bildirsin.

Sonra umum meşakkatin anası ve umum rezaletin yuvası olan meylü’r-rahat geliyor. Himmeti kaydeder, zindan-ı sefalete atar. Siz de لَيْسَ لِلْاِنْسَانِ اِلَّا مَا سَعٰى olan mücahid-i âlîcenabı o cellad-ı sehhara gönderiniz.

Evet, size meşakkatte büyük rahat var. Zira fıtratı müteheyyic olan insanın rahatı, yalnız sa’y ve cidaldedir.

اِنَّ لَكُمْ فِى الْمَشَقَّةِ الرَّاحَةَ اِنَّ الْاِنْسَانَ الْمُتَهَيِّجَةَ فِطْرَتُهُ رَاحَتُهُ فِى السَّعْىِ وَ الْجِدَالِ

(İhlas Risalesi, Envar Neş., 2017, s. 53)

HANIMLAR REHBERİ

Gayet Ehemmiyetli Bir Hakikate Gayet Kısa Bir İşaret

Bazı ehadis-i şerife ile işaret var ki:

“Âhir zamanda kadınlar taifesinde hakaik-i imaniye ziyade inkişaf edecek. O zamanın dalalet tehlikelerinden bir derece mahfuz kalacaktır.”

Bir hadis-i şerif ferman eder ki:

عَلَيْكُمْ بِدٖينِ الْعَجَائِزِ Yani “Âhir zamanda ihtiyar kadınların dinlerine iktida ediniz.

Demek, şefkat kahramanları olan kadınlar, o seciye-i şefkatten çıkan samimiyet ve ihlas ile o zamanın riyakârane dalalet tehlikelerinden kurtulmaya vesile olur. İslâmiyet’ini muhafaza ederler.

Hem bir hadis-i şerif ferman ediyor ki:

اَبِى الْبَنَاتِ مَرْزُوقٌ Yani Kızların babasının rızkına bereket düşer.

Demek, kız çocukları âhir zamanda çoğalır. Hem mübarek ve rızıkları bereketli olur.

Ben çok zaman evvel bu nevi hadislerin sırrını bilmiyordum. Cenab-ı Hakk’a şükür ki bu âhirde bir derece o sırrı anladım. Gayet kısaca bir işaret edeceğiz:

Nev-i beşerde yavrular, sair hayvanlar gibi çabuk kendi kendine mâlik olmadığından, yaşamakta hayvanın iki üç ay yerine on sene belki daha ziyade şefkatli bir himayete muhtaç olduklarından bu sır için cins-i hayvana muhalif olarak insandaki veledlerine karşı şefkat, bir seciye-i fıtrî olarak devam etmek lazım gelmiş.

Hem iktidarsız yavrulara ve zayıf validelerine tam yardım ve himaye etmek hikmetiyle erkeklerde de haysiyet, namus seciyesi fıtratında dercedilmiş. Bu namusta hâlis ve ücretsiz, mukabelesiz, samimi bir kahramanlık dercedilmiş. Fakat o seciye bazı esbab ile bir derece bozulduğu için samimi ve hâlis kahramanlık seciyesi ekseriyette zayıflamış.

Fakat kadınlarda o seciye-i fıtriye olan şefkat kahramanlığı bozulmamış. Bu seciye-i fıtrî ehl-i İslâm’da, âhir zamanda büyük bir hizmet ve hayat-ı içtimaiyede, İslâmiyet dairesinde bir esas olacağına o gibi hadis-i şerifler işaret edip remzen haber veriyorlar.

Said Nursî

(Hanımlar Rehberi, Envar Neş. 2016, s. 22)

* * *

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ
اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Başka hariç memlekette mühim yerlerde ceridelerle sorulan “Neden sünnet-i seniyeye muhalif olarak mücerred kaldın?” sualine bir cevaptır.

Evvela, mektubunuzu gayet hasta olan Üstadımıza okuduk. Üstadımız ise “Ben şiddetli hasta olmasa idim, bu çok kıymettar ve müdakkik ve mübarek kardeşlerime tafsilatlı bir cevap yazacaktım. Fakat bu şiddetli vaziyetim müsaade etmediğinden gayet kısa, birkaç noktayı o mübarek ve samimi kardeşlerime ve hizmet-i Kur’aniyede arkadaşlarıma yazarsınız.” dedi.

Birincisi: Kırk seneden beri gayet dehşetli bir zındıka hücumu karşısında, her şeyini feda edecek hakiki fedakârlar lazım geldiği bir zamanda, Kur’an-ı Hakîm’in hakikatine, değil dünya saadetimi, belki lüzum olsa âhiret saadetimi dahi feda etmeye karar verdim. Değil bir sünnet olan muvakkat dünya zevcelerini almak, belki bu dünyada on huri de bana verilse idi bırakmaya mecburdum ki ihlas-ı hakiki ile hakikat-i Kur’aniyeye hizmet edebileyim. Çünkü bu dehşetli dinsizlik komiteleri, öyle dehşetli hücumları ve desiseleri yapıyorlardı ki bunlara karşı gelmek için a’zamî fedakârlık yapmak ve harekât-ı diniyesini rıza-i İlahîden başka hiçbir şeye âlet yapmamak lazım geliyordu.

Biçare bir kısım âlimler ve ehl-i takva insanlar, çoluk çocuğunun maişet derdi için bid’alara fetva verdiler veya taraftar göründüler. Hususan din derslerini kaldırıp ezan-ı Muhammedîyi kaldırmak gibi dehşetli hücumlara karşı, a’zamî fedakârlık ve a’zamî sebat ve metanet ve her şeyden istiğna etmek lüzumu karşısında, ben bir sünnet-i seniye olan evlenmek âdetini terk ettim ki tâ çok haramlara girmeyeyim ve çok vâcibleri ve farzları yapabileyim. Bir sünnet yüzünden yüz günaha girilmez. Çünkü o kırk sene zarfında bir tek sünneti yerine getiren bazı hocalar, on kebaire ve haramlara girmeye, bir kısım sünnet ve farzları bırakmaya kendilerini mecbur bildiler.

Sâniyen: Âyet-i kerîmede فَانْكِحُوا مَا طَابَ لَكُمْ ve hadîs-i şerifteki تَنَاكَحُوا تَكَاثَرُوا gibi emirler emr-i daimî ve vücubî değildirler. Belki istihbabî ve sünnet emirleridir. Hem şartlara bağlıdır. Hem de herkes için her vakit değildir.

Hem de لَا رُهْبَانِيَّةَ فِى الْاِسْلَامِ “Ruhbaniyet İslâmiyet’te yoktur.” manası, ruhbanîler gibi tecerrüd merduddur, hakikatsizdir, haramdır demek değildir. Belki خَيْرُ النَّاسِ مَنْ يَنْفَعُ النَّاسَ hadisinin sırrı ile hayat-ı içtimaiyeye hizmet etmek için içtimaî bir âdet-i İslâmiyeye terviçtir. Yoksa selef-i salihînden binlerle ehl-i hakikat inzivaya, mağaralara muvakkaten girmişler. Dünyanın fâni müzeyyenatından istiğna ve tecerrüd etmişler, ta ki hayat-ı ebediyelerine tam hizmet etsinler.

Madem şahsi ve hususi kemalât-ı bâkiyesi için dünyayı terk edenler, selef-i salihînden çok var. Elbette hususi değil, küllî ve umumi olarak çok biçarelerin saadet-i bâkiyeleri için ve dalalete düşmemeleri ve imanlarını takviye edip kurtarmaları için ve hakikat-i Kur’aniye ve imaniyeye tam hizmet etmek ve hariçten gelen, dâhilde çıkan dinsizlere karşı dayanmak için zâil ve fâni dünyasını terk etmek, elbette sünnet-i seniyeye muhalefet değil belki hakikat-i sünnete mutabakattır. Ve Sıddık-ı Ekber’in “Cehennemde vücudum büyüsün, ta ehl-i imana yer bulunmasın.” diye fedakârlıkta a’zamî sadakatin bir zerresini kazanmak fikriyle, biçare Said bütün ömründe tecerrüdü, istiğnayı ihtiyar etmiş.

Sâlisen: Risale-i Nur’un talebelerine “Başkaları evleniyorlar, siz tezevvücden vazgeçiniz.” denilmemiş, denilmez. Fakat talebeler birkaç tabakadır. Bir tabakanın hakiki ihlası kaybetmemek ve hakiki fedakârlık ve a’zamî bir sadakat taşımak için dünya ihtiyaçlarına mümkün olduğu kadar, ömrünün muvakkat bir kısmında bağlanmaması bu zamanda lazım geliyor.

Eğer hizmet-i Kur’aniye ve imaniyede yardımcı bir hanım bulsa alır. Hizmetine zarar vermez. Lillahi’l-hamd bu neviden çok Nur talebeleri var, zevceleri onlardan geri kalmıyorlar. Belki kadınlardaki şefkatten gelen ücretsiz fıtrî kahramanlık ve hakiki ihlas cihetiyle zevcinden daha ileri gidebilir. Nur talebelerinin yetişmiş kısımlarından ekserisi evlenmişler, bu sünneti yerine getirmişlerdir. Risale-i Nur onlara der ki:

Haneniz bir küçük medrese-i Nuriye, bir mekteb-i irfan olsun ki bu sünnet tam yerine gelsin. Sünnet-i seniyenin meyvesi olan çocuklar âhirette size şefaatçi olsunlar. Dünyada da iman dersini alıp size hakiki evlat olsunlar. Yoksa bu otuz senede kısmen olduğu gibi o çocuklara yalnız terbiye-i medeniye verilse bir cihette o çocuklar dünyada faydasız ve âhirette davacı olarak “Ne için imanımı kurtarmadınız?” diyeceklerinden peder ve validelerini mahzun etmek, sünnet-i seniyenin hikmetine münafî olur. (Hanımlar Rehberi, Envar Neş. 2016, s. 24. Bu kısım “Bediüzzaman Cevap Veriyor”da da vardır.)

* * *

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ
اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Çok muazzez, çok mübarek ve çok şefkatli Üstadımız Efendimiz!

Eskiden ne acı günler, ne kara günler geçirdik. Çocuklarımızın Kur’an dersine gitmeleri bile yasak edilmişti. Mekteplerde de din dersleri kaldırılmıştı. Risale-i Nur yazanları mahkemelere veriyorlardı. Siz çok mübarek Üstadımıza, din düşmanları çok eziyetler yaptılar. Çok cefalar çektirdiler. Risale-i Nur yazdı, dine yeniden büyük bir kuvvet verdi, Müslümanlığı ilerletti, diye sizi ölüme mahkûm etmeye çalıştılar. Biz o acıklı günlerde ağladık, sızladık. “Yâ Rabbi! Üstadımızı muhafaza eyle! Dinimize, Üstadımıza, Risale-i Nur’a düşmanlık edenleri kahreyle!” diye Allah’a yalvarıyorduk. Âdeta kanlı gözyaşları döküyorduk.

Sonunda Cenab-ı Hak siz Üstadımızı muhafaza etti, dinsizler yıkıldılar. Müslümanlığı yok etmeye kasdedenler müzmahil oldular. Siz Üstadımız ise dinî hizmetinizde muzaffer oldunuz. Milletimizi dinsizlerin zararından kurtardınız, zaferler kazandınız. Müslümanların mesud günler geçirmesine sebep oldunuz. Bu sayede dinî istiklaliyetimize, dinî hürriyetimize kavuştuk. Risale-i Nur matbaalarda çok çok basılmaya başladı, biz kadınlar çok mesrur olduk. Nurlarımızı basılmış görünce yeniden dünyaya gelmişçesine sevinçler içerisinde kaldık. Bize binlerce beşibirlikler, altınlar, elmaslar verselerdi; ipekten, atlastan elbiseler dağıtsalardı, bizi bu derece memnun edemezlerdi. Risale-i Nur’u bastırmak; dine, imana en birinci, en büyük hizmettir.

Üstadımız Efendimiz!

Din, iman aşkıyla, Müslümanlık duygusuyla mesud olabilecek biz anneler; yavrularımıza Kur’an-ı Kerîm’i öğretiyoruz, Risale-i Nur’a çalıştırıyoruz. Risale-i Nur’un iman, İslâmiyet dersleriyle terbiye etmeye çalışıyoruz. Evlerimiz birer medrese-i Nuriye oluyor, elhamdülillah. Eğer çocuklarımıza Risale-i Nur okutmazsak yoldan çıkarıcı bu zamanın tehlikelerine düşecekler, fena göreneklere kapılacaklar, kötülükleri taklit edecekler. Bizim başımıza bela ve dert kesilecekler. Âhirette de “İmanımızı neden kurtarmadınız?” diye anne ve babalarından davacı olacaklardır. Bunun için sevgili yavrularımızın kalplerine Risale-i Nur sevgisini aşılıyoruz.

Kadınların çocuklarına karşı şefkatleri fazladır. Eğer çocuklarının ebedî âhiret hayatlarını kurtaracak iman dersleri verilmezse, bu ihmal edilir de yalnız muvakkat, fâni dünya hayatına çalıştırılırsa o vakit çocuklara olan şefkat, hakiki yerine sarf edilmiş olmaz. Çocuğun hem dünyada hem âhirette de felaketine sebep olan bir şefkat olmuş olur.

Çocuklarımıza okşayarak sevgiyle diyoruz ki:

“Evladım! Risale-i Nur, seni hem dünyada hem âhirette mesud, bahtiyar edecek en büyük ve en hakiki bir din kitabıdır, iman dersleridir. Okumaktan mahrum kalırsan, iman derslerini şimdi alamazsan hem dünyada hem âhirette bedbaht olursun, perişan kalırsın.”

diyerek ve Risale-i Nur hakkında yazılmış olan mektupları, destanları, kasideleri, şiirleri okuyarak, okutarak Risale-i Nur’un sevgisini kalplerine, büyüklüğünü ruhlarına yerleştirmekte devam edeceğiz. Dualarınız sayesinde Risale-i Nur’un dersleriyle inşâallah evlatlarımız İslâmiyet’e hem bize hem milletimize hayırlı, dindar gençler olarak yetişirler.

Mübarek Üstadımız!

Sevgili Rabb’imizin kalplerimizde rahmetiyle dercettiği muhabbet hissini; neden bizi ebedî saadete götürecek olan iman dersleri, Risale-i Nur ve siz Üstadımız yolunda sarf etmeyelim? Başka yolda sarf etsek bize dünya ve âhirette eyvahlar dedirtecek, hüsrana götürecek, belki de ebediyen ağlatacak. Eğer çocuklarımıza da bu ehemmiyetli hakikati aşılamakla hakiki şefkatimizi sû-i istimal etmeden gösterebilsek analık vazifemizi bihakkın îfa etmiş olacağız.

Risale-i Nur hakkında, içinde çok güzel konferans ve nurlu mektuplar ve pek güzel kasideler bulunan kitabı Bursa’dan getirttik. Okudukça, dinledikçe çok mesrur oluyoruz, ruhlarımız şâd oluyor. Onları yazan Nur talebesi kardeşlerimizden Cenab-ı Hak razı olsun, âmin!

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Duanıza muhtaç
İstanbul Hanımları

(Hanımlar Rehberi, Envar Neş. 2016, s. 124-127)

***

İmana fedakârane hizmet eden bir hanımın manzumesidir.

Risale-i Nur Müellifi Üstadım Hazretlerine!

Manevi Nur kılıncını almış eline
Vuruyor münafıkların baş ve beline
Her söylediği hikmet olan Üstadımın
Mevlâm ilim vermiş o nur diline.

Bu nasıl ateştir böyle yakıyor
Kavrulup dumanı göğe çıkıyor
İman, Kur’an dersi veren Üstadımın
Kaleminden âleme nurlar akıyor.

İman yolunda canını feda eylemiş
Bu Şahide şimdiye dek neylemiş
Sahih olan hadis ve işaretlerle
Resul onun geleceğini söylemiş.

Talebelerine Üstad “Durmayın” diyor
“Münafık sözüne uymayın” diyor
Fâni ile, fena ile ilgisi yoktur
“Bana fâni şeyler sormayın” diyor.

Şahide durma böyle
Hakk’ı her yerde söyle
Risale-i Nurlarla
İmana hizmet eyle.

Nur definesi kazdır
Nurları okut yazdır
Vaktini boş geçirme
Çünki ömür pek azdır.

Okuduğun Nur olsun
Kalbine Nurlar dolsun
Nurlar’ı okumakla
İmanımız kurtulsun.

Gözleri nur saçıyor
Kalblerde gül açıyor
Nur’un hakikatından
Münafıklar kaçıyor.

Kardeşler hep ağlıyor
Üstad’a bel bağlıyor
Nurlardaki hakikat
Derya gibi çağlıyor.

Kalblerimiz hep uyur
Üstadım dua buyur
Ömrümüz tükenmeden
Bize imanı duyur…

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Nurcu hanımlar namına
çok kusurlu Şahide

(Hanımlar Rehberi, Envar Neş. 2016, s. 128)

* * *

(Hanımlar Rehberi’ne ilâve olunacaktır.)

Üstadımıza, ramazan-ı şerifini tebrik münasebetiyle yazılan ve İzmir, Manisa ve havalisinde Risale-i Nur’un ehemmiyetli ve tesirli hizmet ve intişarının ve hanımlar arasında hüsn-ü tesirinin bir numunesi olan bu mektup, aynen İstanbul’daki Nurcu hanımların yazdıkları mektup nevinden; İzmir, Manisa ve havalisinde merhum Hâfız Ali, Hasan Feyzi ve Halil İbrahim (rahmetullahi aleyhim) gibi, kadınlardan da hâlis Nur kahramanları çıktığını gösteriyor.

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Ey kalbimizdeki sonsuz sevgilerimizi ifadeden âciz kaldığımız çok muhterem, çok muazzez ve çok sevgili Üstadımız Efendimiz Hazretleri!

Hulûlüyle müşerref olduğumuz ramazan-ı şerifinizi, bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Kusurlarımızı affederek biz biçareleri Nur talebeleri olarak kabul buyurmanızı yalvarıyoruz.

Ey ruhumuzun gıdası ve kalbimizin ebedî, sönmez meşalesi; maddi ve manevi dertlerimizin dermanı ve ey Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın azametli, berrak ve safi nurundan fışkıran ve bütün insanlık âlemini aydınlatmak kudretini haiz olan yüksek eserin tercümanı olan Üstadımız!

Sen, insanları Allah ve Resulullah yoluna sevk ederek hakikat-i insaniyeyi idrak ve iz’an sahibi her genç ve ihtiyara, avam ve havassa tam manasıyla anlatmaya çalışan ve bunda muvaffak olan bir hâdim-i imansın.

İşte bu cihetledir ki bu asırda Kur’an-ı Kerîm’in bir mu’cize-i maneviyesi olan Risale-i Nur’a bütün ruh u canımızla ve bütün mevcudiyetimizle sarılıyor; tazim, tebcil ve tekrim ediyoruz. Bizim Risale-i Nur’a olan bu bağlılığımızı gevşetecek hiçbir kuvvet yoktur. Hatta bunun tasavvuru dahi imkânsızdır. Çünkü o, gönüller üzerine müesses imanî bir rabıtadır. Biz, sizin ve Risale-i Nur’un yolundan asla ayrılmayacağız. Ve bu eşsiz Nur’dan daima istifade edeceğiz inşâallah. Çünkü o, yeryüzünde emsaline rastlanmayan ve bundan sonra dahi rastlanmasına imkân olmayan bir derya-yı iman ve bir tevhid hazinesidir. İşte biz, bize böyle eserler hediye eden siz mübarek ve aziz Üstadımıza ebediyen medyun ve minnettarız.

Ey mübarek ve çok sevgili Üstadımız Efendimiz Hazretleri!

Mensup olduğumuz mukaddes dinimiz hakkında kâfi derecede bilgi edinmemiz ve istikbalimizi ve ebedî saadetimizi temin edebilmemiz için dinî bir eser hem de bu asrın azgınlaşmış ve önüne geçilmesi pek güçleşmiş küfrî ve gayr-ı ahlâkî cereyanlarından kurtaracak nurlu ve ışıklı bir eser ararken, nihayet Cenab-ı Hakk’ın lütuf ve inayetiyle bize ihsan edilen Risale-i Nur’u bulduk ve okuduk. Ondaki feyiz, hiçbir eserde mevcud olmadığından onun bir hârika olduğunu idrak ettik.

Çünkü Risale-i Nur; kararan kalpleri hidayet nuruyla aydınlatan ve biz biçareleri zulmetten nura, dalaletten hakikate, dünya ve âhirette saadet ve selâmete kavuşturacak bir mürşid-i ekmel ve mürebbi-i a’zamdır.

Biz âcizleri böyle eserleri okumak şerefiyle müşerref kılan Cenab-ı Hakk’a binler, yüz binler defa hamdüsena ediyoruz. Bütün dünyanın asırlardan beri beklediği ve nurundan istifade etmek için can attığı fakat muvaffak olamadığı böyle bir hazine-i ilmiyeyi bizlere okumayı nasib eden o Hâlık-ı Zîşan’a teşekküren âhir ömrümüze kadar secdeden başımızı kaldırmasak yeridir. Temenni ediyoruz ki Cenab-ı Hak, bizleri Risale-i Nur’dan ve sevgili Üstadımızdan ebediyen ayırmasın, âmin âmin âmin!

Ey kıymetli Üstadımız Efendimiz!

Siz, Kur’an ve iman hizmeti için her şeyinizi feda ettiniz. Maruz kaldığınız o kadar şedit zulüm ve işkencelere ve giriftar edildiğiniz çok musibet ve belalara karşı, son derece sabır ve tahammül ettiniz. Din ve İslâmiyet düşmanlarının şiddetli tazyiklerine rağmen vazifenizden aslâ vazgeçmediniz. Siz, mahkemelerde kalbinizde hiçbir korku hissetmeden İslâmiyet’i bilâ-perva müdafaa ettiniz. Ettiniz de böyle âlî ve saadet-i dâreyne kâfi ve vâfi eserler vücuda getirdiniz ve en büyük iman dâîsi oldunuz. Ve böylece bütün beşeriyete son bir defa olmak üzere din-i hakkı bütün azamet ve şümulüyle, olanca kuvvet ve şaşaasıyla tanıtmak ve yaymak ve tebliğ etmek vazife-i kudsiyesiyle muvazzaf bulunduğunuzu ilan ettiniz. Bu cihadınız size mübarek olsun!

Bu kudsî vazifeyi îfa ederken şefkatin şâhikasına yükseldiniz. Birkaç biçarenin cennete girmesi için bütün kuvvetinizle cehenneme girmeye hazır olduğunuzu söyleyerek ve dünyada emsaline rastlanmamış ve engizisyon mezalimine rahmet okutturacak derecede şedit zulüm ve belalara sabır ve tahammül ederek bunu ispat ettiniz.

Sizin o Risale-i Nur’daki müessir sözleriniz; ruhumuz, irademiz ve ahlâkımız üzerinde büyük tesirler vücuda getiriyor. Hele o risalelerin şahı “Sözler mecmuası” defalarca okunmaya ve okutmaya şâyandır. Ve böyle bir eserin birçok mütefekkir ve allâmelerin dahi ellerinden ve dillerinden sudûruna imkân olmadığını söylemek, hiç de mübalağa olamayacağı kanaatindeyiz.

Risale-i Nur, her şeyden önce insanlara bir ders-i ibret veriyor. Âhiret fikrini, hesap ve kitap hissini ihya ediyor. Daha dünyada iken ehl-i saadet ve ehl-i dalaletin menzillerini tayin ediyor.

Bizler de Risale-i Nur’un bu derslerinin tesiriyle, fâni hayatın endişelerini hissetmeyecek dereceye geliyoruz. Ve onu okumakla rıza-yı İlahiyeyi tahsil edeceğimizi ve Cenab-ı Hazret-i Risalet-penahî’ye ve onun sevgili vekili ve tercüman-ı hakikisi olan siz mübarek Üstadımıza kavuşacağımıza son derece inanmış bulunuyoruz. Ve hayatımızın son nefeslerine kadar bu uğurda her şeyimizi feda edeceğiz. Ve önümüze gelen her felaketi izn-i İlahî ile ve Üstadımızın himmetiyle yeneceğiz. Ve bizi bu yoldan çevirmek isteyen gafillere aslâ kulak vermeyeceğiz inşâallah.

Ey sevgili Üstadımız Efendimiz Hazretleri!

Biz, sizin ve Risale-i Nur’un kıymetinin bir zerresini bile medh ü sena etmeye muktedir değiliz. Risale-i Nur’un ve sizin medhiyenizi, kudretli talebeleriniz coşkun lisanlarıyla, hararetli aşklarıyla terennüm ediyorlar. Biz ise onların ayaklarının izlerinde sürüklenerek tâ huzurunuza kadar çıkabilmek için böyle bozuk lisanımızla bunları size yazdık. O şüheda-i hakikat Hâfız Ali ve Hasan Feyzi (rahmetullahi aleyhima)nın hatırları için bizim bu cüretimizi hoş görmenizi hazretinizden niyaz ediyoruz.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

İzmir, Manisa ve havalisindeki evlatlarınız ve âhiret hemşireleriniz namına
Âsıme, Fatma, Leman, Ayşe, Nâile

(Hanımlar Rehberi, Envar Neş. 2016, s. 128)

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Gönüller Fatihi Hazret-i Üstadımız Efendimiz!

Size, nasıl “Hazret-i Üstadımız”; Risale-i Nurlara da nasıl “Nurlarımız”, diyerek bütün mevcudiyetimizle inanmayalım? Hiç inanmamamıza imkân var mıdır? Evet, Hazret-i Üstadımız, nurlu yolunuzun Hazret-i Peygamberimiz Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm Efendimize gitmiş olduğunu, devamlı olarak Nurlarımızı okumakla anlamış bulunuyoruz.

Risale-i Nurların, Kur’an-ı Kerîm’imizin Hak kitabı olduğunu gösteren, bizlerin anlayabileceğimiz, düşünebileceğimiz hakikatlerin şemsinden başka bir şey olmadığına bütün dünya şahit olmuştur. Risale-i Nurlar abıhayat tereşşuhatını ve şuâlarını, kararan ruhlara akıtmakla, içerisinde yaşadığımız asırda ve gelecek devirlerde insaniyete “Vazifene!” diye seslenen İlahî bir muallimdir.

Kur’an’ımızdan ve imanımızdan çok uzak bırakıldığımız devr-i sâbıkta, dalalet uçurumlarına yuvarlatılıp bilmeyerek ebedî hapislere ve idamlara düçar edilmeye çalışıldığımız o karanlık günlerde, elinizdeki Kur’an’ın nurlu ve elmas kılıncı ile geldiniz, Barla yaylasına indiniz. Dinsiz felsefe ve tabiiyyunlara boyun eğdirdiniz, diz çöktürdünüz. Bütün kara düşüncelileri ilzam ederek komünizm, siyonizm ve masonların bellerini bir daha tedavi edilmemek üzere kırdınız.

Cenab-ı Hakk’ın sizi ve dolayısıyla Nurları, ehl-i imanı iman-ı tahkikîye yükselterek ebedî zulmet yerine ebedî saadet temin etmeleri için ihsan etmiş olduğuna hiç şüphemiz kalmadı. Size Hazret-i Peygamberimizin yirminci asırdaki elçisi ve Kur’an hizbinin kurtarıcısı demekle, bir hakikati ifade etmiş olduğumuza inanıyoruz.

Kur’an’ımız, geveze akılların felsefesi diliyle hâlâ inkâr edilmek istenirken, Risale-i Nur, Kur’an’ın bir âyinedarlığını yaparak biz avamlara da bu kitabın Allah kanunu olduğunu ve ancak bu kanunun ebedî saadete götüren bir rehber bulunduğunu apaşikâr gösteriyor. Dün bilmiyorduk, bugün anlıyoruz ki ulvi dinimiz olan ve semavi dinlerin süzülmüşü ve bütün ruhların gıdası bulunan bu güneşi inkâr edicilerin devrinde öylesine bir zihniyet belirmiş ki bu feci ve korkunç zihniyet, ne Firavunlarda ve ne de Ebucehillerde mevcud değilmiş.

Bugün neşredilen bu Tarihçe-i Hayat’ınızda da görülüyor ki siz Hazret-i Üstadımız Bedîüzzaman’a tatbik edilen zulümler, Barla yaylasına nefyiniz ile başlıyor. Isparta, Eskişehir, Kastamonu, Denizli, Emirdağ ve Afyon’a nefyedilmelerinizde zahiren din düşmanları tarafından sürgün edilmiştiniz. Hakikatte binlerce ehl-i imanın ve hak söze hasret mekteplilerin gönüllerini fethederek kurtaracak Rabbanî bir memurdunuz. Hem onlara yol gösterecek hakiki bir örnektiniz. Gelecek nesilleri idam-ı ebedîye mahkûm etmek isteyenler, siz Üstadımızı defalarca zehirlemişlerse de o zehirler bu cinayetin azametinden ürkmüşler ve birer panzehir haline münkalib olarak ehl-i küfür ve iman için ayırıcı birer vesika olmuşlardır.

Siz Hazret-i Üstadımız, bizim kurtarıcılığımıza tayin edilmiş olduğunuzdan Allah’ın izni ile idam sehpaları dahi birer ilanname hükmüne geçmiştir. Ankara davasında kahraman ihtiyar ve genç ağabeylerimiz; dün binler olan, bugün milyonları aşan talebelerinizin yüksek seciyelerini bütün İslâmiyet namına ispat eden birer örnek oldular.

Ankara Birinci Ağır Ceza Mahkeme Heyetinin karşısında, nurlu kardeşlerimizin birinci muhakemelerinde bulunduk. Konya’dan üç Nurcu kadın kardeş bulunmuştuk. Yüzlerce kadın ve erkek kardeşlerimizle, hakkın hakikatini gördük ve şahit olduk. Bir avukat ağabeyimiz, hüviyeti ve mesleği sorulduğu zaman “Risale-i Nur’un hizmetkârıyım.” demişti. Risale-i Nur’u nasıl tanıdığını anlatırken “1952’de Nurları tanıdım. 1954’te hizmetlerine girdim. 1957’de Hukuk Fakültesini bitirip kendimi Nurların hizmetine verdim.” demesiyle gözyaşları içerisinde kaldık. “Allah, Allah” demekten kendimizi alamadık. Siz Hazret-i Üstadımızdan ve Nurların hizmetinde bulunan ağabeylerimizden Allah razı olsun.

Kıymetli Üstadımız Efendimiz!

Sizin mübarek dualarınız hürmetine, Cenab-ı Allah’ımızın lütuf ve ihsanatı ile Konya’da Nurları okuyanlar günden güne çoğalmakta olduğunu siz Hazret-i Üstadımıza müjde etmek ve iman kurtarma davasındaki zaferinizin şahidi olarak sizi tebrik etmek şerefini bizlere bahşeden Cenab-ı Allah’ımıza ne kadar şükür etsek azdır. Dünkü Medrese-i Yusufiyenin bir misali olan hapishanelerin demir parmaklıklarını Nur’un şuâlarıyla eriterek, o Nurların ekmek gibi evlerimize girmelerine vasıta olan hizmetinizin muakiblerinin binler değil, yüz binler değil, milyonları aştığını da ayrıca işitiyoruz, şahit oluyoruz.

Evlerimizin birer medrese-i Nuriye olduğunu şu mektubumuzla bildirmek vesilesi ile siz Hazret-i Üstadımıza diyoruz ki: Siz, müşriklerin ellerinden bizleri kurtardınız. Ellerimize birer nişane-i necat olarak iman vesikalarını verdiniz. Sizin hizmetinizle bizler, şu gençlik hevesatımızdan feragat edip Nurlara sarıldık. Değil topraklarımızda, bütün dünyada Nurlarımızla beraber zaferlerden zaferlere gideceğimize inanıyoruz. Bu zafer, Allah’a giden Nurların zaferidir. Bu zafer, asr-ı saadette Peygamberimizin açtığı nurlu yolu takip edenlerin zaferidir. Bu zafer, imanlıların zaferidir. Galebe İslâm’ındır. Mağlubiyet ise dünkü ve bugünkü dinsiz güruhlarındır. İmanlı gönülleri hiçbir kuvvet mağlup edemeyeceğine, bütün dünya şahit olmaktadır. Risale-i Nur’un iman hizmetindeki zaferi bunu bir kere daha gösteriyor.

Siz olmasaydınız; biz, bu asrın riyakârlıktan ibaret fâni ziynetlerini “medeniyet asrının emri” diye çoktan kalplerimize yerleştirmiş, ruhlarımızı elmas seviyesinden mülevves kömür mahiyetine düşürmüş olacaktık. Cenab-ı Hak sizin vasıtanızla bizlere Nurlarımızı ihsan etmiş olduğundan Nurlarımızın ışığında o zulmetli gecelerle, o dessaslar medeniyetinin çirkinliklerini apaçık görebiliyoruz. Allah’ımızın bu inayetine hamd ü senalar ederiz.

Bu asrın ne korkunç ve ne dehşetli bir asır olduğunu görebilmekliğimiz için ancak ve ancak tahkikî imanın dürbünü ile seyretmekliğimiz icab ediyormuş. İman dürbününü kalp ve gözlerine takmayanları, lehviyatları mehasin gösteren şu mimsiz medeniyetin dalalet bataklıkları yutabilir düşüncesiyle, biz Nur şakirdleri çok üzülüyorduk. Fakat Nurlar, Avrupalıların da ruhlarına girerek lehviyatlarını günden güne temizlemekte olduğunu, gelen mektuplardan öğrenmiş bulunuyoruz.

Bizler ise bugün imanın nuru ile diyoruz ki:

Ey yirminci asrın medeniyet asrı olduğunu iddia eden dinsiz felsefe! Dinsiz, tabiiyyun masonlarla kızıl moskoflar! Bizler sizlere bu vatanın güzel topraklarından ve Orta Anadolu’da Hazret-i Mevlana’nın kucağından seslenerek Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın ümmeti, Mevlana’nın torunları ve Bedîüzzaman Said Nursî’nin talebeleriyiz. Sizler de bizleri iyi tanıyınız. Senin medeniyetini mazi mezarlığına gömmüş bulunuyoruz. Yerine pek taze yirmi birinci asrın güneşi doğmak üzeredir. Bu güneş İslâmların güneşi, Nurların güneşi ve dolayısıyla Nurcuların güneşi olarak doğacaktır inşâallah.

Hazret-i Üstadımız Efendimiz!

Şu lisan-ı pür-kusurumuzla sizinle iman yolunda, Allah yolunda, Kur’an’ımızın rehberliğinde hakkın hakikatini kabul edişimizin birer vesikasını belirtmekle bu asrın en bahtiyar insanı olduğumuza inanıyoruz. Zira bugün dahi bir talebe nazarıyla bakmış olduğunuz şu fâni vücudunuz Allah’ın yanında, bizlerin yanında ebedîdir. Çünkü marifetullaha müteveccih olan kalplerimiz, iman kuvvetiyle çarpmaktadır. Bu kuvvet bizleri Allah yolundan, Peygamberimiz Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm Efendimizin rehberliğinden, Nurlarımızdan ayırmayacak İlahî bir kuvvet olmuştur inşâallah.

Allah’ın izni ile kalplerimize Risale-i Nur’un ve Nurlarımızın vermiş olduğu feyizlerle bu mektubu yazdık. Siz Üstadımızı hasta hallerinde pek fazla meşgul ettiğimizden kusurlarımızın affını ayrı ayrı rica eder, Cenab-ı Allah’tan şifalar dileriz ve Leyle-i Mi’racınızı tebrik ederiz.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Pek çok dualarınıza muhtaç
Konyalı Hanımlar namına
Gülsün, Elmas, Firdevs, Mediha, Ayşe, Hatice, Fatma, Saliha, Şükran, Müşerref, Zehra, Ayşe, Nuran

(Hanımlar Rehberi, Envar Neş., 2016, s. 136-143)

* * *

Hasan Feyzi, Halil İbrahim misillü Nur’un kahramanları gibi İstanbul’da kadınlar taifesinden Nurlara hârika bir alâkadarlık gösteren hanımların mektubudur.

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Çok muhterem, çok mübarek, büyük Üstadımız Efendimiz Hazretleri!

Biz zayıf biçareleri talebeliğe kabul ettiğiniz için pek çok sevindik. Dünyalar bizim oldu. Gözlerimiz sevinç yaşlarıyla doldu. Ağladık… Ve ağlayarak Rabb’imiz Teâlâ Hazretlerine hadsiz şükürler ettik. Cenab-ı Hak bu fakirleri, yüz otuz tane eşsiz eserleri her yerde aşkla okunan siz gibi dünyada bir tek Bedîüzzaman olan haşmetli bir Üstad’ın dualarına dâhil eyledi. Bu zamanın en büyük zatı olan Risale-i Nur sahibinin talebesi olmak gibi çok büyük bir şerefe, çok büyük bir nimete vâsıl etti.

Âh Üstadımız, ne yapalım! Hediye kabul etmiyorsunuz ki hediye gönderelim. Siz, bizim ebedî hayatımızı kurtardınız. Biz size, en küçük bir iyilik dahi yapamıyoruz. Gerçi dünyalar dolusu iyilik edilse yine sizin bizi iman-ı kâmile eriştiren Risale-i Nur gibi büyük bir lütfunuza mukabil gelemez. Cenab-ı Hak siz Üstadımızdan ebediyen razı olsun; âfiyetler, şifalar versin. Ve bizleri Üstadımız Bedîüzzaman’dan ayırmasın, âmin!

Ey Rabb’imiz! Sevgili Peygamberimiz Habib’in hürmetine, bu duamızı kabul eyle, âmin!

Büyük Üstadımız Efendimiz! Kendimizde size talebe olmaya liyakat görmüyoruz. Sizin bizlere olan çok şefkatiniz, pek ziyade hamiyetiniz; bizleri dünyada, âhirette saadetlere kavuşturan Risale-i Nur talebeliğine dâhil etmektedir. Risale-i Nur’u okuyoruz. Âhiret hemşireleriniz Risale-i Nur’a çok müştaktırlar. Beraberce okuyoruz. Nur Risalelerinden çok hem pek çok istifadeler ediyoruz. Bizler şimdiye kadar Risale-i Nur’da kadınlara verilen çok kudsî dersleri; hiçbir kitapta görmedik, hiçbir hocadan işitmedik. O pek kıymetli, pek güzel, pek tatlı iman hakikatleri bizim ruhumuzun gıdasıdır.

Risale-i Nur’daki mukaddes Kur’an hakikatleri bizim kalplerimize işliyor, kalbimizde nurdan muhabbet alevleri yandırıyor, imanımıza kuvvet veriyor, maneviyatta derecatımızı yükseltiyor. Risale-i Nur bizi fitnelerden uzaklaştırıyor, tarîk-ı müstakime, Kur’an yoluna intisap ettiriyor. Bizi şeytanların, cinnîlerin ve bizi din perdesi altında aldatıcı, kandırıcı kimselerin şerlerinden emin kılıyor. Hak Teâlâ Hazretleri siz Üstadımızdan ebediyen razı olsun, uzun ömürler versin. Siz Üstadımıza olan şükranlarımız sonsuzdur.

Sevgili Peygamberimiz Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz, siz Üstadımıza ve Nur talebeleri kardeşlerimize iman ve Kur’an hizmetinde ebediyen muîn ve yardımcı olsun. Cenab-ı Hak, sizleri bu Kur’an hizmetinde muvaffak eylesin, âmin âmin âmin!

Üstadımız Efendimiz Hazretleri!

Nasıl dert yanalım! İfsad komiteleri, din düşmanları, desiselerle biz kadınları ifsad ettiler; çoklarımızı İslâmiyet’ten uzaklaştırdılar. Bizi yüksek İslâm terbiyesinden, yüce İslâm edebinden mahrum ettiler. Hâlâ da dinimize zararlı şeyleri bize aşılamaya çalışıyorlar. Hadsiz hamd ü senalar olsun Rabb’imize ki Risale-i Nur bizi bunlara kapılmaktan dahi kurtardı. Risale-i Nur’a nâil olunca kalplerimize nurlar yağdı. Ruhumuzda nurlu âlemlere pencereler açıldı. Nur Risalelerini okudukça imanımıza, mukaddes dinimize bağlılığımız ziyadeleşti. Peygamberimiz Habib-i Zîşan Efendimize muhabbetimiz fazlalaştı. Allah’a olan itaatimiz, sevgimiz, aşkımız sonsuz bir hale geldi. Nurları okudukça dinimize, imanımıza zarar veren şeyleri ayırt etmeye başladık.

Dinî bir ders veriyorum, diye biz safdil kadınları aldatıp yanlış yollara bizi teşvik eden kimselere gitmez olduk. Çünkü Risale-i Nur bizim gözümüzü açtı. Risale-i Nur’u okumadan evvel bunları bilemiyorduk. Başka şeylere, başka heveslere uyarak günahlar işliyormuşuz. Pâk İslâm kadınlığının şerefine yakışmayan, Avrupalı gâvurların vaziyetlerini taklide kapılıyormuşuz. Risale-i Nur bizi cehaletten, o çirkin şeylerden kurtardı. Günahlardan uzaklaştırdı, sevaplara nâil kıldı. Risale-i Nur bizim her derdimize derman, acılarımıza nurlu birer merhem oldu. Şimdi iman ediyoruz ki Risale-i Nur her şeye devadır. Bu pek nurani, pek feyizli eserler bize kâfidir. Başka şeylere gitmeye, aramaya ihtiyaç bırakmıyor.

Biz kadınlar, elhamdülillah dinimize bağlıyız. Fakat biz; bize hakiki bir surette dinimizi öğretecek, bizi ibadete, güzel amellere, güzel ahlâka sevk edecek eserlerden mahrum edildik. Dinsizler kadınları şaşırttılar. Bunun için bize Kur’an yolunu öğreten İslâmiyet’in nurlu, selâmetli caddesinde iman ilmini tahsil ettirerek yürüten Nur Risaleleri gibi bir mürşid-i kâmil lazımdı. Buna çok muhtaç idik. Bizi ebedî saadetlere nâil kılacak, bizi Kur’an nurlarıyla nurlandıracak, Kur’an-ı Kerîm’in sonsuz feyizleriyle feyizlendirecek Nur Risaleleri gibi bir üstada, bir esere ihtiyacımız fazla idi. Demek bu Nurları, bu eserleri, bu üstadı görmüyormuşuz. Demek gaflette imişiz. Gördük, ayıldık, uyandık, Risale-i Nur’a sarıldık. Başkalarının aldatmalarından kurtulduk. Nur Risalelerindeki Kur’an, iman nurlarına eriştik. Elhamdülillah, Allah’ın bu büyük lütf u keremine hadsiz şükürler ederiz.

Üstadımız! Biz Nur Risalelerine ruh u canımızla sarılıyoruz. Hanımlar Rehberi, Gençlik Rehberi, Küçük Sözler, Hastalar Risalesi, İhtiyarlar Risalesi bizim en büyük rehberimizdir. Bizim acılarımızı gideren nurani derslerimizdir. Hanımlar Rehberi, defalarca okunmaya şayeste bir eserinizdir. Okudukça okumak şevki doğuyor. Gençlik Rehberi’ni tekrar tekrar okuyoruz. Tekrar ettikçe anlayışımız artıyor. Ruh ve kalplerimizde tesiri ziyadeleşiyor.

Sözler’i, Hastalar Risalesi’ni, İhtiyarlar Risalesi’ni sık sık okuyoruz. Bu Risalelere, bizler ekmekten, sudan, havadan ziyade muhtaç olduğumuzu; okudukça idrak ediyoruz, anlıyoruz. Böyle böyle Nur Risalelerini devrediyoruz. Nur Risaleleri bizim ruhumuzdur, kalbimizdir, başımızın tacıdır, gönlümüzün nurudur. Nurları sinemize basıyoruz. Onları yanımızdan, dilimizden, çantamızdan eksik etmiyoruz.

Üstadımız! Nur Risalelerindeki iman nurları, birer gül-ü Muhammedî aleyhissalâtü vesselâm gibidir. Biz, bu eserlerinizin bize ne kadar faydalı olduğunu; ruhumuza, kalbimize ne derece tesirler verdiğini dile getirmekten âciziz.

Üstadımız! Nur talebelerinin okudukları bir eşi, bir benzeri daha dünyada olmayan “Cevşenü’l-Kebir” isimli Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz Hazretlerinin duasını ve çok sevaplı çok nurlu çok faziletli salavat-ı şerifelerinizi elde ettik, okumaya başladık. Sizin devam ettiğiniz bu pek kıymettar, çok mübarek evradlar; bizim zikrimiz, bizim virdimiz oldu elhamdülillah! Fakat en ziyade Risaleleri okumaya gayret ediyoruz, ehemmiyet veriyoruz. Çünkü Nur Risalelerini ne kadar sık sık okursak bu dualardan daha ziyade feyiz alıyoruz. Duaları, evradları mübarek gecelerde, hususan Leyle-i Regaib ve Leyle-i Mi’rac ve Leyle-i Berat, Leyle-i Kadir ve cuma geceleri gibi vakitlerde okuyoruz.

Cenab-ı Allah, şefkate çok muhtaç olan biz kadınlara; siz gibi çok şefkatli, çok merhametli bir zatı üstad eyledi. Dünya yüzünde en doğru ve en yüksek en hakiki en büyük bir mürşid olan Nur Risalelerini bizlere ihsan buyurdu.

Fâni bir üstada yapışmamışız ki o vefat edince biz mürşidsiz kalalım. Ölmeyen, bâki olan Kur’an tefsiri Risale-i Nur gibi ebedî bir üstad var. Üstadımız ebediyen bize üstadlık edecek, bize hâmi olacak, bizi ölünceye kadar nurlandıracak inşâallah.

Allah’ımıza çok şükürler olsun, biz artık yüksek bir mektep olan Nur mektebine girdik. Kur’an Nurlarına intisap ettik. Risale-i Nur bizim yüksek derslerimizdir. Risale-i Nur; en büyük nur kaynağı, en zengin feyiz hazinesidir. Biz kadınlar Nur talebeliğiyle iftihar ediyoruz, şeref duyuyoruz. Bu aldatıcı zamanda, tehlikelerin insaniyeti boğduğu bu asırda; koruyucu en büyük kale, Risale-i Nur’a talebe olmaktır. Risale-i Nur talebeliği, en büyük bir şereftir. Kur’an hakikatlerini kalbimize, ruhumuza, aklımıza işleyen Nur Risalelerine intisap etmek; Kur’an’a, İslâmiyet’e intisap etmektir.

Bilhassa kadınların safiyetinden istifade ederek aldatıcı kimselerin çok olduğu bu karışıklık devrinde; en müstakim yol, en doğru rehber, en hakiki üstad Risale-i Nur’dur. Risale-i Nur, Kur’an yoludur. Risale-i Nur, iman ve İslâmiyet yoludur. En güzel, en şirin, en zevkli nurani hakikatler Risale-i Nur’dadır. İnsan kelime-i tevhidin zikrini yaparken, Kur’an okurken nasıl İlahî bir aşkla dolarsa Risale-i Nur’u okurken, dinlerken de öyle oluyor.

Çünkü Risale-i Nur, baştan başa kelime-i tevhidin hakikatlerini ders veriyor. Kur’an hakikatlerini, tevhid hakikatlerini bize anlatarak kalbimize, aklımıza, ruhumuza nakşediyor. Hepsini lâyıkıyla anlayamasak da anlayabildiğimiz kadarı bizi kurtarıyor. Anlayamadığımız yüksek hakikatleri de manen bize tesir ediyor, feyizlendiriyor, nurlandırıyor. Onun için Nur Risaleleri defalarca okunuyor, tekrar tekrar mütalaa ediliyor.

Üstadımız Efendimiz Hazretleri!

Siz aldatmayan, özü sözü bir olan, ilmiyle amel eden hakiki bir üstadsınız. En müstakim, hakiki bir mürşid-i kâmilsiniz. Size teklif edilen hediyeleri şimdiye kadar reddetmemiş olsaydınız, altından saray yaptırırdınız. Siz Nur Risaleleriyle hakiki bir üstad, hakiki en büyük bir mürşidsiniz ki kendiniz için dünya menfaatlerini toplamadınız, dünya servetleri peyda etmediniz. Dünyayı terk ettiniz. Sırf Allah rızası için iman dersleri verdiniz, Kur’an’a hizmet ettiniz. İşte sizdeki bu ihlas içindir ki biz kadınlar ve milyonlarca erkekler, ihtiyarlar, gençler kitaplarınıza sarılıyorlar, derslerinize itimatla devam ediyorlar. Din için, iman için fedai oluyorlar. Risale-i Nur uğrunda bütün müşkülatlara göğüs geriyorlar. Sizin sözlerinize çok ehemmiyet veriyorlar, inanıyorlar.

Siz, Kur’an-ı Kerîm’de kadınların kıymetini, iffet ve ismetini muhafaza eden, onları pis nazarlardan koruyan âyeti tefsir ettiğiniz için dinsizler sizi idam mahkemesine verdiler, zindanlara attılar. O mahkemelerde, size verilecek ölüm cezasından hiç korkmadınız. Tahammül edilmez işkencelere tahammül ettiniz, yılmadınız. Yine o âyet-i kerîmenin tefsiri olan ve kadınlığın hukukunu müdafaa eden risalenizi metanetle müdafaa ettiniz. Bu asırda kötü şeyler içinde bırakılan ve dinî, hakiki bir koruyucuya pek muhtaç olan kadınları; masiyetten koruyan, yükselten risalenizi yine neşrettiniz, bizlerin imdadına yetiştirdiniz.

Bize efendilerimiz diyorlar ki: “Bu otuz kırk sene içinde, kadınları müdafaa eden İslâmî bir eseri yazmaya hiçbir kimse cesaret edemedi. Böyle bir eseri, dinsizlerin işkenceleri içerisinde ancak Bedîüzzaman yazabildi. Kadınlık âlemine büyük bir rehber oldu.”

Üstadımız! Siz, dinsizlerin çok olduğu böyle bir zamanda, sizi idam etmek için götürdükleri mahkemelerde Kur’an’ı ve İslâmiyet’i müdafaa ettiniz.

Mürşid-i kâmilin nasıl bir zat olacağını, Abdülkadir-i Geylanî (ra), Şah-ı Nakşibend (ra), İmam-ı Rabbanî (ra) Hazretleri gibi büyük zatların kitaplarından öğrenen kardeşlerimiz vardır. Bizler, en büyük bir Üstad’ın, en büyük bir mürşid-i kâmilin şartlarını, hallerini, evsafını tamamen sizde buluyoruz, eserlerinizde okuyoruz. Mürşid-i kâmil ancak yukarıda bir iki vasfını arz ettiğimiz şekilde olan bir zattır. Biz ancak öyle olan siz gibi bir üstada ve eserlerine bağlanıyoruz. Çocukluğunuzdan beri istikametle geçen sizin hallerinizi çoklar aynen gördükleri gibi mahkemelerde de sizin haliniz ayân beyan oldu. Bunlar, sizin bu zamanda emsali olmayan eser sahibi en büyük bir zat olduğunuza delildir.

Sizin Risale-i Nur eserlerinize can ü gönülden itimat ediyoruz. Nur-u Kur’an’ı sevgiyle, muhabbetle okuyoruz. Siz bütün ömrünüzdeki hallerinizle, Peygamber-i Zîşan Efendimiz Hazretlerinin gittiği Kur’an yolunda gidiyorsunuz. Dinî eserlerin yasak edildiği acı günlerde, imanı kurtaran Nur Risaleleri gibi eserler verdiniz.

Hazret-i Peygamber Efendimizin yolunu tam takip ettiğinizden idamlardan, mahkemelerden, zulümlerden korkmadınız. Ve Allah’ın inayetiyle, yüz otuz parça Nur Risalelerini vücuda getirdiniz. Şahlanmış arslanlar gibi İslâm dinini idam mahkemelerinde müdafaa ettiniz.

Muazzez Üstadımız!

Yirmi seneden beri Risale-i Nur’a hizmet eden kıymettar talebeniz, muhterem validemiz Âsiye Hanım buradadır. Bizlere Risale-i Nur’u tanıttı. Kadınlar arasında imana, Risale-i Nur’la büyük hizmetler yaptı. Ankara’daki annemiz Risale-i Nur’a ihlasla hizmet ediyor. Çok hanımların Risale-i Nur’la mesud olmalarına, imanlarının kurtulmasına vesile oluyor. Afyon havalisindeki şehadetli, nurlu, faaliyetli Nurcu kardeşimiz Risale-i Nur’un mesleğine uygun olarak hizmet ediyormuş. Birçok hanımlar, genç kızlar onun vasıtasıyla Risale-i Nur’dan iman dersi okumak bahtiyarlığına erişiyorlarmış. Antalya’da da birçok Nurcu kardeşlerimizin Risale-i Nur’a çalıştıklarını, Risale-i Nur’u yazdıklarını işittik, çok mesrur olduk. Hem Nurlara çalışan bu Nurcu kardeşlerimize hem vatanımızdaki bütün âhiret kardeşlerimize dualar eder, onları ruh u canımızla tebrik ederiz.

Uzun yazdık, affınızı yalvarıyoruz; Nur’un muhabbeti, Nur’un sevgisi bizi durdurmuyor. Daima Nur’dan konuşuyoruz. Her zaman dilimizde, kalbimizde, ruhumuzda Nur’un sevgisi… Nur okuyacağız… Nur taşıyacağız… Nur yayacağız inşâallah…

Ankara’da Risale-i Nur, matbaalarda binlerce basılıyormuş. Bu, en büyük bayramımızdır. Bu bayram, bütün dünyadaki din kardeşlerimizin bayramıdır. Bunun için başta siz Üstadımızı ve bütün Risale-i Nur talebelerini tebrik ederiz. Buradaki Risale-i Nur’la alâkadar âhiret hemşirelerimiz ve bizler size pek çok selâmlar ve dualar ediyoruz. En büyük hürmetlerimizle ellerinizden öperiz.

Üstadımız Efendimiz Hazretleri!

Biz bu dehşetli zamanda, Risale-i Nur’dan aldığımız derslerle imanı kazanmak gibi nihayetsiz bir saadete nâil olduğumuzdan dolayı kalbimize doğan şükranlarımızı işte bu suretle yazdık. Eğer elimizden gelse Risale-i Nur’un kadınlara ve bütün İslâm milletlerine verdiği faydaları, binlerce sahifeler dolusu kaleme alacağız. Amma mümkün değildir.

Öyle bir zaman gelecek ki milyonlarca kadınlar, Nur Risalelerinin dairesine, pervaneler gibi Risale-i Nur derslerine koşacaklar. Risale-i Nur’dan kudsî iman derslerini alacaklar, dinleyecekler. Nur semasında Nurlar teneffüs edecekler. Cennetü’l-firdevs’i kazandıran iman nimetine nâil olacaklardır.

Çok şefkatli, çok merhametli Üstadımız!

Risale-i Nur’un bu büyük bayramını tekrar tebrik ederiz. Biz, siz müşfik Üstadımızdan, Risale-i Nur’dan ölünceye kadar ayrılmayacağız. Siz ve Risale-i Nur; dünyada mürşidimiz, âhirette şefaatçimizdir. Canımız, Nur-u Kur’an ve iman olan Risale-i Nur’a ve Kur’an dellâlı siz Üstadımıza kurban olsun. Her şeyimiz Risale-i Nur’a feda olsun.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

İstanbul’da duanıza muhtaç talebeleriniz
ve manevi evlatlarınız
Hayrünnisa, Seyyide, Emine, Fatma

(Hanımlar Rehberi, Envar Neş., 2016, s. 144-156)

* * *
Nurcuların Kasidesi(*)

Annem beni yetiştirdi, bu hizmete yolladı
Teslim etti Risaleyi, Allah’a ısmarladı.

Boş oturma çalış dedi, hizmet eyle imana
Sütüm sana helâl etmem, çalışmazsan Kur’an’a.

Yazdığımız Risale’dir, okuyoruz Kur’an’ı
Biz Nurların yardımıyla hıfzederiz imanı.

Medrese-i Nuriyedir Sav ve Barla, Eflani
Şakirdlere müzahirdir Abdülkadir Geylanî.

Mübarekler Heyeti’yle Nur ve Gül Fabrikası
Kalemleri kılınç gibi zamanın hârikası.

Hapishane dedikleri oldu birer medrese
Genç, ihtiyar, kadın, erkek koşuyorlar bu derse.

Tamam otuz beş senedir küfürle etti cihad
Tarih-i İslâm’da pek ender görünür bu sebat.

Ey Nurcular! Ey Nurcular! Ey mübarek kardeşler!
Her an sizden razı olsun Allah ile Peygamber…

(*) Askerlerin “Annem beni yetiştirdi, bu vatana yolladı.” marşına bir nazire olarak yazılan bu kaside, o makamda ve Gazalî Hazretlerinin “Ey risalet tahtının hurşid-i mâh-ı enveri” naat-ı şerifi makamında okunabilir.

(Hanımlar Rehberi, Envar Neş., 2016, s. 157)

AYETÜ’L-KÜBRA

TAKRİZ

Eseridir bu eser, bir ateşpare-i zekânın
İşte bu dehadır, beklediği bütün a’sarın
Feyyaz nurlarıdır hep bu Nurlar, insanlık âleminin
Şüphe yok Hakk’ın tecellisidir parlayan içlerinde bu hakikatlerin
Yâ Üstadenâ! Feyzine hayran, nuruna hayran, baştan başa bütün insan
Âsârınla Hakk’ı bulan ezkiya da diyor: Yok kusur bulmaya imkân
Lütf-u Hak’la buluyorlar bu Nurları okuyanlar yepyeni bir nurlu âlem
Şüphesiz Allah’tır ancak nurdan dalgalar kalplerde yaratan.

Talebeniz
Hüsrev

Ağabeyimizin bu geçen sahifedeki takrizini ruh-u canımızla tasdiken deriz ki:

Teşekkükün tevesvüsün gelmesine mani’ bu Tefennünün tefelsüfün hayretine mazhar bu
Kalmamış bir nokta muzlim çeşm-i akıl ashabına
Tefeyyüzün terakkinin zuhuruna medar bu
Tarîkatın hakikatın takdirine mazhar bu
Kalmamış bir nokta muzlim çeşm-i dil erbabına.
Nur talebelerinden
Tahirî, Zübeyr, Ceylan, Bayram, Abdülmuhsin
(Ayetü’l-Kübra, Envar Neş., 7, s. 164)

TAKRİZ

(Âyetü’l-Kübra nüshalarının, bulundukları dükkânı, Emirdağı’ndaki dehşetli bir yangından kurtarmaları münasebetiyle, merhum Muallim Hasan Feyzi’nin yazdığı mektuptan bir parça.)

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Risale-i Nur, her ateşi ve her yangını söndürür. İnsanlardaki israf ateşini “İktisat Risalesi”nin nuru ile; ve ateşler ve alevler içinde kıvranan zavallı hastaların hastalık ateşini “Hastalar Risalesi”nin nurlarından akan “yirmi beş devalı” çeşmesinden fışkıran abıhayat ve şifa suyu ile; kalbi ve kafayı ve bütün aza ve âsabı saran ve sarsan vehm ü hayal, vesvese ve tasa, korku ve merak yangınının dehşetli ateşini “Vesvese Risalesi”nin nuru ve feyzi ile; riya ve sum’a, kibir ve gurur hastalıklarının hummalı ateşini “İhlas Risalesi”nin imdat ve inayetiyle; benlik ve varlık ve zorbalık ve küstahlık kalesinin hedmi ise “Ene” adlı “Otuzuncu Söz” ve “Altıncı Söz”ün irşadı ile kabil olur.

Tabiatın madde ve zerreler çukurundan çıkamayan kör ve sersem ve serseri kimseleri de ancak, Risale-i Nur’un “Tabiat” “Zerre ve Maddeler” adlı risalelerinin güçlü ve kuvvetli, uzun ve mevzun, nurlu ve şuurlu elleri çıkarabilir.

İhtiyarların ölüm korkusunun ateşini, evham ve acılarını gidermeye ise bu namdaki risalenin teselli ve imdadı, macun ve tiryakı, feyiz ve nuru kâfi geldiği gibi; berzah ve berzahın elemnâk ve sûznâk ateş ve azabına karşı da “İ’caz-ı Kur’an” ve “Mu’cizat-ı Ahmediyye” ve “İman-ı Ahiret” adlı abıhayat dolu risaleler birer havz-ı kebirdirler.

Yeryüzündeki bütün şirkin ateşini “Ayetü’l-Kübra = Asâ-yı Musa” adlı mübarek eserin nur-u azîmi, söndürmeye kâfi geldiği gibi bu gün dünya ufuklarını saran ve şimdi de “İslâm Dünyası”nı tehdide başlayan o kara dumanlı kızıl aleve karşı, bu Nur’un şişip kabarmakta olduğunu görüyor ve o müthiş kızılların fitnesini ve yangınını söndüreceğine candan inanıyoruz.

Hâsılı: Risale-i Nur’un mütalaası ve feyz-i manevi-i dâimisi, nefs-i emmarenin ateşini söndürmeye, azgın ve azılı sıfatları öldürmeye, yırtıcı, paralayıcı zahir ve bâtın askerleri tepelemeye yetişir. Zaten Risale-i Nur, bu fitne ve fesat ve bu yangınları söndürmeye memurdur. Ve bunun için doğmuş ve gelmiştir diyoruz.

Erenler, evliyalar, şehitler ve fatihler yatağı olan bu mübarek vatanda yetişen bu mübarek ve meymenetli, şecî ve asil milletin فَسَوْفَ يَاْتِ اللّٰهُ بِقَوْمٍ işaretiyle –indallah– ne kadar mergub ve mahbub ve cengâver olduklarına yine bel bağlıyoruz.

Risale-i Nur’a sahip olanlarda hırs ve hiddet zevale yüz tutar, zulmet ve şehvet erir. Cehalet ve şakavet ateşi söner. Tabiat uykusu azalır. Gaflet uykusu kalkar. Kara ve çirkin, bozuk ve uyuşuk kanlar düzelir. Nefes ve kalp işler. Kan boruları birer mecra-i Nur olur. Hubb-u dünya ve meyl-i mâsiva kalmaz. “Ene” ve “ente” gider. Yetmiş bin diye söylenen perdeler kalkmaya ve “varlık dağı” delinmeye başlar.

اِرْجِعٖٓى اِلٰى رَبِّكِ den sesler gelir. Vuslat yolu açılır. Misk ü amber saçılır. فَادْخُلٖى فٖى عِبَادٖى ile memur, وَ ادْخُلٖى جَنَّتٖى nişanı ile me’cur olur.

اَرِنَا يَا مَنْ اَطْفَى النَّارَ بِنُورِهٖ § وَيَا مَنْ صَلّٰى عَلٰى حَبٖيبِهٖ

Hulâsadır Risaletü’n-Nur: Kendisinin bir levha-i “Yâ Hâfız”, bir sahife-i maşallah, bir nüsha-i bârekellah, bir kılade-i Ümm-ü Sübyan, yangına bir tulumba-i Nur, dertliye bir reçete-i hikmet, bakana bir âyine-i ibret, Müslümanlara bir mühr-ü nübüvvet, mücrime bir vesika-i necat, yolsuza bir râh-ı hidayet, bîkeslere bir sigorta-i sıyanet, antikacıya bir kenz-i sermediyyet, evsize bir kâşane-i ebediyyet, münkire bir sille-i nedamet, kâfire bir sehpa-i adalet, ârife bir sohbet-i kudsiyet, âşıka bir saray-ı vuslat…

Denizli ve havalisindeki bütün Nur şakirdleri namına
Hasan Feyzi (Rahmetullahi aleyhi ebeden daimen)

(Ayetü’l-Kübra, Envar Neş., 2017, s. 202)

KONFERANS RİSALESİ

(Bu bayram tebriği münasebetiyle, Üstadımızın altmış seneden beri tesisine çalıştığı ve şimdiki para ile yedi milyon kadar olan tahsisatını altmış milyona çıkarıp Avrupa ve Amerika ile meşverette medar-ı nazarları olmuş Medresetü’z-Zehra namında Şark Dârülfünununa dair Reisicumhura yazdığı mektubunu okuyan Camiü’l-Ezherin hamiyetli talebeleri, bu münasebetle bir hadîs-i şerifin medar-ı evham olmuş manasını hasta olan Üstadımızdan soruyorlar.

Üstadımız çok hasta olmasından biz, onun bedeline bu kurban bayramı tebriğine bir ilâve olarak o cüz’î meseleyi küllî umumî iki büyük medresenin talebelerinin bir nevi müzakerelerine medar olmak, yani maddi âlem-i İslâm’ın büyük medresesi olan Camiü’l-Ezherin talebelerine altı yedi vilayet kadar geniş manevi Medresetü’z-Zehranın biz talebeleri o büyük ağabeylerimize ve üstadımız hükmünde olan Camiü’l-Ezhere yazdığımız bu bayram tebriğine o parçayı da ilâve ettik.)

Aziz, sıddık kardeşlerimiz!

Risale-i Nur, İslâmiyet aleyhinde bin seneden beri teraküm etmiş bütün itiraz ve şüphelere topyekûn iskât edici cevaplar veren ve mana-yı zahirîsi şimdiki fenne mutabık gelmeyen müteşabihat-ı Kur’aniye ve hadîsiyenin altındaki, ehl-i aklı hayrette bırakan i’cazın lem’alarını göstererek vaki şüphe ve evhamları tard eden Kur’an’ın elinde bir elmas kılınçtır.

Bundan bir müddet evvel Avrupalı bir feylesof, İstanbul’a gelerek İmam Hatip ve Hâfız Mektebinde okuyan talebelerde, Kur’an aleyhinde bir şüphe husule getirmek için bir konferans vermiş. Kur’an aleyhtarı o feylesof, mezkûr konferansında سَبْعَ سَمٰوَاتٍ âyet-i kerîmesine ilişerek inkâr etmek istemiş. “Sema birdir, başka sema yok, fen bunu kabul etmiyor.” demiş. Fakat ertesi gün, Risale-i Nur’un “İşaratü’l-İ’caz” Arabî tefsirinde kırk sene evvel ona dair verilen cevabı görünce, devam ettireceği o konferansları terk ederek İstanbul’dan ayrılmaya mecbur kalmış.

Bu kabîlden umum âlem-i İslâm’ın bir mübarek medresesi olan Camiü’l-Ezherin kuvvetli iman sahibi talebelerine de bir hadîs hakkında şüphe vererek onları, aklı istimal etmeyerek naklen kabul ettirmek, İslâmiyet’in de sair dinler misillü akıl dini olmayıp yalnız nakle istinad ettiğini telkin etmek gayesiyle bu nevi itirazlar Camiü’l-Ezherde de vaki olabilir diye hatırımıza geldi.

İslâmiyet akıl dinidir. Kur’an-ı Hakîm’in pek çok yerlerinde (اَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ), (اَفَلَا تَذَكَّرُونَ), (اَفَلَا يَعْقِلُونَ) âyetleriyle akla havale ediyor. Kur’an-ı Hakîm’in ve keza tercüman-ı zîşanı olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın hadîslerinin hiçbirisi yoktur ki akl-ı selim ile mütalaa edildiği vakitte akıl, onu kabul etmemiş olsun. Belki akıl, hikmeti anladığı vakit hayretinden secde ediyor. Risale-i Nur’da makaleleri neşredilen kırk altı meşhur feylesoflar tasdik etmişler ki: “Kur’an, aklî ve mantıkî bir dini ders veriyor.”

Evet, kardeşlerimiz! Kur’an-ı Hakîm, şems gibi kendi kendini gösteriyor; kendi kendini müdafaa ediyor. Mütekellim-i Ezelî, her asırda zamanın ihtiyacına göre Kur’an’ın eline bir elmas kılınç veriyor. O elmas kılınç vaki şüphe ve itirazları def’ ve tard ederek Kur’an-ı Hakîm’e gelen şübehatı izale eder. İşte bu asırda da bu elmas kılınç, Risale-i Nur’dur.

Risale-i Nur, ihtiyarsız olarak inayet sevkiyle ehl-i küfrün âyât-ı Kur’aniye ve ehadîs-i Nebeviye ve evliyaullahın keşiflerinde gördükleri hakikatlere olan itirazlara cevap vermiştir. O derecede onların hakikatini izhar etmiştir ki muterizlerin itiraz ettikleri aynı noktalarda, belâgatı ve i’caz lem’alarını ispat ediyor. Âyât-ı Kur’aniyenin hatta bazen bir harfinde veya bir sükûnunda i’caz-ı Kur’aniyeyi güneş gibi gösteriyor. Evet, Üstadımız Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi’nin başında demiş:

“Elde Kur’an gibi bir mu’cize-i bâki varken başka bürhan aramak aklıma zâid görünür.

Elde Furkan gibi bir bürhan-ı hakikat varken münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir?”

Kur’an-ı Hakîm ve ehadîs-i Nebeviyeden müteşabihat ve kinaiyat kısmının âtiyen zikredeceğimiz mana-yı hakikilerinin beyanından başka; Risale-i Nur’un iman-ı billaha dair çok mühim bir risalesi olan Âyetü’l-Kübra Risalesi’nin başında, binler ehl-i inkârın mesail-i imaniyede bir tek ehl-i iman kadar sözlerinin makbul olmadığını ve bir meselede bir tek ehl-i ihtisasın sözünün, o meslekte mütehassıs olmayan yüzler âlimin sözüne müreccah olduğunu ve iki ehl-i ispatın, binler nâfîlerden daha ziyade sözlerinin muteber olduğunu ispat ederek diyor ki:

1. “Umumî meselelerde ispata karşı nefyin kıymeti yok ve kuvveti pek azdır. Mesela, ramazan-ı şerifin başında hilâli görmek hususunda iki âmî şahit ispat etseler ve binler eşraf ve âlimler görmedik deyip nefyetseler nefiyleri kıymetsiz ve kuvvetsizdir. Aynen onun gibi hakikat noktasında imana karşı gelen kâfirlerin ve münkirlerin kesretinin ve zahiren çokluğunun kıymeti yoktur.”

2. “Bir fennin veya bir sanatın medar-ı münakaşa olmuş bir meselesinde, o fennin ve o sanatın haricindeki adamlar ne kadar büyük ve âlim ve sanatkâr da olsalar sözleri o meselede geçmez ve hükümleri hüccet olmaz ve o fennin icma-ı ulemasına dâhil sayılmaz. Mesela, büyük bir mühendis, bir hastalığın keşfinde ve tedavisinde bir küçük tabip kadar hükmü geçmez. Ve bilhassa maddiyatta çok tevaggul eden ve gittikçe maneviyattan uzaklaşan ve aklı gözüne inen en büyük bir feylesofun münkirane sözü, maneviyatta nazara alınmaz ve kıymetsizdir.”

Buna dair Risale-i Nur’dan Hikmetü’l-İstiaze Risalesi’nde şöyle denilmiştir:

Bir vesvese-i şeytaniyedir ki: Bir hakikat-i imaniyeye dair yüzer delail-i ispatiyenin hükmünü, nefyine delâlet eden bir emare ile kırmak ister. Halbuki kaide-i mukarreredir ki: Bir ispat edici, çok nefyedicilere tereccuh ediyor. Bir davada müsbit bir şahidin hükmü, yüzer nâfîlere racih olur.

Bu hakikate bu temsil ile bak: Bir saray, yüzer kapalı kapıları var. Bir tek kapı açılmasıyla o saraya girilebilir, öteki kapılar da açılır. Eğer bütün kapıları açık olsa bir iki tanesi kapansa saraya girilemeyeceği söylenemez. İşte hakaik-i imaniye, o saraydır. Her bir delil, bir anahtardır; ispat ediyor, bir kapıyı açıyor. Bir tek kapı açılırsa sair kapıların anahtarları bulunmadığından veyahut gafletle kaybedildiğinden, o hakaik-i imaniyeden vazgeçilmez ve inkâr edilemez.

Diğer mühim bir mesele de: Müteşabihat ve kinaiyat-ı Kur’aniye ve hadîsiyenin zahir manalarının hakikate muhalif görünmesinden bazı münafıklar itiraz etmişler. Bu meseleye her müşkülatı halleden ve her suale cevap veren Risale-i Nur, gayet mukni ve kat’î cevaplar vermiştir. Yirmi Dördüncü Söz Risalesi’nin Üçüncü Dal’ında, müteşabihat-ı Kur’aniye ve hadîsiyeye gelen evham ve şüphelere karşı “on iki asıl ve esaslar” yazılmış. Her şeyden evvel, şüpheye düşenler o esaslı asılları dikkatle okusunlar.

Kur’an-ı Hakîm, on dört asırda bütün beşeriyeti

وَاِنْ كُنْتُمْ فٖى رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلٰى عَبْدِنَا فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهٖ

âyetiyle muarazaya davet edip meydan okuduğu halde; ne dost ne düşman hiç kimsenin, en küçük bir surenin dahi mislini getirmekten âciz kalmalarıyla ve “mukabele-i bi’l-hurufu bırakıp mukabele-i bi’s-süyufa mecbur olmalarıyla” kat’î sabit olan belâgatının muktezası olarak, akl-ı beşerin idrakinden âciz olduğu hakaiki, onların fehimlerine müraat ederek teşbihat ve temsilat ile beyan etmiştir; tâ ki mümkinat âleminde onların misallerini görmekle akılları kabul etsin.

Mesela, Hâlık-ı Zülcelal’in koca kâinatı idare ve tedbirini عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوٰى âyetiyle bir padişahın tahtına oturmuş vaziyetiyle temsil ediyor. Çünkü akıl ve hayal, mücerred olarak bunu kavrayamaz. Ancak böyle bir temsil libasını, o me’lufu olmadığı manaya giydirmekle zihne ünsiyet ettirir.

Hem Kur’an-ı Hakîm; nimetiyet ciheti, maddesinden kıymettar olan eşyayı zikrederken beşerin enzarını Mün’im-i Hakiki’ye celbederek aklın gözünü, mahall-i nüzul-ü rahmet olan semaya dikiyor. Mesela

وَاَنْزَلْنَا الْحَدٖيدَ فٖيهِ بَاْسٌ شَدٖيدٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ

âyet-i kerîmesi, demirin semadan inzalini haber veriyor. İşte münafıklar şu âyete de itiraz etmişler. “Demir yerden çıkıyor اَخْرَجْنَا demeli idi.” demişler. Risale-i Nur, müskitane cevabında:

Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, demirdeki çok azîm ve ehemmiyetli nimet cihetini ihtar etmek için اَنْزَلْنَا demiş. Çünkü yalnız demirin zatını nazara vermiyor ki اَخْرَجْنَا desin. Belki demirdeki nimet-i azîmeyi ve nev-i beşerin ne kadar muhtaç olduğunu ihtar içindir. Nimet ciheti ise yukarı ve manen yüksek mertebelerdedir. Elbette nimet, yukarıdan aşağıyadır. Ve muhtaç olan beşerin mertebesi, aşağıdadır. Elbette in’am, ihtiyacın mâfevkindedir. Onun için nimetin rahmetten beşerin ihtiyacına imdat için gelmesinin hak tabiri “inzal”dir “ihraç” değildir. İlâ âhir diyor.

Aynen bu âyet gibi dört nehrin cennetten geldiğine dair olan hadîs-i şerif dahi mana-yı zahirîsi değil, mana-yı maksudu murad ederek o dört nehrin tamamen esbab-ı maddiye haricinde akıp Mısır’ın kumistanını cennete çeviren Nil-i Mübarek misillü pek azîm niam-ı İlahiyeye işaret için “Cennetten geliyor.” denmiş.

Bu nevi âyet ve hadîslerde mana-yı zahire bakılmaz. Mana-yı maksud doğru olsa kelâm sadıktır.

Mesela, elsine-i Arap’ta kesretle müsta’mel olan durub-u emsallerden كَثٖيرُ الرَّمَادِ “külü çok” ve طَوٖيلُ النَّجَادِ “kılınç bendi uzun” gibi darb-ı meseller, birincisi sehavete, ikincisi uzun boylu olmaya delâlet etmekle; sehavetli ve boyu uzun olmak şartıyla zahiren külü ve kılıncı olmasa da kelâm haktır ve sadıktır; tekzip edilemez.

Risale-i Nur’un, hakkında cennetten geldiğine dair hadîs olan dört nehre dair cevabını neşretmeden evvel, beşerin en beliği ve en fasihi ve مَا زَاغَ الْبَصَرُ ve تَنَامُ عَيْنٖى وَلَا يَنَامُ قَلْبٖى hakikatlerine mazhar Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın hadîs-i şerifleri hakkında Risale-i Nur’un “Zülfikar, Mu’cizat-ı Ahmediye ve Kur’aniye” namında ehl-i ilme pek çok lazım olan ve Peygamberimize ait üç yüzden fazla kat’î mu’cizat ile Kur’an’ın kırk vech-i i’cazını ve haşri ispat eden büyük bir mecmuanın “Mu’cizat-ı Ahmediye” kısmında beyan edilen bir hususu dercedelim:

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm hem beşerdir, beşeriyet itibarıyla beşer gibi muamele eder. Hem resuldür, risalet itibarıyla Cenab-ı Hakk’ın tercümanıdır, elçisidir. Risaleti vahye istinad eder. Vahiy, iki kısımdır:

Biri, vahy-i sarîhîdir ki: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm onda sırf bir tercümandır, mübelliğdir, müdahalesi yoktur. Kur’an ve bazı ehadîs-i kudsiye gibi…

İkinci kısım: Vahy-i zımnîdir. Şu kısmın mücmel ve hülâsası, vahye ve ilhama istinad eder fakat tafsilatı ve tasviratı, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma aittir. O vahiyden gelen mücmel hâdiseyi tafsil ve tasvire, Zat-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm bazen yine ilhama veya vahye istinad edip beyan eder veyahut kendi ferasetiyle beyan eder. Ve kendi içtihadıyla yaptığı tafsilat ve tasvirat, ya vazife-i risalet noktasından ulvi kuvve-i kudsiye ile beyan eder veyahut örf, âdet ve efkâr-ı âmme seviyesine göre beşeriyeti noktasından beyan eder.

İşte her hadîste bütün tafsilatına vahy-i mahz nazarıyla bakılmaz. Beşeriyetin muktezası olan efkâr ve muamelatında, risaletin ulvi âsârı aranılmaz. Madem bazı hâdiseler, mücmel olarak mutlak bir surette ona vahyen gelir. O da kendi ferasetiyle ve tearüf-ü umumî cihetiyle tasvir eder. Şu tasvirdeki müteşabihata ve müşkülata bazen tefsir lazım geliyor, hatta tabir lazım geliyor. Çünkü bazı hakikatler var ki temsil ile fehme takrib edilir.

Nasıl ki bir vakit huzur-u Nebevîde derince bir gürültü işitildi. Ferman etti ki: “Şu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp şimdi cehennemin dibine düşmüş bir taşın gürültüsüdür.” Bir saat sonra cevap geldi ki: “Yetmiş yaşına giren bir münafık ölüp cehenneme gitti.” Zat-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâmın beliğ bir temsil ile beyan ettiği hâdisenin tevilini gösterdi.

Cennetten geldiği hadîs-i şerifte bildirilen dört nehre dair gelecek cevap ise yine “Zülfikar” mecmuasında Mu’cizat-ı Kur’aniye zeyllerinden Yirminci Söz’ün Birinci Makamı’ndadır. Aynen yazıyoruz:

وَاِنَّ مِنَ الْحِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ الْاَنْهَارُ

Bu fıkra ile dağlardan nebean eden Nil-i Mübarek, Dicle ve Fırat gibi ırmakları hatırlatmakla, taşların evamir-i tekviniyeye karşı ne kadar hârika-nüma ve mu’cizevari bir surette mazhar ve musahhar olduğunu ifham eder. Ve onunla şöyle bir manayı müteyakkız kalplere veriyor ki:

Şöyle azîm ırmakların elbette mümkün değil, şu dağlar hakiki menbaları olsun. Çünkü faraza o dağlar tamamen su kesilse ve mahrutî birer havuz olsalar o büyük nehirlerin şöyle süratli ve kesretli cereyanlarına, muvazeneyi kaybetmeden birkaç ay ancak dayanabilirler. Ve o kesretli masarife karşı galiben bir metre kadar toprağa nüfuz eden yağmur, kâfi vâridat olamaz. Demek ki şu enharın nebeanları âdi ve tabiî ve tesadüfî bir iş değildir. Belki pek hârika bir surette Fâtır-ı Zülcelal, onları sırf hazine-i gaybdan akıttırıyor.

İşte bu sırra işareten bu manayı ifade için hadîste rivayet ediliyor ki: “O üç nehrin her birisine cennetten birer katre her vakit damlıyor ve ondan bereketlidirler.” Hem bir rivayette denilmiştir ki: “Şu üç nehrin menbaları, cennettendir.” Şu rivayetin hakikati şudur ki: Madem esbab-ı maddiye, şunların bu derece kesretli nebeanına kâfi değildir. Elbette menbaları, bir âlem-i gaybdandır ve gizli bir hazine-i gaybdan gelir ki masarif ile vâridatın muvazenesi devam eder, ilâ âhir…

Manası tam bilinmeyen veya mana-yı zahirîsi hakikate mutabık görünmeyen hadîs-i şeriflere edilen bu nevi itirazlar, Kur’an-ı Hakîm’in evham kabul etmeyen kalesine de gideceğinden, münafıkların medar-ı bahis ettikleri âyât hakkında Risale-i Nur’un verdiği kat’î cevapların bir iki misalini zikrediyoruz:

Evvela: Kur’an-ı Hakîm kâinata mana-yı harfiyle bakıyor. Felsefe ise mana-yı ismiyle bakıyor. Kur’an-ı Hakîm eşyayı mahiyet-i zatiyesinden değil, Sâni’e delil olduğu cihetten nazara alıp mütalaa ediyor.

Mesela وَ الشَّمْسُ تَجْرٖى لِمُسْتَقَرٍّ der. Evvel emirde maksad-ı Kur’an, Sâni’in azamet ve kudretine delâlet için kâinattaki intizamı zikretmektir. Bu âyetle o intizama delâlet ederek, gece gündüzdeki tasarrufat-ı İlahiyeyi ihtar eder. Kozmoğrafya dersi vermiyor ki medar-ı tekzip olsun. Halbuki لِمُسْتَقَرٍّ deki ل bir mu’cizedir ki güneşin üç cihetle cereyanını gösteriyor:

Birincisi: Güneşin zahir nazardaki cereyanıdır. Kur’an’ın birinci saftaki muhatapları avam olduğundan avam ise küre-i arzın cereyanını değil, güneşin cereyanını gördüğünden, onların hissini okşamak ve onları hakaik-i Kur’aniyeyi inkâra sürüklememek için güneşin zahirî cereyanını zikreder.

İkincisi: Havassa mihverindeki cereyanını ve o cereyan sebebiyle husule gelen bir kanun-u İlahî olan cazibeyi ihtar ederek seyyaratın ve arzın hareketlerinin medarı da güneş olduğunu gösterir. Demek güneşin mihverî hareketi, zahirî hareketinin çekirdeği manasındadır. O merkezî hareket, zemini çevirmekle güneşin zahirî cereyanını hakikatli ve doğru yapar.

Üçüncüsü: Güneşin manzumesiyle beraber Şems-i Şümus’a doğru hareketine işaret eder.

Hem belâgatta vardır ki bir kelâmda mana-yı zahirî ya gayet bedihî olmasından malûmu i’lamın faydasız ve manasız olması cihetiyle veya mana muhal olmasından karinedir ki: Murad, mana-yı zahirî değildir, başka bir manadır.

Mesela, Sure-i Ankebut’ta

وَاِنَّ اَوْهَنَ الْبُيُوتِ لَبَيْتُ الْعَنْكَبُوتِ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ

âyet-i kerîmesinde لَوْ -i farazî ile “En zayıf ev, örümceğin evi olduğunu –faraza– Kureyş müşrikleri bilse idiler.” diyor. En zayıf ev, örümceğin evi olduğu herkesçe malûm ve zahirdir. Öyle ise Kur’an-ı Hakîm, bu لَوْ -i farazî ile başka bir manaya delâlet ediyor. İşte o mana da Risale-i Nur’un keşfiyleلَوْ -i farazînin iki cihetle mu’cize oluşudur:

Birincisi: Bu âyet, Mekke’de nâzil olduğu cihetle, bir ihbar-ı gaybîdir. Gār-ı Hira’daki hâdiseyi haber veriyor.

İkincisi: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın Ebubekir-i Sıddık (ra) ile küffarın tazyikinden kurtulmak için tahassun ettikleri Gār-ı Hira’nın kapısında iki nöbetçi gibi iki güvercinin gelip beklemeleri ve örümcek dahi perdedar gibi hârika bir tarzda kalın bir ağla mağara kapısını örtmesidir ki örümcek, zayıf ağı ile rüesa-i Kureyş’e galebe etmiştir. Ayet diyor ki: “En zayıf bir hayvana mağlup olacaklarını o müşrikler faraza bilseler, bu cinayete ve bu sû-i kasda teşebbüs etmeyeceklerdi.”

Daha fazla tafsilatı Risale-i Nur’da Mu’cizat-ı Kur’aniye’de bulacağınız gibi ehadîs-i Nebeviye hakkında münafıkların ettikleri itirazların neden tevellüd ettiğini ve ehadîsin tabakalarını tam vuzuh ile Risale-i Nur Külliyatı’ndan büyük bir mecmua olan “Sözler” mecmuasındaki Yirmi Dördüncü Söz’ün Üçüncü Dal’ı beyan ediyor.

Hem mesela “Dünyanın, Cenab-ı Hakk’ın yanında bir sinek kanadı kadar kıymeti olsa idi kâfirler, bir yudum suyu ondan içmeyecek idiler.” mealindeki لَوْ وَزِنَتِ الدُّنْيَا عِنْدَ اللّٰهِ جَنَاحَ بَعُوضَةٍ مَا شَرِبَ الْكَافِرُ مِنْهَا جُرْعَةَ مَاءٍ hadîs-i şerifin hakikati şudur ki: عِنْدَ اللّٰهِ tabiri, âlem-i bekadan demektir. Evet, âlem-i bekadan bir sinek kanadı kadar bir nur, madem ebedîdir; yeryüzünü dolduran muvakkat bir nurdan daha çoktur. Demek koca dünyayı bir sinek kanadı ile muvazene değil belki herkesin kısacık ömrüne yerleşen hususi dünyasını âlem-i bekadan bir sinek kanadı kadar daimî bir feyz-i İlahîye ve bir ihsan-ı İlahîye muvazeneye gelmediği demektir.

Hem dünyanın iki yüzü var belki üç yüzü var:

Biri: Cenab-ı Hakk’ın esmasının âyineleridir.

Diğeri: Ahirete bakar, ahiret tarlasıdır.

Diğeri: Fenaya, ademe bakar; bildiğimiz marzî-i İlahî olmayan ehl-i dalaletin dünyasıdır.

Demek, esma-i hüsnanın âyineleri ve mektubat-ı Samedaniye ve âhiretin mezraası olan koca dünya değil belki âhirete zıt ve bütün hatîatın menşei ve beliyyatın menbaı olan dünya-perestlerin dünyasının, âlem-i âhirette ehl-i imana verilen sermedî bir zerresine değmediğine işarettir.

İşte en doğru ve ciddi şu hakikat nerede? İnsafsız ehl-i ilhadın fehmettikleri mana nerede? O insafsız ehl-i ilhadın en mübalağa, en mücazefe zannettikleri mana nerede?

Risale-i Nur’da beyan edildiği gibi mecaz ve teşbihler, mürur-u zamanla hakikate inkılab eder.

Mesela, Sevr ve Hut (hamele-i arş melaikeler gibi) küre-i arza nezaret eden iki melaikenin ismidir. Küre-i arzın imareti ve maişet-i beşeriye, en ziyade balıkla öküz olması münasebetiyle bir mecaz olarak, arza nezaret eden o iki melaikeye Sevr ve Hut ismi verilmiş. Koca bir balık ve bir öküz tevehhüm edilmesinin hadîsle hiçbir münasebeti yoktur.

İkincisi: Risale-i Nur, muterizlerin şüphelerini zikretmeden öyle bir tarzda hakikati beyan ediyor ki şüpheler ve vehimlerin zihne gelmesi ihtimali kalmaz. Bir kısım ulema-i mütekellimîn gibi muarızın şüphesini zikrettikten sonra cevap vermek zararlı oluyor. Şüpheler zihinlerde iz bırakıyor. Ne kadar kat’î cevap da verilse nefis ve şeytan o izlerden istifade etmesi cihetiyle Risale-i Nur, o meslekte gitmemiş. Hiç zarar vermeden kat’î cevap verir. Daha vehmin vücudunun imkânı kalmaz. Yalnız bir iki risale, şeytanın bazı şüphelerini yazmış fakat o derece kat’î reddetmiş ki şeytan olmasa idi Müslüman olacaktı.

Hatta Mu’cizat-ı Kur’aniye’de zikredilen ve her biri birer lem’a-i i’caz gösteren yüzer âyât, medar-ı itiraz olmuş âyetlerdir. Halbuki onları okuyanlarda değil şüphe, hiçbir vesvese ve vehim de hatıra gelmez.

Mesela فَالْيَوْمَ نُنَجّٖيكَ بِبَدَنِكَ âyetiyle Musa aleyhisselâma karşı muharebe eden Firavun, gark olacağı zaman iman etmiş. Gerçi sekerat vaktinde o iman makbul değil. Fakat o makbul olmayan imana, imanın mahiyetine hürmet için bir mükâfat olarak Cenab-ı Hak, o Firavun’un bedenine necat vereceğini haber veriyor. Çünkü Firavunların tenasüh mezhebine göre, saadet-i uhrevî yerine şöhret-perestlikle istikbalde mumyaları, heykelleri bâki kalmasını istediklerinden ve o heykelleri ve mumyaları, belki bir ruh bulacak gibi efsaneleri ile öyle kanaat getirdiklerinden, o Firavun’un o zahirî ve makbul olmayan imanına mükâfat vermekle beraber, onların tenasüh düsturlarına binaen mumyalamak kanunlarına işaret eder. İşte bu âyetin bir mu’cizesi olarak, o gark olan Firavun’un cesedi aynen bulunmuş, şimdi Londra’da bir müzede muhafaza ediliyor. Seyyahlar onu temaşa ediyorlar…

Aziz kardeşlerimiz!

Risale-i Nur’un bu husustaki cevaplarının bir kısmının hülasası burada bitti.

Risale-i Nur’un bir nevi çekirdeği ve esasatını hâvi olan Arabî Mesnevî-i Nuriye, üç yüz büyük sahifeden ibaret olarak çıktı. Size bir nüsha Medresetü’z-Zehranın büyük kardeşi olan Camiü’l-Ezhere bir hediyesi olarak gönderiyoruz. Ehl-i fennin ve bazı münafıkların iliştikleri bu nevi hakaike tam cevabı Arabî Mesnevî-i Nuriye’de ve sizin kütüphanenizde mevcud bulunan Risale-i Nur’un diğer cüzlerinde bulabilirsiniz. Bu vesile ile Risale-i Nur’un umum fihristesini ve ehl-i felsefenin içinde boğuldukları harekât-ı zerratın hakikatini beyan eden Zerrat Risalesi’ni de size gönderiyoruz.

Ve umum oradaki kardeşlerimize ve size binler selâm ederek hizmet-i diniye ve imaniyede ihlasla muvaffakıyetinize dua eder, dualarınızı bekleriz.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Medresetü’z-Zehra Şakirdlerinden
Nazif, Tahirî, Ceylan, Sungur, Ziya, Bayram, Zübeyr

* * *

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Risale-i Nur hakkında yazılan bu hakikatli ve uzun mektubu yazan merhum Hasan Feyzi kardeşimiz, aynen şehit merhum Hâfız Ali misillü, bir mektubunda dediği gibi: “Dahi nezrim bu ki canım sana kurban olacak!” dediğini tasdiken Üstad’ına bedel şehit olup şehit kardeşi büyük Hâfız Ali’nin yanına gitmiş. Bu zat-ı zülcenaheyn, ehl-i kalp ve gayet yüksek bir ehl-i ilim ve hakikat, otuz sene muallimlik perdesi altında imana hizmet etmiş ve on seneden beri Risale-i Nur’u elde edip gizli perde altında çalışmış. Sonra da iki sene zarfında doğrudan doğruya Risale-i Nur’un yüksek hakikatlerini ve kemalâtını çekinmeyerek ruh u canıyla herkese ilan etmiştir.

Cenab-ı Hak, Risale-i Nur’un her bir harfine mukabil onun ruhuna ve âlem-i berzahtaki Nurcu arkadaşlarının ruhlarına binler rahmet eylesin, âmin âmin âmin!

Said Nursî

(Konferans, Envar Neş., 2016, s. 57-77)

* * *

(Mekteb-i fünunda ve ulûm-u İslâmiyede gayet müdakkik ve kıdemli muallimlerden Hasan Feyzi’nin ehemmiyetli ve çok uzun bir mektubudur. Fakat bir kısmı tayyedildi, neşrine lüzum görülmedi.)

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ مَثَلُ نُورِهٖ كَمِشْكٰوةٍ فٖيهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ فٖى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ لَا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضٖٓىءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ عَلٰى نُورٍ يَهْدِى اللّٰهُ لِنُورِهٖ مَنْ يَشَٓاءُ

âyeti on vecihle Risale-i Nur’a işaret ettiği için biz dahi onu şöyle tarif ediyoruz:

Ey Risale-i Nur! Senin Kur’an-ı Kerîm’in nurlarından ve mu’cizelerinden geldiğine, Hakk’ın ilhamı, Hakk’ın dili olup onun emri ve onun izni ile yazıldığına ve yazdırıldığına, artık şek şüphe yok. Fakat acaba senin bir mislin daha yazılmış mıdır? Türkçe olarak telif ve tertip ve tanzim olunan, müzeyyen ve mükemmel, fasih ve beliğ nüshalarının şimdiye kadar bir eşi ve bir benzeri görülmüş müdür? Yüzündeki fesahat ve özündeki belâgat ve sendeki halâvet başka eserlerde görünmüyor.

Ehil ve erbabına malûm olduğu üzere âyât-ı beyyinat-ı İlahiyenin türlü kıraat ile hikmet ve hakikat ve marifet ilimlerini ve daha birçok rumuz ve esrar ve işaret ve ulûm-u Arabiyeyi hâmil olduğu gibi sen dahi birçok yücelikler sahife ve satırlarında, hatta kelime ve harflerinde, talebelerini hayret ve dehşetlere düşüren birçok esrar ve ledünniyat taşıyorsun. İşte bu hal senin bir mu’cize-i Kur’an olduğunu ispat ediyor.

Öyle yazılmış ve öyle dizilmişsin ki insanın baktıkça bakacağı, okudukça okuyacağı geliyor. En âlî bir taleben senden feyiz ve ilim ve irfan aşkı aldığı gibi en avam bir taleben de yine senden ders duygusunu alıyor. Sen ne büyük bir eser ne tatlı bir kevsersin.

Bu halin Türkçemize büyük bir kıymet ve tükenmez bir meziyet bahşediyor. Senin ulviyet ve kerametin Türk dilini bütün diller içinde yükseltiyor. Kur’an’dan maada hiçbir kitaba ve hiçbir kavmin lisanına sığmayan bu kadar yüksek asalet ve fesahati seninle dilimizde görüyoruz.

Fesahat ve belâgatın son haddine çıktığı bir devirde Kur’an-ı Kerîm’in nâzil olmaya başlamasıyla, Kur’an nuru karşısında üdeba ve büleganın kıymetten düşüp sönen âsârı gibi senin de o hudutsuz ve nihayetsiz ve emansız fesahat ve belâgatın hutebayı hayretlere düşürmüştür. Sen bir şiir-i destanî değilsin. Fakat o kadar fasih ve beliğ ve edalı ve sadâlı ve nağmeli yazılmış ve bütün harflerin birbirine dayanarak kelime ve kelâmların siyak ve sibak, intizam ve insicam ile dizilmiş ve bunlar birbirine o kadar kuvvet ve kudret ve metanet vermiş ki mensur ve Türkî ibareli olduğun halde, yine mislin getirilemez. Senin gibi parlak bir eser bir daha kimseye nasib olmaz.

İslâmiyet güneşinin doğuşundan tam on dört asır sonra, senin gibi ulvi ve İlahî ve arşî bir Nur’un, tekrar ve yeniden, bâhusus bu son asırda hem Türk elinde ve hem de Türk dilinde doğması acaba kimin hatır ve hayalinden geçerdi? Bu ne büyük bir nimet bizlere ve bu asır halkı için ne bahtiyarlık yâ Rabbî!

Türkçemiz seninle iftihar edip dolmakta, kabarıp şişmekte ve her lisan üstüne bağdaş kurup oturmaktadır. Garp dillerinin her birisine tercüme ve nakil olunan Mevlana Câmî ve Mevlana Celaleddin’in ve Hazret-i Mısrî ve Bedreddinlerin âsâr-ı mübarekeleri sana bakıp “Bârekellah, zehî saadet sana ey Risale-i Nur, hepimize baş tacı oldun!” diye tebrik ve tehniyelerini sunmaya ve rûy-i zeminin insanla beraber bütün zîhayat mahlukatı dahi seni kabule hazırlanıyorlar.

Hatta çekirgeler ve arı ve serçe kuşu gibi bir kısım hayvanat dahi senin bu Sözlerin ve Nur’un okunurken pervane gibi etrafında dolaşıp sana olan incizablarını ve nurundan ve sözlerinden ferahnâk ve zevkyâb olduklarını, başlarını başlarımıza çarpmakla güya bize anlatmak istemeleri, ne kadar garibdir. Ezcümle, Sava’da iki çekirge ve Emirdağı’nda iki güvercin ve iki kuş, İnebolu’da iki acib kuş, Isparta ve Sava’da bülbül ve hüdhüd bu kerameti gösterdiler.

Diyar-ı İslâm’ın mescid ve mabedlerinde, minber ve kürsülerinde dahi senin gibi bir eser-i mübarek yakın bir zamanda kemal-i tefahur ve tehacümle okunması ümit edilebilir.

Senin burhanlarındaki kuvvet ve kanaat ve asalet ve cezaletin, insanın irade ve ihtiyarını alıp teshir ediyor. Herkesi kendine çekip râm ediyor.

Hele o güzel teşbih ve tabirlerin bir misli, bir daha bulunup söylenemez. Sendeki mukayese ve muhakemelerin, vak’a ve temsillerin bir benzeri ve bir naziri bir daha getirilemez.

Kur’an-ı Arabî’den Türkçe Sözler’e akan ve bugün öz Türkçeden fışkıran bu feyiz ve bu nurlar, kalplerde senin bir numune-i kudret ve nişane-i rahmet olduğuna hiçbir rayb u güman bırakmıyor. Sen âyine-i idrake cilâ ve âlem-i kalbe safa ve ruh-u revana gıdasın.

Allah Allah! Türk milleti seninle ne kadar iftihar etse yine azdır. Gözleri nurlandırıp gönülleri sürurlandıran bu hüccetler ve tabiratın ve bu kelimat ve teşbihatın arş-ı a’zamdan inen Kur’an-ı Hakîm’in delil, hüccet ve bürhanları olduğu muhakkaktır. Çünkü kederleri gidererek insana neşe ve neşat veriyor. Okunurken hiçbir itiraz sesi ve hiçbir inkâr kokusu duyulmuyor. O zaman akıl ve mantık duruyor, nefs-i insanî safileşiyor hem duruluyor.

Sanki senin bütün hakikatlerin, evvela Rabbanî ve Rahmanî fabrikaların ulvi ve Samedanî tezgâhlarında işlenerek, sonra Nur-u İlahî deryasında yıkanıp çıkarıldıktan sonra gül yağı fabrikasına verilmiş, orada yedi defa gül yağlarına batırıldıktan sonra hâlis öd ağacı ile buhurlanmış ve bunlar ile yazılmışsın.

Bütün mesele ve maddelerin hep sayılı ve saygılıdır. O muntazam ve mükemmel, müzeyyen ve münevver sözlerin şimdiye kadar yazılan ihtilaflı eserleri büküp hepsini bir yana bırakmış, ancak kendini nazargâh-ı enama arz eylemiştir.

Şimdi bir nida-yı nurani ile hitap ederek “Artık ihtilaf yok, ittihat var. Cansızlar ve camidler devri geçmek üzeredir. Canlılar ve cazipler asrı geliyor. Susunuz, dinleyiniz! Şimdi Nur devridir ve Nur hâkimdir. Zulmette boğulan şu asrı ve gelecek asırları, Kur’an’dan aldığım nurumla reyyan edeceğim.” diyor; herkesi imana, her ferdi Allah’a çağırıyorsun.

Ey Nur-u Kur’an! Âhir zamanda bir kere daha katmerleşerek ve sümbüllenerek, âfak-ı cihanı Kur’an’ın hakikatiyle tenvir ve tezyin ediyorsun. Şimdiye kadar dünyanın yarısını ışıklandıran ey İslâmiyet güneşi! Bugün de bütün zemin sükkânını cehil ve dalalet ve şirk ve şakavetleri nur-u hidayet ve emn ü emniyet ve selâmete davet ediyorsun. Bu davetin sana kutlu olsun.

Denâet ve enaniyet ve şeytanet gayyasında boğulmak üzere çırpınan bedbahtlara ışıklar serp, nurlar ve sürurlar ver. Putlarını kendi elleriyle yapıp tapanlara, nursuz ve uğursuz dalalet deresinde batanlara, zâil ve fânileri gönlüne put yapanlara, nefs-i emmare ve heva ve hevesatıyla uğraşırken kurban düşenlere, hakiki hak yolunu açıp hedeflerini göster ve kurtar. Karanlık gecelerde uyumayıp ağlayan ve “Aman yâ Rabbî nur ver!” diye feryat eden, âşık ve sadıkların ızdırap ve imdadına koş. Onlara ümit ve teselli ve neşe ve nur ver. Kör ve sağır, mağlup ve meftun olan ehl-i tabiat ve şirki medrese-i nur-u imana ve Hâlık-ı arz ve semavat olan Hazret-i Rahman-ı Rahîm’e çağır.

Evet, lisan-ı nurunla, “Gel ey tabiatçı, ey felsefeci, o derin bataklıktan çık, gözünü aç, nuruma bak. Sana tabiat ve felsefenin hakikatini öğreteyim. İlim ve fenlerin asıl ve esası bendedir. Beni güzel okur, güzel dinlersen, bendeki nurani merdivenle bir saraya erişir ve bir sultana kavuşursun. Asıl ilm-i a’zam ve esas fıkh-ı ekber bendedir. Sen tabiat ve felsefeyi benden öğren. Ulûm-u evvelîn ve âhirîn hep bendedir. Ben kimsenin malı ve kimsenin kāli değilim ve hiçbir kitaptan alınmadım ve hiçbir eserden çalınmadım. Ben Rabbanî ve Kur’anî’yim, öyle kuru kavak değilim. Şevkli ve şaşaalı ve nuraniyim. Bir Hayy-ı Lâyemut’un eserinden fışkıran, lâyemut, sanatlı ve kerametli bir nurum. Cansızlara can ve canlılara taze can üflüyorum. Ben dertlere derman ve âlemlere rahmet-i Rahman’ım. İnat ve ısrarını bırak, beni oku ve beni dinle. Karanlığa ve hiçliğe giden hesapsız ve hedefsiz yolundan seni kurtarıp koskocaman bir saadet ve sermediyet âlemi kazandırayım.” diye nida ediyorsun.

Âh! Sen ne mübarek ve nasıl bir eser-i ziba ve yektasın ki okuyanı ağlatıp ağlayanı güldürüyor, ölüyü diriltip, eneden geçirip مُوتُوا قَبْلَ اَنْ تَمُوتُوا ya götürüyorsun. Büyük bir aşk ve alâka ile kendini dinletip gönülleri cezbelendiriyor ve ruhları vecde getiriyorsun. Sen çok feyizli, hikmetli ve rahmetli bir hak kitabısın. Sana hakiki talebe olanlar neden nefis ve mallarını derhal Allah’a satıyorlar?

Sana bir ayıp ve naks isnad ve iftira edenler, gözleri kamaştırıcı nuruna bakmaya tâkat getiremeyen kör veya hasta gözlü alîl ve sefillerdir. Sana leke sürmek isteyen deli ve denîlerin cürüm ve cinayetle lekedar olduğu apaçık görülmektedir. Ehl-i fazl ve kemal seni tam ve kâmil görür. Seni şaibe-i ayb ve kusurdan tenzih eder.

Sen en sadık ve en mahir doktorların bile hâlâ teşhis ve tedavi edemedikleri en mühim kalp ve kafa ve ruh hastalıklarını, nurunla müşahede ve muayene edip ve en lüzumlu şifa ve devayı bulup ruhî ve manevi dertlere düşmüşlere sunuyor, akıl ve idrak gözlerini açıyor ve en kısa bir zamanda zavallıları kurtarıyorsun.

Sen en hikmetli ve tılsımlı, nazlı ve niyazlı, manidar ve münif ve müessir ve müsmir, matlub ve mahbub bir vird olmaya lâyık ve sezasın. Seni sevip yazanlara ve okuyup kafasına katanlara, sen rahmetler ve bereketler saçıp hârika kerametler gösteriyorsun. Ve bazen has ve hâlis talebelerini, evliya ve asfiya nişanlarıyla taltif ve tezyin ediyorsun. Hasmına karşı da çok amansız davranıp icabında onları susturuyor, vakit vakit kâh hususi ve kâh umumî tokat ve silleler vuruyorsun.

Sana ilişildiği zaman anâsır hiddet ederek bazen yeller ve seller halinde ve bazen yıldırımlar ve şimşekler şeklinde ve bazen şiddetli yangın ve zelzeleler suretinde tokatlar vurduğundan sen koşup geldiğinde mecruh ve mevtaları, şehit ve yezid diye iki sınıfa ayırıyorsun.

Âh! Senin ne kadar vâzıh bürhanların ve kuvvetli hüccetlerin, ne yaman delillerin ve düsturların var. Sen ne kadar müzeyyen ve ne kadar mücehhez ve ne kadar mükemmelsin.

Ey Nur! En kavî ve en muannid hasmın, senin gözüne sivrisinek kadar da görünmüyor. Sen ehl-i vukufların ellerine ve önlerine aman dilemek ve meded istemek için değil belki kendilerine zamanın en yüksek ehl-i ilmi süsünü verenlere kuvvet ve kudret, şevket ve azametini ve ebedî nurunu gösterip onları susturmak, onları zebun ve mağlup ve rüşdünü ispat etmek ve hakk-ı hayatını onlara da tasdik ettirmek için çıkmıştın. Nihayet gözler dolduran nuruna dayanamayarak asâ-yı inkâr ve itirazlarını kırıp yerlere fırlatarak sana teslim ve tabi oldular.

Hem mahkemelere senin eczaların bir mücrim ve bir cani ve bir maznun sıfatıyla değil belki bir muallim, bir mürebbi ve bir mürşid olarak girmiştiler. Her divan-ı adalette en büyük dehşet ve savletini, azamet ve izzetini gayet parlak ve şaşaalı bir surette göstererek onları da iman ve Kur’an suyuyla yıkadın. Oraya da taze bir ruh ve taze bir nefha üfledin.

Hele sen o âşık ve sadık talebelerini, bir kafile-i melaike gibi saf saf edip ve hepsinin başına Hazret-i Üstadı bir başkumandan tayin ederek “İzn-i İlahî ile yürü ey kafile-i Nur!” diye kumanda ettiğin vakit, o satvetli ve şevketli nur-u iman ordusunun kemal-i sükûn ve vakar ile yollardan geçişini her sınıf halktan yüzlerce kişi seyredip selâmlıyor, ruh u canıyla o nurani alayı tebrik ve tebcil ediyordu. Bu manzara-i münevvereyi körler bile görmüş, sağırlar bile işitmiş, kalpsizler bile ağlamıştı.

Ve hapishanelere koşmaklığın sırr-ı hikmeti ise yıllardan beri orada nursuz, çırasız yatıp bekleyen mahkûmlar ve mahpuslar “Ey Nur-u Kur’an bize de yetiş. Buradan çıkıp kurtulmaya ve sana varmaya bize müsaade ve mecal yok, lâkin sen her yere girer çıkarsın, sana yasak yok. Aman bizi unutma, bizi meyus ve mahrum bırakma. Yarın huzur-u pâk-i İlahîye pâk olarak çıkabilmekliğimiz için cürüm ve isyanımızla kararan rûy-i siyah ve nâsiye-i nâpâkimizi âb-ı rahmetin ve nur-u imanınla yıka ve temizle, şerbet-i safi ve kevser-i bâkiden ve abıhayat-ı ebedî ve Ahmedî’den kana kana bize de içir!” diye vuku bulan müracaat-ı maneviye ve mühimmedir.

Evet, Denizli hapsinde hakikat böyle tecelli etti. Oralarda açtığın mekteb-i ilm-i irfan ve medrese-i Hazret-i Kur’an’da, orada ve ondan intibaha gelen hapislerde bugün yüzlerce talebe okuyup tenevvür ve tekemmül etmekte ve hepsi de âlem-i insaniyet ve medeniyete yarar birer uzv-u nâfi’ halini almakta, kumarhaneler kapanıp nurhaneye dönmektedir. Asayiş ve inzibata ne büyük yardım…

Kalben ve ruhen terakki ve teali ederek indallah makbul ve memduh bir hale gelmiş, velayet derecesini ihraz ve iktisab etmiş olan sadık ve safi talebelerinden, uğradığın her memleketin kabristanına rahmetli ve mağfiretli birer şehit yatırmak ve başlarına bekçi dikmekle, Risale-i Nur’un zevk-i ruhanîsini onlara da tattırarak, ehl-i kuburun mezar ve merkadlerini pür-nur ve ruhlarını mesrur eyledin.

Senin Sözlerin esna-yı takrir ve tahririnde, kalemin kâğıt üzerinde gayr-ı ihtiyarî yürüyüp seri bir surette ve hiç müsveddesiz ve galatsız, hata ve noksansız yazması ve birkaç saat gibi kısa bir zamanda risale ve kitaplar meydana gelmesi ve bazen tercümanın hastalık ve rahatsızlığına rastlamasına rağmen, tam ve doğru ve dürüst olarak nihayete ermesi, kat’î delildir ki bir eser-i zekâ ve dirayet değil belki Kur’anî bir hârika ve keramettir.

Bu kadar sıkı ve saklı olduğun halde yine bir seyr-i seri ile her tarafa yayılıp yazılmaklığın, kadın ve erkek herkes tarafından telaş ve heyecanla bir panzehir ve bir tiryak gibi hüsn-ü kabule mazhariyetin ve sönsün diye üflenirken sönmeyip bilakis yanıp artan şiddetin, küfr-ü mutlaka ve zındıkaya karşı tek başına merdane ve şahane heybet ve savletin ve nihayet neticede zafer ve galibiyetin, yalnız küre-i arzda değil belki âlem-i melaikede dahi alkışlarla karşılandığı şüphesizdir.

Şimdiye kadar karanlıklarda kalan ve meçhullere karışan fakat zihinleri tahrik ve tahriş etmekten hâlî kalmayan birçok muammaları nurunla aydınlatıp açıkladın ve bizi yollarda yorulup kalmaktan korudun ve kurtardın. Zeminin yedi sene bu dehşetli hengâmında, bu temiz milletin ve bu cennet gibi memleketin sapasağlam bir halde durması ve bütün İslâm diyarının da keza her taarruzdan masûn kalması da bir avn-i İlahî ve imdad-ı Ahmedî aleyhissalâtü vesselâm ve bu nur-u Kur’anî ile olduğu şüphesizdir.

Bu vaziyet-i elîme ve zelile karşısında baştan başa yıkılıp harap olan Hristiyanlık âlemi acaba şimdi ne yapacak? Evet, küfür ve ilhad ya batacak veyahut kendisini ehl-i İslâm’ın ufkunda doğup parlayan Kur’an’a atacak, değil mi?

Sen dergâh-ı ehadiyete ve bârgâh-ı mescid-i uluhiyete giden ve ta zirve-i kemal olan قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْ اَدْنٰى ya dayanan en kısa ve en kestirme ve en doğru yolu açıp gösterdin. Açtığın bu yeni ve yakın yolda, sırat-ı müstakim olan bu evliya ve asfiya caddesinde yol almaya çalışan hasta ve biçare, ihtiyar, ma’lul ve masum, garib ve bîkes, dul ve yoksullar şimdi hep şifahane-i feyz-i hikmetinde muayene ve tedavi olup lâyık oldukları mevki ve hâmiyi bulurlar. Körlere göz, sağırlara kulak, dilsizlere dil veriyor. Dertlilere derman, imansızlara iman sunuyorsun.

Kıyl u kāl ile mâlî ve hak ve hakikatten hâlî olan âsâr-ı muhtelifeyi tetkik ve mütalaa ede ede yorulup usanmış ve hâlâ aradığını bulamamış olan ve şimdi Hak’tan bir nur, bir huzur isteyen kimselere müjdeler verip Nur’a çağırıyorsun. “Ben bütün bilgilerin kaynağı ve bütün fenlerin kaymağıyım. Ve her şeyin zübde ve hülâsası ve gönül şehrinin cilâsıyım.” diyorsun.

Avrupa ve Amerika’nın en yüksek fen ve felsefe mekteplerinde yıllarca okuyup ikmal-i tahsil etmiş olan zekâlı ve akıllı fen ve felsefe mütehassıslarına hakiki ve istifadeli ders vererek, madde ve zerrelerin hakikat ve mahiyetlerini anlatıyor; şuursuz ve idraksiz olan bu basit şeylerden zîhayat ve sahib-i idrak koskoca âlem ve dünyanın nasıl doğduğunu ve nasıl olduğunu gösterip onların idraksiz ve basîretsiz başlarına çarpıyor ve her birini hayretlere düşürüyorsun. Ve bu hakikatleri en ümmi ve âmî bir çocuk ve ihtiyar ve hiç mektep ve medrese görmemiş talebelerine de kolayca bildiriyorsun.

Hele bir dest-i gaybî tarafından basit bir maddenin, kemal-i intizam ve itina ile çalıştırılarak bir tek şeyden birçok şeyler yapabilmesi gibi hakiki tabir-i vecizelerin gönüllere ferahlık ve inşirahla beraber denizler dolusu malûmat veriyor.

Bu vuzuh ve vüs’at ve bu güneş gibi parlak deliller ve sarahat ve işaretler hep senin eser-i keramet-i ilmiye ve nuriyendir. Bütün eller ve dillerde kemal-i iştiha ve iştiyakla dinlenip okunacak ve yazılıp yayılacak en tatlı ve en halâvetli en cazibedar ve en revnaktar yegâne eser-i metin ve nur-u mübin ancak sensin.

Mekteplerin medreseye ve medreselerin tekkelere uymayan ayrı ve gayrı ulûm ve fünununu yeknesak bir hale getirerek ve talib-i ilm ü esrar-ı cihanı yekdil ve yekzeban ederek, vahdet-i İslâm ve insaniyeyi elde tutup birlik ve beraberlik nurunu nessar edecek yine sensin. Bütün dünyaya ilm-i zahir ve bâtın senin menbaın ve madenin olan Kur’an’dan dağılıp yayılarak nizam-ı âlemin istikrarı ve vakt-i merhununa kadar imtidadına ve ibadullahi’s-salihînin istirahat ve isti’lâsına medar ve müessir olacak yine sensin.

Ey nur-u Kur’an ve ey hakikat-i iman! Mademki bugün üç yüz elli milyon İslâm’ın pişvalığını Kur’an namına deruhte ediyorsun. O halde asırlardan beri ehl-i İslâm arasına girmiş ve yerleşmiş olan kötü itikad ve ihtilafları kaldırarak, hüküm süren fitne ve fesadı, nifak ve şikakı dahi kökünden kurutup sevad-ı a’zam olan bu ümmet-i merhume-i Muhammediyeyi (asm) büyük bir kitle ve bir fırka-i naciye halinde Kur’an’ın cenah-ı re’fet ve rahmeti altında inşâallah tâ subh-u mahşere kadar nur-u Kur’an’la saklayacaksın.

“Ne isterseniz benden sorunuz, haber vereyim size. Sorun bana maziden, halden ve istikbalden.” diye ashab-ı izam arasında kendini âleme ilan ve her müşkülü izah ve beyan ve اَنَا مَدٖينَةُ الْعِلْمِ وَ عَلِىٌّ بَابُهَا hadîs-i şerifini ispat ve ayân eden nâşir-i ilim ve irfan ve vâkıf-ı esrar-ı Kur’an Cenab-ı Hazret-i Haydar ile سَلُونٖى قَبْلَ اَنْ تَفْقِدُونٖى فَاِنَّهُ لَايُحَدِّثُ اَحَدٌ بَعْدٖى diye bağıran müçtehidler sertâcı İmam-ı Cafer’den sonra İslâm dünyasındasın. O zatların feyzinden gelip bu asırda temessül ederek سَلُونٖى عَمَّا شِئْتُمْ diye haykıran ve her muammayı açan, her hâili kaldıran ve her maniayı aşan üç münadiden ey Risale-i Nur bir üçüncüsü senin şahsiyet-i maneviyendir. Mazhar olduğun ism-i Rahîm ve Hakîm ve Bedî’in cilveleriyle nur-u safi ve sermedîsiyle, bu mir’at-ı muallâ ve musaffândan âleme ne cilve ve cümbüşler ve neler seyrettirip neler gösteriyorsun.

Kur’an’ın iman hakikatleri karşısında periler peşinde, ruhanî ve melekler, baba oğul, bay u geda, yâr u ağyar halka-i tedris ve envarında aynı safta diz dize oturup ve hep seni dinleyip ruhlara hüda ve şifa ve süruru senden alıyorlar.

İşte Risale-i Nur’un bir hâdimi ve tercümanı olan Üstadım, Allah’ın abdi, İmam-ı Ali’nin manevi veledi ve Gavs-ı A’zam’ın mürididir. Hakk’ın nusreti, Şah-ı Velayet’in himmeti ve Abdülkadir gibi bir sultanın muaveneti ile müeyyed ve mükerremdir. Henüz hizmet-i Kur’aniye ve Nuriyede işi hitama ermemiş ve henüz kalem-i kaza bu cihan-ı fâniden âlem-i bâkiye seyr ü seyahatine müsaade vermemiş olacak ki âlemlerin senedi, ins ve cinnin seyyidi Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın medediyle, o her zehiri şeker ve her şekeri kevser yapıyor. Bu suretle hüzn ü melâl bulutları eriyip dağılıyor.

Nur kapısında durup cahil ve âlime, ümmi ve ârife, zalim ve mazluma, mü’min ve münkire, dost ve düşmana, iyi ve kötüye, hayvan ve haşerata ve bütün zîruha nur saçan Kur’an ve iman hizmetinde bulunup asfiya ve etkıya nişanlarını taşıyan bu mübarek ve âyine-misal Nur şakirdlerin ve manevi şahsiyetin için sizi bütün ehl-i iman ve Kur’an’ın takdir ve tebriğine lâyık ve seza görüyorum.

Ey Kur’an’ın Tercümanı! Nazar-ı dikkat ve im’anla senin bu mir’at-ı mücella olan Risale-i Nur’un şahs-ı manevisine bakan ehl-i ibret ve erbab-ı basîret istese o âyinede Resul-i Hâşimî aleyhissalâtü vesselâmı seyredebilir. Hatta daha keskin bir nazarla baksa o Mahbub-u İlahî’nin gümüş alnını, parlak ve güneş yüzünü görüp vech-i pâkinde dest-i kudretle yazılıp parlayan قُلْ هُوَ اللّٰهُ sure-i şerifesini âlim değil, bir ümmi de olsa okuyup anlar.

Ey mu’cize-i Kur’anî ve ey Nur-u Rahmanî! Şimdi beni biraz da tercüman ve serkâtibin, nâşir-i efkâr ve kâşif-i esrar olan Üstad’ın huzur-u âlî ve irfanına çıkar ve onunla konuştur.

İşte yaşadığı bir küçük ve mütevazi bir kulübe âdeta çırılçıplak. Bir su testisi ve bir kupa, küçük bir gaz ocağı ve bir çinko çanak, sade basit bir yatak. Gayet lüzumlu ve mahdud birkaç eşyadan maada bir şey görünmüyor.

Ancak bir kilo kadar olan aylık erzakı ve zâd u zahîresi paket halinde kâğıtta sarılı, bir çivide asılı duruyor. Bir seccade ve ecza-yı nuriyeleri var. Mülk ü mal, evlad ü iyalden hiçbir eser ve yeryüzünde taht-ı temellük ve tasarrufunda bir karış yer yok. İşte onun zâil ve fâni oda ve eşyası, işte onun mücerred ve münzevi şahsiyeti ve işte onun acı ve elîm hayatı. Yirmi küsur yıldan beri vaktini menfî ve mahpus geçirmekte olduğu hal-i pür-melâli! Şu işkence ve eza, tüyleri ürpertip ciğerleri deliyor. Bu sabır ve tahammülün neden hepsine faik? Hangi imam-ı masumun ve hangi müçtehid-i mazlumun ecr-i azîmi ile mukayese ve muvazene edilecek?

Bu cilve ve çileler olmasa idi, Nur fabrikaların hareket ve faaliyete geçmeyecek mi idi? Bu taarruz ve tesmimler yapılmasa idi, bu nefiy ve inzivalar olmasa idi, acaba hazine-i rahmet-i İlahiye cûş u hurûşa gelmeyecek mi idi? Üstad’ın şu hal-i elemnâki, gözlerden kanlı yaşlar dökerek insanı ağlattırıyor. Fakat o, bu halinden memnun, müteşekki değil. O, zerre kadar fütur değil, bilakis sürur ve huzur duyuyor. O, bu yokluk içinde tükenmez bir varlığa kavuşuyor.

O zaten veraset tarîkıyla kendisine ve mesleğine muvafık gelmeyen ve ulema sınıfına yakışmayan, malın kiri demek olan zekâtı kabul edip aslâ almadığı gibi; ahz u kabulden bir zarar-ı dinî ve bir mahzur-u şer’î olmayan ve mesnun olan hediye ve behiyeleri de kabul etmekten çekinmiş ve kaçınmıştır.

Hatta hükûmet-i cumhuriyenin, kendisine tayin ve tahsis etmek istediği maaşı ve binler lira sarfıyla şahsına ait yaptırmak kararında olduğu mükemmel evi dahi istememiş, reddetmiştir. Daha evvel muhtelif semtlerde teklif olunan memleketin umumî vaizi ve mebusluk gibi yüksek maaşlı memuriyetleri de kabul etmekten imtina ve istinkâf etmiştir.

O hiç dünya ve ehl-i dünyaya ve mal ve metaa bakmıyor. O hiç siyaset ve ihtilafla uğraşmıyor, hırka ve fırka peşinde koşmuyor. Ve böyle olanları da sevmiyor. Ve ancak kabir kapısında durup اَنْتُمْ اَعْلَمُ بِاُمُورِ دُنْيَاكُمْ diyerek, servet-i ebediye ve saadet-i sermediye için çalışıyor. O, cehlin hēdimi ve Nur’un hâdimidir.

Eğer dünyayı istese ve dileseydi, kendisine sunulan hediye ve behiyeleri, zekât ve sadakaları ve teberru ve teberrükleri alsaydı bugün bir milyon servet sahibi olurdu. Fakat o, tıpkı Cenab-ı Ömer’in dediği gibi “Sırtıma fazla yük alırsam, nefs-i nâtıka-i kâinatın kalbi ve Allah’ın habibi Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâma ve yârânı olan kâmil ve vâsıllara yetişemem ve yarı yolda kalırım.” diyor. “Bütün eşya ve eflâki senin için yarattım habibim!” fermanına karşı “Ben de senin için onların hepsini terk ve feda ettim!” diye verilen cevab-ı Hazret-i Risalet-penahîye ittiba ve imtisalen, o da dünya ve mâfîhayı ve muhabbet ve sevdasını terk, hatta terki de terk ederek bütün hizmet ve himmetini ve şu ömr-ü nâzeninini envar-ı Kur’aniyenin intişarına sarf ve hasretmiştir.

İşte bunun için şimdiki çektiği bütün zahmetler rahmet ve yaptığı hizmetler, hikmet olmuş.

“Lütf u kahrı şey-i vâhid bilmeyen çekti azap
Ol azaptan kurtulup sultan olan anlar bizi.”

Mısrî-i Niyazi gibi diyen bu tercüman, her şeyi hoş görerek katreyi umman, âdemi insan ve Kur’an’dan aldığı nurunu âleme sultan eylemiştir.

Âlem-i insaniyet ve İslâmiyet ve Haremeyn-i Şerifeyn’e asırlarca hizmet eden bu kahraman Türk milletini çok sevmesinde ve hayatının mühim bir kısmını hep Türklerle meskûn olan havalide geçirmesinde büyük hikmetler, mana ve mülahazalar olsa gerektir.

Âb-ı rûy-i Habib-i Ekrem için
Kerbelâ’da revan olan dem için

Şeb-i firkatte ağlayan göz için
Râh-ı aşkta sürünen yüz için

Risale-i Nur’a ve Üstada ve İslâm’a zafer ver yâ Rab, âmin!

Ey Risale-i Nur! Seni söndürmek isteyen bedbahtların necm-i istikbali sönsün. İzzet ü ikbali ve şan u şerefi aksine dönsün. Sen sönmez ve ölmez bir nursun.

Boyun bâlâ, gözün şehlâ, gören mecnun seni leyla
Sözün ferşte, gözün arşta, gönül meftun sana cânâ
Nikabın nur, nigâhın nur, kitabın nur senin ey nur
Bağın Nurs, huyun munis, özün İdris ferd-i yekta
Açılmış gül, öter bülbül, yüzünde var zarif bir tül
Yazılmış üstüne nurdan قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْ اَدْنٰى
Sana canın feda etmez mi senden hem görenler hak
Sözün hak hem mesleğin hak hem makamın Kâbetü’l-Ulyâ.

يُرٖيدُونَ لِيُطْفِؤُا نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِمْ
وَاللّٰهُ مُتِمُّ نُورِهٖ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ

Üstadım Efendim Hazretleri!

Ben, bu yazıları Risale-i Nur’un eli ve kalemi ve dili ve bu hakir kalbime ondan sıçrayan bir kıvılcım parçasıyla yazdım. Kabulünü rica eder ve hürmetle ellerinizden öper, dualarınızı beklerim efendim.

Duanıza muhtaç talebeniz
Hasan Feyzi
(Merhum)

(Konferans, Envar Neş., 2016, s. 78-100)

* * *

AVRUPA’DA BULUNAN MÜHİM BİR ÂLİMİN MANZUMELERİDİR.

Ey benim has nur-u didem, ruh-u zübdem kardaşım;
Nurdan olmuş, nuru bulmuş, nurla dolmuş nurdaşım!

İstikamet üzre olsun mesleği sevkin bütün,
İstikamet nisbetinde tam gerek şevkin bütün

Zikr ü fikrin uygun olsun rıfk ile vıfkın bütün
Hizmetince olmuyor mu ücretin hakkın bütün

Gayretin mi’yarıdır hep sendeki zevkin bütün
Mü’min-i kâmil isen dinden coşar aşkın bütün

Eskiden vasfındır ey has müslüman sıdkın bütün,
İsm ü resmin ayrı düşsün gayrıdan farkın bütün

Ey benim has nur-u didem, ruh-u zübdem kardaşım;
Nurdan olmuş, nuru bulmuş, nurla dolmuş nurdaşım!

Ahd-i mü’min; cehdidir hak dinini ihya için.
Cehd-i mü’min; sa’ydir, imanını ihya için

Azm-i mü’min; vakf-ı mevcud, nurunu ibka için
Rezm-i mü’min; bezl-i candır, emrini icra için

Deyn-i mü’min; nar-ı küfrü durmamak itfa için
Din-i mü’min; kinledir her dinsizi imha için.

Vasf-ı mü’min; neşr-i dindir beytini inşa için.
Şan-ı mü’min; hep çalışsın şartını îfa için

Ey benim has nur-u didem, ruh-u zübdem kardaşım;
Nurdan olmuş, nuru bulmuş, nurla dolmuş nurdaşım!

Müslümanım dersin, imanında sağlam sadık ol,
Sıdkına bürhan getir, Hak emrini hep nâtık ol.

Akdini teyid için misakla bağlan, vâsık ol.
İlleti teşhis edip de yap tedavi, hâzık ol.

Fâsık olma, mârık olma, lâhik olma, sâbık ol!
Her cihetten olma dûn, emsaline sen faik ol!

Ehl-i hakka, nur-u hakka, din-i hakka âşık ol!
Sâbıkînin zümresinde kaydın olsun, lâyık ol!

Ey benim has nur-u didem, ruh-u zübdem kardaşım;
Nurdan olmuş, nuru bulmuş, nurla dolmuş nurdaşım!

Gafil olma, müntebih ol, daima ey müslüman,
Aç basarla iç basiret gözlerini her zaman.

Kalbine sığmış senin şu hâkidanla âsuman.
Kendini pek görme âlemlerde dûn u müstehan!

Gerçi nâsut u zemin olmuş sana bir âşiyan,
Lâkin elyak, nazm-ı hakka yine sensin tercüman.

Feyzine müştak felek, manana meftun kudsiyan,
Mutmain ol ki, muînin hep Huda-i Müstean.

Ey benim has nur-u didem, ruh-u zübdem kardaşım;
Nurdan olmuş, nuru bulmuş, nurla dolmuş nurdaşım!

Ey mükerrem Hak kulu, tutmakta kendi nurunu!
Ey mufaddal abd-i âciz, anlayan meş’urunu!
Ey mübeccel cirm-i asgar, borç bilen memurunu!
Ey münevver cism-i ekrem, farkeden makdûrunu!
Ey mümeyyiz akl-ı vâhid, söyleyen meysurunu!
Ey müna’am nefs-i mümtaz, isteyen mevfurunu!
Ey mükemmel ruh-u insan, söyleyen düsturunu!

Ey benim has nur-u didem, ruh-u umdem kardaşım;
Nurdan olmuş, nuru bulmuş, nurla dolmuş nurdaşım!

Hâfız Ali

* * *

SAİD NUR’A

Gına bulduk, büyük servet
Gınasından Said Nur’un.
Şifa bulduk, yeter devlet
Devasından Said Nur’un.

Tarîkında zaferyâbız
Şiarıyla şerefyâbız
Şükür Hakk’a feyizyâbız
Duasından Said Nur’un.

Medarında nümudarız
Huzurundan haberdarız
Hübubiyle havadarız
Sabasından Said Nur’un.

Çıkan yoktur zılalinden
Kaçan yoktur cemalinden
Misal aldık hısalinden
Edasından Said Nur’un.

Dürûsuyla muallâyız
Salahiyle müzekkâyız
Musaffayız, murebbayız
Gıdasından Said Nur’un!

Zuhuruyla belâğ gördük
Şuuruyla çerağ gördük
Füyuzuyla şuâ gördük
Ziyasından Said Nur’un.

Şerif oldu şerafette
Delil oldu delalette
Biz aldık nur hidayette
Hüdasından Said Nur’un.

Bed olduk biz ve nîk olduk
Saadette şerik olduk
Emir olduk, melik olduk
Hümasından Said Nur’un.

Resulden tam hısal almış
Velilerden mecal almış
Eâli hep makal almış
Nidasından Said Nur’un.

Süleymandan, selim anlar
Ganemden de halîm anlar
Fehîm anlar, alîm anlar
Nevasından Said Nur’un.

Ne mizan var, ne de ölçek
Hakikattır bu söz gerçek
Zekâ-ender olan yüksek
Dehasından Said Nur’un.

Kelâm almak, nizam almak
Tamamıyla meram almak
Ne mümkündür makam almak
Sivasından Said Nur’un.

Ne kuvvetli o temyizi
Ne hoş tab’ı dil-âvizi
Uzaklaşmaz tilamizi
Fezasından Said Nur’un.

Gören lazım, o çağrılmak
Selâmlanmak ve kayrılmak
Kimin haddi hiç ayrılmak
Gazâsından Said Nur’un.

Onun hasmı değil mâric
Onun dostu olur âric
Derim olmaz kalan hariç
Livasından Said Nur’un.

Ne nimettir nur olmakta
Ne rahmettir hür olmakta
Elîmdir pek dûr olmakta
Likasından Said Nur’un.

Vuzuh bulmak, hafâ bulmak
Gelir ondan vefa bulmak
Müyesserdir safa bulmak
Bekasından Said Nur’un.

Alâsından âlî olduk
Velâsından veli olduk
Hafî olduk, halî olduk
Rehasından Said Nur’un.

Seherlerde kanat açtım
Ufuklarda bir iz seçtim
Sehî oldum biraz geçtim
Semasından Said Nur’un.

Hitap ettim umum halka
Kitap yazdım karin hakka
Eser koydum düşüp aşka
Kuvasından Said Nur’un.

Bilâd memnun, ibad memnun
İmad memnun, idad memnun
Reşad memnun, cihad memnun
Senasından Said Nur’un.

Bu canlar hep fedamızdır
Onunçün hep ricamızdır
Mezid ömrü duamızdır
Hudasından Said Nur’un.

Hâfız Ali

* * *

SAADET O SAİD’E

Feyyaz-ı Ezel verdi saadet o Said’e
Deyyan-ı Ebed koydu hidayet o Said’e.

Mevcud eserinden okunur nur-u hakaik
Hak, doğmadan etmişti inayet o Said’e.

Mebzul, medenî bin harekâtında zafer var
İrfan ise nefhetti celadet o Said’e.

Dinî nice bin işde o olmuş müteâlî
İman dahi dökmüş ne salabet o Said’e.

Mesbuk, müteâlî hidematında muvaffak
Vaki’ her işi açtı selâmet o Said’e.

Hep hârikalarla doludur şanlı hayatı
Hep mu’cizeler yazdı beraat o Said’e.

Âsârını tedkik ediver gör ne feyiz var
Er sen de… Rab erdirdi fazilet o Said’e.

Ahkâmını i’lâya mücahid ne gazâdır
Şâfi’ olacak Zât-ı Şeriat o Said’e.

İcrasına her emrini, her nehyini azim
Dareyni saadet kıldı diyanet o Said’e.

Meslekte ilâ-yevm-i kıyam sabit olan Nur
Nur kendisi saçmakta beşaret o Said’e.

Mahsus ona ta’zim ile tekrim sona varsın
Lâyık “heme hürmet ve riayet” o Said’e…

Hâfız Ali

(Konferans, Envar Neş., 2016, s. 104-114)

* * *

TASVİR-İ HAKİKAT

Bu Nurlara Bismillah ile girelim ey kardaşlar
Bu sözlere hamdederek başlayalım ey yoldaşlar

Bu bağlara şükrederek biz bakalım ey haldaşlar
Bu gülleri fikrederek koklayalım ey dindaşlar

Tullab-ı Nur’un elleriyle kurtulacak çok düşmüşler
Nâşirlerinin dilleriyle dirilecek çok ölmüşler

*

Selâm olsun hepinize ey Kur’an’ın hâdimleri
İkram olsun ruhunuza ey Nurların nâşirleri

İman dolsun kalbinize ey Sözlerin kâtipleri
Envar dolsun kabrinize ey Nurların şakirdleri

Tullab-ı Nur’un elleriyle kurtulacak çok düşmüşler
Nâşirlerinin dilleriyle dirilecek çok ölmüşler

*

Talebelerin Üstad’ına “Said” derler hem adına
Bu ümmetin imdadına “Nursî” memur irşadına

Nasihati ihvanına: “Koşun halkın ıslahına
Nurla gidin yanlarına, davet edin ahkâmına.”

Tullab-ı Nur’un elleriyle kurtulacak çok düşmüşler
Nâşirlerinin dilleriyle dirilecek çok ölmüşler

*

Korkmayınız kıyl ü kalden Allah sizi kurtaracak
Yılmayınız hücumlardan, Sözler sizi kurtaracak

Bıkmayınız derd-i gamdan, Nurlar sizi kurtaracak
Çıkmayınız nurlu yoldan, yoktur başka kurtaracak

Tullab-ı Nur’un elleriyle kurtulacak çok düşmüşler
Nâşirlerinin dilleriyle dirilecek çok ölmüşler

*

Birlikleri tevhidlidir, yok bunlarda ayrılık
Fikirleri teslimlidir, yok bunlarda gayrılık

Kullukları imanlıdır, yok bu zümrede azgınlık
A’malleri ihlaslıdır, yok işlerinde bozukluk

Tullab-ı Nur’un elleriyle kurtulacak çok düşmüşler
Nâşirlerinin dilleriyle dirilecek çok ölmüşler

*

Üstadları yalnız iken sırran oldu tenevverat
Şakirdleri pek az iken binler oldu bak ne hikmet

Hēdimleri pek çok iken Allah verdi Nur’a nusret
Bu Hulusi bir mûr iken Allah verdi şükr-ü nimet

Tullab-ı Nur’un elleriyle kurtulacak çok düşmüşler
Nâşirlerinin dilleriyle dirilecek çok ölmüşler

Talebeniz Hulusi

(Konferans, Envar Neş., 2016, s. 115-117)

* * *

(Çok yerlerde neşredilen ve Başvekile verilen bir hakikattir.)

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Üstadımızın otuz beş seneden beri siyasetten çekildiği ve yirmi sekiz senedir mahkemeler, siyasete karıştığına dair hiçbir emare bulamadıkları halde; şimdi yatağında hasta yatarken İstanbul’un bazı ceridelerinin iftiralarına karşı, eskiden Heyet-i Vekileye verdiği bu istidayı, bu defa Meclis-i Mebusana ve Vekiller Heyetine verilen istidaya zeyl yapmaya tekrar mecbur olduk.

(Hizmetinde bulunan Nur talebeleri)

* * *

(Kardeşlerim! Münasipse Başvekile ve dindar mebuslara verilmek üzere, ihtara binaen yazdırılmış gayet ehemmiyetli, mahremce bir hakikattir.)

Mukaddime: Kırk seneye yakın siyaseti terk ettiğimden ve ekser hayatım bir nevi inzivada geçtiğinden, hayat-ı içtimaiye ve siyasiye ile meşgul olmadığımdan büyük bir tehlikeyi göremiyordum. Bugünlerde o dehşetli tehlike bu millet-i İslâmiye ve bu memleket ve hükûmet-i İslâmiye’ye büyük bir zarar vermeye zemin hazırlanıyor, hissettim. Mecburiyetle, İslâmiyet milliyeti ve hâkimiyeti ve memleketin selâmeti için çalışan ehl-i siyaset ve içtimaiyat-ı beşeriyeye hamiyet ile çalışanlara, bana gayet şiddetli manevi bir ihtar edildiği için onlara iki noktayı beyan edeceğim:

Birinci Nokta: Gazeteleri dinlemediğim halde, bir iki senedir “irtica ile ittiham” kelimesinin mütemadiyen tekrarını işitiyordum. Eski Said kafasıyla dikkat ettim, kat’iyen gördüm ki:

Siyaseti dinsizliğe âlet yapan ve beşerdeki en dehşetli vahşet ve bedevîlik kanun-u esasîsine irticaya çalışan ve hamiyet maskesini başına geçiren gizli İslâmiyet düşmanları, engizisyona rahmet okutturacak gaddarane bir ittiham ile; ehl-i İslâmiyet, hamiyet-i diniye ve kuvvet-i imaniye cihetiyle siyaseti o gizli dinsizlerin aksine olarak dine bir nevi âlet gibi müsait yapmakla; yani İslâmiyet kuvvet-i manevisinden bu hükûmet-i İslâmiyeyi kuvvetlendirmek ve dört yüz milyon hakiki kardeşi arkasında ihtiyat kuvveti bulundurmak ve Avrupa dilenciliğinden kurtulmak için çalışanlara irtica damgasını vurup hem onları memlekete zararlı tevehhüm etmeleri, yerden göğe kadar hadsiz bir haksızlıktır. Binler numunelerinden bir numunesini, bu asrın zulmüne karşı bir set olarak İkinci Nokta’da beyan edeceğiz.

İkinci Nokta: Beşerin en vahşi ve bedevîlik zamanında bir kanun-u esasîsi, şimdiki en yüksek medeniyette kendini zannedenlerin bir kısmı, irtica ile o vahşete ve bedevîliğe geri dönüyorlar. Beşerin selâmet, adalet ve sulh-u umumîsini mahveden o dehşetli vahşiyane kanun-u esasîsi, şimdi bizim bu biçare memleketimize girmiş veya girmek istiyor. Particilik gibi bazı cereyanları aşılamaya başlamış. O kanun-u esasî de budur:

Bir taifenin bir ferdinin hatasıyla o taifeyi, o cereyanı, o partiyi, bütün fertlerini mahkûm ediyor. Bir hatayı, binler hata hükmüne geçiriyor. İttifak ve ittihadın temel taşı olan kardeşlik, vatandaşlık, muhabbet ve uhuvveti zîr ü zeber ediyor. Böyle birbirine muarız kuvvetler, kuvvetsizlikle zayıfladığı için Fransız İhtilal-i Kebiri’nin bir numunesini göstermeye vesile oldukları halde o gaddar, engizisyonane ve bedeviyane ve vahşiyane o kanuna karşı; ayn-ı adalet ve hakikat وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى olan nass-ı kat’îsiyle Kur’an-ı Hakîm’in bir kanun-u esasîsi ve muhabbet ve uhuvvet-i hakikiyeyi temin eden ve bu millet-i İslâmiyeyi ve memleketi büyük tehlikeden kurtaran bu kanun-u esasî ki: Birisinin hatasıyla başkası mes’ul olamaz. Kardeşi de olsa taifesi de olsa partisi de olsa o cinayete şerik sayılmaz. Olsa olsa o cinayete bir nevi tarafgirlikle yalnız manevi günahkâr olur. Âhirette cezasını görür, resmen ve kanunen mes’ul olamaz.

Eğer bu kanun-u esasî çabuk düstur-u esasî yapılmazsa hayat-ı içtimaiye-i beşeriye, iki harb-i umumînin gösterdiği tahribatın emsaliyle esfel-i safilîn olan vahşi irticaya düşecek.

İşte Kur’an’ın bu kanun-u esasîsine irtica namını veren bedbahtlar, vahşet ve bedevîlik dehşetli bir kanun-u esasîsi olarak kabul ettikleri şimdiki öylelerinin siyasetinin bir nokta-i istinadı şudur ki:

“Cemaatin selâmeti için fert feda edilir. Vatanın selâmeti için eşhasın hukuku nazara alınmaz. Devletin siyasetinin selâmeti için cüz’î zulümler nazara alınmaz.”

diye bir tek cani yüzünden bir köyü mahvetmekle bin masumun hakkını nazara almaz. Bir adamı yaralamakla binler masumu sıkıntıya vermek ve iki yüz adamın kurşuna dizilmesini yirmi sene nazara almamak ve Birinci Harb-i Umumî’de üç bin adamın caniyane siyaset hatalarıyla otuz milyon biçare nev-i beşer aynı harpte mahvedildiği gibi binler misaller var.

İşte bu vahşiyane irticanın bu dehşetli zulümlerine karşı gelen Kur’an şakirdlerinin Kur’an’ın yüzer kanun-u esasîsinden وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى âyetinin ders verdiği kanun-u esasî ki adalet-i hakikiye ve ittihat ve uhuvveti temin etmeye çalışan ehl-i iman fedakârlarına “irtica” namını verip onları müttehem etmek; mel’un Yezid’in zulmünü, adalet-i Ömeriyeye tercih etmek misillü en vahşi ve zalimane bir engizisyon kanununu, beşerin en yüksek terakkiyatına ve adaletine medar olan Kur’an’ın mezkûr kanun-u esasîsine tercih etmek hükmündedir.

Hükûmet-i İslâmiye ile bu memleketin selâmetine çalışan ehl-i siyaset tam dikkat etsinler. Yoksa iki üç kuvvetli cereyanın büyük muaraza etmesiyle, o kuvvetlerin muaraza sebebiyle, memleketin menfaatine sarf edilecek kuvvetleri binden bire iner. O zayıf kuvvetle ne hâkimiyetini –hatta istibdat ile de olsa– asayiş ve emniyet-i umumiyeyi muhafazaya kâfi gelmediğinden, Fransız İhtilal-i Kebiri’nin tohumlarını bu mübarek memleket-i İslâmiyeye ekilmeye yol vermektir.

Madem bu ittifaksızlıktan gelen zafiyet ve kuvvetsizlik sebebiyle ecnebinin aldatıcı politikasına ve bir cihette ehemmiyetsiz yardımlarına karşı bu acib manevi rüşvetler veriliyor. Dört yüz milyon kardeşin uhuvvetine ve milyarlar ecdadın mesleğine ehemmiyet verilmiyor gibi bir mana hükmediyor. Ve asayiş ve siyasete zarar gelmemek için israfat ve ihtilafat zafiyetiyle bol maaşlar vermeye kendilerini mecbur zannediyorlar. Milletin fakr-ı hali nazara alınmıyor.

Elbette ve elbette ve kat’î olarak şimdi bu memlekette ehl-i siyaset garba ve ecnebiye verdiği manevi rüşvetin on mislini, müsalemet-i umumiyeyi ve tam bir kuvvet bu hükûmet-i İslâmiyeye temin etmek ve ahali mabeyninde ihtilaf yerine ittihat ve tesanüdü kazanmak için âlem-i İslâm’ın istikbaldeki cemahir-i müttefikası olan dört yüz milyon Müslüman kardeşlere, memleket ve milletin selâmeti için öyle azîm bir bahşiş ve zararsız rüşvet vermek lazım ve elzemdir.

İşte o makbul ve lazım ve çok menfaatli bahşiş ise: Teavün-ü İslâmî ve hediye-i Kur’aniye ve kudsî kanun-u esasî olan

اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ ۞ وَ اعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَمٖيعًا ۞ وَ لَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى ۞ وَ لَا تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَ تَذْهَبَ رٖيحُكُمْ

gibi kudsî âyetleri, Kur’an’ın esasî kanunlarını düstur-u hareket etmektir.

Said Nursî

(Konferans, Envar Neş., 2016, s. 144-150; bk. Emirdağ Lahikası-II, 170. Mektup)

* * *

(Üniversiteli bir Nur talebesinin beraetle neticelenen mahkemedeki müdafaasıdır.)

Âdil Mahkemenin Muhterem Hâkimleri!

Dinî ve şahsi nüfuz ve maddi menfaat temin etmek amacıyla propaganda yapmakla müttehem olarak huzurunuza gelmiş bulunuyorum. Şunu hemen beyan edeyim ki bu ittihamların hiçbirisi ile alâkam yoktur. Esasen sayın savcının beraet talebi de bu hususu teyid etmektedir. Kendilerine teşekkür ederiz. Zaten yapılan iddialar da herhangi bir delile dayanmamakta ve sadece vukufsuz ve salahiyetsiz bir ehl-i vukufun şahsi ve indî ve garazkâr mütalaalarına istinad etmektedir. Bu hususun siz âdil Türk hâkimlerinin gözlerinden kaçmayacağına kaniim.

Sayın ehl-i vukufun bütün iddialarını da reddederken şunu hemen belirtmeliyim ki hem Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri hem onun telifatı olan Risale-i Nur hem de Risale-i Nur’u okuyan tekmil Nur talebeleri, yapılan isnadların cümlesinden müberradır.

Evet, bizler Risale-i Nur’u okuduk, okuyoruz ve okumakta da hayatımızın sonuna kadar devam edeceğiz ve Risale-i Nur’un neşri için mâlik olduğumuz beşerî gücü de sarf etmekten geri durmayacağız. Başta Bedîüzzaman olmak üzere yüzlerce, binlerce Müslüman Türk evladı cehdle çalışmış, Üstad Bedîüzzaman ruhlarını teslim ettikleri son dakikalara kadar bu cehdi devam ettirmişlerdir.

Fakat hiçbirisi, hiçbir yerde, hiçbir şekilde bir defacık olsun maddi menfaat, şahsi nüfuz gibi dünyaya bakan sakîl gayelerle hareket etmemişlerdir. Buna şahidimiz, evveliyatı yarım asrı bulan Risale-i Nur’un tarihçesidir. Başta 31 Mart Divan-ı Harb-i Örfîsi olmak üzere bugüne kadar cereyan eden yüze yakın Risale-i Nur ve müellifi ve talebeleriyle ilgili davaların istisnasız her birinin adem-i takip veya beraetle neticelenmesidir.

Risale-i Nur hakkında rapor veren ehl-i vukuflar daima tek noktada Risale-i Nur’un bu memleket için pek faydalı ilmî, ahlâkî eserler olduğunu, siyasi gayelerden uzak, maddi menfaati nazara almayan bir Kur’an tefsiri bulunduğu noktasında ittifak etmişlerdir. Vukufsuz, garazkâr bir iki ehl-i vukufun mahkemeler tarafından kabul edilmemiş olan raporları, konumuzun dışında kalır.

Yine Türk adliyesinin yurdun muhtelif yerlerinde verdikleri müteaddid adem-i takip ve beraetlerle Nur talebelerine yapılan tarîkatçılık, cemiyetçilik, menfaatçilik, şahsi nüfuz, devletin temel nizamlarını dinî esaslara uydurmak gibi isnadların zerre miktar hakikat payı ihtiva etmedikleri teslim ve nazar-ı âmmeye ilan edilmiştir.

Hâl böyleyken Risale-i Nur’dan, onu okuyanlardan ne isteniyor ki mahkemenin birisi bitmeden diğer birisi başlıyor? Senelerdir adliyeyi fuzulî meşgul etmekten, hükûmeti ve bir kısım memurları boş yere telaşa düşürmekten gaye nedir? Niçin binlerce, yüz binlerce asil Türk gençlerinin vicdanları tazip, huzurları ihlâl edilmek ve yurtta bir mesele çıkarılmak isteniyor? Bu bitip tükenmeyen tezvir dolaplarının ipleri kimin elinde?

İşte yüzlere çıkarabileceğimiz istifhamlar!..

Kısaca şunu söyleyelim:

Asırlardır bu milleti kuvvetle, madde ile, topla, tüfekle yıkamayan; Türk’ün, İslâm’ın düşmanları taktik değiştirmişler. Bir din yok edilmek, vicdanlardan çıkarılmak isteniyor. Bir millet yere serilmeye azmedilmiş. Gençliğinin dimağları boşaltılmak, bu boşluğu bâtıl fikirler, solak düşüncelerle doldurulmak isteniyor. Anasına itaat etmeyen, babasına hürmeti olmayan, hocalarına isyan eden, cemiyete isyan eden, İlahî kanunlara isyan eden, Allah’a isyan eden, kendine isyan eden, ne yaptığını bilmeyen bir âsi gençlik meydana getirilmek isteniyor. Ve işte sinema köşelerinde kuyruk, sokak başlarında işsiz, kahve köşelerinde kumarbaz, mektepte başarısız! Gazetelerde yazarlara sermaye, haberlerde kaçak, cani, hırsız, ahlâksız ve kimsesiz… Ana ondan dert yanıcı, baba ondan şikayetçi, öğretmen ondan şikayetçi, polis ve hükûmet ondan şikayetçi; pedagoglar onlar için toplanır. Eğitim kongrelerinde birinci sandalyeye onun konusu oturtulur. Mütefekkirlerimiz onlar için kafa yorar, mürekkep harcar, kâğıtlar karalar. Fakat cemiyeti yiyip bitirmekte, anarşizmin korkunç girdaplarına sürüklemekte olan içtimaî verem gittikçe had safhaya girmekte; ikinci, derken üçüncü devreye vâsıl olmaktadır.

Biz bunun sebeplerini, müsebbiblerini ve ilacının ne olabileceğini düşünürken, bir İngiliz Müstemlekat Nâzırının Kur’an-ı Kerîm’i eline alarak,

“Bu Kur’an, Müslümanların elinde varken biz onlara hakiki hâkim olamayız. Ya bunun kaldırılmasına veya çürütülmesine çalışmalıyız.”

sözünü hatırlıyoruz. Ve bu gazete haberi üzerine:

“Kur’an’ın hakikatini neşredeceğim, onun nuruyla küfrün zulümatını dağıtıp kâfirlerin tecavüzatına set çekeceğim.”

diyerek ileri atılan Bedîüzzaman’ı ve bu hamlesinden sonraki tarihçe-i hayatını bir anda düşünce şeridinde fikrin gözü ile seyrediyoruz… Derken muamma çözülüyor. Bütün istifhamlar cevaplanıyor, içimizdeki iftira dolaplarını çeviren, tezvir fabrikalarını işletenlerin ipleri kimin elinde imiş, kimler namına sa’y ü gayret gösteriyorlarmış. Bedîüzzaman’ın gayesi ne imiş, Risale-i Nur hangi maksat için yazılmış? Türk adliyesinin her defasında beraet vermesindeki isabet; garazsız, ehliyetli ehl-i vukufların ve Diyanet Riyasetinin her defasında her bir eser ve her bir mektup için takdirkârane müsbet raporlar vermesindeki sır anlaşılıveriyor.

Evet, Muhterem Hâkimler!

Yukarıda da izah edildiği gibi Risale-i Nur, ahlâksızlık girdaplarına batmakta olan cemiyet gemisini selâmetli ahlâk sahiline çıkarmak ve onu kurtarmak için telif edilmiştir. Onu okuyan, onda bu hakikati gören; yüzlerce, binlerce, yüz binlerce insan kendini o girdaptan kurtarıyor. İmansızlığın ve onun neticesi olan ahlâksızlığın sıkıntısından, azabından kurtulup tahkikî ve hakiki imanın lezzetleriyle sükûna, emniyete kavuşuyor. Böyle bir insan, kendine bu saadeti bahşeden bir müellife, bir esere elbette minnettar olur, ona karşı sırf Allah rızası için kalbinin derinliklerinden gelen, ölçüsüz bir sevgi ile hürmet duyar, alâka gösterir. İşte size bir Nur talebesinin objektif bir portresini çizdim.

Ben de taklidî imanın kararsızlığından, istikametsizliğinden ve her çeşit tehlike ve sıkıntısından, tahkikî imanın sahil-i selâmetine, Risale-i Nur’u okumak suretiyle çıkmış, bu sebeple onu kalben sırf Allah rızası için sevmiş ve onun neşrini diğer muhtaçlara da duyurulmasını gaye-i hayat edinmiş Müslüman bir Türk genciyim.

Risale-i Nur imanî meselelerde hem ruha hem kalbe hem akla ve hem de yirminci asrın idrakine uygun bir tarzda izahatta bulunduğu için tesiri büyük oluyor. Bu sebebledir ki şimdiye kadar hiçbir Nur talebesinin adliyeye intikal eden müstekreh bir hareketi vuku bulmamış, asayiş-i umumiyeyi ihlâl eden, kanunlara uymayan hiçbir davranışı, hiçbir zaman hiçbir yerde görülmemiştir.

Risale-i Nur hizmetinden dünyevi hiçbir menfaat beklenmez. Çünkü onun bağlı olduğu kudsî hakikat değil çürümeye, yok olmaya mahkûm olan fâni dünyaya, hatta kâinata bile âlet edilemez. Dünyaya bakan ciheti; ahlâkı düzeltmek, dünya ve âhiret saadetlerinin beratı ve senedi olan iman-ı tahkikîyi Müslümanların eline vermek ve haricî tecavüzata karşı manevi cihad etmektir.

Bedîüzzaman diyor ki:

“Bir tek gayem vardır: O da mezara yaklaştığım bu zamanda İslâm memleketi olan bu vatanda Bolşevik baykuşlarının seslerini işitiyoruz. Bu ses âlem-i İslâm’ın iman esaslarını zedeliyor, halkı bilhassa gençleri imansız yaparak kendisine bağlıyor. Ben bütün mevcudiyetimle bunlarla mücadele ederek, gençleri ve Müslümanları imana davet ediyorum. Bu imansız kitleye karşı mücadele ediyorum. Bu mücahedem ile inşâallah Allah huzuruna gitmek istiyorum. Bütün faaliyetim budur. Beni bu gayemden alıkoyanlar da korkarım ki Bolşevikler olsun. Bu iman düşmanlarına karşı mücahedeyi açan dindar kuvvetlerle el ele vermek benim için mukaddes bir gayedir. Beni serbest bırakınız, el birliğiyle komünistlikle zehirlenen gençlerin ıslahına ve memleketin imanına ve Allah’ın birliğine hizmet edeyim.”

Komünizmin kızıl alevleri Anadolu’nun çatılarını ciddi tehdit etmeye başladığı bugünlerde, bu çağrının ve bu davetin mana ve ehemmiyeti daha iyi anlaşılıyor.

Risale-i Nur’un ehemmiyeti ecnebiler tarafından da takdire ve (hatta Almanya’da olduğu gibi kendi lisanlarıyla) neşrine başlanmıştır. Aldığımız bir mektupta on beş ailenin, Cenevre’de Risale-i Nur’u okuyarak Müslüman olduklarını yazıyordu. Daha da çoğaltabileceğimiz misalleri kısa kesiyorum.

Muhterem Hâkimler!

Şunu beyan etmek istiyorum: Risale-i Nur, yirminci ilim asrının Kur’an-ı Kerîm tefsiridir. Bunu dikkatle okuyan, bir Müslüman’sa taklidî imandan kurtuluyor. Ecnebi ise hidayete kavuşuyor. Dünyevi ve maddi hiçbir gayesi yok. O sadece âhirete, Allah rızasına bir vasıta yapıldığı için yapılan her çeşit isnadlar, iddialar; asılsız, mesnedsiz birer iftiradır. Risale-i Nur zararlı değil, faydalıdır. Şüheda yurdu olan şu aziz vatana Risale-i Nur’u okuyarak hizmetten, fedakârlıktan başka hiçbir gayem yoktur.

Binaenaleyh kitaplarımızın iadesini ve beraetimi ister, hürmetlerimi sunarım.

Üniversite Nur talebelerinden
İbrahim

(Konferans, Envar Neş., 2016, s. 166-173)

* * *

MİFTAHÜ’L-İMAN

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Meslek-i Kur’anîde tam gitmeyen, hususan aklı nakle tercih eden Mutezile imamları ve yalnız aklına itimat eden işrakiyyun feylesofları ve onların silahıyla onları mağlup etmeye kendilerini mecbur zanneden ehl-i hakikat ve Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat allamelerinin dersini anlamak için çok sene ders almak lazım geliyordu. Feyz-i Kur’an ile Risale-i Nur bir senede o on senelik vazife-i imaniyeyi görüyor.

Eski zamanda ilm-i kelamda büyük âlimler ve dindar feylesoflar marifetullah için esbab silsilesinin devir ve teselsülünün muhaliyetini göstermekle marifetullah ve Vâcibü’l-vücud’un vahdaniyetini ispat ederlerdi.

Kur’an-ı Hakîm’in hakikati ve mu’cizane mesleği, her şeyde marifetullaha bir pencere açar. O ulema ve feylesofların mecmu-u âlemde gösterdikleri hüccet-i ehadiyet ve bürhan-ı vahdaniyeti her bir şeyde hatta her bir zerrede gösterir. وَ فٖى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰى اَنَّهُ وَاحِدٌ hakikati bunun mücmel bir ifadesidir. Yani zerrelerden yıldızlara kadar her şeyde bir pencere-i tevhid var. Doğrudan doğruya Zat-ı Vâcibü’l-vücud’u sıfatı ile bildiren ayetler yani delalet ve işaretler var.

İşte Kur’an-ı Hakîm’in bu mu’cizane hakikatinin, şimdi ehl-i imana karşı küfr-ü mutlakın dehşetli hücum ettiği bu zamanda bir cilvesi olan Risalei’n-Nur, yarım asırdan beri küfr-ü mutlakı kırıyor ve en muannidlerini susturuyor. Risale-i Nur’da Kur’an’ın feyzinden gelen iki üç hassa sebebi ile o, hiçbir zarar ve zahmet vermiyor. Ve tahsili için çok zaman istemiyor.

Birinci Hassa: Ulema-i ilm-i kelâmın ve feylesofların eskiden beri münazara âdeti olarak, muarızın şüphelerini ve itirazlarını söyledikten sonra cevap vermek âdetleri, Risale-i Nur’da bir iki risalecikten başka yoktur. Belki hakikati öyle parlak ve kat’î surette beyan ediyor ki o şüphe her nefsin hatırına gelmiyor. Ve şeytan dahi hatıra getiremiyor.

Hem hiçbir bulantı vermeden en derin mesail-i hakikati, en âmî bir adama dahi ders veriyor. Mi’rac ve haşr-i cismanî ve kader ve cüz-i ihtiyarî gibi meseleler… Hâlbuki eski ulemanın eserlerindeki derin meseleleri âmî ve tecrübesiz gençlere bulantı vermemek için ders verilmesi men’ ve yasak ediliyordu. Fakat Risale-i Nur, en derin mesaili en âmîye belki bir çocuğa zararsız olarak bildiriyor.

İkinci Hassa: Nasıl bir memlekete lazım olan su, dağlara açılan küngânlar ve kanallarla getirilirken, şimdi nereye vurulsa su çıkaran bir alet icad edilmesi temsili gibi; iman ve marifetullah olan abıhayatı getirmek için uzak yerlere ta semavata ve âlemin mecmuuna lüzum kalmayarak, her bir şeyde o abıhayatı çıkaran Kur’an-ı Hakîm’in tezgâhından nurani bir asânın çıkmasına benzer.

İşte Hazret-i Musa aleyhisselâmın asası ile bir taşta on iki çeşme akıtması ve beraberindekileri susuzluktan kolayca kurtarması gibi; Risale-i Nur da bir asa-yı Kur’anî olarak herkesin fehmine göre abıhayatı içiriyor ve yerini gösterip susuzluktan kurtarıyor.

Hem de Risale-i Nur’un kırk mecmuasından Asa-yı Musa namındaki bir mecmuası, o asâ-yı Kur’anînin bir ucudur.

Üçüncü Hassa: Risale-i Nur hem vahdet hem vücub-u vücud ispatında bir hüccetle çok neticeleri beraber ispat eder. Mesela, göz bebeğindeki bir zerrenin acib vazifesi ile hem kâinat Sâni’inin vücub-u vücudunu hem vahdetini hem muhit ilmini ve hadsiz kudretini ve nihayetsiz iradetini ve sair sıfatlarını aynı delilde ispat eder.

(Miftahü’l-İman, Envar Neş., 2005, s. 84-87)

* * *

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

(Risale-i Nur’dan Sikke-i Tasdik-i Gaybî mecmuasında, on dokuzuncu sahifedeki bir lâhika mektubundan “iman ile kabre girmek” hakkında mühim bir mektuptan bir parçadır)

İman-ı tahkikî, ilmelyakînden hakkalyakîne yakınlaştıkça daha selbedilemeyeceğine ehl-i keşif ve tahkik hükmetmişler. Demişler ki: Sekerat vaktinde şeytan vesvesesiyle ancak akla şüpheler verip tereddüde düşürebilir. Bu nevi iman-ı tahkikî ise yalnız akılda durmuyor. Belki hem kalbe hem ruha hem sırra hem öyle letaife sirayet ediyor, kökleşiyor ki şeytanın eli o yerlere yetişemiyor; öylelerin imanı zevalden mahfuz kalıyor.

Bu iman-ı tahkikînin vusulüne vesile olan bir yolu, velayet-i kâmile ile keşif ve şuhud ile hakikate yetişmektir. Bu yol ehass-ı havassa mahsustur, iman-ı şuhudîdir.

İkinci Yol: İman-ı bilgayb cihetinde sırr-ı vahyin feyziyle bürhanî ve Kur’anî bir tarzda, akıl ve kalbin imtizacıyla hakkalyakîn derecesinde bir kuvvet ile zaruret ve bedahet derecesine gelen bir ilmelyakîn ile hakaik-i imaniyeyi tasdik etmektir.

Bu ikinci yol; Risaleti’n-Nur’un esası, mâyesi, temeli, ruhu, hakikati olduğunu has talebeleri görüyorlar. Başkaları dahi insafla baksalar Risale-i Nur’un hakaik-i imaniyeye muhalif olan yolları gayr-ı mümkün ve muhal ve mümteni derecesinde gösterdiğini görecekler.

Said Nursî

(Miftahü’l-İman, Envar Neş., 2005, s. 98)

* * *

NUR ÇEŞMESİ

Bu bölümün başını büyük kitaplarda bulamadık. Ama devamı On İkinci Lema’da geçmektedir.

RİSALE-İ NUR’UN ŞİMDİ VUKU BULAN BİR İNKÂRA KIRK SENE EVVEL VERDİĞİ KATİ CEVAP

Mukaddime

Evvela: Bu ramazan-ı şerifte üniversitede ecnebi bir müsteşrik feylesof, konferansında Kur’an’a itiraz suretinde “seb’a semavat” cümlesini inkâr tarzında, dinleyen safdil Müslüman gençleri şüpheye sevk etmek ihtimaline binaen; Birinci Harb-i Umumî’nin başında Arabî İşaratü’l-İ’caz tefsirinde ve yirmi beş sene evvel On İkinci Lem’a’da İkinci Mesele-i Mühimme serlevhasıyla, o müsteşrikin inkârına karşı kuvvetli cevabını göstermek lazım geldi. Ta çok ayet-i Kur’aniyede bulunan o cümle –seb’a semavat cümlesine– mektepli İslâm yavrularının kalplerine bir şüphe, bir vesvese gelmesin.

Sâniyen: Kur’an-ı Hakîm arz ve semavattan bahsi, Sâni’-i Zülcelal’i sıfatıyla bildirmek için bahsediyor. Dolayısıyla ve mana-yı harfiyle bakıyor. Kozmoğrafya, coğrafya ders vermiyor. Sanat ve intizam, hikmet ve mizan ile Hâlık’ı bildiriyor. Mana-yı harfiyle o kitab-ı kebir-i kâinata bakıyor, okuyor. Ehl-i fen gibi mana-yı ismiyle, madde ve tabiat hesabıyla bakmıyor.

Sâlisen: Madem Kur’an, kâinattan bahsi istidlal suretiyledir; delil zahir ve malûm olmak lazım geldiğinden örf ve âdetçe malum tabiratı istimal etmek talim ve irşad iktiza ediyor. Onun için bazı zahir manası, ehl-i fennin derin meselelerini bildirmiyor.

Râbian: Risale-i Nur’da Mu’cizat-ı Kur’aniye Zülfikar Risalesi’nde, ehl-i fennin anlamadıkları için bütün iliştikleri pek çok ayetlerin her birinin, aynı iliştikleri yerinde Risale-i Nur birer i’caz lem’asını göstermiş. Medar-ı şüphe ve kusur zannettikleri noktalar, medar-ı i’caz yüksek hakikatler gösterilmiş. İsteyen bakabilir. Fakat münkirlerin şüphelerini zikretmeden cevap vermiş. Tâ zayıf kalplilerde bir iz, bir şüphe bırakmasın.

Zaten Risale-i Nur’un mümtaz bir hasiyeti de şudur ki: Hiç şüpheleri, itirazları zikretmeden öyle bir tarzda cevap verir ki o şüpheler kalbe gelmeye ihtimal kalmıyor. Başka münakaşa ve münazaralar gibi münkirlerin şüphelerini göstermeden mahvediyor. Bu hakikati görmek isteyenleri, Risale-i Nur’a havale edip yalnız numune için bu ramazan-ı şerifte o konferansı dinleyen bir kısım İmam Hatip talebelerinden ve Kur’an hıfzı ile meşgul olan masum gençlerin kalbine vesvese, vehim gelmemek için pek çok ayetlerdeki “seb’a semavat” cümlesini inkâr eden müsteşrik feylesofun inkârından kırk beş sene evvel Risale-i Nur bu gelen cevabı vermiş: …

(Nur Çeşmesi, Envar Neş., 2016, s. 191-193)

* * *

372 senesi Şevval’in 13. Perşembe günü Üstadımız Samsun Mahkemesi münasebetiyle İstanbul Mahkemesinde mahkemenin suallerine aynen bu şekvayı izahatla okudular.

Üstadımız iki sene evvel ramazanda beş vecihle kanunsuz bir taarruza maruz kaldığı zaman dindar mebuslara ve heyet-i vükelaya bir şekva suretinde hizmetkârına ve bir iki talebesine bu gelen şekvayı söylemiş. Hizmetçisi de Ankara’daki bir iki Nur talebesine göndermiş ki o şekvayı dindar mebuslara verip heyet-i vükelaya göstersin. Onlara göstermişler. Bazılar neşrini münasip görmüşler, Büyük Cihad’a gönderilmiş. İşte iki seneden ziyade, beş vecihle kanunsuz, kanun namına Üstadımıza azap verdiler. Şiddetli fakr u ihtiyacıyla beraber yüz yirmi lira yalnız bir şahitlik “Makaleyi kim göndermiş?” diye verdirmeye mecbur ettiler. Halbuki veren de mahkemede kendi ikrarıyla söylemiş.

Nur talebeleri namına
Zübeyr

(Nur Çeşmesi, Envar Neş., 2016, s. 209)

***

URFA KAHRAMANCIKLARININ ORANIN SAVCILARINI SUSTURAN MÜDAFAALARIDIR

Asliye Ceza Mahkemesi Yüksek Makamına
Urfa

Muhterem Hâkimler!

Müsaadenizle bir iki maruzatımı mecburen söyleyeceğim:

Şimdi bu vatanın her tarafında ve âlem-i İslâm’ın hatta diğer ecnebi memleketlerinin mühim merkezlerinde, Kur’an namına intişar etmiş ve milyonlarla kimselerin imanlarını taklitten tahkike çevirmiş ve bu millete en kıymetli ve büyük tesirini feyizli dersleriyle ispat etmiş, Kur’an’ın nuru Risale-i Nur’un neşretmemesi ve bizim gibi hayatı tehlikede, imansızlık ve dalalet vâdilerinde koşan biçarelerin okumaması için dinimizin gizli düşmanları olan komünist veya tabiiyyun olan farmasonlar türlü desiselerle adliyeleri ve hükûmetleri şaşırtmak için çok çalıştılar. Kaç defa Nurları okuyan mübarek talebeleri ve başta dâhî bir mütefekkir ve kahraman-ı İslâm olan Bedîüzzaman Said Nursî’yi mahkemelere verdirdiler. Eskişehir, Isparta, Denizli, Ankara, Afyon, İstanbul Ağır Ceza Mahkemeleri… Neticede gizli ders, tarîkatçılık, cemiyet kurmak gibi ittihamların tamamen hilaf-ı hakikat olduğu ispat edilerek beraetler verildi.

Mahkemelerce tebeyyün etti ki: Risale-i Nur serâpa İslâmiyet, Kur’an, iman hakikatlerinden ibarettir ve Nur talebeleri Kur’an’a kopmaz rabıtalarla bağlanmışlardır. Dini hiçbir şahsi, dünyevi, süflî menfaatlere âlet etmedikleri ve sadece rıza-yı İlahî için çalıştıkları güneş gibi tezahür etti. Çünkü Risale-i Nur bin seneden beri İslâmiyet aleyhine ve insaniyet zararına tahribatçı, küllî cereyanlara karşı sarsılmaz delil ve hüccetlerle tam mukabele edip din düşmanlarının temellerini dağıtıyor.

İşte biz de bizim ebedî hayatımızı ve ebedî saadetimizin anahtarı imanımızı bu dalalet asrında bize kazandıran Risale-i Nur’u okurken ve yazdıklarımızı tashih ederken sanki dinsiz, komünistlerin saçma ve düzmece zehir saçan evraklarını okuyormuşuz gibi yakalanıp mahkemeye veriliyoruz.

Masum dindarların aleyhinde olan dinsiz komünistler hem etrafa evham vererek bizim gibi gurbette, yalnız dersleriyle alâkadar, siyasetten hatta dünyadan habersiz iki üç talebenin birkaç kişi yanına gelip gitmesiyle ve onların kendi derslerini bir iki kişinin dinlemesiyle hem bizi hem adliyeyi hem zabıtayı manasız meşgalelerle uğraştırıyorlar. Her asırda en az üç yüz elli milyon mensubu bulunan, milyonlarla hâfızların lisanında her zaman tekrarlanan Kur’an’ımızın emsalsiz tefsiri Risale-i Nur talebeleri olan bizleri, hayatımızdan daha çok sevdiğimiz imanî derslerimizden mahrum etmek istiyorlar. Habbeyi kubbe yaparak, formalitelere uydurarak, bir isim takarak, lastikli bir kanun maddesine rast getirip bizi kanunen mesul göstermek istiyorlar. Fakat âdil, vicdanlı hâkimler neticede hakikati meydana çıkarıyorlar.

Ezcümle: Bu son defa Afyon Mahkemesi dört sene devam ettiği halde, sonunda zaten serbest olan Risale-i Nur yine serbest bırakıldı.

Bütün yüksek makamlara verilen Üstadımız Bedîüzzaman Said Nursî’nin müdafaasından bir küçük parçası şu ki:

“Haşirdeki mahkeme-i kübraya bir arzuhaldir ve dergâh-ı İlahiyeye bir şekvadır ve bu zamanda Mahkeme-i Temyiz ve istikbaldeki dârülfünunların münevver muallim ve talebeleri dahi dinlesinler…”

“…Ben de otuz kırk sene hayatımı bilenleri ve Nur’un binler has şakirdlerini işhad ederek derim: İstanbul’u işgal eden İngiliz’in Başkumandanı İslâm içinde ihtilaf atıp hatta Şeyhülislâmı ve bir kısım hocaları kandırıp birbiri aleyhine sevk ederek itilafçı, ittihatçı fırkaları birbirine uğraştırmasıyla ve Yunan’ın galebesine ve harekât-ı milliyenin mağlubiyetine zemin hazırladığı bir sırada, İngiliz ve Yunan aleyhinde “Hutuvat-ı Sitte” eserimi Eşref Edib’in gayretiyle tab ve neşretmekle o kumandanın dehşetli planını kıran ve onun idam tehdidine karşı geri çekilmeyen ve Ankara reisleri o hizmeti için onu çağırdıkları halde Ankara’ya kaçmayan ve esarette Rus’un Başkumandanının idam kararına ehemmiyet vermeyen ve 31 Mart Hâdisesi’nde sekiz taburu bir nutukla itaate getiren ve Divan-ı Harb-i Örfîde, mahkemedeki paşaların; sen mürtecisin, şeriat istemişsin diye suallerine karşı idama beş para ehemmiyet vermeyip ‘Eğer meşrutiyet bir fırkanın istibdadından ibaret ise bütün cin ve ins şahit olsun ki ben mürteciyim ve şeriatın bir tek meselesine ruhumu feda etmeye hazırım.’ diyen ve o büyük zabitleri hayretle takdire sevk edip idamını beklerken beraetine karar verdikleri ve tahliye olup dönerken ve onlara teşekkür etmeyerek ‘Zalimler için yaşasın cehennem!’ diye yolda bağıran ve Ankara’da Divan-ı Riyasette M. Kemal ona hiddetle dedi: ‘Biz seni buraya çağırdık ki bize yüksek fikirleri beyan edesin, sen geldin namaza dair şeyleri yazdın, içimize ihtilaf verdin.’ Ona karşı ‘İmandan sonra en yüksek namazdır. Namaz kılmayan haindir… Hainin hükmü merduddur…’ diye kırk elli mebusun huzurunda söyleyen ve o dehşetli kumandan ona bir nevi tarziye verip hiddetini geri alan ve altı vilayet zabıtası ve hükûmeti asayişin ihlâline dair bir tek madde kaydetmeyen ve yüz binlerle Nur şakirdlerinin hiçbir vukuatı görünmeyen, hiçbir şakirdinde bir cinayet işitilmeyen ve hangi hapse girmiş ise mahpusları ıslah eden ve yüz binler nüsha Risale-i Nur’dan intişar etmekle beraber menfaatten başka hiçbir zararı olmadıklarını yirmi üç sene hayatının üç hükûmet ve mahkemelerin beraetler vermelerinin ve Nur’un kıymetini bilen yüz bin şakirdlerinin kavlen ve fiilen tasdiklerinin şehadetiyle ispat eden ve münzevi, mücerred, garib, ihtiyar, fakir, kendini kabir kapısında gören ve bütün kuvvet ve kanaatiyle fâni şeyleri bırakıp eski kusuratına bir keffaret ve hayat-ı bâkiyesine bir medar arayan ve dünyanın rütbelerine hiç ehemmiyet vermeyen ve şiddet-i şefkatinden masumlara, ihtiyarlara zarar gelmemek için kendine zulüm ve tazip edenlere beddua etmeyen bir adam hakkında ‘Bu ihtiyar münzevi asayişi bozar, emniyeti ihlâl eder ve maksadı dünya entrikalarıdır, öyle ise suçludur.’ diyenler ve onu pek ağır şerait altında mahkûm edenler, yerden göğe kadar suçludurlar. Mahkeme-i kübrada hesabını verecekler.”

Muhterem Hâkimler!

Böyle bir İslâm kahramanı ve bu asrın ve istikbalimizin bir hidayet serdarı ve eşine rastlanmayan İslâmiyet fedaisi Bedîüzzaman’ın eserlerini okumak; dinsizlerin, komünistlerin, imandan bîhaberlerin elbette işine gelmez.

Üstadımız Bedîüzzaman’ın beyanı ki:

Risale-i Nur, koca bir cennetin fiyatı olacak bir servet ve hayat-ı ebediyeyi kazandıracak bir âb-ı hayat ve hakikate muarız bütün feylesofları ilzam edip hayrette bırakacak bir keşfiyattır. Risale-i Nur sahabe-i kiramın âlî seciyesini ve Hazret-i Peygamber (asm) nurani meşrebini beyan eden bir nur ve feyiz hazinesidir. Risale-i Nur bu asırda Kur’an-ı Hakîm’in bir mu’cize-i maneviyesi; hakiki, yüksek ve parlak bir tefsiridir. Risale-i Nur şu zamanın yaralarına en münasip bir ilaç, bir merhem ve zulümatın tehacümüne maruz heyet-i İslâmiyeye en nâfi’ bir nur ve dalalet vâdilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğunu yüz binlerle kimseler tarafından idrak ve tasdik edilen bir eser külliyatıdır. Risale-i Nur, veraset-i nübüvvet yoluyla doğrudan doğruya hakikatü’l-hakaike yol açmış cadde-i kübra-i Kur’aniyedir. Bunun içindir ki Avrupa’nın felsefî dalaletlerine galebe ediyor ve cerh edilmez aklî, mantıkî, ilmî hüccetlerle, dünyayı saran komünizmi ve masonluğu kökünden yıkıyor. Risale-i Nur, avamdan en âlim ve en münevvere kadar her sınıfın kendi istidadı nisbetinde istifade edebileceği bir eser külliyatıdır.

İşte bu hakikatler içindir ki Nurları okuyan ve yazan Nurcular, dünyanın her tarafında gittikçe çoğalmaktadır.

Muhterem Hâkimler!

Arkadaşımla tashihat yaparken yakalanıp müsadere edilen, Denizli’de beraet eden ve Temyiz’in de tasdik ettiği büyük mütefekkir Bedîüzzaman Said Nursî’nin Âyetü’l-Kübra Risalesi’nin bir yerinde, kâinat Hâlık’ını ve sahibini arayan dünya seyyahı şöyle söylüyor:

“Bu dünyada hayatın gayesi ve hayatın hayatı iman olduğunu bilen ve yorulmaz ve tok olmaz yolcu kendi kalbine dedi ki: Aradığımız zatın sözü ve kelâmı denilen, bu dünyada en meşhur ve en parlak ve en hâkim ve ona teslim olmayan herkese her asırda meydan okuyan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan namındaki kitaba müracaat edip o ne diyor bilelim. Fakat en evvel bu kitap, bizim Hâlık’ımızın kitabı olduğunu ispat etmek lazımdır diye taharriye başladı. Bu seyyah bu zamanda bulunduğu münasebetiyle, en evvel manevi i’caz-ı Kur’aniyenin lem’aları olan Risale-i Nur’a baktı ve onun yüz otuz risaleleri âyât-ı Furkaniyenin nükteleri ve ışıkları ve esaslı tefsirleri gördü ve Risaleti’n-Nur bu kadar muannid ve mülhid bir asırda her tarafta hakaik-i Kur’aniyeyi mücahidane neşrettiği halde karşısına kimse çıkamadığından ispat eder ki onun üstadı ve menbaı olan Kur’an semavîdir, beşer kelâmı değildir. Hatta Resaili’n-Nur’un yüzer hüccetlerinden bir tek hüccet-i Kur’aniye olan Yirmi Beşinci Söz ve On Dokuzuncu Mektup’un âhiri Kur’an’ın kırk vecihle mu’cize olduğunu öyle ispat etmiş ki kim görmüş ise değil tenkit ve itiraz belki ispatlarına hayran olmuş, takdir ederek çok sena etmiş.”

İşte muhterem heyet-i hâkime! Madem hakikat budur. Ben de Üstadım gibi derim: “Madem kabir kapısı kapanmıyor ve madem gözünü kapayan yalnız kendine gündüzü gece yapar. Ve madem cennet ucuz değil, cehennem dahi lüzumsuz değildir.”

Biz talebeler Risale-i Nur’un güneş gibi hakikatlerine karşı gözümüzü kapayamıyoruz…

Hakikat-i Kur’aniye güneşi ise üflemekle sönmez. Nurlananlar da Nur yolundan hiçbir beşerî kuvvetle dönmez. Gizli din düşmanlarımız zabıtayı, hükûmeti, adliyeyi iğfal etmeye çalışanlar dünyamızı başımıza ateş yapsalar Nurları okuyacağız ve yazacağız. İnşâallah adalet namına hareket edenleri, o müfsidler aldatamayacaklardır. Diğer mahkemelerde hak namına adalet için çalışanların Kur’an’ın lemaatı ve tereşşuhatı olan ve beşeri gaflet sersemliğinden ikaz eden Risale-i Nur’u serbest bırakmaları gösteriyor ki zikrettiğim gibi bu asrın Kur’an dellâlı olan Risale-i Nur’a herkesin çok büyük ihtiyacı vardır. Ve Risale-i Nur şahsi, süflî, dünyevi menfaatlere âlet olamıyor. Bizim gibi masum dindarlara musallat olanlar ve onları imanî derslerinden ayırmayı tevehhüm edenler, laiklik prensibini dinsizliğe ve komünizme âlet etmek isteyenlerdir.

Asrımızın dâhîsi büyük mütefekkir Bedîüzzaman Said Nursî’nin beyanı vechile:

Ekser-i enbiyanın Şark’ta ve Asya’da zuhurları ve ağleb-i hükemanın Garp’ta ve Avrupa’da gelmeleri kader-i ezelînin bir işaretidir ki Asya’da din hâkimdir, felsefe ikinci derecededir. Bu remz-i kadere binaen Asya’da hüküm süren, dindar olmasa da din lehine çalışanlara ilişmemeli ve teşvik etmeli.

Kur’an-ı Hakîm, bu zemin kafasının aklı ve kuvve-i mütefekkiresidir. El-iyazü billah, Kur’an küre-i arzın başından çıksa arz divane olacak; akıldan boş kalan kafasını bir seyyareye çarpmak, bir kıyamet kopmasına sebep olmak akıldan uzak değildir. Evet Kur’an, ferşi arşla ve arşı ferşle bağlamış bir zincirdir, bir hablullahtır. Cazibe-i umumiyeden ziyade zemini muhafaza ediyor. İşte bu Kur’an-ı Azîmüşşan’ın hakiki ve kuvvetli bir tefsiri olan Risale-i Nur bu asırda, bu vatanda, bu millete yirmi sekiz seneden beri tesirini göstermiş büyük bir nimet-i İlahiye ve sönmez bir mu’cize-i Kur’aniyedir. Hükûmet ona ilişmek ve talebelerini ürkütüp ondan vazgeçirmek değil, himaye etmek ve okumasına teşvik etmek gerektir.

İşte bütün bu cerhedilmez hakikatlerden sonra, yine evet Risale-i Nur’la meşguliyete dünyada hiçbir âdil mahkeme suç diyemez. Fakat size bir ad takıp bir bahane ile işkence yapmak istiyorlar, denilse: Ben de derim:

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ ۞ نِعْمَ الْمَوْلٰى وَنِعْمَ النَّصٖيرُ

17.2.1953
Urfa, Yusufpaşa Mahallesi
Kadıoğlu Camii mevkiinde mukim
Abdullah Yeğin

(Nur Çeşmesi, Envar Neş., 2016, s. 215-225)

***

Asliye Ceza Mahkemesi Yüksek Makamına
Urfa

Muhterem Heyet-i Hâkime!

Bizlere yapılan gizli mektep zan veya ittihamı bütün bütün hakikat hilafınadır. Çünkü bulunduğumuz cami önünde çeşmeler var, buraya ve camiye günde iki yüz kişinin gelmesi, böyle bir yerin gizli olamayacağı, çocukların dahi bileceği bir hakikattir. Hem bizim şehrin en işlek bir yerinde kalmamız gösteriyor ki gizlilikle ve gizli şeylerle alakamız yoktur.

“Mektep açmışsınız” sözü de büsbütün yanlış bir şâyiadır. Bunu işitenler gülüyorlar. Biz Kur’an-ı Kerîm’in gayet parlak ve yüksek tefsiri Risale-i Nur’a çalışan talebeleriz. Evet, asla inkâr etmeyiz. Biz okurken gelip dinleyenler oluyor, bu bir mektep midir? Şahitlerin görüşleri doğrudur, fakat hükümleri yanlıştır, hakikat hilafınadır.

Biz o gün arkadaşımla kendi elimizle yazdığımız iki adet Âyetü’l-Kübra Risalesi’ni tashih etmek için beraber okuyorduk ve o iki arkadaş da dinliyordu. Bu vaziyette, sanki komünistlerin ve dinsizlerin eserlerini okuyormuşuz gibi hem adliyeyi hem zabıtayı hem mahkemeyi bizimle meşgul ederek bir bahane ile mahkemelere sevk ettiriyorlar.

Hem sizlerin de bildiğiniz gibi Urfa’nın ekseri evlerinde dinî bir kitabı, biri okuyup diğerleri dikkatle dinliyorlar. Hem bir yerde, yasak olmayan bir eseri okuyup başkalarının dinlemesiyle bir mektep mi açılmış olur? Sadece kitap okumak ve dinlemekten ibarettir.

Bu vaziyetten anlaşılıyor ki biz yalnız bu asırda Kur’an’ın yüksek ve parlak bir tefsiri ve kâinatta en yüksek olan iman hakikatlerini beyan eden Risale-i Nur’u okuyoruz. İmanî ve İslâmî kitapları okuyup dinlemeye tedrisat süsü vermek, kuvvetli bir icbarla üzerimize mektep açmışsınız etiketini yapıştırmaya gayret etmek olduğunu; bizim masum, dindar, iman ve âhiretiyle meşgul olan gençler olduğumuzu herkesin bildiği gibi sizce de malûmdur.

Hem dâhî mütefekkir Üstadımız Bedîüzzaman otuz seneden beri siyaseti terk etmiş اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَ السِّيَاسَةِ‌ demiş ve talebelerine de “Biz imanın cereyanındayız, gayemiz rıza-yı İlahiyedir, siyasi cereyanlara girmeyiniz.” diye ders verdiğinden hiçbir siyasi ve dünyevi süflî şeylerle alakamız yoktur. Hem altı vilayetin zabıtası, Üstadımız Bedîüzzaman Said Nursî hakkında: “Bedîüzzaman ve Risale-i Nur talebeleri imanla kafalara bir yasakçı bırakıp emniyet ve asayişi muhafaza ediyorlar.” diye rapor vermişler.

Muhterem Hâkimler!

Bizim bütün okuyup yazdığımız ve daima meşgul olacağımız Risale-i Nur, bütün mahkemelerde beraet etmiş ve sırf İslâmiyet ve iman ve Kur’an hakikatlerinden ibaret olduğu güneş gibi tezahür ederek kaziye-i muhkeme haline gelmiştir. Son Afyon Mahkemesinde bütün kitap, risale ve mektupları iade etmeye ittifaken karar vermişlerdir.

Risale-i Nur: Yüz otuz parça hârikulâde risalelerden müteşekkil bir şaheser külliyatı ve yirminci asrın fünun-u müsbetesiyle ulûm-u imaniye ve hakaik-i Kur’aniyeyi mezc ve telif ederek, bu asra kadar hiçbir eserde görülmediği ehl-i ilim ve hakikatçe, filozof ve profesörlerce musaddak olan emsalsiz bir hususiyete mâlik eserlerinin neşriyatı; Anadolu, Arabistan, Mısır, Pakistan, Avrupa ve Amerika’ya kadar inkişaf etmiş. Müellifi büyük İslâm dâhîsi Bedîüzzaman Said Nursî Risale-i Nur hakkında şöyle diyor:

“Risale-i Nur, manevi hakikatleri ve iman ilmini Avrupa’nın fen ilimleriyle mezcederek gayet kuvvetli bürhan ve hüccetlerle aklen ve mantıken ispat eder. Risale-i Nur, hal ve istikbalin ilmî, imanî, aklî ve fikrî ihtiyaçlarına tam cevap verir bir kuvvet ve mahiyet ve hususiyettedir. Risale-i Nur’da başka eserlerden nakil yoktur, Kur’an’ın mu’cize-i maneviyesidir. Risale-i Nur, yüz manevi keşfiyatı hâvi ve tılsım-ı kâinatın muammasını keşif ve halleden bir keşşaftır. Risale-i Nur, yalnız bu vatan ve bu millet için değil, âlem-i İslâm ve beşeriyet için yazılmıştır. Risale-i Nur, şu zamanın yaralarına en münasip bir ilaç, bir merhem ve zulümatın tehacümüne maruz heyet-i İslâmiyeye en nâfi’ bir nur ve dalalet vâdilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu yüz binlerle kimseler tarafından tasdik edilen bir eser külliyatıdır.”

Muhterem Heyet-i Hâkime!

Risale-i Nur’un gayet hârika bir cüzü olan Âyetü’l-Kübra Risalesi’nin beyanı vechiyle: Madem bin seneden beri iman ve Kur’an aleyhinde teraküm eden Avrupa feylesoflarının itirazları ve şüpheleri yol bulup ehl-i imana hücum ediyor. Bir saadet-i ebediyenin, bir hayat-ı bâkiyenin ve bir cennet-i daimenin anahtarı, medarı, esası olan imanı sarsmak istiyorlar. Elbette her şeyden evvel imanımızı taklitten tahkike çevirip kuvvetlendirmeliyiz.

Risale-i Nur’la mübareze edilmez, o mağlup olmaz, yirmi senedir en muannid feylesofları da susturuyor. (Şimdi yirmi sekiz sene oldu.) İman hakikatlerini güneş gibi gösteriyor, bu memlekete hükmeden onun kuvvetinden istifade etmek gerektir. Risale-i Nur, söndürmek için üflendikçe parlayan bir nurdur. Onun talebeleri başkalara benzemezler, mağlup olmazlar. Risale-i Nur’u mağlup edebilmek için kâinatı elinde tutan bir kuvvet lazımdır.

Çünkü Risale-i Nur dünyevi işlere, şahsi ve süflî menfaatlere alet olamaz. Güneş gibi hakikat-i imaniye ve Kur’aniye yerdeki muvakkat ışıkların cazibesine tabi ve âlet olmadığı gibi o hakikati tanıyan, Risale-i Nur’u değil dünya cereyanlarına belki kâinata da âlet edemez.

Evet, Risale-i Nur’un vazifesi ise hayat-ı ebediyeyi mahveden ve hayat-ı dünyeviyeyi de dehşetli bir zehire çeviren küfr-ü mutlaka karşı, imanî olan hakikatleriyle gayet kat’î ve en mütemerrid zındık feylesofları da imana getiren kuvvetli bürhanlarla Kur’an’a hizmet etmektir. Onun için Risale-i Nur’u hiçbir şeye âlet edemeyiz ve bilfiil öyleyiz.

Heyet-i Hâkime!

Bin seneden beri Kur’an’ın bayraktarı ve mücahidi ve âlem-i İslâm’ın kahraman mücahidi olan ve Kur’an’ı cihanın cihat-ı sittesinde ilan eden necip ve mübarek kahraman ecdadımızın evlatlarını nur-u imandan ayırmak ve İslâmiyet defterine geçen mefahir-i âliyesine zıt olarak maddi ve manevi helâketlere maruz bırakmak olan dehşetli sû-i kasdlara ve o kahraman ecdadın torunları olan bugünkü gençliği ve gelecek nesilleri o şeref-i âlîden mahrum etmek olan dehşetli dinsizlik telkinlerine karşı; Kur’an-ı Kerîm’in on dördüncü asr-ı Muhammedîdeki (asm) aziz dellâlı ve bu asrın bir hidayet medarı ve bu müthiş zamanın müthiş zulümatına karşı Nur-u Kur’an’la mukabele eden büyük fedakârı ve Risale-i Nur’un yüz binler nüshalarını, milyonlar talebelerinin kalemleriyle her tarafta neşredip dinsizliğe ve küfr-ü mutlaka ve komünizme karşı bir sedd-i Kur’anî tesis eden muhteşem kahramanı Bedîüzzaman Said Nursî ve yüz bin başlar feda oldukları hakikate başımız dahi feda olsun diyerek nur-u İslâm’ı söndürmek ve nur-u imanı yok etmek için yapılan dehşetli zındıka hücumlarına karşı mukabele eden; istibdatlara, icbarlara karşı izzet-i İslâmiyeyi muhafaza ve şeref-i imanı âleme ilan eden, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’dan kalb-i münevverlerine gelen ve iman hakikatlerini güneş gibi parlak delil ve hüccetlerle ispat eden ve Risale-i Nur’la dinsizlik, dalalet ejderlerine meydan okuyan ve dalkavukluk yapmayan ve mahkemelerde “Başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa, her gün biri kesilse zındıkaya teslim-i silah edip vatan ve millet ve İslâmiyet’e hıyanet etmem ve hakikat-i Kur’an’a feda olan bu başı zalimlere eğmem.” diyen ve ehl-i dalalete meydan okuyan ve hizmet-i imaniye yolunda hem dünyevi hem lüzum olsa uhrevî hayatlarını feda eden ve mahkemelerde dava ettiği gibi bir tek hakikat-i imaniyeyi dünya saltanatıyla değiştirmeyen kahraman-ı İslâm olan Üstadımız Bedîüzzaman ve Risale-i Nur’dan bizi uzaklaştıracak hiçbir beşerî kuvvet yoktur. Hem Risale-i Nur iki hayatımızın halâskârı ve sermaye-i ömrümüz ve gaye-i hayatımızdır.

Komünistler ve dinsizler kâğıt ve mürekkebi kaldırsalar eğer mümkün olsa derimizi kâğıt ve kanımızı mürekkep yapıp yine Risale-i Nur’u yazacağız.

Heyet-i hâkime bilsinler ki: Halife-i rûy-i zemin Hazret-i Ömer (ra) hilafeti zamanında âdi bir Hristiyan ile birlikte mahkemede muhakeme oldular(*). Halbuki o Hristiyan, İslâm hükûmetinin mukaddes rejimlerine, dinlerine, kanunlarına muhalif iken mahkemede onun o hali nazara alınmaması açıkça gösterir ki: Adalet hiçbir cereyana kapılmaz, hiçbir tarafgirlik güdemez.

İşte bunun içindir ki mahkemede kahraman-ı İslâm olan Bedîüzzaman Said Nursî’nin beyanı vechile:

Ehl-i imandan bütün gelenler maziye gidenlere mağfiret dualarıyla ve hasenatlarını onların ruhlarına bağışlamalarıyla yardımlarına binaen Denizli Mahkemesinde demiştim: Mahkeme-i haşirde milyarlar ehl-i imandan davacılar tarafından, Kur’an hakikatlerine hizmet eden Nur talebelerini mahkûm ve perişan etmek isteyenlerden ve sizlerden sorulsa ki:

Serbestiyet kanunlarıyla dinsizlerin, komünistlerin neşriyatlarına ve anarşiliği yetiştiren cemiyetlerine müsamahakârane bakıp ilişmediğiniz halde; vatan ve milleti anarşilikten, dinsizlikten ve ahlâksızlıktan, vatandaşları ölümün idam-ı ebedîsinden kurtarmaya çalışan Risale-i Nur talebelerini hapisler ve tazyiklerle perişan etmek istediniz diye sizlerden sorulsa ne cevap vereceksiniz, biz de sizlerden soruyoruz diye o zaman onlara demiştim, o zaman o insaflı ve adaletli zatlar bizi beraet ettirdiler.

İşte Hâkimler! Bu âlî hakikatlere rağmen bize deseniz ki sizi mahkemeye sevk ettirmek ve biçilmiş bir kaftan giydirmek istiyorlar. Bu takdirde şu âyet-i kerîmenin kale-i kudsiyesine iltica ediyorum:

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ ۞ نِعْمَ الْمَوْلٰى وَنِعْمَ النَّصٖيرُ

17.2.1953
Urfa, Yusufpaşa Mahallesinde Mukim
Hüsnü Bayram

* Bu hakikati Üstadımız İstanbul Adliyesinde beyan etmiştir.

(Nur Çeşmesi, Envar Neş., 2016, s. 226-234)

* * *

(Bu kısımda ise İşaratü’l-İcaz’da bir kısmı ve mealen de geçmektedir. Burada bazı farklı cümleler olduğundan aldık.)

Bir Zeyl

İstikbalin Hâkim-i Mutlakı Kur’an’dır

Sual: Gayet müdakkik birkaç zat dediler ki: Bu feylesoflar gibi yüzer tane mütefekkir feylesofların kat’î kanaatle tasdiklerinin verdiği kuvvet ve kanaate binler gâvur feylesofların inkârları bir zarar vermiyor mu? Bir şüphe getirmiyor mu?

Elcevap: Âyetü’l-Kübra Risalesi’nin başında mukaddimedeki izaha havale edip burada kısaca cevap veriyoruz:

“Müsbet meselede ispat edici iki adam, menfîce inkâr yoluna sapan binlere tereccuh eder.” diye bir kaide-i mukarreredir. Mesela, ramazanın başındaki hilâli gören iki şahit, ispat cihetinde görmeyen ve nefyeden binler adamın inkârını hükümden ıskat ettiği gibi Karlayl ve Bismark’ın Kur’an’ı ve risalet-i Muhammediyeyi ispat suretinde tasdikleri, yüz bin nefyeden münkir feylesofların inkârı değil bir şüphe belki bir vesvese vermemek gerektir.

Hem mesela, bir iki adam ispat suretinde deseler: “Pek hârika ve semavata yol açan bir maden dünyada var.” Yerini veya numunesini göstermekle kolayca davasını ispat ettikleri ve onu inkâr edenler bütün dünyayı aramak taramakla hiçbir yerinde bulunmadığını göstermekle ve binler müşkülatla o menfî davalarını ancak ispat edebilirler.

Aynen bu misal gibi Bismark ve Karlayl ve emsallerinin hakaik-i Kur’aniye ve risalet-i Muhammediyeyi ispatları gayet derecede kanaat verir. Ve o hakaik-i müsbeteyi nefyeden binler münkirlerin davalarını hiçe indirir. O münkirler âlem-i gayb ve şehadeti aramak taramakla, bin müşkülatla o menfî davayı ancak ispat edebilmeleri için onların inkârları hiçbir ehl-i imana hiçbir vesvese ve vehim vermemek lazım gelir. Hem ispat ediciler birbirine kuvvet verdikleri için Karlayl ve Bismark gibi gayr-ı müslimler milyonlarla ehl-i iman feylesofların ispatına dayanıp kuvvet alıyorlar. Nefyedici münkir ise birbirine kuvvet veremez. “Gözünü kapayan yalnız kendine gece yapar.”

Onun için hadsiz ehl-i inkâr, değil bu hadsiz ehl-i ispata karşı, belki iki ehl-i ispata karşı gelemez. Bu hakikati Risale-i Nur çok yerlerde ispat ettiği için kısa kesiyoruz.

Said Nursî

(Nur Çeşmesi, Envar Neş., 2016, s. 235-236)

***

Zeyl

Bedîüzzaman Said Nursî, kırk sekiz sene evvel Şam’da Cami-i Emevî’de Hutbe-i Şamiye namındaki nutkunda dava etmiş ki: “İstikbalin hâkim-i mutlakı Kur’an’dır.” Gayet kuvvetli delillerle o davayı ispat etmiş. (Buna ait yazı “Risale-i Nur Müellifi Said Nur” adlı eserde “İstikbalin hâkim-i mutlakı Kur’an’dır” başlıklı yazının 74-75’inci sahifelerinde kısmen mündericdir.) Delillerin birisi; Avrupa ve Amerika’nın en meşhur filozoflarının, Kur’an’ın emsalsiz ve ayn-ı hakikat bir kitap olduğunu tasdik etmeleridir. Prens Bismark, Mister Karlayl gibi çoklarını bu davaya yüzer şahit göstermiş.

Sebilürreşad’ın 1 Nisan 1953 tarih, 167’nci sayısında intişar eden; Avrupa ve Amerika filozoflarının, en büyük âlimlerinin mühim bir kısmının, Kur’an hakkındaki sözleri, Said Nursî’nin elli sene evvelki davasına tasdikkârane bir ilanat hükmünde olmuş olduğundan bu “Risale-i Nur Müellifi Said Nur” adlı esere ilhakı münasip olur. Çünkü اَلْفَضْلُ مَا شَهِدَتْ بِهِ الْاَعْدَاءُ yani fazilet odur ki düşmanlar da onu tasdik etsin.

Mezkûr ilanatın aynısı naklediliyor:

O derece ki bugünkü medeni cemiyetler, Kur’an’ın yüksek hakikatlerini, yüksek terakki ve medeniyet düsturlarını tatbik edebilecek seviyeye henüz erişememişlerdir. Bu büyük hakikati meşhur İngiliz mütefekkiri Bernard Shaw şöyle ifade etmişti:

“Demokrasiyi en ileri götüren millet İngilizlerdir. Bunun daha ötesi Müslümanlıktır.”

Prens Bismark da şöyle demişti:

“Ben Kur’an’ı her cihetten tetkik ettim. Her kelimesinde büyük hakikatler gördüm. Sana muasır bir vücud olmadığımdan dolayı müteessirim ey Muhammed!”

Bu da Kur’an mütercimi Doktor Maurice’in sözüdür:

“Bizans Hristiyanlarını içine düştükleri bâtıl itikadlar girîvesinden ancak Arabistan’ın Hira Dağı’ndan yükselen ses kurtarabilmiştir.”

“Kur’an, hikmet-i ezeliyenin inayet ile insana bahşettiği kütüb-ü semaviyenin en güzelidir. Beşerin refahı nokta-i nazarından Kur’an’ın beyanatı, Yunan felsefesinin ifadatından pek ulvidir. Kur’an’ın her gün daha fazla tecelli etmekte olan güzellikleri, her gün daha fazla anlaşılan fakat bitmeyen esrarı vardır.”

Bunlar da Garp’ın en be-nam mütefekkir ve âlimlerinin sözleridir:

“Kur’an serâpa samimiyet ve hakkaniyetle doludur. Hazret-i Muhammed’in cihana tebliğ ettiği davet, hak ve hakikattir.” (Carlyle)

“Kur’an’ın nazarında satvetli bir hükümdarla zavallı bir fakir arasında fark yoktur. Bu gibi esaslarla öyle bir teşri vücuda gelmiştir ki dünyada bir naziri yoktur. Müslümanlık, bugünkü inkişaf-ı fikrîmizin seviyesinden daha yüksek bir dindir.” (Meşhur İngiliz muharriri Edward Gibbon’un “Roma İmparatorluğunun İnhitat ve Sukutu” eserinden)

“Hâlık’ın hukuku ile mahlukun hukuku ancak Müslümanlık tarafından tarif olunmuştur.” (Marmaduke)

“Yeni keşfiyat yahut ilim ve irfanın yardımıyla hallolunan yahut halline uğraşılan mesail arasında bir mesele yoktur ki İslâmiyet’in esaslarıyla taâruz etsin. Kur’an-ı Kerîm ve talimi ile kavanin-i tabiiye arasında bir ahenk görülmektedir.” (Levazaune)

“Kur’an, ahlâk ve felsefenin bütün esasatını câmi’dir.” (Müsteşrik Sedillot)

“Kur’an öyle bir sestir ki onu bütün dünya dinleyebilir. Bu sesin aksi saraylarda, çöllerde, şehirlerde, devletlerde çınlar. Bu sesin tebliğ ettiği din, imar edici bir kuvvet şeklinde tecelli etmiştir.” (Doktor Johnson)

“Kur’an’ın ulviyeti, onun cihan-şümul hakikatindedir.” (Carlyle)

“Kur’an, akaid ve ahlâkın, insanlara hidayet ve hayatta muvaffakıyet temin eden esasatın mükemmel mecellesidir. Zaman ve mekân itibarıyla birbirinden çok uzak, fikrî inkişaf itibarıyla birbirlerinden çok farklı insanlara hârikulâde bir hassasiyet ilham eden Kur’an, muhalefeti istihsana kalbeden Kur’an, muhtelif kavimleri medeni bir millet haline getiren Kur’an, en şâyan-ı hayret eser tanınmaya lâyıktır. Kur’an, beşerin mukadderatıyla meşgul âlimler için tetebbua şâyan en faydalı mevzu sayılır.” (Meşhur İngiliz âlimi Doktor Steingass)

“Kur’an bizatihî daimî bir mu’cizedir. Bir mu’cize ki ölüleri diriltmekten daha çok yüksektir. Bu mukaddes kitabın tâ kendisi, menşeinin semavî olduğunu ispata kâfidir.” (Kur’an’ın münekkid ve mütercimi George Sale)

“Kur’an, muzaffer cumhuriyetler vücuda getirmeye hâdim olacak esasları muhtevidir. Kur’an sayesinde Müslümanlar devletler kurmuşlar, muazzam şehirler inşa etmişler; Avrupa’yı titreten bir azamet ve haşmet ihraz etmişlerdir.” (İngiltere’nin en mutaassıp papazlarından J. M. Rodwell)

“İslâmiyet, dünyanın kıvamı olan bir dindir. Bu aklî dinin menbaı ve düsturu olan Kur’an, medeniyet cihanının istinad ettiği temelleri muhtevidir. Bu âlî din Avrupa’ya, dünyanın imarkârane inkişafı için lazım olan en esaslı kaynakları temin etmiştir. İslâmiyet yeryüzünden kalkacak olursa umumî müsalemeti devam ettirmeye imkân yoktur.” (Meşhur Fransız müsteşriki Gaston Care’ın 1913’te Figaro gazetesinde, yeryüzünden Müslümanlık kalkacak olursa dünya müsalemetinin muhafazasına imkân olup olmadığı hakkındaki meşhur makalesinden).

“Müslümanlığın talim ettiği medeni ve sıhhî esaslar sayesindedir ki haşerat mahşeri olan Asya müthiş bir tehlike olmaktan kurtulmuştur.” (Alman âlimlerinden Jochahim Du Rulph)

“Kur’an’ın ahlâkî ve medeni kaideleri ihtiva eden âyetleri, İslâmiyet’in muhteşem bünyanında altın bir kordon gibi işlenmiştir.” (İngilizce Chambers Ansiklopedisi)

“Rasyonalizm yani akliye kelimesinin müfâdını, o tarihî ehemmiyetini tevsi edebilirsek Müslümanlığın aklî bir din olduğunu söyleyebiliriz. Akıl ve mantık mısdâkıyla akaid-i diniyeyi muhakeme eden mektep, rasyonalizm kelimesinin İslâmiyet’e tamamıyla mutabık olduğunu fehmeder.” (Profesör Edouard Montet “Hristiyanlığın İntişarı ve Hasmı Olan Müslümanlar” eserinden)

“Kur’an; bütün kuva-yı beşeriyenin, tılsımını çözmekten âciz kaldığı muazzam bir sırdır. İslâmiyet; canları, malları koruyan, hâkimiyeti altında yaşayan dinlere şâyan-ı hayret müsamaha gösteren bir dindir.” (Kont Henri de Kastri’nin “İslâmiyet” unvanlı eserinden)

“Dünyada Kur’an’a benzer bir kitap yoktur ve bu kitap hakikaten muhayyirü’l-ukûldür. (Mister Marmaduke Pickthall’ın Londra’da “İslâmiyet ve Asrîlik” hakkında îrad ettiği nutuktan)

“İslâm dinini kabul edenlerin adedi az zamanda üç yüz milyona varmış ve bu Müslümanlar, atlarının nallarıyla Roma İmparatorluğunu çiğnedikten sonra, mızraklarının ucu ile dalaleti kökünden istîsal etmişler, nihayet şark ve garbın muazzam devletleri onların karşısında titremişti.” (Fransız filozoflarından Alexy Levazaune’un nutuklarından)

“Hazret-i Muhammed gerçi ümmi idi fakat cihana öyle bir kitap bırakmıştır ki o bir nadire-i belâgat, bir mecelle-i ahlâk, bir kitab-ı mukaddestir.” (Alexy Levazaune’un “Hayat-ı Hazret-i Muhammed” adlı eserinden)

“Kur’an, insanın dimağında şüpheden, tezelzülden vâreste, canlı ve kuvvetli bir kanaat vücuda getirir.” (Doktor Gustave Le Bon)

“Kur’an… Bu, o kitaptır ki onunla Müslümanlar Avrupa’ya hâkim olarak girmişlerdir. Fenikeliler Avrupa’ya tüccar, Yahudiler Avrupa’ya mülteci veya esir olarak girdikleri halde Müslümanlar Avrupa’ya hâkim olarak girmişler ve bu Müslümanlar, Kur’an yardımıyla Avrupa’ya irfan meşalesini taşımışlardır. Filhakika Müslümanlar garplılara ve şarklılara felsefe, tıp, heyet, şiir öğretmişlerdir. Yunan’ın ölü dimağına ve ölü irfanına hayat vermişler, bütün dünyayı cehalet karanlıkları ihata etmişken her tarafa nur ifaza eylemişler ve bu itibarla bu insanlar ulûm-u cedidenin temellerini atmışlardır.” (Musevî âlimlerinden Emanoil Düeş, İngilizce “Kuvarterli Revyo” mecmuasının 254’üncü numarasında “İslâmiyet” serlevhasıyla yazdığı makaleden)

“Müslümanlık, Afrikalıları medenileştirmiş, onları sanayi, ticaret vesair işleri inkişaf ettirmeye sevk etmiştir. Müslümanların irşadıyla ve İslâmiyet’in tesiriyle Afrika’nın her tarafında muhteşem şehirler tesis olunmuştur. Avrupalı seyyahlar buraları ziyaret ederek onları hemşehrilerine tavsif ettikleri zaman, Avrupalılar bunların ihtişamına inanmak istememişlerdi.” (Profesör Thomas Arnold’un “İslâm Tebliği” adlı eserinden. Bu eser “İntişar-ı İslâm Tarihi” unvaniyle merhum Halil Hâlid Bey tarafından tercüme olunmuş ve Âsâr-ı İlmiye Kütüphanemiz tarafından neşrolunmuştur.)

“İnsanlığa hizmet, Müslümanlığın şiarı ve medar-ı iftiharıdır. Bundan dolayıdır ki Müslümanlık cihan-şümul uhuvvet esaslarını ihtiva ve muhafaza etmiştir. İnsanlık bu esası kabul ve onunla âmil olduğu zaman mesud olacaktır.” (Hindistan’ın millî rüesasından Sarocni Neyda namındaki büyük kadının Londra’daki Woking Camii’nde Müslümanlara hitaben îrad ettiği ve İslâm Mecmuası’nın 1920 senesinin Kânunusânisi nüshasında intişar eden nutkundan)

“İslâm çocukları, tahsillerine Kur’an’la başlıyorlar. Çünkü Kur’an; bütün dinî, dünyevi hakikatlerin menbaıdır. Fakat bu mekteplerin yanlarında, yine Kur’an’ın ilhamıyla, felsefe ve hikmet medreseleri vücud bulmuş, bilâhare bu medreseler, dârülfünunlar olmuştur. Bundan dolayıdır ki Afrika’nın bugün bile dünyanın en karanlık noktası tesmiye olunan köşeleri fikrî, maddi terakkiler itibarıyla muasırı olan Avrupa memleketlerinden çok yüksek bulunuyordu.” (Müslümanların asrî medeniyet üzerindeki tesiratı hakkında bir nutuk îrad eden H. S. Lider’in beyanatından)

“İslâmiyet’in intişar ettiği sahalarda milletlerin seviyesini yükseltmek hususundaki büyük himmetlerini nazar-ı dikkate almamak mümkün değildir. Bu din sayesindedir ki Afrika zencileri medeniyet ruhunu temsil edebilmişler ve aralarında adlî ve medeni idare tesis etmişlerdir. Müslümanlık bu akvam arasında bir hars ve bir medeniyet vücuda getirmiştir. İslâmiyet’in istinadgâhı Kur’an’dır ve bu Kur’an bir berat-ı necattır.” (Mister Y. Moreyl’in 1922 de “Şimal Nicer” hakkındaki îrad ettiği nutuktan)

“Kur’an’ın Medine’de nâzil olan âyetleri, İslâm cemiyetini idare eden ve doğru yola sevk eden âyetlerdir.” (Stanley Lenpal’in “Kur’an’dan İntihablar” adlı eserinden)

“Kur’an, dün olduğu gibi bugün de mütemadiyen mütezayid insan kitlelerinden sadakat ve teslimiyetle karşılanmaktadır. Kur’an, putperestlik aleyhinde müttehid bir cephe vücuda getirmiştir.” (J. T. Batani’nin “Müslümanlık ve Akdeniz Diyanetleri”  dlı eserinden)

“Müslümanları medeniyet, hendese, heyet, mimarî, sanayi-i nefîse ve felsefeyi inkişafa sevk eden zaferler ancak Kur’an’ın insanları birleştirerek onları fazl-u irfan servetini elde etmeye sevk etmesinden ileri gelmektedir.” (İngiltere’nin en büyük mütefekkir ve muharrirlerinden H. G. Wells)

“Müslümanların dini, Kur’an dinidir. Bu din; müsalemet, emniyet ve huzur dinidir.” (Piskopos Volter Meron’un “Müsalemete En Doğru Yol” adı ile Petersburg kilisesinde îrad ettiği konferanstan)

“Kur’an’da siyasi riyakârlığı zerre kadar ifade eden hiçbir kelime yoktur. West Minister gazetesinin pek haklı olarak söylediği vechile, şarkta müstebit hükümdarları ve cebbarları zulüm ve ceberuttan men’eden bir şey varsa o da onların karşılarında korkusuz ve lekesiz bir mürşidin okuduğu bir Kur’an âyetidir.” (Godfrey Higgins)

“Kur’an, ihraz ettiği neticeler ve en muktedir iyi insanların dimağları üzerinde icra ettiği tesirlerle muhakeme olunduğu zaman, dünyanın en mukaddes ve en mükemmel kitabı olduğu anlaşılır.” (Leonard’ın “İslâmiyet ve Ahlâkî ve Ruhanî Kıymeti” eserinden)

“Kur’an’ın kadr ü kıymetini, azametini, faziletini ve birçok nokta-i nazarlardan güzelliğini inkâr etmek, akıl ve mantıktan mahrum olmak olur.” (Londra’da intişar eden Near East “Şark-ı Karib” mecmuasının 13 Nisan 1922 tarihli nüshası)

“Son bin üç yüz senelik buhranlar ve ihtilaller içinde Kur’an; Türklerin, İranlıların ve Müslüman Hintlilerin kitabı olarak pâyidar olmuştur.” (Edward Denison Ross’un “Sel”in Kur’an tercümesinin son tabına yazdığı mukaddimeden)

“Kur’an insanlara mükemmel bir terbiye dersi verdikten başka, onlara hayat-ı hususiyelerinde ahlâklı, âlîcenab, hayır-perver, cesur ve şecî olmayı ve bütün Müslümanları sevmeyi öğretmektedir.” (Mister Arnold Havayt, İslâm Mecmuası, 1916 senesi Mayıs nüshası)

“Hakikat-i halde imanın hakiki kitabı, fikre itminan veren kitap ancak Kur’an’dır.” (Pencap’ta Sih mezhebinin müessisi Baba Nanak’ın Cenem Sakihi adlı eserinden)

“Müslümanlık, medeniyetin meş’alkeşi olan Kur’an’a müsteniddir. İslâmiyet’in başlıca hususiyeti, hars ve medeniyetin esası belki de en büyük rüknü olmaktır.” (Doktor İshak Teylor’un Times gazetesinde intişar eden bir konferansından)

“İslâmiyet’in başlıca muvaffakıyeti, esasatını tatbike muvaffak olmasıdır.” (Herbert)

“Kur’an her asırda izini bırakmaya namzettir.” (Mister Rodwell, Kur’an’ın İngilizce mütercimi)

“İslâm orduları Suriye’yi fethettikleri yahut muzaffer bayraklarını Afrika’ya diktikleri yahut Karadeniz’e vardıkları zaman, Kur’an hep beraberlerinde idi. Bundan dolayıdır ki Müslümanlar fethettikleri memleketlerde mezalim irtikâb etmemişler ve bir millete Müslümanlığı kabul ettirmek için onu kılınçtan geçirmemişlerdir.” (Bolinson)

“Kur’an, Müslümanlara bir faikiyet hissi vermiştir. Bu öyle bir histir ki büyük milletleri terakkiye sevk eden en büyük kudret olmuştur.” (Profesör Margolyot’un “Muhammedîlik” eserinden)

Daha çoklar var, şimdilik bu kadar yazıldı.

(Nur Çeşmesi, Envar Neş., 2016, s. 237-253)

* * *

NURUN İLK KAPISI

Bu eserlerdeki dersler ve kısımlar, Risale-i Nur’un ilk çekirdeğidir. Mana olarak büyük kitaplarda geçmektedir. Burada sadece hülasa olarak özetlenmiştir. Buradaki bir takriz ile mektupları ise büyük kitaplarda bulamadık.

* * *

(Bu risalenin felsefeye vurduğu tokat, beşere zararlı ve dine zıt olan felsefe kısmıdır. Beşere menfaatli ve diyanete dost olan felsefe değildir. Hem ecnebi kâfirler tabiri, İslâmiyet ve din aleyhinde çalışanlara aittir.)

Mukaddime

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Gayet acib ve garib ve beni gayet hayrette bırakan bir hâdise-i Nuriyeyi beyan edeceğim:

Risale-i Nur’un birinci medresesi ve tarlası olan Barla karyesine, yirmi beş senelik bir müfarakattan sonra, aynen meskat-ı re’sim Nurs karyesine karşı olan sıla-i rahimden daha ziyade bir sâikle geldim. Gördüm ki:

Aynen Nurs köyü vaziyetindeki o eski medresem gibi ve Nurs’taki babamın aynı hanesi gibi ve hakiki meskat-ı re’sim Nurs’a gelmişim gibi gayet hazîn ve lezzetli bir haleti hissettim. Birden ruhuma baktım ki Eski Said’in ve Yeni Said’in tarz-ı hayatını ve tarîk-i hakikatteki tarz-ı hareketlerini ve Risale-i Nur’un telif olunan merkezlerini bilmek için Risale-i Nur’un telifine merkez ve dershane olmuş olan yerleri gezdim.

Sonra gayet zevkli ve neşeli bir halet içinde iken sekiz sene hiç gücendirmeden mükemmel bana hizmet eden Sıddık Süleyman bana bir kitap getirdi. Açtım baktım ki Eski Said ile Yeni Said’in birbiriyle münazara edip nefs-i emmareyi susturan ve şuhud derecesindeki hakikatleri ihtiva eden on üç dersler olup bu on üç dersin doğrudan doğruya Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın ayetlerinden aynelyakîne yakın bir surette Yeni Said’e ders olduğunu ve bütün bu derslerde doğrudan doğruya birinci muhatap Said olduğunu gördüm. Küçük Sözler’in ve bazı mühim Sözlerin çekirdeklerini ve bir kısmının tam izahlarını içinde gördüm.

Hususan bu risalenin ahirinden bir parça evvel, risalet-i Ahmediyeye (asm) ait olan On Dokuzuncu Söz gayet kısa olduğu halde, gayet büyük ve gayet kuvvetli olduğu için bu çekirdek olan risaleye aynen girmiş. Demek o Söz, gayet ehemmiyetli olduğu içindir ki aynen Nur’un bu çekirdeğine girdiği gibi Nur mecmualarında da mükerreren neşredilmiş.

Bu eser, bana çok ehemmiyetli geldi. Asla ve kat’â hatırıma gelmemişti. Bütün bütün bu eseri unutmuştum. Vücudunu hiç bilmiyordum. Sıddık Süleyman’ın sekiz sene sadakatli hizmetinin tam bir yadigârı nevinden onun gayet büyük bir hizmeti hükmünde kabul ettim, bin bârekellah dedim.

İşte şimdi Risale-i Nur’un bir fihristesi ve bir listesi ve bir çekirdeği olan bu risalenin içindeki hakikatler gerçi hem Küçük Sözler’de hem başka Sözlerde bir derece yazılıdır, fakat Said’e karşı Kur’an’ın birinci dersi ve tam ilmelyakîn ve aynelyakîn derecesinde bir meşhudatı tarzında olmasından, telifindeki acemilikten gelen içindeki kusurata ve tekrarata bakmayıp Nur şakirdleri onu neşretseler inşallah çoklar istifade edecekler.

Said Nursî

(Nurun İlk kapısı, Envar Neş., 2017, s. 4-7)

***

NUR’UN BİR KAHRAMANI MEHMED KAYA’NIN RİSALE-İ NUR HAKKINDA BİR TAKRİZİDİR

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ
اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Çok şefkatli, pek kerîm, hayatımdan çok aziz Üstadım Efendim Hazretleri!

Müptedi ve pek acemi bir çocuğun, Üstad’ından aldığı dersi tekrarı misillü, cehl-i mürekkeb içerisinde pûyan olan şu âciz talebenize Risale-i Nur’un feyz-i nâmütenahîsinden süzülen iksir-i hayat, ruh ve kalbimi, akıl ve idrak ve şuurumu, hissiyat-ı sefihenin istilasından vikaye ederek, en mübarek bir mürşid-i a’zam gibi himmet-i nâmütenahîsiyle, en mühim bir kuvve-i dâfia olarak, vücud mülkünden nefs-i emmare ve heva şerlerini def’ ve tard ederek, aşılmaz ve yıkılmaz bir sedd-i Kur’anî ve bir sedd-i imanî tesis ediyor.

Risale-i Nur, nebatatın hatta cemadatın dahi lisan-ı halleriyle olan tesbihatını, kâinatın medar-ı mefhareti olan lisan-ı Âdem’le beyan ederek Hâlık-ı kâinat’a takdim etmesinden –Risale-i Nur– bütün mahlukat ve bütün zîruh ile de yakînen alâkadar ve münasebettardır.

Bu kadar ihatalı, câmi’, manidar bir hayat-ı nâmütenahînin feyyaz nurlarıyla kâinatlar ışıklanırken, zulümatlar dağılırken, asırlar yıkanırken, gözleri felsefe bataklığının çamurlarıyla kapalı, kalpleri mühürlü, beşer çehreli mütemerridlerin كَالْاَنْعَامِ بَلْ هُمْ اَضَلُّ sırrının mazharı o zavallı dâllîn güruhunun hakaik-i Kur’aniyeye karşı kör, sağır, gafil olarak Hâlık-ı kâinat’a isyanları, hiç şüphesiz kâinatı emsalsiz bir gazapla gazaplandırıyor تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ sırrıyla cehennemi çileden çıkarıyor; mevcudata, lisan-ı haliyle “Yaşasın azab-ı cehennem!” dedirtiyor.

Risale-i Nur bütün mizanlarıyla ve riyazî kat’iyetiyle, her türlü hakaiki tam ispat etmesiyle; maddi ilim ve firavunane düşüncelerin neticesi ruhları zifiri karanlıkta olan bu zümrelerin mes’uliyetleri, geçen asırlardaki mütemerrid küfre nisbetle daha katmerli bir surette eşedd bir azaba inkılab edeceği sarahatle tezahür ediyor. Zira bu dehşetli asrın zındıkları, itiraz veya inkâr ettikleri hakaikin riyazî kat’iyetini, iki kere iki dört eder derecesinde bir kat’iyetle, Risale-i Nur’da bizzat müşahede ettiklerinden ve onlar daha dünyada iken teslime mecbur olduklarından, sırf bir küfr-i inadî ile küfrü iltizam etmelerinden iblise tabi bu bedbaht iblis hizmetçilerinin azabını, küfürleri gibi eşedd-i azaba lâyık kılmaktadır.

Risale-i Nur; tebşiratıyla, ihbar-ı gaybîleriyle, geçmiş asırların sakinlerinin nazarlarını gıpta ve tahsin ile asrımıza baktırmaktadır. Veraset-i Nebevî yoluyla pek ulviyeti haiz ve ümmetin en mübecceli olan ve birinci safını teşkil eden ashab-ı kiramın, hususuyla Hazret-i Ali’nin (ra) keramet-i Aleviyeleri ve daha sonra muhakkikînin ve asfiyanın serfirazı Hazret-i Gavs’ın (ks) keramet-i Gavsiyeleriyle ve Necmeddin-i Kübra ve Muhyiddin-i Arabî (ks) gibi kümmelînin kendilerinden sonraki asırlara ait işaretlerinin emsalsiz sarahatleriyle, ziyanın güneşi ve hararetin ateşi göstermesi gibi Risale-i Nur’dan en kat’î ve en sarîh ve en ziyadar bir surette tebşiratlarıyla ve ihbarat-ı gaybiyeleriyle beyanları; ihsanat-ı İlahiyenin emsalsiz hamd ü senaya lâyık bir ikramıdır. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

Risale-i Nur; malûm Sözleriyle ve bütün eczalarıyla cadde-i kübra-yı Kur’aniyeyi göstermesi itibarıyla, kemalin hadd-i kusvasına îsale vesile olduğu gibi; mâyesi harc-ı Kur’anî ile müzeyyen, müsenna, muazzam, muhteşem olan Risale-i Nur’a lâkaytlık etmek, temerrüd ve inkârda bulunmak, insanı a’lâ-yı illiyyînin mukabili olan esfel-i safilîne düşürür.

Üstadım Efendim Hazretleri!

Kāsır fehmim, nâkıs ifadem, çok mahdud ihatamla; iman ve irfan ağacının en son ve en nefis meyvesi Risale-i Nur’un teşrihi ve izahını ben yapamıyorum. Zaten onu tam hakikatiyle sekene-i arzın hiçbiri ve hiçbir unsuru, mükemmel yapamaz. O semavî ilham mecmuasının tarifi ve teşrihi ve izahı; kendisinin kendisine has, mümtaz ve serâpa sehl-i mümteni olan selasetli, haşmetli, ziyadar, münakkaş, müzeyyen olan ifade ve beyanlarında nümayan ve orada ziya-bahş ve nur-efşandır.

Ey Risale-i Nur, ey mu’cize-i Kur’an!
Müftehir seninle ins ü cin, zemin ü zaman
Işıklandı kalpler, doldu nurunla cihan
Binler selâm sana ey mu’cize-i Kur’an
Ey Risale-i Nur, ey dertlilere derman.

Yangın gönüllere âb-ı kevser sen oldun
Âşık bîçarelere vird-i seher sen oldun
Gönüllere takılı inci cevher sen oldun
Müftehir seninle ins ü cin, zemin ü zaman
Binler selâm sana ey mu’cize-i Kur’an.

Yanık gönüllere sanki zemzem pınarı
Cennet-misal ortası, bağ-ı Firdevs kenarı
Ruşen âlem, nurunla ey hidayet serdarı
Müftehir seninle ins ü cin, zemin ü zaman
Binler selâm sana ey mu’cize-i Kur’an

***

Çok müşfik, çok kerîm Üstadım Efendim!

Huzur-u Hazretinizde, manen rahle-i tedrisinizde, irfanınıza müştak, feyzinizle serap şu fakir, şu âciz talebenizin, Nur’un derslerinden aldığı intibah ile hakaik-i Kur’aniyenin i’cazkâr ve nâmütenahî ulvi hakikatlerinden ve mübarek feyzinizin tereşşuhatı olarak şöyle bir hakikat kalbime geldi:

Kur’an-ı Azîmüşşan’dan dersimi okurken Sure-i Lokman’daki وَمَنْ يُسْلِمْ وَجْهَهُٓ اِلَى اللّٰهِ وَهُوَ مُحْسِنٌ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ âyetini kıraat ederken –gayr-ı ihtiyarî– kalbim, ruhum, aklım bu kudsî kelâmın pek derin, pek ulvi manasına saplandı. Başta asr-ı pâk-i Muhammedî (asm) olduğu halde bütün asırlarla konuşan bu âyet-i kerîme, asrımıza da elbette bakmaktadır. Hususuyla bu âyet-i celilenin asrımızdaki tam mâsadakı olacak bir manevi zata şifreli mükâlemesi ve hitabı var diyerek şiddetli bir ihtarın sâikiyle baktım.

O kudsî cümle-i Kur’aniye ki فَقَدِ اسْتَمْسَكَ nazm-ı celiline kadar, Risale-i Nur müellifinin doğduğu tarihe veya Risale-i Nur’un mukaddimatını tahsiline başladığı tarihe, makam-ı cifrîsiyle parmak basmaktadır. وَمَنْ يُسْلِمْ وَجْهَهُٓ اِلَى اللّٰهِ وَهُوَ مُحْسِنٌ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ (1292) ediyor. ى harfi iki defa sayılırsa (1302) ediyor.

Dört و 24, dört م 160, iki ن 100, bir ى 10, dört س 240, dört ل 120, bir ج 3, dört ه 20, üç elif 3, bir ح 8, bir ف 80, bir ق 100, bir د 4, bir ك 20, bir ت 400. Yekûn 1292 ederek müellifin doğum tarihini göstermektedir.

ى iki defa sayıldığı takdirde (1302) tarihi eder ki bu tarih, Risale-i Nur müellifinin tahsile yani Nur’un basamaklarına başladığı zamanı gösteriyor. İleride Kur’an’a yapılacak taarruzlarda Nur şakirdleri Kur’an’ın emsalsiz elmas kılıncı Risale-i Nur ile yapılacak mücahedede, müellifin küfrü te’dib için lüzumlu Kur’anî cephane ve teçhizatı taallüm ve iddihar ile meşgul bulundukları tarihe parmak basıyor.

بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰى nazm-ı celili pek latîf bir tevafuk eseri olarak makam-ı cifrîsi (1347) ederek, tam tamına Risale-i Nur müellifinin beyne’l-avam ve beyne’l-İslâm en çok kullanılan ism-i mübareği olan Üstad Bedîüzzaman ismine parmak bastığından وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا فٖى كِتَابٍ مُبٖينٍ nazm-ı celili ile her şeyi câmi’ olan Kur’an-ı Azîmü’l-Beyan, elbette ve elbette gerek işarî manasıyla ve gerek hesab-ı cifrîsiyle, Risale-i Nur müellifinin doğum tarihine veya tahsile başladığı tarihe ve isimlerine işaret etmektedir.

Risale-i Nur cüzlerinde, Sure-i Bakara’daki لَٓا اِكْرَاهَ فِى الدّٖينِ…إلى اٰخر ayet-i kerîmesinin hakikatli, hikmetli, muhteşem tefsiri; işarî mana ve hesab-ı cifrîsiyle beyan edildiğinden o hakikatli ve haşmetli tefsirin Risale-i Nur’a ve mübarek müellifine latîf işaretleri arasında بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰى nazm-ı celil-i Sübhanîsi, cifirce (1347) rakamını göstererek, “Üstad Bedîüzzaman” ismine cifren tevafuku gösteriyor ki: Bu âyetin Sure-i Lokman’daki âyetle münasebeti ve iki yerde bu hakikatin tekrarı, Risale-i Nur’a çok kuvvetli bir işaret ve îma teşkil etmektedir.

Risale-i Nur kendi şakirdleriyle kopmaz bir zincir, bir hablü’l-metin vasfına tam layık olarak, bu dehşetli asrın savletli bid’alarına karşı emsalsiz bir kahramanlıkla göğüs gererek pişva-yı âlem-i İslâm olmuş ve Kur’an-ı Azîm’in dellâlı sıfatıyla aktar-ı İslâmiyenin her yerinde hatta küre-i zeminde meşale-i imanı, Kur’an’ın ezelî ve ebedî ışığıyla parlatmış olması, elhak bu vasfa tam lâyık olduğunu nice bürhanlarla teyid etmiş bulunuyor.

Bu kudsî âyetlerin tafsilatlı tefsiri Risale-i Nur Külliyatı’nda beyan edilmiş bulunduğundan, bu yüksek hakaiki ona havale ederek dersime hâtime veriyorum.

Çok mübarek Üstadım efendim!

Haddimin milyon kere fevkinde olan bir meselede küçüklüğüme, nihayetsiz aczime, sonsuz fakrıma ve cehlime bakmayarak cüretli hareketimden dolayı bendenizi affediniz. Yalnız şurasını tekraren arz edeyim ki rahle-i tedrisinizde ahz-ı mevki ettim, huzur-u irfanınıza baş koydum.

Ey tabib-i hâzıkım, ey mübarek Üstadım!

Beni affediniz. Derece-i kemaldeki şefkatinizden ve ikramınızdan ancak af dilerim. En büyük edep ve hürmetlerimle mübarek ellerinizden öper, mübarek dualarınızı istirham eylerim efendim hazretleri…

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Pek kusurlu, duanıza muhtaç talebeniz
Mehmed

(Nurun İlk kapısı, Envar Neş., 2017, s. 161-169)

* * *

Evvelce bir bayram tebriki olarak arzedilen şu nazmın mevzu ile alakasından dolayı buraya derci münasib olur kanaatıyla tekrar takdim edilmiştir.

Burc-u enversin efendim, kal’a-i İslâma sen.
Nâil olmuşsun bugün Kur’an ile ikrama sen.

Sensin ol dellâl-ı Kur’an, yoluna canlar feda,
İltifat-ı Şahımerdan ile sensin mukteda.

Vasfını resmetmeğe yok tâkatım, gelmez dile.
Sen müeyyedsin efendim, ol keramat-ı Gavs ile.

Sensin ol Nur naşiri, feyzin demâdem aşikâr.
Oldu mülhidler tahassungâhı, seninle târumâr.

Kıl keremler bendene kim, çâr u nâçâr söyledim.
Sen müceddid-i kâriban hâtemisin seyyidim.

Lütfunu bekler gedayım, affedip hüddamını,
Aldı feyzinden bu Mehmed, daima ilhamını.

Fırka-i naciyeyiz biz, râh-ı tevhid cephemiz.
Pişva-yı Âlem-i İslâm sensin şübhesiz.

Günlerin olsun mübarek, hatırın bulsun safa,
İsm-i pâk-i hakkiçün Ahmed-i Muhammed Mustafa (asm).

(Nurun İlk kapısı, Envar Neş., 2017, s. 170)

* * *

HİZMET REHBERİ

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Mukaddime

Risale-i Nur şahs-ı manevisinin mümessil-i muhteremi, ebedî Kur’an hakikatlerinin dellâlı, mübelliği ve nâşiri olan ve bütün şahsiyetini Risale-i Nur vasıtasıyla –biiznillah– ebede kadar istifade ve istifazaya medar bir şekilde devam ettiren Üstadımız Bedîüzzaman Said Nursî Hazretlerinin meslek ve meşrebine dair Kur’an’dan ders aldığı çok muazzam bazı hakikatleri, hizmet-i imaniyede bulunan Nur şakirdleri için daima tazelenen bir dersimiz ve her vakit temessük edeceğimiz değişmez düsturumuz, maddi manevi her türlü engeller karşısında muvaffakıyete, rıza-yı İlahîye îsal edici en ehemmiyetli rehberimiz manasıyla neşrediyoruz.

Çünkü Risale-i Nur’un dairesi çok genişlemiş; çok muhtelif efkâr ve mizaç sahipleri, bu hizmet safında yer almışlardır. Elbette bütün efkâr, kanaat, meslek ve meşrepler üstünde makam-ı sıddıkıyette yer tutmuş ve şahs-ı manevi-i Âl-i Beyt’in mümessili olarak hizmet-i Kur’aniyenin başına geçmiş Üstad Bedîüzzaman’ın a’zamî ihlas, a’zamî sadakat ve a’zamî fedakârlık manasını ihtiva eden, gösteren ve işaret eden mesleğini nazara vermek lazım gelmektedir. Ta ki hizmet-i Nuriyede bulunacak Kur’an şakirdleri kıyamete kadar bu düsturlar muvacehesinde hareket etsinler. Muvaffakıyetin ve rıza-yı İlahîye nâiliyetin ancak bu suretle mümkün olacağına kat’î kanaat getirsinler.

Şimdi câmia-i İslâmiye umumiyetle Risale-i Nur’da tecelli eden hakikat-i Kur’aniyeye sarılmış bulunmaktadır. Hem nev-i beşerin dahi cazibedar siyaset hâdiselerinin tevakkufu neticesinde, rahmet-i İlahiye ile hakaik-i Kur’aniyeye yapışacağı emareleri görünüyor. Hem Kur’an’ın hak ve hakikate, akıl ve mantığa dayanan delil ve hüccete istinad eden ve bütün meselelerini akla tesbit ettiren bir Kitab-ı Mukaddes olduğunu, zeminin her tarafında ve kâinat safahatında neşreden, ilan ve ispat eden Risale-i Nur bugün âlem-i İslâm ve insaniyetin nazar-ı takdir ve tahsinini celbetmiş bulunuyor. Bu itibarla Risale-i Nur’un mazhar olduğu küllî muvaffakıyet ve mahiyetinin ve Hazret-i Üstad’ın mazhariyetinin esaslarını ifade etmek icab ediyor.

Risale-i Nur hizmetinde tecelli eden rıza-yı İlahî ve tevfik nurlarının tevali ve devam etmesi için herhalde Hazret-i Üstad Bedîüzzaman’ın takip ettiği meslek ve meşrebi, yarım asra yaklaşan uzun bir hizmet devresinde muhtelif hâdiseler, şiddetli tazyikat ve hücumlar karşısında maddi ve manevi engeller içerisinde takındığı tavır, niyaz ve yaşadığı halet-i ruhiye ve gösterdiği azim ve sadakat gibi ahvali olan “sıddıkıyet mesleği”dir ki Nur talebeleri için ehemmiyetle bilinmek, anlaşılmak ve yaşanmak icab eder.

Çok dikkatle üzerinde durulması, tefekkür edilmesi gereken bedihi bir hakikat vardır ki o da şudur: Risalelerde, mektuplarda, lâhikalarda defalarca yazıldığı gibi mübarek Üstadımıza müracaat edenler ve ziyarete gelen bütün ziyaretçiler hemen umumiyetle daima görüyorlardı ki:

Üstadımız onların nazarlarını Risale-i Nur’a tevcih ediyordu. Acaba bunun sırr-ı hikmeti ne idi? Mütemadiyen ne için bu noktada tahşidat yapıyordu?

Evet bu, muazzam bir hakikattir ve Hazret-i Bedîüzzaman’a kâfil bir muazzam hakikatin ifadesidir ki dersimizi hakaik-i Kur’aniye ve envar-ı imaniye hazinesi olan Risale-i Nur’dan aldığımız gibi birbirimizle manevi münasebet, alâka, uhuvvet ve muhabbet düsturlarımızı da hep o Risale-i Nur’dan ders alacağız.

Evet, bu zamanda, bu dehşetli ve cihan-şümul hâdiseler hengâmında Kur’an şakirdleri cüz’î ve küllî, ferdî ve içtimaî bütün ders ve ikazlarını Risale-i Nur’la tahsil edeceklerdir. Çünkü Kur’an’ın bu asra bakan vechesini ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın bu zamandaki vezaif-i diniye tavrını küllî bir mana ile şimdi bu suretle Risale-i Nur’la görmüş, anlamış bulunuyoruz.

Bu Hizmet Rehberi’ndeki yazılar, bahisler; Risale-i Nur’un Mektubat, Lem’alar, Şuâlar, Müdafaalar ve Lâhika Mektuplarından alınan ve hizmet-i Nuriyeye kısmen meslek-i Nuriyeye temas eden kısımlardan ancak birer cüzüdür. Risale-i Nur baştan başa bütün hakaik ve bahisleriyle mektubat ve müdafaat, hepsi de bu asırda bir cadde-i kübra-i Kur’aniye olan bu sırat-ı müstakim âyine-i mücellasını beyan ve ifade ederler. Risale-i Nur müellifi muazzez Üstadımız uzun yıllar boyunca hizmet-i Nuriyenin muhtelif safhalarında talebeleriyle birlikte maruz bırakıldığı çeşitli hallerde zaman ve zemine münasip ve o hallere muvafık ders, ikaz ve irşadlarda bulunmuştur.

Risale-i Nur’daki hakaik, nasıl ki doğrudan doğruya feyz-i Kur’an’dan mülhem hakaik-i imaniyedir, zaman ve zemine göre değişmez ebedî hakikatlerdir. O kudsî hakaikin ders ve taliminde, neşir ve ilanatında da hizmete taalluk eden irşad, ikaz, teşvik ve tergibi tazammun eden şu gelecek meseleler de herhalde değişmez dersler ve esasattır ki Nur talebeleri hayatın ve hizmetin muhtelif saha ve safhalarında onlardan istifade ederler, müşkülatlarını giderirler. Daha geniş istifade için bu Hizmet Rehberi’nin menbaı olan Külliyat-ı Nuriye ve mektubatı mütalaa etmelidirler. Bu Hizmet Rehberi ancak o külli ve muazzam hakikatin bir küçük numunesidir.

Bu Rehber’deki bazı kısa bahisler ve cümlelerden derhal o bahis ve cümlelerin alındığı risalelere müracaatla meseleleri geniş ispat ve izahatla elde etmek, derk etmek lazımdır.

Hizmet Rehberi’nde esas umde ve hakaik, İhlas Risaleleri ile Uhuvvet Risaleleridir. İhlas Risalesi’nin on beş günde bir defa okunmasının emredilmesiyle, sırr-ı ihlas ve uhuvvetin Nur talebeleri mabeyninde bizzat istimalinin azameti ve ehemmiyeti anlaşılmaktadır. Bu Hizmet Rehberi, Külliyat-ı Nur’dan ve mektuplardan, İhlas ve Uhuvvet Risalelerindeki düsturları ve esasları teyid ve takviye eden bahislerden müteşekkildir.

Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn’den bütün esma-i hüsnasını şefaatçi yapıp niyaz ederiz ki bizleri sırr-ı ihlasa muvaffak eylesin, âmin!

Nur Talebeleri

(Hizmet Rehberi, Envar Neş., 2018 İstanbul, s. 5-10)

***

Aziz, Sıddık Kardeşlerim!

Bu zamanda avam-ı mü’minînin itimad etmesi ve iman hakikatlarını tereddüdsüz alması için öyle muallimler lazım ki; değil dünya menfaatlerini belki âhiret menfaatlerini dahi ehl-i imanın menfaat-i uhreviyesine feda ederek o ders-i imanîde her cihetle şahsi faidelerini düşünmeyip yalnız ve yalnız hakikatlara, rıza-i İlahî ve aşk-ı hakikat ve hizmet-i imaniyedeki şevk-i hak ve hakkaniyet için çalışsın.

Ta her muhtaç, delilsiz kanaat edebilsin, bizi kandırıyor demesin.

Ve hakikat pek çok kuvvetli olduğunu ve hiçbir cihette sarsılmadığını ve hiçbir şeye âlet olmadığını bilsin, tâ imanı kuvvetlensin ve o ders ayn-ı hakikattır desin ve vesvese ve şübheleri zâil olsun.

Said Nursî

(Hizmet Rehberi, Envar Neş., 2018 İstanbul, s. 146; Siyaset-Neşriyat Broşürü, s. 114)

* * *

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Otuz beş senedir ki siyaseti bırakmıştım ve Nurculara da bırakınız diyordum. Sebebi, siyaset ihlası kırar. Fakat şimdi hissettim ki bazı münafıklar dindarları perde yapıp dini siyasete âlet, sonra da siyaseti dinsizliğe âlet etmeye çalıştıklarından safdil dindarların hatırı için bir iki defa siyasete baktım. Gördüm ki:

Bizi bu üç dört mahkemede “Dini siyasete âlet ediyor.” diye itham edenler, kendileri dessasane dini tezyif etmek için dinsizlik düsturlarını kanuna bağlamak gibi dünyada hiçbir şeddad hiçbir zalim yapmadığı bir dehşet gördüm. Şiddetli bir meyusiyetim içinde Hürriyet başında bizimle yani İttihad-ı Muhammedî (asm) Cemiyetiyle İttihatçıların bir kısmındaki gizli farmasonlara muarız ve manen bizimle yani İttihad-ı Muhammedî (asm) ile müttefik olan Ahrar Fırkası yine otuz beş sene sonra dirildi yine uyandı. Birden şeair-i İslâmiyenin başında olan ezan-ı Muhammedî’yi (asm) farmasonların zincirlerini kırıp ilan etmesiyle siyasetten kat’-ı alaka eden eskide İttihad-ı Muhammedî (asm), şimdi Nurcular namını alan ve İttihad-ı İslâm içinde bulunan kardeşlerimiz yanlış basmamak için bazı şeyleri söylemek isterdim. Fakat “Risale-i Nur benim bedelime konuşuyor.” dedim, yine yüzümü çevirdim.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz
Said Nursî

(Hizmet Rehberi, Envar Neş., 2018 İstanbul, s. 230-231; Beyanat ve Tenvirler 7)

* * *

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Aziz, Sıddık, Kahraman Kardeşlerimiz!

Evvela: Binler selâm ve sevgilerimizi sunar, hizmet-i imaniye ve Kur’aniyede muvaffakıyetler diler, dualarınızı bekleriz.

Sâniyen: Cereyan etmekte olan hâdisatın muhtemel menfî tesirlerinden kalp ve ruhlarımızı âzade bulundurmak ve bir şey meydana geldikten sonra daima kader cihetini düşünerek, hikmetli ve güzel taraflarını görmek ve zahirî ruha dokunan kaba, şer, musibet cihetlerine fazla nazarı dolaştırmamak, Risale-i Nur’dan aldığımız derslere binaen lazımdır.

(Hizmet Rehberi, Envar Neş., 2018, s. 245)

***

Kardeşlerimiz! Gözlerimiz hâlâ nemli, yaşlarımız dinmedi ve dinmeyecek… O sevgili Üstadımız en sevgili, en hicranlı hatıraları hâfızalarımızda bırakarak aramızdan maddeten ayrıldı; rahmet-i Rahman’a, Peygamber-i Zîşan’ımızın (asm) yanına kavuştu. Onu çok arıyoruz ve arayacağız.

Bahtiyarız bizler ki bu dehşetli asırda bizlere Kur’an’a hizmet aşkını Risale-i Nur vasıtasıyla kazandırdı. Yirminci asrın insan psikolojisini, içtimaiyatının tam ve hakikatli bir tahlilini yaparak, bu hizmette kalp ve akılları teshir edecek müsbet ve ilmî ikna usûllerini bizlere öğretti. Canından fazla sevdiği ve üzerinde göz bebeği gibi titrediği Risale-i Nur hizmetini talebelerine emanet etti. Biz de bu emaneti bütün ruhumuzla muhafaza edip nesilden nesile ileteceğiz inşâallah. Çünkü o külliyatın her sahifesinde Said Nursî var, her satırında Bedîüzzaman konuşuyor. Seksen küsur senenin başını eğdiremediği mücahid-i ekber, allâme-i cihan, sarığı başında bizimle sohbet ediyor ve diyor:

“Evet, ümitvar olunuz! Şu istikbal inkılabı içerisinde en yüksek gür seda, İslâm’ın sedası olacaktır.”

“Aziz, sıddık kardeşlerim! Merak etmeyiniz, biz inayet altındayız. Zahiren zahmetler altında rahmetler var.”

“Aziz, sıddık, sarsılmaz, telaş etmez, ahireti bırakıp fâni dünyaya dönmez kardeşlerim…”

Ey Risale-i Nur’un talebesi! Hayatı hârikalarla dolu Üstad’ın yaşayan, manen hükmeden sesini duy!

Ey büyük Üstad! Minnet sana, şükran sana, rahmet hep sana!

Ey kardeş dikkat buyur! Denizli hapsinde bütün esbab-ı âlem zahiren Üstad’ın aleyhinde, idam hükümleriyle mahkemeye verilmişken Üstad diyor:

“Merak etmeyiniz kardeşlerim, o Nurlar parlayacaklar.”

Bu söz nasıl tahakkuk etti!..

Üstadımızın dediği gibi: “Bize şimdi lazım, kemal-i teslimiyetle sabır ve temkinde bulunmak ve bilhassa inkisar-ı hayale düşmemek ve bazen ümidin hilaf-ı zuhuruyla meyus olmamak ve muvakkat fırtınalarla sarsılmamak, inayet-i İlahiyenin imdadımıza gelmesini tevekkül ile beklemektir.”

Burada birbirimize çok tekrar ettiğimiz bir dersimiz de: Vazifemizin yalnız ve yalnız hizmet ve neşir olduğu ve neticenin Cenab-ı Hakk’a ait bir keyfiyet bulunduğu hususudur. Tedbiri ise a’zamî faaliyet ve a’zamî hizmet içerisinde tedbir olarak mütalaa ediyoruz. Yoksa hizmeti –Allah göstermesin ve Üstadımızı kabrinde mahzun etmesin– his, heva ve nefsin bir tezahürü olan, tamamen veya muvakkaten terk etmek manasında değil…

Bidayet-i İslâm’dan beri gelen hâdisatı, zamanın şeridinde ibretle seyretmek, Nurları okumak, okutmak, yazmak suretindeki meşguliyetle hizmet-i Kur’aniye ve imaniyeyi devam ettirmek, kalbi ferahlandırmak, aramızdaki uhuvvet ve muhabbeti ziyadeleştirerek ihlasla ve tam tevekkül ve teslim içerisinde müsbet hareket ederek hizmette kusur göstermemek elzemdir. Kanaatimiz ve imanımız budur.

Hizmet… Durmadan, dinlenmeden, yılmadan hizmet… Kasırgalar, tufanlar saldırsa yine hizmet… Bu vatan ahalisinin Nurlara en az ekmek, hava ve su kadar ihtiyacı var. Sefahet ve ahlâksızlığın cemiyetimizin bünyesini bir kanser gibi kemirdiğini ve her geçen dakikanın bilhassa genç nesillerimizi uçurumlara attığını, bütün bir vatan sathına yayılmak istidadını gösteren serserilik ve anarşi tohumlarının hayatiyet ve bekamızı tehdit edecek hale geldiğini kör olanlar da gördü. Elbette Risale-i Nur’la bu müthiş yaranın tedavisine çalışılacak.

Bu can bu tende durdukça koynunda bir tarihin yattığı ve bütün bir ecdad kalbinin çarptığı bu vatanın; camiler, mescidler, türbeler kokan temiz havasını teneffüs ettikçe ebedler tarafına doğru bu manevi bayrak dalgalanacak, bu iman yanacak, sönmeyecek inşâallah… Nihayet, en garazkârlar da anlayacak ki “Bir hakikat var, hiçbir şeye feda edilmez, ehl-i dalalete başını eğmez, mağlup olmaz.”

“Evet, bu şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm hakikati, elbette hayattan ziyade bir istediği var. Ve onun idamından kurtulmak çaresi, insanların her meselesinin fevkinde en büyük ve en ehemmiyetli ve en lüzumlu bir ihtiyac-ı zarurî ve kat’îsidir.”

Müsaade ederseniz burada bir an Üstadımıza sesleneceğiz:

Üstadımız! Elimizde nur var, siyaset topuzu yok. Asayiş memurlarıdır manen talebelerin. Düsturlarını öylesine benimsedik, nasihatlerini öylesine dinledik ki kabrinde rahatsız edildiğin demde dilimiz susmadı, elimiz Nur Risalelerini bırakmadı, ayaklarımız menfî ümitlerin hilafına envar-ı imaniye ve cihad-ı diniye meydanlarında koşuştu, hislerimiz galeyana geldi, hissiyatımız coştu, hicran ve tahassür, azap ve işkenceler içinde âdeta sergerdan gibi dolaştık, intikamımızı Risale-i Nur’un ihtiva ettiği tahkikî iman derslerini okumak ve okutmakla aldık.

“Birimiz şarkta, birimiz garpta, birimiz cenupta, birimiz şimalde, birimiz ahirette, birimiz dünyada da olsak, biz yine birbirimizle beraberiz.” sözün içli bir teselli marşımız oldu.

Netice: Üzülecek hiçbir şey yok, zulüm olursa ömrü de az olur. Kader her şeyden üstündür.

Hülâsa: Müjde var! Muktezî ise her şey var. Bir manevi sefer var, Risale-i Nur’u okuyarak Üstada kavuşuncaya kadar…

Müjde var arkadaşlar, müjde var! Said yaşıyor, yaşayacak! İşte misal:

“Yakînim var ki istikbal semavatı, zemin-i Asya,
Bâhem olur teslim yed-i beyza-yı İslâm’a.”

Nur Talebeleri

(Hizmet Rehberi, Envar Neş., 2018 İstanbul, s. 245-250)

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Pek Muhterem, Aziz kardeşlerimiz!

Gönderdiğiniz risaleleri büyük bir sevinç ve sürurla alıyor ve sizlere dualar ediyoruz. Bizi tenvir ettiğinizden dolayı Allah sizden razı olsun ve cennetü’l-firdevste cemaline müşerref eylesin. Eğer bu dalaletli asırda Cenab-ı Hak bu Nur Risalelerini ihsan etmese idi, ümmet-i merhume bu asırda gaflette kalacaktı. Çünkü manevi hastalıklar dört yandan kaplamış, hatta içeriye girmiş; mikroplar akciğerleri emiyorlar. Bazı bîçareler hâlen yine farkında değil… Risaleleri hem okuyor hem bu ümmetin haline ağlıyorum. Fakat Risale-i Nur’un fevkalâde bir rağbete mazhar olduğuna vâkıf olmak ve müşahede etmek sayesinde yine de ümitsiz değilim. Allahu Teâlâ’ya sonsuz şükürler… Onun nuru bize de yetişti. Hasta kalbimize merhem olan Nur Risalelerini okuyoruz. Orada her derde deva bulduk. Kalbimizdeki yeisi kovdu, bizleri baştan ayağa nura gark etti. Allah bu risalelerin müellifi Bedîüzzaman Said Nursî Hazretlerinden ebediyen razı olsun. Yerlerini cennetü’l-firdevs kılsın. Bizleri de onun şefaatine nâil eylesin.

O zat-ı mübareğin bu sözü bize aşk, şevk ve kuvvet kaynağı oluyor:

“İnşâallah istikbaldeki İslâmiyet’in kuvvetiyle medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumîyi de temin edecek. Hak ve hakkaniyetin manevi kılınçları düşmanları mağlup edip dağıtacak. Hakikat-i İslâmiyenin güneşi ile sulh-u umumî dairesinde hakiki medeniyeti görmeyi, rahmet-i İlahiyeden bekliyoruz.”

Bu yolda manevi mücadeleye devam edeceğiz. Önümüze ne çıkarsa çıksın aldırmayacağız. Canımızı da feda edeceğiz. Allah cümle kardeşlere nusret, muvaffakıyet ve hayırlar versin, âmin âmin!

Müsterih ol ey şah-ı evliya! Sen ölmedin! Senin ardından koşanlar, günden güne çoğalmaktadırlar.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Avrupa Nur Talebelerinden
Mahmud Tunalı

(Hizmet Rehberi, Envar Neş., 2018 İstanbul, s. 250-252)


Sorularla Risale

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin Manevî Hayata Hizmetleri

Üstad Said Nursi’nin Manevi Hayata hizmetleri   Bedîüzzaman Hazretleri hayatını ‘eski Said’ ve ‘yeni Said’ …

Yorumlar

  1. avatar

    bu mevzu üzerinde çalışma yaptık. net olarak asa-yı musa hacminde bir sayfa çıktı

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
İnsanlar ve Ağaçlar

İnsanlar ve Ağaçlar İnsanlar ile ağaçlar arasında bazı benzerlikler olduğunu düşünüyorum. Örneğin: Ağaç ne kadar …

Kapat