Ana Sayfa / RİSALE-İ NUR & BEDİÜZZAMAN / Müdafaalar & Cevaplar / Kürdistan, Kürdî Terimleri ve Bediüzzaman / Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

Kürdistan, Kürdî Terimleri ve Bediüzzaman / Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Bediüzzamanın İlmî Şahsiyeti ve İcâzetnâmeleri açıklandı

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

Kürdistan, KürdîTerimleri ve Bediüzzaman

Osmanlı döneminde doğu illerinin bir kısmına Kürdistan deniliyordu. Bu isim herhangi bir ırki mana taşımıyordu. Yalnızca coğrafi bir bölgeye verilen bir ismi çağrıştırıyordu. Pakistan, Afganistan gibi…

O bölgeden olan insanlara ise Kürdi denilmekteydi. Osmanlı Devletinin fethini müteakip kurulan Diyarbekir Eyaleti başlangıçta çok geniş tutulmuştu. Sayıları 35’i geçen sancaklarını üç kısma ayırmak mümkündür.

Birinci grup sancaklar, tımar nizamına tabi‘ klasik Osmanlı sancaklarıdır.
Bunları şöyle toparlayabiliriz:
1- Amid (= Kara Amid = Kara Hamid) Sancağı (Paşa Sancağıdır);
2- Ana Ve Hit Sancağı;
3- Arabgir Sancağı;
4- Aşair Ve Ulus Sancağı;
5- Birecik Sancağı;
6- Çemişkezek Sancağı;
7- Çermik Sancağı;
8- Çüngüş Sancağı (1518 tarihli tahrirde Ergani’nin nahiyesidir);
9- Ergani Sancağı;
10- Harput Sancağı;
11- Kiğı Sancağı;
12- Mardin Sancağı;
13- Ruha (= Urfa) Sancağı;
14- Sincar Sancağı;
15- Siverek Sancaği;
16 Tercil Sancağı.

İkinci grup, Yurtluk ve Ocaklık tarzındaki sancaklardır.

Fetih esnasında bazı beylere hizmet ve itaatleri karşılığında, devamlı olarak sancak ve has şeklinde tevcih edilmiştir. Bunlara Ekrad Sancakları da denir. Bunlar klasik Osmanlı sancaklarında farklıdırlar. Zira sancakların idaresi genellikle bölgeye eskiden beri hakim olagelen nüfuzlu, eski mahalli beyler ve hanedanlara terkedilmiştir. Hayat boyu sancak beyi olan bu idareciler vefat ettikleri takdirde değiştirilebilmektedirler. Seferde Beylerbeyinin hizmetine girmekle mükellefdirler ve bu memleketlere merkezden kadı tayin edilir. Arazileri tımar nizamına tabi‘dir. İmtiyazlı sancaklar da diyebileceğimiz bu sancaklardan Diyarbekir Eyaletine bağlı 13 ve Van Eyaletine bağlı olarak da 9 adet mevcut idi. Çermik, Pertek, Kulp, Mihrani, Siird ve Atak Diyarbekir’e bağlı bu tür sancaklardandırlar. Müküs ve Bargiri de Van’a bağlı bu tür sancaklardandırlar.

Üçüncü grupise, Hükumet adı verilen sancaklardır.

Bunların idaresi, fetih esnasında gösterdikleri hizmetlerden dolayı tamamen yerli beylere terkedilmiştir. Sancakbeylerinin tayinine merkezi idare asla karışmaz ve ellerine verilen ahidnameler gereğince bunlar azl ve nasb edilemezler. Arazisinde tımar nizamı cari değildir. Dahilde tamamen müstakil olan bu bölgeler, hariçte yani askeri ve siyasi alanda bölgedeki Osmanlı beylerbeyine tabidirler. Diyarbekir Eyaletinde Hazzo, Cizre, Eğil, Tercil, Palu ve Genç sancakları; Van Eyaletinde ise, Bitlis, Hizan, Hakkari ve Mahmudi sancakları bu mahiyette Osmanlı sancaklarıdırlar.[1]

Yine bu, şahsın o bölgeden olduğunu gösteren bir aidiyet ihsas ediyordu. Erzurumi, Konevi, Bursevi gibi… Bu manada Üstad hazretleri de, Osmanlı döneminde bu nam ile çağrılıyordu. Fakat bu aidiyetin daha sonra farklı manalar ihsas etmesi sebebiyle, Üstad, Osmanlı sonrasında kendi köyüne nisbetle “Nursi” soyadını almış ve bunu kullanmıştır.

Maalesef günümüz Türkiye’sinde Osmanlı Modeli hem Kürtçüler ve hem de aşırı Türkçüler tarafından yanlış yorumlanıyor. Nasıl mı? İnceleyelim:

Evvela: Osmanlı Devleti’nin idari yapısının temelini kaza, sancak ve eyaletler teşkil ediyordu. Ancak Osmanlı Devleti, mutlak bir merkeziyetçilikten tamamıyla uzak bir anlayışa sahipti ve idaresi altına aldığı bölge ve cemiyetleri, çeşitli özelliklerine göre farklı idare tarzlarına tabi tutuyordu. Yani eyalet ve sancakların İstanbul’a olan bağlarında ayrı ayrı statüler söz konusuydu.

İşte Osmanlı Devleti, Çaldıran Zaferi’nden sonra Doğu Anadolu’da Diyarbekir merkez kabul edilerek Musul, Bitlis, Mardin ve Harput da dahil olmak üzre bütün Doğu Anadolu’da gayet geniş bir eyalet meydana getirmişti. Kanuni Süleyman devrinde yeni bir düzenleme yapılarak Van’da ayrı bir eyalet daha teşkil olundu.[2]

İkincisi; Kürtçülerin yanlış yorumladıkları ikinci ve üçüncü kısım sancakların durumudur ve özellikle de üçüncü kısma ait yorumları tamamen yanlıştır. Öncelikle şunu ifade edelim ki, yukarıda verilen bilgiden anlaşıldığı gibi, ikinci ve üçüncü kısımdaki sancaklar Diyarbekir Eyaletinin sadece % 20’sini bile teşkil etmiyordu. Üçüncü kısım ise sadece % 3’ü bile değildi. Nitekim bu manadaki sancaklar, Bitlis ve Hakkari hariç, bugün bile birer kaza durumundadırlar. İkinci önemli nokta burada uygulanmayan sadece Kanun-ı Osmani tabir edilen mahalli konulara ve özellikle de belediyeye ait Kanunlardır. Genel hukuk sisteminde yani İslam Hukuku konusunda tamamen devlete bağlıdırlar ve kadılar devlet tarafından tayin edilirler. Elimizde bu beyler ile alakalı beratlar mevcuttur. Bunu okuyan her tarihçi bunu rahatlıkla anlayabilir.

Üçüncüsü;Aşırı Türkçülerin yanlış yorumlarıdır. Onlar da bunların Kanun-ı Osmani dışında tutulmalarını ve yerel idareye ait bazı yetkilerde müstakillik tanınmasını, tamamen bağımsızlık manasında bir istiklal diye anlamışlardır. Halbuki Kanun-ı Osmani sadece % 15’i bile bulmayan bazı mali, idari ve askeri konulara aittir. Asıl hukuk sistemi şer’-i şerif tabir edilen İslam hukukudur.

Memleketinde zaten Sa’id-i Kürdi ünvanını kullanan Bediüzzaman Hazretleri, İstanbul’a varmasıyla birlikte, İstanbul’daki çevreler ve özellikle basın ona Sa’id-i Kürdi yahut Kürd Hoca demeye başladı ve kendisi de özellikle birinci ünvanı kullandı. Sonradan Bediüzzaman ve Bedi-i Ãlem-i İslam ünvanları kullanılmaya başlandı.

Zira Osmanlı Devleti din esasına sahip bir sisteme yani Millet sistemine sahip bir devlet idi ve bütün Müslümanlar tek millet kabul ediliyordu. Mesela Lazların yaşadıkları bölgeye, o zamanlar gayet rahatlıkla, Lazistan denildiği gibi, Kürtlerin yaşadıkları şark vilayetlerine de yine o zaman, Kürdistan denilmesinde hiç bir mahzur mülahaza edilmemekte idi.

Dolayısıyla bu bölgenin insanlarını temsilen hilafet makamına müracaat için giden bir insanın, herhalde kendisine Kürdi lakabını vermesi kadar normal bir şey olmazdı. Hatta değil 1908’lerde 1918’ler ve sonrasında, İttihadTerakki hükumetlerinin sonlarında bile, millet meclisinde Lazistan mebusu Sudi Bey, yine Lazistan mebu’su Ziya Efendi[3] gibi rahatlıkla Lazistan olarak coğrafi bölgeye verilen isimden kuşkulanan kimse olmuyordu.

Hatta Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde 1926 yılına kadar yine Lazistan ve Kürdistan ta’birleri çok rahatlıkla kullanılmakta idi. Böylece Kürdistan tabirinden hiç bir mahzurun mulahazası söz konusu değildi. Dolayısıyla Kürdi lakabı gayet normal bir şeydi. Bediüzzaman bu lakabını Cumhuriyet döneminde Kürdi yerine Nursi diye değiştirmesine rağmen, resmi hükumet yazışmalarında Kürdistan tabiri tedavülde devam etmekteydi.[4]

Bediüzzaman, 1922 Kasım’ında İstanbul’dan Ankara’ya geldiği ve TBMM’yi ziyaret ettiği zaman, Meclis zabıt ceridesi 9 Teşrin-i sani 1338 (1922) 135. içtima tutanağında bile Üstad’a aynı ünvan ile hoşamedi merasimi yapıldığı gibi; Mustafa Kemal Paşa kendisine üç yüz lira ma’aşla Kürdistan umumi va’izliğini teklif etmişti.[5]

Bediüzzaman, eski Sa’id döneminde milliyetçilik veya menfi ırkçılık anlamında değil, doğduğu yere atfen Kürdi lakabını kullanmışlardır. Erzurumi, Konevi, Bursevi gibi…Bediüzzaman’ın menfi milliyetçilikten dolayı bu lakabı kullanmadığına, bütün eserleri şahittir. Fakat Cumhuriyetten sonra, bu gibi tabirlerin ve lakapların kullanımının Kanunen yasaklanmasından dolayı ve bazı alanlarda bazı art niyetli insanların bunu menfi olarak kullanabilme ihtimalinden dolayı, bu lakab yerine, yine doğduğu yere atfen, Nursi soyadını almıştır. Bundan böyle eski ve yeni tüm eserlerinde bu imzayı kullanmışlardır.

Bediüzzaman Hazretleri, Yeni Said döneminde eski eserlerini neşrederken kendi eliyle Kürdistan ifadelerini Vilayat-ı Şarkıye şeklinde değiştirmiştir. Bu tabirin İttihad Terakki Partisinin bazı Türkçü fertleri tarafından ihdas edilip kullanıldığı şeklindeki iddiayı teyid edecek, Osmanlı Arşivinde bir tek belge bulunmamaktadır ve tamamen Üstad’a aittir.

Bediüzzaman’ın bu meselede temel prensibi şudur:

Şu dünya yüzü, hususan şu memleketimiz, eski zamandan beri çok muhaceretlere ve tebeddülata maruz olmakla beraber; Merkez-i Hükumet-i İslamiye bu vatanda teşkil olduktan sonra, akvam-ı saireden pervane gibi çokları içine atılıp, tavattun etmişler. İşte bu halde Levh-i Mahfuz açılsa ancak hakiki unsurlar birbirinden tefrik edilebilir. Öyle ise, hakiki unsuriyet fikrine, hareketi ve hamiyeti bina etmek, manasız ve hem pek zararlıdır.

Onun içindir ki: Menfi milliyetçilerin ve unsuriyetperverlerin reislerinden ve dine karşı pek lakayd birisi, mecbur olmuş, demiş: “Dil, din bir ise; millet birdir.” Madem öyledir. Hakiki unsuriyete değil; belki dil, din, vatan münasebatına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zaten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dahildir.[6]

Tekrar ifade edelim ki, bizim için esas olan İslamiyet noktasıdır. Milliyet ise Kur’an’ın ifadesiyle tanışıp kaynaşmamız noktasından bizim isteğimizin dışında Rabbimizin bize bahşettiği bir husustur. Osmanlı döneminde doğu illerine Kürdistan deniliyordu. Bu isim herhangi bir ırki mana taşımıyordu. Yalnızca coğrafi bir bölgeye verilen bir ismi çağrıştırıyordu. Pakistan, Afganistan gibi…

O bölgeden olan insanlara ise Kürdi denilmekteydi. Yine bu, şahsın o bölgeden olduğunu gösteren bir aidiyet ihsas ediyordu. Erzurumi, Konyevi, Bursevi gibi… Bu manada Bediüzzaman da, Osmanlı döneminde bu nam ile çağrılıyordu. Fakat bu aidiyetin daha sonra farklı manalar ihsas etmesi sebebiyle, Bediüzzaman Cumhuriyet döneminde, Osmanlı sonrasında kendi köyüne nisbetle Nursi soyadını almış ve bunu kullanmıştır. Ancak bazı resim kayıtlarda Üstadın soyadının Okur olarak geçtiği de bilinmektedir.

İşte Bediüzzaman Hazretleri hiç bir ırki tefrika niyeti taşımadan, zaman ve mekanca da normal karşılanan o ta’biri rahatlıkla kullanmıştır. Bunun sebebi ise, Padişah’ın, bilahare de İttihad ve Terakki hükumetinin nazar-ı dikkatini şark Vilayetlerindeki, perişanlık ve cehalet içinde biribirini kırmakta olan milletin hali üzerine çekmenin ve ona dair teşhis koyup reçetesini yazdığı ve o reçeteye göre ilaçları Padişah’ın ve hükumetin desteğiyle te’min etmenin hikmet ve gayesini taşıyordu. Bundan dolayı Üstad Bediüzzaman eski kitap ve makalelerinde o unvanı hep kullanmaktaydı.[7]

Hasan Feyzi Ağabeyin şu istihracı da önemlidir.

Ona “Kürdi” denilmesi ve Kaside-i Hazret-i İmam-ı Ali’de (R.A.) görülen يَا مُدْرِكًاkelimesinin hazf ve kalbiyle “Kürd” ima ve işaretinin bulunması, gerçekten Kürdlüğüne delalet etmez ve onun manevi silsile-i şerafet ve siyadetten tenzil ve teb’idini icab ettirmez.

Bu isnad ve izafe, Kürdistan’da doğup büyüyen ve bu lakabla maruf ve meşhur olan bu zatın Risalet-ün Nur’un tercümanı olduğunu sırf aleme ilan etmek içindir; yoksa Kürdlüğünü isbat etmek için değildir. Kürdçe bilmesi, o kıyafete girmesi ve öyle görünmesi, kendini setr ü ihfa için olup, hakiki hüviyet ve milliyetini ihlal ve inkar mana ve maksadıyla değildir diye düşünüyorum.

Alem-i İslamiyet ve insaniyete ve Haremeyn-i Şerifeyn’e asırlarca hizmet eden bu kahraman Türk Milletini onun çok sevmesinde ve hayatının mühim bir kısmını hep Türklerle meskun olan bu havalide geçirmesinde büyük hikmetler, mana ve mülahazalar olsa gerektir.[8]

ARŞİV BELGELERİ IŞIĞINDA BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ VE İLMİ ŞAHSİYETİ, cilt. 1

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin Manevî Hayata Hizmetleri

Üstad Said Nursi’nin Manevi Hayata hizmetleri   Bedîüzzaman Hazretleri hayatını ‘eski Said’ ve ‘yeni Said’ …

Önceki yazıyı okuyun:
Sağlam Kulpa Yapışmaya Cesaretin Var mı? / Fatma Bayram

Sağlam Kulpa Yapışmaya Cesaretin Var mı? İnsanın her davranışı için bir gerekçesi, bir açıklaması vardır. …

Kapat