Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Makaleler / Küfürden imana, köyden kente, Yesrib’den Medine’ye / Kenan Demirtaş

Küfürden imana, köyden kente, Yesrib’den Medine’ye

Büyük bir kentte doğan ve gittiği nice beldeleri Yesrib gibi kentleştirip medenîleştiren bir din için, “Bu din kentte yaşanmaz" demek

Küfürden imana, köyden kente, Yesrib’den Medine’ye / Kenan Demirtaş

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Küfürden imana, köyden kente, Yesrib’den Medine’ye

Büyük bir kentte doğan ve gittiği nice beldeleri Yesrib gibi kentleştirip medenîleştiren bir din için, “Bu din kentte yaşanmaz” demek

doğru olmaz.Gerek Mekke, gerekse Medine döneminde…

İslamiyet, Mekke-i Mükerreme gibi büyük bir şehirde doğdu, sıradan bir köyde değil. O zamanlar oraya “şehirlerin anası” denirdi. Çevre şehirlerden hac maksadıyla gelen insanlarla dolup taşardı. Ahalisi ticaretle uğraştığı için dışa açık hareketli bir topluluktu. Yazın Şam taraflarına, kışın da Yemen taraflarına ticaret kervanları düzenlediklerinden değişik din ve ırka mensup insanlarla sık sık temasları olurdu. İşte İslamiyet’in doğduğu yer böyle bir yerdir. Sonra Peygamber Efendimiz (a.s.m.) Yesrib’e hicret etti. Hicretten kısa bir süre sonra, bir tarım beldesi olan Yesrib kentleşti ve “Medine-i Münevvere”, yani “Nurlu Şehir” oldu.

Efendimiz, “nâhoş yer” anlamına gelen Yesrib adını hicretinden önce değiştirerek “Medine” ve “Taybe” (güzel, hoş yer) demiştir. Hastalıklar yurdu olan bu belde, Efendimizin gelmesiyle şifalar yurdu olmuştur.

Efendimiz, ömründe birkez bile Medine’ye “Yesrib” dememiştir. Çünkü Kur’anı Kerim’de Yusuf Suresi’nde de bu kelime geçer. “Yesrib” “kınanan yer” anlamına gelir.

Efendimiz bir hadisi şeriflerinde buyururlarki: “Kim Medine’ye Yesrib derse otursun Allah’a tevbe etsin.” Tevbe niçin edilir? Günahtan dolayı. Medine’ye Yesrib demek artık yasaktır ve günahtır. 

Böyle büyük bir kentte doğan ve gittiği nice beldeleri Yesrib gibi kentleştirip medenileştiren bir din için, “Bu din kentte yaşanmaz” demek doğru olmaz. Gerek Mekke, gerekse Medine döneminde inen ayetleri incelediğimizde ve bu ayetlere muhatap olan Sahabilerin, çağdaşları olan en medeni ülkelerdeki insanlara hocalık yaptığını göz önünde bulundurduğumuzda, bu hükmün ne kadar yanlış olduğunu anlayabiliriz. 

Ayrıca hepimiz de biliyoruz ki, geçmişte İslam ülkelerinin en kalabalık şehirleri ilim irfan merkezleriydi ve dinî hassasiyetin en yaygın olduğu yerlerdi. Tarih gemisine binip Medine’ye, Şam’a, Bağdat’a, Kahire’ye, Konya’ya, Buhara’ya, İstanbul’a ve sair diğer şehirlere gidersek, o büyük şehirlerin hayat damarlarında dinin ve dindarlığın aktığını; gönüllere hidayet ve fazilet nurlarını yansıtan âlimlerin ve evliyaların oralarda yetiştiğini görürüz.

Zihinler maneviyata karşı yabancılaştı 

Bugün kentlerde yaşanan dinî hayatta zayıflık ve zorluklar varsa, bunun birinci derecede suçlusu, ne kenttir, ne de kentleşme. Bunun asıl sebebi zamandır, belki zamanın ilcaatıdır. O açıdan zamanı iyi okumak gerekir. Ayrıca bu zayıflık ve zorluk problemi de çözümsüz değildir. Evet, zamanı iyi okuyan Bediüzzaman Said Nursî, 27. Söz’de bu zafiyetin sebebini çok net bir şekilde belirtiyor, mealen ve özetle şu tespitte bulunuyor: 

“Nasıl ki, çarşıda, mevsimlere göre belirli mallara talep oluyor. Zaman zaman birer mal revaç buluyor. Aynen bunun gibi, dünya sergisinde, insanlığın toplum ve medeniyet çarşısında, her asırda birer meta talep görüyor, revaç buluyor. Çarşısında o mal sergileniyor, o mal rağbet görüyor. Düşünceler, bakışlar, yorumlar ona yöneliyor. Meselâ, şu zamanda siyaset metaı ve rahat bir dünya hayatının temini ve felsefenin revaçları gibi…

Selef-i Salihîn denilen İslam’ın ilk asırlarında ve o zamanın çarşısında ise, en talep gören meta, Göklerin ve Yerin Yaratıcısı olan Allah’ın razı olduğu şeyleri ve bizden arzularını, Kur’an’dan öğrenmek; Kur’an’ın ve peygamberliğin nuru ile, kapatılmayacak derecede açılan ahiret âlemindeki ebedi saadeti kazandıracak vesileleri elde etmekti.

İşte, o zamanda akıllar, zihinler, kalpler, ruhlar, bütün güçleriyle Yerler ve Göklerin Rabbi’nin razı olduğu şeyleri anlamaya yönelik olduğundan, toplum hayatının sohbetleri, karşılıklı konuşmaları, olayları, hâlleri ona bakardı. Ona göre cereyan ettiğinden, her kimin güzelce bir kabiliyeti bulunsa, onun kalbi ve fıtratı, şuursuz olarak her şeyden bir marifet dersi alır, o zamanda cereyan eden hâl, olay ve sohbetlerde eğitilir, ilim irfan elde ederdi. Güya her bir şey ona bir hoca hükmüne geçerdi…

Amma şu zamanda, Avrupa medeniyetinin dayatmasıyla, tabiatı mastar kabul eden felsefenin tasallutuyla ve dünyevî hayat şartlarının ağırlaşmasıyla düşünceler ve kalpler dağılmış, himmet ve gayret bölünerek ayrı ayrı pek çok şeylere yönelmiş ve zihinler maneviyata karşı yabancılaşmıştır…”

Hâl böyle olunca elbette dinî zafiyet kendini gösterecek, dindarlar bile bundan şikâyet edecek ve bir köy hâlini alan şu dünyada bu durumdan sadece kentler değil, büyük ölçüde köyler de nasibini alacaktır. 

Manevi ortamda dünyevi işler

Malûm, ölüm, insan için en büyük derstir. İnsana maneviyatı en çok hissettiren şeylerden birisi genellikle ölüler ve ölümler olur. Çünkü insan musalla taşının arkasında cenaze namazı kılarken kendini ahiretin kapısında hisseder. “Bu kapıdan bir gün ben de geçeceğim, öbür taraflara gideceğim” der. Oraları düşünür veya düşünmesi gerekir. 

Hâlbuki şu zamanda yaşayan insanlar cenaze törenlerinde çoğunlukla dünyevî işleri konuşuyor, hatta orada ayaküstü iş görüşmeleri bile yaptıkları görülüyor. Zihinler, kalpler, ruhlar dünyaya o kadar dalmış ki, öyle bir yerde bile dünyadan kopamıyor. 

Meselâ nezih bir yerde dinî sohbet yapıldıktan sonra bir çay molası verilse, insanlar çoğunlukla kendi aralarında telefonun markası, arabanın modeli veya siyaset gibi dünyevî konulardan başlıyorlar sohbete… Orada işlenen dinî sohbetin havası hemen dağılıveriyor. Çünkü duygu ve düşünceler dünya işlerine ünsiyet ettiği için maneviyata karşı yabancılaşmış. 

Nasıl yabancılaşmasın ki, televizyonundan gazetesine, okulundan okuduğu kitap ve dergiye, çarşısından pazarına, evinden iş yerine kadar gördüğü, işittiği, konuştuğu her şeyde maneviyatı hatırlatacak pek bir şey bulunmuyor, hep dünya, hep dünyevî işler… Ortam böyle olunca elbette insanlar maneviyata karşı duyarlılığını yitiriyor. Dinî yaşantısında zayıflama, gevşeme ve hatta çözülmeler oluyor. Tercih söz konusu olduğu yerde, dünya ahirete tercih edilir hâle geliyor. Akıl ahirete ait bir meseleyi elmas değerinde bildiği halde, duygular o elması bıraktırıp, ünsiyet ettiği o cam parçası hükmündeki dünyevî şeyleri seve seve aldırıyor. Bunun adına biz ister “dünyevîleşme” diyelim, isterse “ahirete karşı yabancılaşma”. Bu, içinde yaşadığımız çağda köyde de var, kentte de. Çünkü bugün bu medeniyet çarşısında bu var, bu rağbet görüyor.

Helal lokma aslanın ağzında

Tabi bu durum, resmî veya gayrı resmî, toplum hayatının genel düzenine de yansıyor. Meselâ namaz vakitlerine göre iş düzenlemeleri pek olmuyor. Dindar birisi müşterileri için lokantasının bir kenarını mescit yaptığı için “Az ileride cami var. Lokantanda niye namaz kıldırıyorsun” diye gazetelere manşet oluyor. Sırf dinî emir olduğu için başını örtenler üniversite kapılarından geri döndürülüyor. 

Alışverişlerde, iş yerlerinde değer ölçüleri harama ve helale göre olmuyor. Helal lokma adeta aslanın ağzında olduğu için onu oradan almak kolay olmuyor. Rahat bir dünya hayatı elde etmek için gayret ve himmetler o kadar çok şeylere dağıtılıyor ki, kulluğa ve ahiret işlerine pek zaman kalmıyor. İşte bunlara benzer daha birçok olumsuzluklar dindarın dinî hayatını zorlaştırıyor. Bazen oluyor ki, din dindarın elinde kor ateş hâline geliyor. 

Bediüzzaman, asla ümitsiz olmadı

Ancak bu makûs talihi tersine çevirecek olan ve bu yolda belirli mesafeler de kat eden Bediüzzaman gibi zatlar hiç ümitsiz olmadılar, etraflarına hep ümit tohumları saçtılar. O tohumlar milyonlarca insanın gönlünde filizlendi, meyve verdi. Çünkü onlar “Evet, büsbütün ümitsiz değilim” dediler. 

 “Dünya, büyük bir manevî buhran geçiriyor. Manevî temelleri sarsılan Batı toplumu içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir taun felaketi, gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş bulaşıcı illete karşı İslam toplumu ne gibi çarelerle karşı koyacak? Batı’nın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, batıl formülleriyle mi? Yoksa İslam cemiyetinin terütaze iman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. İman kalesini, küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için, ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum.”

“Risale-i Nur’u anlamıyorlar. Yahut anlamak istemiyorlar. Beni, skolastik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müspet ilimlerle, şimdiki asrın fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hatta bu hususta da bazı eserler telif eyledim. Fakat ben öyle mantık oyunları bilmiyorum. Felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben, cemiyetin iç hayatını, manevî varlığını, vicdan ve imanını terennüm ediyorum. Yalnız Kur’an’ın tesis ettiği tevhit ve iman esası üzerinde işliyorum ki, İslam cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur.”

Toplum içinde din nasıl yaşanır?

Dindar birisi, şu zamanda, toplum içinde dinini rahat bir şekilde nasıl yaşayabilir?

Burada en önemli maddelerden bir kaçını şöyle sıralayabiliriz:

1. Önce imanını güçlendirecek Risale-i Nur gibi tefsir kitapları okumalı. İman sohbetleri yapılan ortamlara gitmeli. Çünkü İslâm’ın ilk dönemlerinde inen ayetler iman ve ahlaktan bahseden ayetlerdir. Zira dindar bir toplumun inşası ancak imanî tefekkürle mümkündür.

2. Dilden dua ve istiğfarı bırakmamalı. Çünkü dua ve istiğfar İlahî rahmet ve yardımı celp eder.

3. Bir günah işlemişse hemen tövbe etmeli ve peşinden hayır bir iş işlemeli.

4. Günah işlenen ortamlardan ve günaha götürecek sebeplerden uzak durmalı. Mesela ayet-i kerime “zinaya yaklaşmayın” buyuruyor. Yani insanı zinaya götürmeye sebep olan, harama bakma, karşı cinsle yalnız bir yerde bulunma gibi işlerden uzak durulmasını emrediyor. Demek haram olan her hangi bir şeyi işlememek için, ona götürecek sebeplerden uzak durmak gerekir.

Bir gün bir büyüğüm bana demişti ki:

“Bir örümcek bir arıyı nasıl avlar bilir misin?” Ben de:

“Hayır bilmiyorum” dedim.

“Örümcek usulca arının yanına yaklaşır ve üzerine bir ağ atar. Ağ hafif olduğu için arı hafifçe vızzz diye kanat çırpar ve durur. Örümcek onun sakinleşmesini bekler. Sakinleşince ikinci ağını atar. Yine arı hafifçe vızzz diye kanat çırpar. Örümcek sabırla yine onun sakinleşmesini bekler. Sakinleşince üçüncü kez bir ağ daha atar. Arı yine hafifçe kanat çırpar. Hafif bir şey hissettiği için uçup gitmez. Örümcek her defasında arının sakinleşmesini bekler, sakinleşince de bir ağ daha gönderir. Ağlarından kurtulamayacak duruma gelinceye kadar arıya ara ara ağ gönderir. Ne zaman ağlarından kurtulup uçamayacağını anlarsa, o zaman ağlarını peşi peşine göndermeye başlar ve onu ağlarıyla paketler. Arı artık uçup kaçmak istese de kaçamaz, örümceğin esiri hâline gelir.”

“Bunu ben niye anlattım biliyor musun?” dedi.  Ben de:

“Hayır” dedim.

“Toplum hayatını zehirleyen insi ve cinni şeytanlar da böyle yaparlar. Mesela, insana bir günah işletir. ‘Bir günahla bir şey olmaz’ der. İnsan o günahı işleyince hafif bir pişmanlık duyar. Şeytan sabırla bekler ve birkaç gün sonra o günahı tekrar işletir, ‘Bir şey olmaz’ der. O insan tekrar hafif bir pişmanlık duyar. Şeytan örümceğin ağ göndermesi gibi bunu tekrar eder. Sonunda o insan ona alışır, ondan hoşlanmaya başlar. İşte o zaman şeytan sık sık ağlarını göndermeye başlar. O günah onda tutku hâline gelir ve şeytanın esiri olur. Daha birçok günahı o günahın yanında işletir. Bundan kurtulmanın çaresi, öyle bir şeytan ağına maruz kalınırsa, hemen kalkıp o ortamdan uzaklaşılmalı. Onun ağını koparmak için hemen tövbe etmeli ve bir hayır işlemeli. Çünkü hayırlar günahları siler. İnsan kendine yapışan her şeytan ağını böylece tek tek koparırsa, hiçbir zaman onun esiri olmaz.” 

5. Arkadaş ve dost seçimine dikkat etmeli. İnsana hâlleriyle, sözleriyle daima dinin gereklerini hatırlatan, günahlardan uzak durmayı tavsiye eden kişilerle arkadaşlık kurmalı.

6. En büyük mücadelesi günah işlememek olmalı. Çünkü günahlar ibadet ve zikrin zevkini, lezzetini kaçırır. Günah işleyen insan ibadet yapmaktan hoşlanmaz hâle gelir. Namazdan, zekâttan, oruçtan nefretle kaçar.

7. Namaz gibi dinin kesin emirlerini yerine getirmek için o ibadetlere önceden hazırlanmalı. Mesela, abdestli olunursa, yoğun işlerin arasında namazı kılmak daha kolay olacağından, namazını kaçırmamış olur.

8. Eğer bir günah alışkanlık hâline gelmişse ve ondan kurtulamıyorsa, mutlaka hikmet sahibi bir âlimden veya bir psikologdan yardım almalı.

9. İnsan ne kadar imkân sahibi olursa olsun sade yaşamı tercih etmeli ve israftan uzak durmalı. Çünkü israf ve aşırı tüketim eninde sonunda insanı şeytanın kucağına düşürür.


 

Moraldunyasi

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Leyle-i Berat Hakkında (Âyet, Hadis, Risale-i Nur)

BERAT: Nişan, rütbe ve imtiyaz için verilen resmî belge, kurtuluş. Sitemizde Berat Gecesi ile İlgili yazılar …

Önceki yazıyı okuyun:
Sevad-ı Azama (Çoğunluğa) Uymak / Vehbi KARA

Sevad-ı Azama (Çoğunluğa) Uymak Özellikle dini konularda kafası karışmış olanlar bu yazıyı dikkatlice okusunlar. Çünkü …

Kapat