Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Makaleler / KÜLTÜR VE MEDENİYET MEKÂNI OLARAK ŞEHİR / Tahsin GÖRGÜN*

KÜLTÜR VE MEDENİYET MEKÂNI OLARAK ŞEHİR / Tahsin GÖRGÜN*

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

KÜLTÜR VE MEDENİYET MEKÂNI OLARAK ŞEHİR/ Tahsin GÖRGÜN*

BİZİM KLASİK DİLİMİZİ KULLANARAK İFADE EDECEK OLURSAK, ŞEHİR, YANİ “HADARÎ UMRAN” İNSANLARIN SADECE CANLILIKLARINI SÜRDÜRDÜKLERİ BİR“MEKÂN” OLMAYIP, BUNU BELİRLİ BİR DÜZEN İÇERİSİNDE GERÇEKLEŞTİRDİKLERİ VE GERÇEKLEŞTİRME DÜZENLERİNİ BAŞKA İNSANLARA/YENİ NESİLLERE ÖĞRETEREK ONLARIN DA MEVCUDU GELİŞTİREREK SÜRDÜRMELERİNİ SAĞLADIKLARI BİR VAROLUŞ VEYA OLUŞ YERİDİR.

1. “Kültür” ve “medeniyet”, Türkçe’de batı dillerindeki “culture” ve “civilization” terimlerini karşılamak için kullanılır. Batı dillerinde telaffuzları ve imlâları farklı olsa da, kabaca “civilization” toplu olarak yaşamakla alâkalı iken, “culture” insanın çevresi ile olan ve çevresi üzerinde, onu geliştirmeye yönelik bir ilişkisini ifade eder. Bu sebeple civilization’u “medeniyet”, cultur’ü de önceleri “hars” olarak karşılamayı muvâfık bulmuşlardı; daha sonra “ekin” kelimesi uydurulmuş ve zaman zaman kullanılmışsa da, kültür günümüzde en yaygın kullanılan kelime gibi gözükmektedir.

Bu kelimelerin Batı’dan alınmış olması birçok insanı medeniyet ve kültürün Batı’ya has olduğu ve Batı dışında kültür ve medeniyetin bulunmadığı gibi bir düşünceye sevk etmiştir. “Medenî” ve “kültürlü” sıfatları da yaygın bir şekilde bu mânada kullanılmıştır. Medeniyet ve kültür hakkında yazılan yazıların bu çerçevede hazırlanmasının gerekçesi bu anlayıştır. Eğer mesele bunu tespit etmekten ibaret olsaydı, o zaman yapılması gereken şey, Batı’da bu terimlerin kavramlarını tespit etmek ve şimdiye kadar yapıldığı gibi, Batı’nın geçmişinde bizim geleceğimizi aramak ve halimizi de, “medenîleşme sürecinde bulunan bir millet olarak”, Batı’nın aştığı aşamalardan biri ile özdeşleştirmek olacaktı. Zaten bu tavrın etkin olduğu bir dönem yaşadık ve bu döneme batıcılık veya batılılaşma dönemi dediğimiz gibi, bu tavrı benimseyenlere de batıcı denilmekteydi.

Bugün artık bu tavır anlamını yitirdi; biz artık geleceğimizi Batı’nın geçmişinde aramadığımız gibi mevcut halimizi de Batı’nın geçirdiği aşamalardan birisi olarak kavramıyoruz. Bu sebeple de bir taraftan kendimizi keşfetmeye çalışırken, Batı’nın mevcut halini ve geçmişini de, kendi gözlerimizle görmeyi ve kendi aklımızla kavramayı zorunlu kabul ediyoruz. Bu tavır bizi zaman ve mekân olarak Batı’nın ötesini ve ötesinde, Batı’yı dışlamadan ve ötekileştirmeden, hakikatin ölçüsü veya kıstası olarak değil, gerçekliğin bir parçası olarak görmeye itmektedir. Bu çerçevede biz, “Batı mevcut olmadan önce ne vardı?” sorusu yanında, “Bir gün Batı olmayacak olursa, ne olacak?” sorusunu da sormak durumundayız. Şimdi kısaca bunu “kültür-medeniyet mekânı olarak şehir” çerçevesinde tahlil edelim.

2. Bilindiği gibi günümüzde yaşayan Batı dilleri ortaya çıkmadan çok önce İslâm dünyası, şehirden başka toplum, insan, tabiat, zihnî varlık alanı olarak kabul edilen geometri ve matematik, sanat ve zanaatlar, bunların ötesinde hukuk ve siyaset alanlarında kendi hayatlarını bahis mevzuu yaparak, bunu belirli terimlerle ifade etmişlerdir. Bu terimlerden iki tanesi, “edeb” ile “umran’dır. Hem “edeb” hem de “umran”, Fransızlar’ın “culture” ve “civilisation” terimlerini kullanmaya başladıkları, onlara bağlı olarak meselâ Almanların “Bildung” ve “Kultur” veya “Zivilisation” terimlerini geliştirmeye başladıkları 18. yüzyıldan çok önce hakkında kitap telif edilen mühim terimler haline gelmişlerdi. 18. yüzyılda Batı Avrupa’da konuşulmaya başlanmış olan konular arasında evrensel değeri olan birçok mevzu, Müslümanlar tarafından asırlar öncesinde müzakere edilerek karara bağlanmış mevzular arasındaydı.

Bu aslî ve tayin edici tespitlerden birisi, “insanların kendi teşkil ettikleri/hazır ettikleri bir dünyada yaşadıkları” idi. Kısaca insanlar kendilerinin teşkil ettikleri dünyaya “umran”, bu umranı sürdürme yollarına da “edeb” adını vermekteydiler. Edeb, daha sonra kullanımında bir incelme yaşanarak, daha üst seviyede bir “incelik”, hayat tarzında günümüzde çokça kullanılan iki terimi kullanarak ifade edecek olursak, “etik olanı estetik olan ile tevhit ederek hayatı sürdürmek” anlamında kullanılmakta; bu ise, meselâ daha sonra Almanlar’ın kullandığı “Bildung” teriminde –belki yeniden- karşılığını bularak karşımıza çıkmaktaydı. Bu çerçevede edeb, etik olanı estetik bir formda yaşamak mânası ile şehir hayatının mühim bir görünüşü olmakla, bu aynı zamanda, hayatın, yani insanın insan olarak varoluşunun “belirli bir zaman ve mekânda” tahakkukunu ifade eden “umran”ın incelmiş bir aşamasını ifade etmekteydi. Şimdi bunu biraz daha yakından ele alalım.

3. İbn Haldun, insanî varoluşun huzuru ve zuhuru olarak nitelenebilecek olan umran üzerinde dururken bunu iki temel formda ele alır. Bu formlardan birisi, daha doğrusu birincisi ve aslîsi, bedevî umran veya kısaca “bedâvet”tir. İkincisi ise, birincisinin asla, ilke ve ilkeye yakınlığı açısından “ilkelliği”ne göre tâli ve birincisinin yöneldiği varoluş şekli olmasıyla gayesi ve bu cihetten de tâli olan hadarî umran veya “hadâret”tir. İbn Haldun bedâveti hadaretten, -ikisini de umrân olarak isimlendirmekle birlikte- açıkça ayırır. Bu tefrik kriterinin ne olduğunu ortaya koyarsak, şehrin ne olduğu sorusuna da bir cevap vermiş oluruz ki, bu cevap bize şehir üzerinde düşünürken esaslı bir şekilde meseleleri değerlendirme imkânı sağlayacaktır.

Umran terimi klasik kullanımı ile “ömür” ile aynı kökten gelmekte ve benzer bir mânayı ifade etmek için kullanılmaktadır. Umran, meselâ İbn Haldun’un (14. yüzyıl) dilinde, insanın canlılığını sürdürürken gerçekleştirdiği her şeyi ifade etmektedir ve bu her şeyden önce birbiri ile dayanışma içerisinde hayatı sürdürmeyi iktiza etmektedir.

Umran, buna göre, “insanların zorunlu olarak topluca, bir toplum olarak, bir cemiyet olarak varlıklarını sürdürmeleri” anlamına gelmektedir.

İnsanların birlikte yaşaması şehir kurmayı iktiza etmediği için, umran zorunlu olarak şehri ve şehirde yaşamayı iktiza etmemektedir. Bu gerekçe ile İbn Haldun bir “bedevî umran”dan söz eder. Bedevî umran, insanların çevreleri üzerinde tasarrufta bulunmadan, onların varlığına bir “değer” katmadan, onları kullandığı hayat şartlarını ifade etmektedir. Bedâvet, insanların fikirlerini ve akıllarını, dolayısı ile bilgilerini çevrelerini şekillendirmek için kullanmadıkları; onları daha çok zarurî ihtiyaçlarını temin etmek için kullandıkları hayat şartlarını dile getirir (istihsal değil istihlak). Bedevî olarak yaşayan insanlar, kısaca ifade etmek gerekirse, (çevrelerine), ne etik, ne estetik, ne iktisâdî, ne de sınâ’î cihetten bir değer katmazlar. Kendileri bir şey “hazır” etmezler; sadece bulduklarını, asgarî ihtiyaçlarını karşılamak için kullanırlar. Bedevîlikte yaşayan insanların mutlaka bir hayat düzenleri, varlığı sürdürmede dikkate aldıkları ilke, kural ve alışkanlıklar bulunmaktadır. Bunların bütününe ahlâk adını veriyoruz. Bedâvet bir yaşama, hayatı birlikte sürdürme yolu olarak, aynı zamanda bir ahlâkı içermektedir. İnsanların varlıklarını sürdürmede tuttukları yol onların umranını, bunu gerçekleştirmelerinin düzeni de ahlâklarını ifade eder. Bedevî umranda insanların hem çevreyle hem de birbirleri ile ilişkileri söz konusu olduğunda tasarruf imkanları çok sınırlı olduğu için, hayatlarının ahlâkî cihetinde estetik bir incelik bulunmaz.

Ancak insanların topluca yaşamaları, toplu hayatları zaman içerisinde, düşünce ve bilgilerini biriktirip, etraflarında bulunanı bir fikre göre tanzim etmeye yönelmeleri ile birlikte, bazı şeyleri daha önceden bilinen bazı ihtiyaçlar için “hazırlama” ve “hazır tutma” halini ortaya çıkarır. Artık insanlar sadece buldukları ile iktifa etmeyip, bunun ötesine geçerek mevcut üzerinde tasarruflarda bulunarak, bazı şeyleri daha sonraki ihtiyaçları için “hazır” hale getirmeye yönelmektedirler. Bu yöneliş ile birlikte insanlar yavaş yavaş geniş arazi parçalarından ekim dikim için tarlalar, yazın sıcaktan, kışın soğuktan korunabilecekleri ikametgâhlar, bu ikametgâhlarda muhtelif ihtiyaçlarını karşılamak için aletler, bu aletleri yapmayı öğreten bir irtibat şekli, yani sanat ve zanaatlar ile bunların, yani zaman içerisinde elde edilen bilgilerin muhafaza edilerek makul bir şekilde öğretilme yolları olarak da ilimleri geliştirirler.

Bütün bunlar bir iş bölümünü ve buna bağlı olarak daha farklı bir birbirine bağlılık/bağımlılık ilişkisini ortaya çıkarır. Bu bağlılık ve bağımlılık, hazır etme yanında, hazır olma, başkalarının ihtiyaçlarını karşılamak için, mütehassıs olduğu alanda hazır bulunma halini ortaya çıkarır. Bu muhtelif mesleklerin ve zanaatların ortaya çıkmasını ifade eder. Bu meslek ve zanaat erbabı kadar, birlikte yaşayan insanların her birisinde bir şekilde tahakkuk eden ve herkes tarafından, ilgili olduğu kadar üstlenilerek bilinen ve uygulanarak geliştirilen yol ve yordamlar ortaya çıkar ki, buna “edeb” denir. Edeb, kısaca, estetik inceliklerin dikkate alındığı ahlakî hayatın düzenini ifade eder. Bu sebeple bizim klasik dilimiz, dünyanın olduğu kadar dinin de bir edebinin olduğunu; ilimde olduğu gibi, insanın diğer insanlarla, hatta diğer canlılarla irtibatında da bir edebe riayet etmesi gerektiğini söyler. Daha başka bir ifade ile bir işi edepli bir şekilde veya edebine uygun bir şekilde veya adabınca yapmanın yoluna “ilim” denilmektedir. Hatta bir meseleyi müzakere etmenin ahlâkını estetik cihetle birleştiren yola, “adabü’l-bahs ve’l-münazara” adı verildiği gibi, bugün muhakeme usûlü olarak bildiğimiz disiplinin klasik adı “edebü’l-kâdî” idi. Edebü’l-kâdî, tarafların neticesine razı olacakları bir şekilde yapılması iktiza eden muhakemenin herkesçe bilinen, kabul edilen ve tahkik edilebilen yol ve yöntemini ifade etmektedir.

İşte bu hazırlama ve hazır bulunma halini ifade etmek için bizim klasik dilimiz “hadâret” veya “hadârî umran” terimlerini geliştirmiştir.

Şehir, varlığını insan etkinliğine borçlu olan içtimaî varoluş şeklidir. Şehirde her şey insan eliyle ve bir amaca matuf olarak “teşkil” edilmiştir. Şehrin varoluşsal esası budur.

4. Dikkat edilecek olursa insanların hayatlarını sürdürürken tuttukları yol ve bunun şekli, iki ciheti ile şehri ifade etmektedir. Bu şehir, bir ciheti ile insanların hem mahremiyetlerini hem de canlılıklarını muhafaza ettikleri binaları ifade ederken, daha başka bir ciheti ile kurumlardır; başka bir ciheti ile ilimler ve sanatlardır. Diğer bir ciheti ile bütün bunların düzenini ifade eden ve bu düzenin manasını teşkil eden edeb olurken, bütün bunların muktezâ-yı hâle uygun olarak dile getirilmesine de, “edebiyyât” denilmektedir. Bütün bunların gerçekleşmesinde ahlâkî olan ile estetik olanı birleştiren ciheti, bizim klasik dilimiz hem ahlâkî iyiyi hem de estetik güzeli ifade eden “hasen” veya “hüsün”, güzel ve güzellik terimleri ile ifade etmektedir. Edebin en yüksek formunu, insanın her işini Allah’ın huzurunda ve ona takdim etmek için, bu şuurla, gerçekleştirmesi teşkil etmektedir. Bu hale, bilindiği gibi “ihsân” denilir.

Şimdi baştaki sorumuza dönecek olursak, şunu söyleyebiliriz: “Civilization” ve “culture” terimleri 18. yüzyılda ortaya çıkmadan asırlarca önce bizim kendi hayatımızı ifade etmek için kullandığımız “umran” ve “edeb” terimleri, sadece şehri değil, insani varoluşu kendi mahiyetine uygun bir şekilde dile getiren iki mühim terimimizdir. Bunların ikisi de insanın kendi “bina ettiği”, bina ederken bir “mâna” kattığı, daha sonra, bu binayı manası ile birlikte yeniden düşünerek, başkaları için de anlaşılabilir ve yapılabilir kıldığı bir süreci dile getirmektedir.

Bizim klasik dilimizi kullanarak ifade edecek olursak, şehir, yani “hadarî umran” insanların sadece canlılıklarını sürdürdükleri bir “mekân” olmayıp, bunu belirli bir düzen içerisinde gerçekleştirdikleri ve gerçekleştirme düzenlerini başka insanlara/yeni nesillere öğreterek onların da mevcudu geliştirip sürdürmelerini sağladıkları bir varoluş veya oluş yeridir. Bunu zaten mekân’ın “kevn” ile olan iştikak irtibatı da açık bir şekilde ifade eder.

 


*Prof. Dr. İSAM

 

Din ve Hayat Dergisi

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Leyle-i Berat Hakkında (Âyet, Hadis, Risale-i Nur)

BERAT: Nişan, rütbe ve imtiyaz için verilen resmî belge, kurtuluş. Sitemizde Berat Gecesi ile İlgili yazılar …

Önceki yazıyı okuyun:
Hürriyet beyinlerde başlar / Nurettin ŞÖY

ESARET BİLEKLERE VURULAN ZİNCİR AYAĞA VURULAN PRANGA İLE OLMAZ, HÜRRİYET BEYİNLERDE BAŞLAR… Bir göz ki …

Kapat