Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Makaleler / Kur’an’ın Tefsiri Risale-i Nur

Kur’an’ın Tefsiri Risale-i Nur

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Kur’an’ın Yüksek ve Parlak Bir Tefsiri Risale-i Nur

Bir asra yakın hayat sürmüş ve ardında 130’dan fazla eser bırakmış Bediüzzaman’ın lehinde veya aleyhinde birçok makaleler yazılmış ve bir kısmı akademik olmak üzere, Risale-i Nur ile ilgili değişik çalışmalar yapılmıştır.

Kur'an'ın Tefsiri Risale-i NurAncak bu eserlerin tefsir ilmindeki yeri hakkında arzu edilen manada geniş kapsamlı herhangi bir ilmi çalışma yapılmamıştır. Bu eser, bu anlamda önemli bir boşluğu doldurmaktadır. Niyazi Beki Bediüzzaman’ın hayatı, eserleri, Risale-i Nur’daki Kur’an ilimleri, Said Nursi’ye göre tefsir metodlarını “Kur’ân’ın Yüksek ve Parlak Bir Tefsiri Risale-i Nur” kitabında detaylı bir araştırma ile ele almıştır.

KİTAPTAN BAZI BÖLÜMLER

Bediüzzaman’ın Diğer Âlimlerle İlişkisi
Bediüzzaman’ın asıl metodu, başkalarının ne dediğine bakmadan -kendi ifadesiyle- “kiyl-u kal”lere girmeden, doğrudan doğruya Kur’an’dan aldığı ilhâmı asrın idrakine sunmak ve kendi nefsine kazandırdığı bilgileri, diğer insanlarla da paylaşmaktır. Bununla beraber, bazı konularda, bir takım İslâm âlimlerini referans verdiği gibi, bazen uygun bulmadığı görüşlere eleştiri yönelttiği de olmuştur. Bir kısmı değişik yerlerde ifade edilmekle beraber, yine de Risale-i Nur’un kaynakları bakımından ve müellifin ilim ve âlimlerle ilişkisi hakkında bir fikir vermesi açısından gerek referanslarından, gerekse eleştirilerinden olsun birkaç misal zikredeceğiz.

Onları Referans Olarak Zikretmesi
Açıkça Referans Verilenler
İmam Rabbânî
Bediüzzaman, Risale-i Nur’u Kur’an’ın mânevî bir tefsiri olarak görmekte ve diğer taraftan da özellikle kelâm ilminin meseleleri olan akaid konularını işlediğini de kabul etmektedir. İmam Rabbânî’nin referans olarak verildiği aşağıdaki ifadeler bunu teyit etmektedir: “İmam-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sâni Ahmed-i Farukî (r.a) demiş: Hakâik-i imâniyeden bir tek meselenin inkişafı ve vuzûhu, benim indimde binler ezvak ve kerâmâta müreccahtır. Hem bütün tarikatların gayesi ve neticesi, hakâik-i imâniyenin inkişafı ve vuzûhudur.

Mâdem şöyle bir tarikat kahramanı böyle hükmediyor; elbette hakâik-i imâniyeyi kemâl–i vuzûh ile beyan eden ve esrâr-ı Kur’aniyeden tereşşuh eden Sözler (Risale-i Nur), velâyetten matlup olan neticeleri verebilir.”

Muhyiddin İbn Arabî
İnsanın yaratılışındaki hikmetlerden birinin, belki en önemlisinin, Allah’ın kemal sıfatlarına ayna vazifesini görmek olduğunu ifade eden Bediüzzaman, bunu desteklemek için “Ben gizli bir hazine idim, kâinatı beni tanımaları için yarattım” meâlindeki kudsî hadisi açıklarken, İbn Arabî’nin “Mahlûkatı, bana bir âyine olsun ve o âyinede cemâlimi göreyim diye yarattım.” şeklindeki ifadelerini delil olarak göstermiştir.

Teftazânî
Bediüzzaman, Risale-i Nur’un, iman ve Kur’an hakikatlerini çok açık bir şekilde, herkesin anlayabileceği tarzda ifade edebilmesini, Allah’ın bir lütfu ve eserlerinin makbûliyetine bir alâmet saymış ve eserlerindeki bu harika tarzının güzelliğini, diğer âlimlerin eserleri ile kıyaslamak sûretiyle ortaya koymaya çalışmıştır. Bu kıyaslamalardan birinde referans olarak Sa’d-ı Teftazanî söz konusu yapılmış ve şu görüşlere yer verilmiştir: Kader ve insanın serbest iradesi ile ilgili hususları açıklamak için, koca Sa’d-ı Teftazanî gibi bir allâme, meşhur “Mukaddemat-ı İsna Aşer” adında yazdığı kitabında bu konuya kırk-elli sayfa yer ayırmıştır. Bununla beraber konu, ancak havas denilen aydın kesimin anlayabileceği şekilde açıklanabilmiştir. Halbuki Risale-i Nur parçalarından biri olan 26. sözün ikinci mebhasında ve sadece iki sayfada aynı konu, hem de her kesimden insanların anlayabileceği tarzda, mükemmel bir şekilde ortaya konmuştur.

Sekkâkî
Bediüzzaman Kur’an’da nahiv ilminin kaidelerine uygun düşmeyen hususların bulunduğunu iddia edenlere cevap verirken: ” Sekkâkî “Miftah”ının sonunda, bu gibi cahilleri gâyet güzel taşlamıştır.” diyerek, adı geçen kitabı referans vermiştir. Sekkâkî gerçekten bu gibi kimselerin sarf-nahiv ilminden habersiz olduklarını belirtikten sonra, “onlar ilim irfan kervanında yer bile almayan zavallılardır. Diğer bir ifadeyle “Ne ilim nâmına bir sermayeleri ve ne de kendilerini savunmaya imkân verecek medenî cesaretleri vardır” anlamında kullanılan ve bir darb-ı mesel olan “Lâ hüm fi’l-İlm ve lâ hüm fi’n-Nefir” şeklindeki cümlesi ile onları eleştirmiştir.

Seyyid Şerif Cürcânî
Bediüzzaman’ın konu ile ilgili sözleri şöyledir: ” Seyyid Şerif Cürcânî Şerhu’l-Mevâkıf’ta demiş ki: Sebeb-i muhabbet, ya lezzet veya menfaat, ya müşakelet (meyl-i cinsiyet) ya kemaldir. Çünkü kemal mahbûb-u lizâtihidir.”

Cürcânî ise yukarıdaki nakledilen sözleri şu şekilde ifade etmiştir: “Allah’a olan sevgimiz O’nun mutlak kemalinedir. Diğer varlıklara karşı olan sevgimiz ise, yine o varlıkta tasavvur edilen kemalinedir. Bu kemalde söz konusu olan ya bir lezzet, ya menfaat veya müşakelettir.”

Şerhu’l-Mevâkıf ve Şerhu’l-Makâsıd
33. sözün otuzuncu penceresi, “mütekellimîn penceresi” olarak adlandırılmıştır. “Şu pencere, imân ve hudûsa müesses umum mütekellimînin penceresidir. İsbat-ı Vâcibü’l-Vücûda karşı caddeleridir. Bunun tafsilatını, “Şerhü’l-Mevâkıf” ve “Şerhü’l-Makâsıd” gibi muhakkiklerin kitaplarına havale ederek, yalnız Kur’an’ın feyzinden ve şu pencereden ruha gelen bir-iki şuâı göstereceğiz” denilmek sûretiyle adı geçen iki kitap referans verilmiştir.

Muhâkemat’ta, Gazzalî, Fahreddin Razî, Teftazani, Seyyid Şerif Cürcânî, İbrahim Hakkı ve Hüseyin Cisrî gibi âlimlerin hepsi, “yeryüzünün yuvarlaklığı” konusunda referans verilmiştir. Yerin küreviliğini kabul etmeyenlere hitaben şöyle denilmiştir: “Senin münsif zihnine malumdur ki, küreviyet-i arz ve yerin yuvarlaklığına muhakkikîn-i İslâm -Eğerki ittifak-ı sükûtiyle olsa- ittifak etmişlerdir” Yani İslâm’ın muhakkik âlimleri -sükut ile de olsa- yeryüzünün yuvarlaklığı konusunda ittifak etmişlerdir. Bu ifadeden sonra bu konuda şüphesi olanların başvurabilecekleri kaynaklar sıralanmış ve adı geçen âlimlerin isimleri zikredilmiştir.

Şimdi adı geçen kaynaklarda konu ile ilgili geçen birkaç cümlelik açıklamalarını verecek ve ilgili yerlerini dipnotlarda göstereceğiz.

İmam Gazzâlî’nin konu ile ilgili sözleri: “Felsefenin kabul ettiği prensiplerin bir kısmı İslâm dininin temel esasları ile çelişmez. Meselâ diyorlar: Ay’ın tutulması olayı, arzın güneşle ay arasına girmesiyle ay ışığının görünmemesinden ibarettir. Çünkü ay, ışığını güneşten alır. Arz ise yuvarlaktır ve gök her taraftan onu çevrelemiştir. Matematik hesaplarla ispatlanmış bu çeşit gerçekleri din namına inkâr etmek dine karşı bir cinâyettir. Metotsuz bir tarzda dini savunanların zararları, metotlu bir şekilde dine hücum edenlerin zararından daha fazladır. Darb-ı meselde denildiği gibi: Akıllı düşman, ahmak dosttan daha iyidir.”

Fahreddin Râzî’nin konu ile ilgili sözleri ise: “Bazı kimselere göre, yerküresinin yayılmış olarak sergilenmesi, onun küre şeklinde olmamasını gerektirir. Bu yanlış bir düşüncedir. Çünkü, yuvarlak bir cisim büyük olduğu takdirde, bir sergi gibi üzerinde yaşanmaya müsait olur. Nitekim yerin (yuvarlağımsı) direkleri hükmünde olan dağların üzerinde de mükemmel bir şekilde durulabilmekte ve yaşanabilmektedir. Dünyanın konumu bundan daha uygundur.”

Seyyid Şerif Cürcânî: Cürcânî bu konu üzerinde uzun uzadıya durmuş, kâinatta yuvarlaklığın bir kânun gibi göründüğünü, bundan yerküresinin istisna edilemeyeceğini vurgulamış ve ilgili âyetleri bu çerçevede değerlendirmiştir.

Bediüzzaman’ın Muhâkematta zikrettiği ve konu ile ilgili İbrahim Hakkı’yı referans verdiği sözleri şöyledir: “Eğer onunla (daha önce verdiği kaynakları kast ediyor) mutmain olamadın; arzı küreviyet kabına sığıştıramadın; İbrahim Hakkı’nın arkasına düş, Hüccetü’l-İslâm olan İmam Gazzâlî’nin yanına git, fetva iste..”

İbrahim Hakkı’nın sözleri ise şöyledir: ” Eğer fennin bu görüşü şeriate aykırı sanılırsa, bu husustaki endişenin atılıp kalbe tam inanışın yerleşmesi için İmam-ı Gazzâlî’nin Tehâfütü’l-Felâsife adlı eserinde Arapça yazdıklarını aynen Türkçe’ye çevirip buraya yazdım. Ayın tutulması olayı, arzın güneşle ay arasına girmekle ay ışığının görünmemesinden ibarettir. Çünkü ay, ışığını güneşten alır. Arz ise yuvarlaktır ve gök her taraftan onu çevrelemiştir.”

Hüseyin Cisrî: Muhâkematın adı geçen yerinde Hüseyin Cisrî’nin şu sözlerine yer verilmiştir: “Kim dine istinat ile himâyet yolunda, müdevveriyet-i arzı inkâr eder ise, sadık-ı ahmaktır. Adüvv-ü şedidden daha ziyade zarar vermiş olur.”

Risale-i Hamidiye adlı eseride ise, Hüseyin Cisri’nin konu ile ilgili olarak “İslâm milletinin en büyük âlimi olan Fahreddin-i Râzî gibi pek çok kimseler yerin küre şeklinde olduğunu kabul etmişlerdir.” diyor ve daha sonra şunları ekliyor: “Daima böyledir. Ahmak dost, çok cahilliği ve az aklı sebebiyle akıllı düşmanlardan daha çok zararlara sebep olur.”

Kadı Beydavî ve Nesefî gibi müfessirler de yeryüzünün yuvarlak olduğunu söylemişlerdir. Beydavî ve onu takip eden Nesefî, Bakara sûresinin 22. âyetinde yer alan “O, öyle bir Allah’tır ki, yeryüzünü size bir döşek yaptı” cümlesini tefsir ederken, “Arzın insanlar için döşek gibi yayılıp sergilenmesi, onun küre olduğu gerçeğine aykırı değildir.” şeklindeki ifadelerle konu ile ilgili düşüncelerini ortaya koymuşlardır.

İlginçtir, Bediüzzaman, Muhâkemat adlı eserinde bu konu üzerinde durduğu halde, İşârâtü’l-İ’caz tefsirinde, özellikle adı geçen Bakara sûresinin 22. âyetini tefsir ederken kürevîlik meselesine hiç dokunmamıştır. Ancak Muhâkemat adlı eserinde, Kur’an’da yerküresi ile ilgili geçen “firaş, sath ve dahv” kelimelerin geçtiği âyetlere dikkat çeken müellifin, “bazı zâhirperest kimselerin, zihinleri bulandırmak için bu gibi kelimelerin zahir mânâsına yapıştıklarını fakat, büyük İslâm âlimlerinin kendisini bu konuda müdafaa etmeye muhtaç bırakmayacak şekilde gerçekleri ortaya koyduklarını” belirtmesi, -sanırım- İşârâtü’l-İ’caz tefsirinde bu konuya neden değinmediğinin ipucunu vermektedir.

Zımnî Referans Misalleri
Bediüzzaman, yukarıda da ifade edildiği üzere kendi metodunun gereği olarak genelde referans vermemektedir. Ancak kendisinin bizzat ifade ettiği gibi, İslâmî ilimlerde kaynak sayılan doksan kitabı ezberlemiştir. Şüphesiz onun büyük bir gayret ve çaba ile öğrenip, ezberledikten sonra yerine göre gerekli şekilde kullanmaması düşünülemez. O, bütün bu kitaplardan öğrendiği ilimlerin Kur’an’ın hakikatlerine çıkmak için kendisi için bir basamak hükmüne geçtiğini ve daha sonra hiçbir konuda Kur’an’dan başka bir esere ihtiyaç hissetmediğini belirtmiştir. Bu sebeple referans verilmediği halde Risale-i Nur’da yer alan bazı hususların kaynağını gösteren birkaç misâle yer vermek uygun olacaktır.

Dua
24. mektubun birinci zeylinde yer alan duanın çeşitlerine işaret edilmiş ve insanların yaptığı duanın makbuliyeti konusunda ise şöyle denilmiştir: Duanın makbul olması iki cihetledir: Ya istenilen hususun aynısı verilerek, veyahut daha güzeli verilerek makbul olur. Hem bazen insan kendi dünyasının saadeti için dua eder. Duası ahiret için kabul olur. Aynı ifadeler “Hâşiyetü’l-Beycûrî”de de yer almaktadır.

Sofestaî:
Risale-i Nur’da geçen ve eski felsefî ekollerden biri olan Sofestaî (sofist) lerin ahmaklığını ortaya koyan “İşte, o Vâhid-i Ahadı kabul etmeyen, ya nihâyetsiz ilâhları kabul edecek veyahut ahmak sofestâiler gibi, hem kendini, hem kâinatın vücudunu inkâr edecek.” şeklindeki ifadeler, Teftazânî’nin Şerhu’l-Akaid adlı eserinde de geçmektedir. Nesefî’nin “ehl-i hakka göre, eşyanın hakikatı sabittir, ilmen bilinebilirler. Bunu sadece sofestaîler kabul etmez” şeklindeki ifadesini açıklayan Teftazânî ve onun haşiyesi olan Kestelî’de şu açıklamalara yer verilmiştir: Sofestailer çeşitli kısımlara ayrılır. Ve farklı isimlerle anılırlar. Bunlardan biri olan “İnadi”lere göre, varlık denen her şey, bir vehim ve hayalden ibarettir. “İnadî”lere göre, her şey insanın düşüncesine bağlı olarak değer alır. Bunlardan “Lâ edrî” ler ise, hiç bir şeyin gerçek mahiyetinin bilinemeyeceğini söylerler. Bunlara göre, her şeyden şüphe etmek lazımdır. Bu şüphecilere göre, şüpheden de şüphe edilir ve hiç bir şey gerçek mânâda anlaşılamaz.

Burhanu’t-temanu’
Allah’ın birliğini isbat etmek için kelâmcıların kullandıkları en önemli delillerden biri “temanu’ delîli”dir. Bu delilin özeti şudur: Kur’an’da ifade edildiği üzere eğer yerde ve gökte Allah’tan başka bir ilâh olsaydı, onlar yok olup gidecekti. Çünkü, günün birinde mutlaka bu iki irâde birbirine ters düşecekti. Bu durumda iki irâdenin isteği aynı anda yerine gelse, bu taktirde muhal bir şey olan iki zıddın içtimâı söz konusu olur. Yok, eğer irâdelerden biri diğerine boyun eğse, bu takdirde bu aciz irâdenin sahibi ilâh olamaz. Çünkü acizlik sonradan var olan hadislerin alâmetidir.

Risale-i Nur’un bir yerinde Allah’ın birliğine delil getirilirken “Yer ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olmuş olsaydı şu görünen intizam bozulacaktı” âyeti delil getirilmiş ve bu âyetin ihtiva ettiği “burhanü’t-temanu’” un Allah’ın birliğine yeterli bir delil olduğu vurgulanmıştır. Aynı husus Teftazânî tarafından da ifade edilmiştir.

Arzın Düzenlenmesi
Bakara sûresinin 22. âyetinin tefsirinde ” (firaş) tabirinden anlaşılıyor ki, arz, taş gibi katı ve sert değildir ki, kâbil-i süknâ olmasın ve su gibi mâyi değildir ki, ziraat ve istifadeye kâbil olmasın; belki (aksine) orta bir vaziyette yapılmıştır ki, hem mesken, hem mezraa olsun..” Ebu’s-Suud da adı geçen âyetin tefsirinde yerküresinin yuvarlaklığını vurgulamakla beraber, benzer ifadelerle Risalede geçen aynı hususlara dikkat çekmiştir

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Dâru’s-Siyâdeler (Seyyidlik Evleri)

Dâru’s-Siyâdeler (Seyyidlik Evleri) Doç. Dr. Murat Sarıcık   “Dâru’s-Siyade”, “Nakîbu’l-Eşrâflar”(1) ve Seyyidler için, ilk kez …

Önceki yazıyı okuyun:
Divitin yanında mı?

Bir gün Peygamber Efendimiz Ashâbıyla sohbet ederken, yanında bulunanlardan Hz. Hilâl (ra)’a: “Divitin yanında mı?” diye …

Kapat