Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Kelimeler & Kavramlar / Kur’ân-ı Kerim’de velâyet ve velî kavramları

Kur’ân-ı Kerim’de velâyet ve velî kavramları

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Kur’ân-ı Kerim’de Velâyet Kavramı

Çok yönlü anlamlar içeren kavram; mutlak anlamda yaratıcımız Allah’la ilgili olduğu gibi, Rabbani iradeyi bize haber veren Hz. Peygamber, Allah’a ve Resulüne iman ederek mümin olma şerefini elde eden Müslümanlarla da derin bir ilgi içermektedir.

Kavramlar noktasında Kur’ân ve Sünnet’in özünden kopan Müslümanlar kendilerini zihinsel bir kargaşanın da içerisinde buldular. Bu kargaşa onların amelî hayatlarına da yansıdı. Vahiy zaviyesinden baktığımızda; Müslüman’ım diyen birçok insanın kavramlar noktasında hastalıklı olduklarını görüyoruz. Bu bağlamda şunu söyleyebiliriz ki; Kur’ân merkezli kavram çalışmalarının amacı, insanımızın vahiy çerçevesinde düşünmelerini sağlamak ve pratik yapmalarını meleke hâline getirmelerini temindir.

Böyle bir amacı kısmen de olsa gerçekleştirebilmek için Kur’ân’daki anahtar kavramlardan ‘velayet’ kavramını elâ alacağız. Bu kavram incelendiğinde görülecek ki; akide konusuyla, sosyal ve siyasal hayatla da yakından ilgisi vardır. Böyle önemli bir kavramı incelemeye Kur’ân-ı Kerim’deki âyetleri taramakla başladım. Âyetlerin sayısal açıdan çok olduğunu gördüm ve bu çok kullanımdan şu sonuca vardım: Hayatı Müslümanca anlamlandırabilmek için ‘velâyet’ kavramının doğru anlaşılıp zihinlere iyice yerleştirilmesi gerekir.

(…)

 

Kur’ân-ı Kerim’e baktığımız zaman kavramların alabildiğine yoğun olduğunu görürüz. Peygamberlerin temel görevlerinden biri de Allah’ın insanlara göndermiş olduğu vahyi ve bu vahiyler içerisindeki kavramları açıklamaktır. Peygamberler, diğer görevlerinin yanında kavramları açıklamakla da vazifelidirler. Günümüzde ise kavramlar konusunda en hassas olması gerekenler, nebevî ilme varis olan âlimlerdir. Âlimlerimiz kavram konusunda gereken hassasiyeti göstermez ise ümmetin zihin dili ölür. Düşünsel açıdan özürlü bir toplum meydana gelir. Düşünce özrü taşıyan bir toplumun yapacağı ilk iş de “Hak ile batıl’ı birbirine karıştırmaktır. Hakkın batıla karıştırılmasını Allah Teâlâ da şu âyette kınamıştır. “Bile bile gerçeği/hakkı batılla bulayıp hakkı gizlemeyin”[1] Hak ile batılı birbirine karıştırmak, hak olanı tahrif etmektir.

Kavramlarla ilgili şu hakikat unutulmamalı ki; İslâm’ın tüm kavramları Allah merkezlidir. Kur’ân’ın dünya görüşünde; Allah kavramı üzerinde kurulan ve onun etrafında sıralanan bir kavram insicamı vardır ki, cahiliye sisteminde böyle bir durum bulunmaz. Yeni sistemde bütün semantik olanlar ve anahtar terimler bu merkezin, bu yüksek odak kelimenin nüfuzu altındadır. Hiçbir şey bunun etkisinden kurtulamaz. Yalnız din ve imanla ilgili kavramlar değil, bütün moral kavramlar, hatta evlenme, boşanma, miras, ticareti ilgilendiren senetler, borçlar, faiz, ölçü ve tartılar gibi tamamıyla dünya hayatı ile ilgili şeyler de bu düşünce ile yakından alakalıdırlar”[2]

İncelemiş olduğumuz velayet kavramını Araplar, Kur’ân gelmezden önce biliyorlardı. Velî ve türevleriyle ilgili onların var olan bilgisini Allah daha da zenginleştirmiştir. Bu bağlamda odak bir kelimeye dönüşen velayet kavramını semantik yaparak anlamaya çalışalım.

A. Velâyet kavramının sözlük ve terim anlamları

Velayet sözcüğü; “velâ” fiilinden türeyen bir masdar olup, sözlükte; yardımcı olmak, sevmek, dostluk kurmak, yakınlık, himaye etmek, korumak, birinin işlerini üstlenmek ve akrabalık tesis etmek anlamlarına gelmektedir.[3] Kabul etsin veya etmesin birinin bir başkası üzerinde söz sahibi olmasıdır.[4]’Velâ’ fiilinden sıfatı müşebbehe olan velî; zaman, mekan, din, inanç ve nispette yakınlık anlamına gelir.[5]

Velayet sözcüğü bu formuyla 8/Enfal sûresi: 72. ve 18/Kehf sûresi: 44. âyetlerde geçmektedir. Velî sözcüğü ise, tekil ve çoğul halleriyle Kur’ân’da yaklaşık seksen âyette kullanılmaktadır. “Vly” maddesinden Allah’ı tavsif eden üç vasıf varid olmuştur. Bunlar: el-Velî, el-Mevlâ, el-Vâlî’dir. Anlam bakımından aynı asla varırlar. Bu kök aslında; yardım, yakınlık ve birinin işini üzerine almayı ifade eder. “Faîl” vezninden sıfat olan “Velî”, kayyım, idare eden, deruhte eden anlamındadır.[6] “Mevlâ” kelimesi ise; rab, malik, seyyid, nimet veren, kendisine nimet verilen, azad eden, yardım eden, tâbi, komşu, amcaoğlu, halif, soya yakın, köle, azad edilen demektir.[7] “Vali” ise imare manasına gelen vilaye mastarından ismi faildir. Bu kelime, eşyanın hepsine malik olan ve onların tasarruf hakkını elinde tutan anlamında Cenabı Hakk’m Esmâ-i Hüsna’sındandır. İdare ve tasarruf sahibi anlamına gelir.[8] El-Vâlî isminin tasarruf ve hakimiyet anlamından başka “devamlı surette inam eden/karşılıksız nimet veren” manası da vardır. Velî kelimesinin çoğulu “evliya”, mevlânın çoğulu ise “mevâlî” şeklinde gelir.[9]

B. Velayet kavramının Kur’ân’da kullanılış şekilleri

Değişik biçimleriyle iki yüzden fazla âyeti Kerimede kendisinden bahsedilen velayet kavramı, Kur’ân’daki anahtar kelimelerden biridir. Sayısal olarak çok kullanılması kavramın öneminden dolayıdır. Kavramın Kur’ân’daki türevleri ve kullanılış biçimi şöyledir: Velî [10]evliya,[11] yetevellâ[12], nûvellî[13], tevellâ[14], velayet[15], mevâli[16], mevlâ[17], evlâ[18]

C. Kavramın Kur’ân’daki anlamları

Kur’ân-ı Kerim’in dilinin zenginliği tartışılmaz. Tek bir kelime ile değişik manaları anlatan Kur’ân, bazen de değişik kelimelerle tek bir manayı anlatır.[19] Çok anlamlılık da dediğimiz vücuh kelimelerden olan velayet kavramı, Kur’ân-ı Kerim’de şu manalarda kullanılır: Rab[20], koruyucu[21], yardımcı[22], malik-efendi[23], yönetmek ve iş başına geçmek[24], varis-mirasçı[25], dost[26], çocuk[27] ve vekil[28].

D. Velayetin anlam alanına giren kavramlar

Anlam olarak veli kavramı ve türevlerine çok benzeyen fakat keyfiyet farklılığından dolayı ayrı kelimelerle ifade edilen bazı Kur’ân-ı Kerim kavramları vardır ki, biz onları da velayet kavramıyla eş anlamlı olarak ele alacağız. Velayetle eşdeş kavramlar şunlardır:

1. Velice: Herhangi bir kavim ve gruptan olmadığı hâlde onlara sonradan dahil olanlar için kullanılır.[29] Şöyle de tanımlanabilir: Müşriklere Müslümanların sırlarını bildirmek ve onları sırdaş edinmektir.[30] Bu durum âyeti Kerimede şöyle dile getirilmiştir: “Yoksa siz, içinizden cihad edenleri ve Allah’tan ve Resulünden ve müminlerden başka sır dostu (velice) edinmeyenleri Allah ortaya çıkarmadan bırakılıvereceğinizi mi sandınız? Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır”[31] Velice, sırdaş anlamına gelen “bitâne” ile aynı anlamdadır.[32]

2. “Bitâne”: Bir işin iç yüzüne muttali olan kimseler için kullanılır.[33] Sırdaş olma anlamındadır. Kur’ân’daki kullanılışı şöyledir: “Ey iman edenler, kendinizden olmayanı sırdaş (bitâne) edinmeyin…”[34] İslâm toplumunun “haşeratı” diye nitelendirebileceğimiz münafıklarla olan ilişkilerimizi sağlam bir zemine oturtmamızı isteyen Allah Teala; kendi türümüz olan Müslümanların dışındakileri[35]sırdaş edinmemizi yasaklıyor.

3. Nâsir/Yardımcı: Allah’tan kula ve kuldan Allah’a olmak üzere iki boyutludur. Allah’ın kuluna yardımı açıktır. Kulun Allah’a yardımı ise onun koyduğu sınırlara riâyet etmek, ahitlerini yerine getirmek, hükümlerine sarılmak ve yasaklarından kaçınmakla olur.[36] Kulun Rabb’ine yardımıyla ilgili âyet şöyledir:  “Ey iman edenler, Allah’ın yardımcıları olun, nitekim Meryem oğlu İsa da havarilere; “Allah yolunda benim yardımcılarım kimdir? demişti. Havariler:  ‘Allah (yolun)un yardımcıları biziz’  dediler. İsrailoğullarından bir zümre inandı, bir zümre inkâr etti. Biz de inananları düşmanlara karşı destekledik”[37]

4. “Mevedde”: Bir şeye sevgi duymak ve onun meydana gelmesini arzulamak anlamındadır. İki manadan her biri için kullanılır ki; bir şeyin olmasını istemek aynı zamanda onu sevmek demektir. Sevgi, meydana gelen şeyin içerisinde zaten vardır.[38]”Mevedde” sözcüğü Mümtehine sûresi I. âyette velayete eş deş anlamda kullanılmaktadır.

5. “Şefi”: Birbirine yardımcı olması ve istediğini vermesi için müracaatta bulunmaya şefaat denir. Mertebe ve hürmete liyakat hususunda daha yüksek olana daha aşağı derecede olan müracaat eder.[39]Mekkî dönemin başından itibaren Allah mutlak anlamda şefaatin kendisine ve iznine bağlı olduğunu şu âyette olduğu gibi daha birçok âyette bildirmiştir: “O gün, Rahman (olan Allah)’ın kendisine izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimseden başkasının şefaati bir yarar sağlayamaz.”[40]

6. “Halil”: Hullet’den türetilmiştir. Dost anlamına gelir. Allah Tealâ’nm İbrahim’i (a.s) dost/halil edinmesi ona bir dost gibi ikramda bulunup, onu bir takım gizli sırlardan haberdar etmesinden mecazdır.[41] Şu âyette ‘halil dost anlamına gelmektedir: “İyilik yaparak kendini Allah’a teslim eden ve Hanif (tevhidi) olan İbrahim’in dinine uyandan daha güzel dinli kimdir? Allah, İbrahim’i dost edinmiştir.”[42] Onun dost edinilmesinin sebebi; Allah rızası için tağuta karşı gelmesi, Allah uğrunda ateşe atılmaktan çekinmemesi, oğlunu kurban etmekten ve malını misafire ikramdan kaçınmamasıdır.[43]

7. “İhve-İhvan”: İki taraftan birinin diğeri ile doğumda, sütte müşterek olmasıdır. Ayrıca, kabilede, dinde, sanatta, davranışlarda sevgi ve benzeri konulardaki müştereklik için de istiare yoluyla bu kelime kullanılır.[44] Müslümanla, gayri müslim arasında velayet ayrılığı vardır. Bir kişi ne zaman ki, İslâm’ı tercih eder ve Müslümanlığın sembollerinden olan namaz, zekât gibi ibadetleri yerine getirirse müminlerle kardeş olur.[45] Bu kardeşlik aynı zamanda karşılıklı velayet hukukunu doğurur.

8.  “Karın”: Evlilikte olduğu gibi iki şeyi bir araya getirmek veya çeşitli manalara gelen bir şeyi tek manada toplamaya denir. Araplar iki dereyi bir araya getirmeye, ipliğini birbirine bağlamaya da ‘karnetmek’ derler. Hac ile umreyi bir araya getirmek suretiyle yapılan hacca da ‘kıran haccı’ denir. Yakın dostluğu ifade eden ‘karın’, şu âyette dost olmanın gerekçesiyle beraber açıklanmıştır: “Kim Rahman (olan Allah)’m zikrini görmezlikten gelirse, ona bir şeytan sardırırız; artık onun (yanından ayrılmaz, ona sürekli olarak kötülükleri telkin eder) arkadaşı/karîni olur.”[46]

9. Hubb-Muhabbet:  Sevgideki çokluğu ifade eder. Kendisinden hayır gördüğü ve zannettiği şeye karşı duyulan istektir. Genellikle ‘muhabbet’, irade şeklinde tefsir edilmiştir. 

Buna bağlı olarak da kulun Allah’a muhabbeti; ibadeti yalnızca ona has kılıp ondan başkasına rağbet etmemesinden ve nefislerinin yalnızca onu istemesinden mecazdır. Allah’ın kuluna olan muhabbeti ise; ondan razı olup yaptığı işleri övmesi demektir.[47] Âyette bu durum şöyle izah edilir: “De ki; Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.”[48]

10. “Sultan”: Üstünlükten dolayı yerleşmek ve muktedir olmak manalarına gelir. Kelime daha çok huccet/delil anlamınadır. Ayrıca mülk ve kuvvetli güç anlamı da vardır.[49] Velayet kavramıyla ilgisi ise koruyucu güç olmasından dolayıdır. Yetkiyle de alakalıdır. Hz. Peygamber (s.a.v) müşrik bir siyasanın yetki alanında yaşamak istemiyordu. Onun bu isteğine olumlu cevap veren Allah bir dua öğretmişti ki; bu duayı Kur’ân şöyle hikaye eder: “Ve de ki: ‘Rabb’im beni girilecek yere doğru bir girdirişle girdir ve çıkarılacak yerden doğru bir çıkarılışla çıkar.

Katından bana sultan/yardımcı bir kuvvet ver.”[50] Böyle bir şeyi istemekten amacı ise; Allah’ın kitabını, şer’î cezaları, Allah’ın farzlarını ve dinini uygulama arzusuydu.[51]

11. “İmam”: Kendisine uyulan demektir. Sözüne ve fiillerine uyulan “ihsan” ve “kitap” için kullanılır. Çoğulu “eimme”dir.[52] Öne düşmek, kendisine yönelmek ve tâbi olmak manasında isimdir.  Bu bağlamda büyük imamlık;  din ve dünya işlerinde kendisine tâbi olunan reis anlamında kullanılır. Bunun daha mükemmel biçimi de peygamberlik mertebesidir.[53] İmametin tüm anlamlarını kuşatması bakımından şu âyet güzel bir örnektir: “Şunu da hatırda tutun: Bir vakit Rabb’i, İbrahim’i bir takım kelimelerle imtihan etti. O onları tam olarak yerine getirince: ‘Ben, seni bütün insanlara imam/önder yapacağım’ buyurdu: Ya Rabb’i, soyumdan da dedi. (Allah) buyurdu ki: Benim ahdim/sözüm zalimler için geçerli değildir.”[54] Önderliğin amacı zulme engel olmak olduğuna göre zalimin ve fasığın imameti caiz değildir.[55] Yukarıdaki âyetten anlaşılıyor ki; velayet konusunda olduğu gibi imamet/önderlik konusunda da kafirin, zalimin ve Allah’a itaatten uzak olan insanların müminler üzerinde 
önderlik hakkı yoktur. Hatta zalimin halife, hakim, müftü, şahit ve râvi olması bile uygun değildir.[56]

12. Seyyid: Büyük bir cemaatin işlerini üstlenen kimse demektir. “Kavmin seyyidi-efendisi” derken de bu mana gözetilir. Cemaatin seyyidi olan kimsenin, ahlakının da düzeltilmiş ve terbiye edilmiş olması gerekir. Kendisinde fazilet bulunan herkes bu anlamda “seyyid”dir.[57] Kavmine, şeref konusunda üstünlüğünden dolayı “efendi” olabilen kimseye seyyid denir.[58] Seyyid’e şu manalar da verilmiştir. Kerim, hilim sahibi, ahlâklı, muttaki, derin anlayış sahibi âlim, Allah’ın hükmüne razı olan, akranlarına üstünlük sağlayan dost, tevekkül eden, hased etmeyen, kendisine itaat edilen malik vb.[59] Bu özellikleri taşımayan insanları seyyid-velî edinmek, neticesi cehennemle noktalanacak kötü bir iştir. Konuyla ilgili âyet şöyledir: “Ve dediler ki: ‘Rabb’imiz, biz beylerimize ve büyüklerimize uyduk da bizi yoldan saptırdılar”[60]

13.  Vekil: Kişinin kendisinden başkasına güvenip dayanması, kendi yerine güvendiği kişiyi naib/vekil olarak tayin etmesi demektir. “Tevekkül” de aynı kelimeden türetilmiştir.[61]

Allah Tealâ, İsra Sûresi’nin ilk âyetlerinde, kendisinden başkasının “vekil” edinilmemesini istemiştir. Konuyla ilgili âyet şöyledir: “Musa’ya kitap verdik ve ‘Benden başka vekil edinmeyin’ diye, onu İsrailoğulları için kılavuz kıldık.”[62] Allah’tan başkasının vekil edinilmemesi; O’na hiçbir şeyi ortak koşmamak demektir.[63]

E. Velayetin anlam alanına girmeyen kavramlar

1. “Ber’a”: Mekruh görülen herhangi bir şeyden veya benzerlerinden uzaklaşmaktır. Bunun için de şöyle denilmiştir: “Bera’tü minel meradi/ Hastalıktan kurtuldum” “el-Bâri”, Allah Tealâ’ya has kılman bir isimdir.[64] Allah (c.c), her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olduğu için kendisini bu isimle vasıflandırmıştır. Ber’a; iki kişinin arasındaki alakanın bitmesidir. Beraet; herhangi bir çirkinlikten selâmet bulmak ve uzaklaşmak gibi asli anlamını içermekle beraber, özellikle hukukî ve siyasî manası ile ülkeler hukuku terminolojisinde; harp durumunun ortaya çıkmasını gerektiren münasebet kesilmesi’ demektir.[65] Müminlerle kâfirler arasında Bera’nın fonksiyonel anlamda gerçekleşmesi için Yüce Allah günde birkaç kez okuduğumuz Kafirun Sûresini indirmiştir.[66]

2. Tağut: Kur’ân-ı Kerim’in üzerinde özellikle durup müminleri sakındırdığı kavramlardan birisi de ‘tağut’tur. Suyun taşmasından istiare yollu alınmış bir kavramdır. Allah’a karşı haddi aşan ve kendisine kulluk edilen her şeydir. İster bu kulluk kişinin kendi iradesi ile olsun ister zorla, fark etmez. Kendisine ibadet edilen mabudun insan, şeytan veya put olmasının da farkı yoktur.[67] Bâtıl olan her şeye tağut[68] denildiği gibi saptırmak şanından olan her asi ve 
tuğyan edene de tağut denir.[69] Hakka, hakikate ve imana karşı gelen, Allah Tealâ’nın kulları için çizdiği nizamı ve sınırları aşan her şeyi ifade eder.[70]Kur’ân’a göre şeytan[71], Allah’ın hükümlerini değiştiren zalimler[72], Allah’ın emirleriyle hüküm vermeyenler[73], Allah’tan ayrı olarak gaybı bildiğini iddia edenler[74] ve Allah’tan başka ibadet edilen ve kendisi de bu ibadete razı olan kişi de tağuttur.[75]

3. Adavet: Antlaşmanın kaynaşmanın karşıtı olarak kullanılır. Bazen kalple olur. Bazen de davranışlarda adaleti ihlal etmekle adavet/düşmanlık olur.[76]Adavet; kalpte intikam ve zarar verme duygusunun yerleşmesidir.[77] Allah (c.c), kavramın kullanılış biçimini âyette şöyle ifade etmiştir: “Böylece her peygambere, insan ve cin şeytanlardan düşman kıldık. Onlardan bazısı bazısına aldatma ile yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabb’in dileseydi bunu yapmazlardı. Öyleyse onları yalan olarak düzmekte olduklarıyla baş başa bırak.”[78]

4. “Buğz”: Muhabbetin, sevginin zıddıdır. Kendisine istek duyulan her şeyden nefsin nefret etmesidir.[79]Küfür ehlinin kinlerinin büyüklüğü konusunda Yüce Allah müminleri uyarmıştır: “Ey iman edenler! Kendinizden olmayanı sırdaş edinmeyin. Onlar size kötülük ve zarar vermeye çalışıyor, size zorlu bir sıkıntı verecek şeylerden hoşlanırlar. Buğz (ve düşmanlıkları) ağızlarından dışarı vurmuştur. Sinelerin gizli tuttukları ise daha büyüktür. Size âyetlerimizi açıkladık; belki akıl erdirirsiniz.”[80]

5. “Hazul”: Kendisine yardım etmesi zannedilenin kişiyi terk etmesi ve yardımsız bırakmasıdır.[81]Hakka karşı yardımsız bırakıp, Hak’tan yüz çevirmekle beraber kişiyi batılda kullanmak ve batıla çağırmak anlamlarına gelir.[82] Şeytanın insanı bulunduğu haleti ruhiyeden kurtaramamasıdır.[83] Bu anlam, âyeti Kerimede de şöyle gelmiştir: “Çünkü o, gerçekten bana gelmiş bulunduktan sonra beni zikirden (Kur’ân’dan) saptırmış oldu. Şeytan da insanı yapayalnız ve yardımsız bırakandır.”[84]

F. İslâmî İlimlerde Velayet Kavramı

1. Hadiste Velayet:

Peygamberlik makamının fonksiyonlarından olan; insanları terbiye etme ve tezkiye etme[85], helâl ve haram konularında görüş bildirme[86], insanlık için model olma[87] ve adaletle hükmedebilme[88] için velayet makamını elde tutmak gerekir. Tüm peygamberler “velayet makamını” ellerine geçirmek için mücadele ettikleri gibi Hz. Peygamber de bu uğurda gayretini ortaya koymuştur. Bu bağlamda o, velayet konusunu içten dışa doğru tanzim etmiş ve din bağını kan bağının üzerinde tutmuştur. Yanında müşrik akrabalarından bazıları anılınca o; “onlar benim velilerim/dostlarım değil, benim velîm Allah (c.c) ve müminlerin salihleridir”[89] buyurmuştur.

Duygusal bağlılıklarının ileride fikri bir etkileşime yol açabileceğini düşünen peygamber (s.a.v) dost seçiminde dikkatli olmamızı istemiş ve şöyle bir ölçü koymuştur: “Kişi arkadaşının dini üzerinedir, sizden biriniz seçeceği dostuna dikkat etsin”[90] Hadisteki din kavramı takip edilen, yaşanan hayat tarzı demektir. Allah Resulü kontrolsüz bir veli edinmenin kişinin hayatına mal olacağını haber vermiştir. Müminler arası sevginin temelinde Allah rızası olmalıdır. Allah’ın rızasını kazanmak için sevme konusunda Hz. Peygamber öyle teşvik edici bir dil kullanmış ki; buna göre, insanların sevgilerini yeni baştan gözden geçirip sıhhatli bir zemine oturtmaları gerekir. Hz. Ömer (r.a), peygamber (s.a.v)’in konuyla ilgili şöyle buyurduğunu rivayet eder: “Allah’ın kulları içinde bir takım insanlar vardır ki, nebi, şehid değildir. Fakat kıyamet günü Allah Teala’nın kendilerine bahşettiği lütuf ve makamlardan dolayı peygamberler de, şehidler de kendilerine gıpta ederler” Sahabe: “Ya Resulullah, onların kimler olduğunu bize haber verir misin?” deyince Allah Resulü: “Onlar, aralarında herhangi bir mal alışverişi ve akrabalık bulunmadan Allah’ın muhabbeti için birbirlerini sevenlerdir. Allah’a yemin olsun ki, onların yüzleri nur gibi parlamakta ve kendileri de nurdan minberler üzerinde bulunmaktadırlar. İnsanlar korktukları zaman onlar korkmazlar. Yine, insanlar üzüldükleri zaman onlar asla mahzun olmazlar”[91]

Birbirlerini veli edinen müminler arasında iyi bir dayanışmanın olması gerekir. İşte bu dayanışmanın temini için Müslümanlar hicretle emrolunmuştur. Hicret etmemek suretiyle müşriklerin arasında kalan bir Müslümanla küfür ehli insanlar arasında onların üstünlüğüne dayanan bir velayet doğabilir. Bu tehlikeli duruma karşı peygamber (s.a.v) şu uyarıyı yapmıştır: “Müşriklerle birlikte oturmayınız ve onların cemaatlerine dâhil olmayınız. Kim onların cemaatlerine dâhil olur ve onlarla beraber olursa o bizden değildir.”[92] Hz. Peygamber bu sözüyle müminleri kapalı bir toplum hâline getirmek istememiştir. Çünkü tüm İslâmi emir ve yasakları insanlara ayırım yapmadan duyurmak bir görevdir. Bu hadisi hicretin farz olduğu dönemin şartları ve ortamı içerisinde düşünürsek daha iyi anlarız.

Müslüman olmayanlara karşı içimizde bir dostluk ve sevgi doğmaması için Hz. Peygamber kitap ehli dahil[93] küfür ehlini taklit etmeyi yasaklamıştır. Ayrıca başta münafıklar olmak üzere İslâm binasını yıkmak isteyen kötü niyetli insanlara karşı Müslümanların saygı ifadesi kullanmalarını istememiş ve şu uyarıyı yapmıştır: “Münafığa efendim demeyiniz. Şayet münafık seyyidiniz/efendiniz olursa şüphesiz ki, (bu davranışınızla) şanı yüce olan Rabb’inizi kızdırmış olursunuz”[94] Seyyidlik makamı; yöneticilik makamlarından birisi olduğu gibi sosyo-ekonomik farklılaşmanın neticesinde elde edilen bir konum da olabilir. Peygamberimiz, bizleri bu gibi hassas yerleri müminlerin ellerinde tutmaları bakımından hem uyarmış hem de teşvik etmiştir.

2. Fıkıhta Velayet

İslâm fıkhında velayetin önemi çok büyüktür. Toplumda herkes fizikî ve aklî eşitlik içerisinde değildir. Çocuk, deli, bunak, yetim ve sefih insanlar olduğu gibi hayatını idame ettirebileceği organlarını yitirmiş kişiler de vardır. Bu gibi insanlarla ’emir’ makamındaki kişiler birinci derecede ilgilendiği gibi akrabaların da aralarındaki hukuka göre ilgilenmesi gerekir. Ehliyeti ortadan kaldıran arızalar sebebi ile; bu insanların haklarının korunması ve işlerinin yürütülmesi ‘velayet’ ve ‘vesayet’ gibi hukukî temsil müesseselerinin doğmasına sebep olmuştur.[95]Velayet; râşid-reşid durumdaki büyük bir kişinin “kasır” durumdaki birinin şahsî ve mâlî işlerini yürütmesidir. ‘Kasır’ ise, edâ ehliyetini tam olarak bulundurmayan kimseye denir.[96]

Fıkıhtaki velayet daha çok bireylerin sosyal ve iktisadî tasarruflarını içermektedir. Kur’ân’ın bütünlüğüne bağlı olarak, İslâm’ın dışındaki din sahipleri ile olan münasebetlere, fıkıh ilminin bir dönem dar anlaşılması sebebi ile pek değinilmemiştir.

2. Tasavvufta Velayet

Fıkıhtaki, Hadisteki, Kelâmdaki ve Tasavvuftaki velayet arasında Kur’ân’dan ve Sünnetten referans almaları bakımından yakın ilgi vardır. Tasavvuftaki velayet anlayışını incelediğimizde bu ilgiyi daha yakından tanıma fırsatını bulmuş olacağız.

Velayet; velilik, ermişlik, Hakk’ın kulunu, kulun Mevlasını dost edinmesi, Allah (c.c) ile kulu arasındaki karşılıklı sevgi ve dostluk, Allah’ın kulu, kulun da Allah’ın velisi olma hâlidir. Bu bağlamda velayeti dört kısma ayırabiliriz: a. Velayeti uzma; son peygamberin velayeti, c.Velayeti kübra; öbür peygamberlerin velayetidir, c. Velayeti vusta; evliyanın velayetidir, d. Velayeti suğra; tüm müminlerin velayetidir.[97]

Velayetin iki şıkkı vardır. Bunlardan biri asıl diğeri ise şarttır. Asıl, iman ve takvadır. Şartı ise; sevgi, buğuz, dostluk, düşmanlık, Resulullah’ın bütün getirdiklerine iman, ibadet, ahlâk, edep ve inanç esaslarından bildirdiklerinin hepsine uymak konusunda tam bir uygunluktur. Çünkü, kulun Allah’ı sevmesi şu âyette belirtildiği gibi ancak Resulüne uyma şartı ile tamam olur. “De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah, bağışlayan ve esirgeyendir.”[98]

Velayet konusunda zaman zaman ölçüler kaçırılmakta, velinin bir öğretmen olduğu unutulmaktadır. Bu açıdan, kişilerin tasavvuf yoluna girmeden evvel İslâmî ilimlerde olgunlaşmaları gerekir. Konunun önemine binaen Cüneydî Bağdadî (ö. 297): Kim Kur’ân’ı ezberleyip Hadisi yazmazsa bizce, tasavvuf konusunda ona itibar edilmez. Bizim bu bilgilerimiz Kitap ve Sünnetle kayıtlıdır.”[99]Binaenaleyh, tasavvufî velayet konusunda ölçüyü kaçırmamak için şu önemli tespitleri hatırda tutmak zorundayız:

1.  “Mürşid”, velayet sahibi olmak itibarı ile, makamı ne olursa olsun peygamberin mertebesine asla ulaşamaz. Çünkü, Cüneyd’in (k.s) çok güzel bir şekilde ifade ettiği gibi; “Velinin sahip olabileceği yakînin en yüce mertebesi nebilerin mertebelerinin başlangıcıdır.”

2.  Velayetle nübüvvet makamları arasında sıddıkiyet denen bir makam vardır. Sıddık’lık şöyle tanımlanmıştır: Veliliğin bütün derecelerinden yüce, nübüvvet derecesinden aşağı olan bir mertebedir. Bu mertebeyi elde etmek için peygamberin tebligatını ilim, fiil ve söz yoluyla tasdik etmiş ve peygamberle olan sıkı münasebetinin kazandırdığı imkandan da yararlanarak onun batını dünyasına aşina olmak gerekiyor. Bunun elde eden bir benlik sıddik olur.[100]

3.  Mürşid’in aracılık vasfı geçicidir. Öteki sistemlerin, özellikle Hristiyanlığın aksine tasavvufta mürşidin aracılığı geçici bir süre içindir. Bunun bir neticesi olarak müridin atılması söz konusu olmaz. Söylenmek istenen şu; müridin feyzini kesip artık terakkisine yardımcı olmama imkanı varsa da verilen geri alınmaz. Kısacası mürşid bir ışık yakar ve çekilir. Yolu yürüyecek olan müriddir.[101]

Allah’a muhabbet ve velayet iddiasında bulunup da Allah’ın emir ve yasaklarına uymayan kişinin velilik iddiası boşunadır. O, Allah Teala’nın velilerinden değildir.[102] Velayet makamındaki kişi nitelikli olmalıdır. Velî’de bulunması gereken nitelikleri şu şekilde ifade edilebilir:

1. Velî şeriatın zahiri hükümlerine ve şer’i ölçülere saygılıdır. Bunları titizlikle uygular.[103] Bir takım ruhî-manevî makamlara sahip olduğunu öne süren bir zatı dinlemek için önce onun şeriatle ilgisine bakmalıyız. Aksini kabul etmek İslâmî esasların ortadan kalkmasına kadar gider.[104] Ebu Yezid bir gün veli olduğu söylenen birinin mescidden çıkmasını beklerken, o zatın, çıkış kapısının önünde tükürdüğünü görmüş ve hemen oradan ayrılmıştı. Yanındakilere; şeriat adabına riâyet etmeyen bir kimsenin Hakk’ın sırlarını anlamayacağını söylemiştir.[105]

2. Velî, günah üzerine ısrar etmekten korunmuştur. Hak Teâla onları günaha düşmekten değilse bile, düştükleri günahta ısrar etmekten korur. Velî, hasbelbeşer günah işler ama tevbe eder ve günahta ısrar etmez. Hata etmemek ve yanılmamak, velinin şartlarından değildir.[106]

3. Bir silsile ile Hz. Peygamber’e bağlı olmak. Batınî feyz verme iddiasındaki her fert bu feyzi, bir silsile ile Hz. Peygamber’den aldığını ispatlamak zorundadır. Tasavvufî gelenek hüdâi nabit cinsinden bir mürşid anlayışına karşıdır.

4. Mürşid, sülukunu tamamlayarak halk arasına girmiş olmalıdır. Sülukunu tamamlamamış, “temkin” hâline ulaşmamış sâlikler sürekli değişmektedirler. Hâlleri asla birbirini tutmaz. Bunlar bir nevi geçici meczupluk hâli içindedirler. Meczuptan mürşid olmaz.

5. Mürşid nefsi emmaresini tamamen dizginlemiş, saf dışı bırakmıştır. “Ölmeden evvel ölünüz” nüktesi buna işarettir. Bunun için, mürşidde acelecilik, şehvet, öfke, sabırsızlık ve kavgacılık yoktur.

6. Mürşid itmi’nana ermiş olmalıdır. Kur’ân-ı Kerim bu hâli “Allah’tan razı olmak ve Allah’ın razı olması” şeklinde tanımlıyor: “Ey itmi’nana ermiş ruh: Dön Rabb’ine, sen O’ndan O senden razı olarak.”[107]

7. Mürşid, muhsin olmalıdır. Allah Resulünün İhsan Hadisi’nde belirttiği gibi murakabeyi makam hâline getirmek sureti ile, her an “Rabbanî gözetim” altında olduğunu bilmelidir.

8. Mürşid, fakih olmalıdır. İrşad edilen insanların her türlü itikâdi, sosyal ve ahlâkî problemleri ancak fakih bir önderin gayreti ile çözülür.

9. Mürşid, insanları Allah yoluna hikmetle çağıran, “hakim” olmalıdır. “Rabb’inin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et. Şüphesiz senin Rabb’in, yolundan sapanı bilendir”[108] âyeti onların bu özelliğine işaret etmektedir.

10. Mürşid, insanlardan alan değil, onlara sürekli olarak veren bir kişi olmalıdır. İnsanları menfaat elde etmek için başına toplamaz. Kur’ân-ı Kerim bu inceliğe şu âyette temas etmektedir: “Sizden hiçbir ücret istemeyen kimselere uyun. Onlar hidâyete ermiş kimselerdir.”[109] Seriyyi Sakatı (v.257) yeğeni ve müridi Cüneydi Bağdadî’ye (k.s): “Sana cennete giden çok kısa bir yol göstereceğim; insanlardan bir şey isteme onlara yarayacak şeyleri elinde tutma” demiştir.[110]

Kısaca niteliklerini tanıtmaya çalıştığımız velî ile ilgili anahtar terimlerden birisi de keramettir. Kelime anlamı olarak; insandan meydana gelen güzel fiilleri ifade eder. Keramet, insandan zuhur eden fiillerin daha çok büyükleri için kullanılır. Aynı zamanda “el-Kerim” Allah Teala’nın isimlerinden biridir. Bu övülen fiillerle de ancak Allah’ın rızası kastedilir.[111] Terim anlamı ise; mümin ve salih bir kimseden meydana gelen olağanüstü hâllerdir. Fakat bu olağanüstü hâller, nübüvvet iddiasında bulunmaksızın velinin elinde meydana gelir.[112] Kerameti inkâr edenler, onun mucizeyle karıştırılmasından korktukları için onu kabul etmemişlerdir. Oysa; nebi ile velî arasında açık farklar olduğu gibi, mucize ile keramet arasında da açık farklar vardır.[113] Keramet hak olmakla beraber ilmin sebeplerinden değildir ve başkalarına delil olmaz. Keramet gösterisinde bulunmak “hayz-ı rical” olarak değerlendirilmiştir. Velayet mertebesine ermiş kimselerin örnek hayatı, sözleri, eserleri bir tarafa bırakılıp, kevnî kerametlere itibar etmek irşad için faydalı olmaz.[114]

Sözün özü; Kitap ve Sünnetin emirlerinden Allah’ın veli kullan dahil hiçbir kimsenin dışarı çıkması söz konusu değildir. Kim ki Allah’ın velilerinden birinin zahiren ve bâtınen Muhammed’in (s.a.v) yolundan başka bir yola uyacağını zanneder ve başka bir yola tabi olursa küfürdedir. Çünkü kul; imanı ve takvası oranında Allah’ın velisi olur. Kimin imanı kamil olursa velayeti de Allah için kâmil olur.

Bu bakımdan insanlar, Allah’ın velisi olması noktasında derece derecedirler.[115] Kamil imanın sahibi olan Peygamber Efendimiz, Allah’ın velilerinin de önderidir. Allah’ın hidâyetini uygulamada ve şer’î tekliflerle amel etmede insanlığın önderidir. Bu açıdan velî, “türbe ve hırka sahibi olan” demek değildir. Ayrıca o ne keramet iddiasında ne de gelecekle ilgili müjde veya sıkıntılı haberler veren birisi de değildir. Allah’ın velî kulları; “…Öyle kimselerdir ki; yeryüzünde mütevazi olarak yürürler, cahiller kendilerine laf atarsa ‘selâm’derler.”[116] Allah’ın velî kulları, Allah yolunda canlarıyla ve mallarıyla cihad edenlerdir. Onlar, müminleri ve İslâm’ı materyalizmin sapık uzantılarından, şirkten ve düşmanların şerrinden korurlar. Çünkü olar; İman ve takva ehli kişilerdir.[117]

Âyetlerde Velayet Kavramının Ele Alınışı

1. Mekkî Âyetlerde Velayet

Kur’ân’da kullanılış biçiminin çokluğuyla anahtar terimlerden birisi hâline gelen velayet; Mekkî âyetlerde büyük bir yekun tutar. Daha çok da peygamber kıssalarında yoğunlaşır. Mekkî âyetlerdeki velayet konusunu üç ana başlık altında ele almak mümkündür. Bunlar: a. Geçmiş ümmetlerde velayet b. Müşriklere karşı velayet c. Zalimlere karşı velayettir.

A.   Geçmiş Ümmetlerde Velayet

Kur’ân-ı Kerim konuyla ilgili çarpıcı örnekler verir. Özellikle de insanlığın ikinci atası, Hz. Nuh’la ilgili anlatılan tevhid mücadelesinde; günümüz insanının alması gereken bir çok ibret vardır. Önemine binaen iki peygamberden örnek vereceğiz:

1. Hz. Nuh’ta velayet örnekleri: Nuh (a.s) tevhidi dünya görüşünü egemen kılıp insanların vahye göre hayatlarını düzenleyecekleri bir toplum oluşturmaları için ilkeli bir çalışma ortaya koymuştur. “Gece gündüz davet ederek”[118] insanlığa örnek olmuştur. Küfür ehli, kendilerine şefkatle uzanan elin sahibini kabul edecekleri yerde, onlar, velayet tercihlerini kâfirlerden yana yaptılar.

Allah’a ve O’nun Resulüne iman etmeme konusunda müşrikler direnince peygamber de inananlarla olan dostluk ve birlikteliğinin ölüm sonrasında da devam edeceğinin işareti olarak ellerini açtı ve şöyle dilekte bulundu: “Rabb’im, beni, annemi-babamı, mümin olarak evime gireni, iman eden erkekleri ve kadınları bağışla. Zalim olanlara da yıkımdan başkasını artırma.”[119] Şâyet insan, böyle zalimlerin helâkına bir iç burukluğu duyacak olursa, Nuh (a.s) bu konuda da uyarılmıştır: “Nuh’a vahyedildi: Gerçekten iman edenlerin dışında kesin olarak kimse inanmayacak. Şu hâlde onların işlemekte olduklarından dolayı üzülme.”[120] Onların yaptıklarına, seni yalanlamalarına, düşmanlıklarına ve eziyetlerine üzülme.[121]

Peygamber, iman küfür konusunda öyle hassas olmalı ki, kendi öz oğlu da olsa küfrü iman üzerine tercih etmişse onu velî edinmemesi gerekir. Nitekim Mekke’de babayla oğul, kardeşle kardeş tevhidi kabul veya red noktasında karşılıklı mücadeleye girince Rabb’imiz; duygusallık yerine iman bağının ağır basmasını isteyerek Nuh (a.s)’la oğlu arasında geçenlerden bir kesit sunarak ibret almamızı istemiştir. Hakikati kabul etmeyen oğlunun helakine bir baba olarak üzülünce de Yüce Allah, Peygamberini şu sözlerle uyarmıştır: “…Dedi ki: ‘Ey Nuh, kesinlikle o senin ailenden değildir. Çünkü o, salih olmayan bir iş (yapmıştır). Öyleyse hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme. Gerçekten ben, cahillerden olmayasın diye sana öğüt veriyorum”[122] Âyetten anlaşılan, Hz. Nuh’un inkarcı oğlu bir “ameli gayri salihti”. Çünkü babasının ondan görmek istediği salih amellerden hiçbiri, kendisinde bulunmamaktaydı.

Dolayısıyla, bu anlamda o, Hz. Nuh’un ailesinden değildi. “O senin ailenden değildi” denildiğinde, oğlunun kendi öz sulbünden olmadığı söylenmek istenmemiştir.” Bozuk ahlak ve muamelâtı yüzünden artık senin salih ehlinden sayılmaz. Kan hısımı olan insanlar bir müminin niteliklerini taşımıyorlarsa, müminlerle olan ilişkilerini yalnızca kan hısımlığı düzeyinde sürdürecek ve onlarla hiçbir manevî ilişkiye girmeyecektir.[123]

2. Hz. İbrahim’de velayet örnekleri: İbrahim (a.s), Allah’ın (c.c) dinini ve velayetini kabul etme konusunda müminler için güzel bir örnek ve iyi bir önderdi. Bu önderliği, Allah’ın düşmanlarına olan düşmanlığında ve onlardan uzak kalmasında da geçerliydi.[124] Kendi öz babası dahil tüm inkarcılara karşı ilkeli bir mücadele başlatan İbrahim (a.s)’ın durumu ve yakınlarıyla olan velayet ilişkisi Kur’ân’da şu şekilde anlatılır: “İbrahim ve onunla birlikte olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Hani onlar kendi kavimlerine demişlerdi ki: ‘Biz, sizlerden ve Allah’ın dışında tapmakta olduklarınızdan gerçekten uzağız. Sizi (artık) tanımayıp inkar ettik. Sizinle aramızda, siz Allah’a bir olarak iman edinceye kadar ebedî bir düşmanlık ve bir kin baş göstermiştir. Ancak İbrahim’in babasına: ‘Sana bağışlanma dileyeceğim, ama Allah’tan gelecek herhangi bir şeye karşı senin için gücüm yetmez’ demesi hariç. ‘Ey Rabb’imiz, biz sana tevekkül ettik ve içten sana yöneldik. Dönüş sanadır.”[125]

İbrahim (a.s)’ın babası için bağışlanma isteği, ona vermiş olduğu bir sözden dolayı idi. Aralarındaki inanç ayrılığından dolayı onu aslında hiçbir zaman “velî” edinmemişti. Ona karşı ilkeli bir mesafe vardı. Vaktakî; babasının Allah düşmanı olduğu açığa çıkınca ondan uzaklaşmıştı.[126] Bir Müslümanın, Hz. İbrahim de dua etmiş diyerek kafir yakınlarına Allah’tan bağış dilemesi caiz değildir. Bu noktada, “o hâlde İbrahim (a.s) niçin bu işi yapmış? Veyahut o bu iş üzerinde devam etmiş midir?” şeklinde sorular sorulabilir. Bu soruların cevaplarını Kur’ân ayrıntılarıyla haber vermektedir. İbrahim (a.s)’m daha sonra bu duasından vazgeçtiğini bizlere K.Kerim bildirmiştir.[127] İbrahim (a.s) mutlak velayeti yalnızca Allah’a has kılarak O’nun dışındaki her mabuddan da uzaklaştı. Kendisinden sonraki nebilere ve bağlılarına da kıyamet gününe kadar devam edecek olan “Allah’tan başka ilâh yoktur” kelimesini miras bıraktı.[128]

b. Müşriklere Karşı Velayet

Mekke’deki toplumsal yapı, İbrahim’in (a.s) getirdiği Tevhid dinini daha sonraları bırakmak suretiyle şirki kabullenmişti. Esasında şirk; düşüncede ve eylemde Allah’tan başka otorite kabul etmek suretiyle hayatı yönlendirip yönetmede onlara da hak payı vermektir. Böyle bir şirk anlayışının etkin olduğu coğrafya merkez seçilmek suretiyle Cenabı Allah, peygamberini insanların karanlıklardan nura çıkarsın diye İslâm ile gönderdi. Olaya pragmatik olarak yaklaşan müşrikler, Hz. Peygamberdin başarı ihtimalinin imkansız olduğunu düşünerek, Allah’ın nizamından başka nizam, Allah’ın velayetinden başka velayet aradılar. Allah Teala’da onların kabullendiği velayet odaklarını şöyle bir benzetmeyle hikâye etti: “Allah dışında başka veliler edinenlerin örneği, kendine ev edinen örümcek örneğine benzer. Gerçek şu ki; evlerin en dayanıksız olanı örümcek evidir, bir bilselerdi.”[129] Âyette ilâhlar denilmeyip veliler denilmesi yalnız açık şirki değil gizli şirki de hükümsüz bırakmaya bir işarettir. Çünkü başkasına gösteriş yaparak riya ile Allah’a ibadet edenler, Allah dışındaki varlıkları velî edinmiş olurlar.[130]

Müşriklerle ilgili Mekkî âyetlerde onlarla olan ‘velayet’ bağının kesilmesi emredilirken akrabalık bağının kesilmesi istenmedi. Şu âyet bu konuda güzel bir delildir: “Biz, insana anne ve babasına (karşı) güzelliği (ilke edinmesini) tavsiye ettik. Eğer onlar, hakkında bilgin olmayan şeyle bana ortak koşman için sana karşı çaba harcayarak olurlarsa, bu durumda onlara itaat etme. Dönüşünüz banadır. Artık, yapmakta olduklarınızı size haber vereceğim.”[131]

En yakın akrabaları da olsa şirk ehline karşı zerre kadar velayet hissi taşımamakla emrolunan Hz. Peygamber, hakikati onlara duyurmaktan bir an geri kalmamıştır. Onları velî edinmemek, davetin sınırlarını kapatmak suretiyle az sayıda Müslümanla “getto” oluşturmak anlamına gelmez. Davetin müşriklere mutlaka ulaştırılması gerekir. Nitekim bu durum Kur’ân’da şöyle dile getirilmiştir: “Sen emrolunduğun şeyi açıkça söyle ve ortak koşanlardan yüz çevir.”[132] Açıktan emrettiğin zaman da delilli bir şekilde konuş. Onların söylemiş oldukları şeye aldırma.[133]Hak ile batılın arasını emrolunduğun şeyi ilan ederek ayır.[134] Âyette istenen, Resulullah’ın müşriklere tavır koymasıdır.

Kur’ân-ı Kerim’de Allah’a ortak koşanlara karşı tavır koymayı emreden birçok âyet vardır. Bu meyanda Yüce Allah buyuruyor ki; “Eğer onlar seni yalanladılarsa de ki: Benim yaptığım bana sizin yaptığınız size. Siz benim yaptığımdan uzaksınız ben de sizin yaptığınızdan uzağım.”[135] Eğer müşrikler seni yalanlarlarsa İbrahim’in kavminin müşriklerinden uzaklaştığı gibi sen de onlardan ve onların yapmış oldukları işlerden uzaklaş.[136]

b. Zalimlere Karşı Velayet

Zulüm; bir şeyi esas olması gereken yerden başka bir yere, uygun olmayan bir mekâna koymak demektir. Dindeki terim anlamı ise; haddi aşmak suretiyle haktan batıla dönmeyi ifade eder. Başkasının mülkünde tasarrufta bulunmak ve konulan sınırları çiğnemek anlamları da vardır.[137] Büyük ve küçük günah anlamında da kullanılan zulüm; üç boyutludur: İnsanda Allah’a olanı şirk ve küfürdür. Diğer ikisi ise insanın kendi cinslerine ve kendi kendisine yapmış olduğu zulümdür.[138]

Zalimlere karşı reddiyeci bir tavır takınan dinimiz, bu olumsuz tavrı sergileyen insanları velî edinip onların zulmüne onay vermeyi de yasaklar. Bu bağlamda şu çağrıyı tüm evrensel planda ilan eder: “Zalimlere karşı eğilim göstermeyin, yoksa sizlere ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka veliniz yoktur, sonra yardım da göremezsiniz.”[139] Âyette şirke meyletmek yasaklandığı gibi şirk ehlinin eylemlerinden razı olmak ve onları onaylamak şeklindeki sözle olan meyil de yasaklanmıştır. Meyletmek bazı müfessirlerce ‘yağcılık’ olarak yorumlanmıştır. Âyette yasaklanan ‘rükûn’dan maksat; az bir meyil, meylin en aşağı derecesidir.[140] Zalimlere meyil; onların hevalarına tabi olmak, sohbetlerine ve meclislerine devam etmektir. Âyetin kapsamı geniş tutulmuş ve yasaklama tüm müşrikler ve âsiler hakkında umumidir, denilmiştir.[141]

Mekkî bir dönem içerisinde inen bu âyetler; müminlere gerekli uyarıları yapmak suretiyle zalimleri ve müşrikleri velî edinmeyi yasaklıyor. Öyle ki; zalimlere duyulan yakınlık bile zulüm olarak nitelendiriliyor ve zalimlere yakınlık duymaya devam edilirse şöyle bir Sünnetullah’ın tecelli edeceği vurgulanıyor. “Böylece biz, kazandıkları (günah) dolayısıyla zalimlerin bir kısmını bir kısmının başına geçiririz.”[142]

II- Medenî Âyetlerde Velayet

Hz. Peygamber Mekke’de yönetimin Müslümanların inisiyatifinde olduğu bir İslâm toplumu kuramamıştı. Kısacası, “Mekke”yi “Medine” yapamamıştı. Tüm “yer küre Allah’ın”[143] olduğuna göre yeni bir mekân aramak gerekiyordu. Sonunda Medine’yi buldu. Medine’deki toplumsal mozaik farklı din ve kültürlerden meydana geldiği için onlarla ilişkilerin şekli vahiy merkezli olarak kurallara bağlandı. Hz. Peygamber bir strateji belirledi. Belirlenen stratejiye göre; yönetim gibi girift bir meseleden tutun da farklı dinlerdeki insanlarla ilişkilere kadar takınılması gereken tavırlar tespit edildi. Müslümanların Medine’deki gruplarla olan ilişkilerini şu başlıklar altında verebiliriz:

 a. Müşriklerle İlişkilerde Velayet:

Müşriklerin sıfatı olan şirk; ibadet mahiyeti taşıyan herhangi bir uygulama ile Allah’tan başkasına yönelmenin adıdır. Mevcudattan bir varlığı-insan, tabiat veya kıymeti olan herhangi bir şeyi-ululukta Allah konumuna yükseltmektir.[144] Daha doğrusu inançta ve zihinde oluşturulan bir otorite çatış(tır)masıdır. Evrenin sevk ve idaresinde böyle bir çatışma yoktur.[145] Evren ve içindekiler için konulmuş olan ilâhî kurallar insanı da kapsamı içine alır. Onun da düzeninin bozulmaması için hayatına yön veren mutlak varlık Allah (c.c) olmalıdır. Çünkü, uluhiyyetin özelliklerinden birini müstakil olarak bir başkasına tanıyan herkes Kur’ân nazarında müşriktir.[146]

Şirki bu şekilde tanımlayan İslâm bilginleri, müşriklerle Müslümanların arasındaki velayet bağının derecelerini Kur’ân kaynaklı olarak şu şekilde açıklamışlardır.

1. Müşriklerle olan velayet ilişkisi onların küfürlerine bile razı olmayı gerektiren bir durumda ise bu küfürdür ve haramdır.

2. Dünyada güzel bir şekilde karşılıklı davranışlarda bulunmak ise yasak değildir.

3. Bu iki derecenin ortasında bir durumdur ki; onlara meyletmenin sonunda inançlarını kabul etmek şeklinde bir sonuç ortaya çıkarıyorsa; bu durum Müslüman bir insanı İslâm dininden çıkarır.[147] Şirk olayını aydınlatmada ve velayet konusun anlamada yardımcı olur ümidiyle yaptığımız bu açıklamadan sonra şöyle bir tespitte bulunmak mümkündür: Medenî âyetlerde ‘kafir’den kastedilen, genellikle müşriklerdir. Çünkü Kur’ân, diğer batıl din sahiplerini küfür kavramının türleri içerisinde ele almıştır. Medine’de üç grup cemaat vardı. Birinci grup; muhacir ve ensardan oluşan Müslümanlar, ikinci grup; İslâm’ı kabul etmeyen Evs ve Hazreç kabilesinden bazı müşrikler, üçüncü grup ise;  Yahudiler.[148] Bunlara ek olarak civar yerlerde meskun Hristiyanlar ve İslâm’ı siyasaya görünürde teslim olan münafıklar vardır. Kur’ân bunlardan da çok yerde bahseder.

Kur’ân-ı Kerim, bütün türleriyle; “Mü’minleri bırakıp da kafirleri dost edinmeyi” yasakladı.[149] Akideyi göz önünde bulundurmaksızın her kim ki; kafirleri velî edinirse onun için Allah’ın dostluğundan hiçbir nasip yoktur. Çünkü, Allah için sevmek ve buğzetmek imanın aslındandır.[150] Müslüman, en yakınları da olsa aralarındaki ilişkide inanç bağını en belirleyici faktör olarak görür ve onlara karşı mesafesini korur. Konuyla ilgili Allah’ın buyruğu şöyledir: “Allah’a ve ahiret gününe inanan bir milletin babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa Allah’a ve elçisine düşman olanlara dostluk ettiğini göremezsin…”[151]

Zira, İslâm’daki yakınlık din yakınlığıdır, beden yakınlığı değil.[152] Eğer din ayrılığı şirk üzerine kurulmuşsa; İslâm iki kişi arasındaki evliliği yasaklamıştır: Müşrik kadınları, iman edinceye kadar nikahlamayın; iman eden bir cariye -hoşunuza gitse de- müşrik bir kadından daha hayırlıdır. Müşrik erkekleri de iman edinceye kadar nikahlamayın…”[153] Âyette, hangi türden olursa olsun müşriklerle evlenme yasaklanmış fakat daha sonra Ehl-i Kitap’tan olan kadınlarla evlenmek istisna edilmiştir.[154] Ayrıca Medenî âyetlerden öğreniyoruz ki; dindeki ayrılık bir dönem miras ayrılığını da getirmiştir.[155] Yine Kur’ân bize haber veriyor ki; ibadethaneler/mescitler üzerinde müşriklerin denetleyiciliği yoktur.[156]

b. Münafıklarla İlişkilerde Velayet

Kur’ân-ı Kerim’de sıfatları ve İslâm toplumuna olan kötülükleri üzerinde en çok durulan gruptur. İmanları olduğunu dilleriyle ortaya korlar, fakat kalplerindekini gizlerler.[157] Hayır taraflarını gösterip şer yönlerini gizleyen[158] münafıklar; İslâm toplumunun sosyal dokusu için en büyük tehlikedir. Büyük nifak ve küçük nifak şeklinde iki türü vardır. İtikadî nifak dediğimiz büyük nifak, cehennemin en altında kalmayı gerektiren bir suçtur. İslâm toplumu için oluşturmuş oldukları tehlikeden dolayı Allah Teala, Bakara Sûresi’nin baş kısımlarında kafirlerle ilgili iki âyet indirirken münafıklarla ilgili on üç âyet indirdi. Onların iki yüzü vardır. Bir yüzleriyle müminlere bakarken diğer yüzleriyle kafir olan kardeşlerine bakarlar.[159] Allah (c.c) birçok sûrede onlardan bahsetmesine rağmen, onların kusurlarını özellikle Tevbe Sûresi’nde tek tek sayıp döktüğü için bu sûreye “Sûre-i Fadaha” denmiştir.[160]

Mekke’de durum Müslümanların aleyhine gözüktüğü için münafık yoktu. Medine’de İslâm toplumu hayata hakim olup Allah’ın hükümleri yürürlüğe girince münafıklar ortaya çıktı. Medine’de münafıkların sayısı bir hayli fazlaydı. Medine nüfusunun en az üçte biri onların yanındaydı. Bu durum Uhud Savaşı’nda ortaya çıktı. Her ne kadar Medine’de müminlerle münafıklar vatandaşlık gereği aynı coğrafyayı paylaşsalar da onlara itaat etmeme ve velî/dost edinmeme konusunda şu âyette de belirtildiği gibi uyarılmışlardır: “Ey Peygamber, Allah’tan sakın, kafirlere ve münafıklara itaat etme. Şüphesiz Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.”[161]

Medine’de Müslümanlarla aynı ortamı paylaşan münafıklar onlara karşı hainlikten geri durmamışlardır. Yüce Allah da onların bu durumlarına karşı müminleri uyarmış ve onların toplantılarına katılmayı şu âyetle yasaklamıştır: “(Allah) size Kitapta indirmişti ki: Allah’ın âyetlerinin inkar edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar (bu sözü bırakıp) başka bir söze dalın caya kadar onlarla beraber oturmayın; Yoksa siz de onlar gibi olursunuz. Şüphesiz Allah, bütün iki yüzlüleri ve kafirleri cehennemde toplayacaktır.”[162] Bu âyete göre, küfür ehlinin meclislerinde oturarak onların küfrüne razı olanın kendisi de küfre girer. Bir günahın işlenmesine rıza gösterip, bu günahı işleyenlerin içine karışan kimse de günahta onlar gibidir.[163]

Münafıklar, İslâm’ın hak çizgisinin karşısındaki batıl ehlidir. Tevhid ehline muhabbet duyup müşriklere kin duymak imanın en sağlam kulpu olduğu gibi, hak ehline buğzedip batıla muhabbet duymak da münafıkların sıfatıdır.[164] Kur’ân-ı Kerim, münafıkların bu sıfatlarına ek olarak onların şu özelliklerini de bizlere haber vermektedir: “Münafık erkekler ve münafık kadınlar, bazısı bazısındandır; kötülüğü emrederler, iyilikten alıkoyarlar, ellerini sımsıkı tutarlar. Onlar Allah’ı unuttular, O da onları unuttu. Şüphesiz münafıklar fıska sapanlardır.”[165] Zikirden, şükürden uzak olan bu çirkin insanlar, her zaman ve mekanda iki yüzlüdürler. Gizli kötülük, alçak bir gizlilik, jurnalcilik ve hilekarlık işte onların başlıca alametleridir.[166]

Müminler, nifak ehlinin velayetlerini kabul etmedikleri gibi onlara karşı çetin davranmakla da yükümlüdürler. Bu yükümlülük âyette şöyle vurgulanmıştır: “Ey Peygamber, kafirlerle ve münafıklarla cihad et ve onlara karşı sert ve caydırıcı davran. Onların barınma yeri cehennemdir. Ne kötü bir yataktır o.”[167] Bu âyet, artık münafıkların İslâm toplumunun bir parçası olarak kabul edilmemesini, onlara yönetimde söz hakkı tanınmamasını ve hiçbir meselede onlara danışılmamasını emretmektedir. Kısacası; her Müslüman davranışıyla, İslâm toplumunda bir münafığın saygın, şerefli bir yeri olmayacağını göstermelidir.[168] Bu bağlamda hemen şunu da ortaya koymalıyız ki; Kur’ân-ı Kerim münafıklara verilecek ceza meyanında onların cenaze namazlarının kılınmamasını[169] ve onlar için Allah’tan bağışlanma talebinde bulunulmamasını da istemektedir.[170] Müfessir Taberî (ö.310/923), münafıkların İslâm’a girdikten sonra tekrar dinden çıkan mürtedler olduklarını söyler.[171] Hz. Peygamber, her ne kadar Abdullah b. Ubey’in cenaze namazını kılsa da bu ilâhî uyarı üzerine bir daha hiçbir münafığın cenaze namazını kılmamıştır. Zira kişi sapıtır ve küfrederek İslâm milletinden çıkarsa bir tavır olarak ondan uzaklaşmak gerekir.[172]

c. Ehli Kitapla İlişkilerde Velayet

Gerçek şu ki, gerek Hz. Musa (a.s) gerekse ondan önceki ve sonraki peygamberlerin getirdiği din İslâm’dan başka bir şey değildi. Bu peygamberlerden hiç biri Yahudi değildi. “Yahudilik” terimi daha sonraki devrin ürünüdür. Yahudilik, Hz. Yakub’un dördüncü oğlu Yahuda’ya atfedilmektedir. Onun soyundan gelenler arasında çok sayıda rahip, kahin, rabbi ve ahbar doğdu. Bunların kendi fikir ve felsefeleri doğrultusunda bir inanç, dua, ibadet ve töreler manzumesi meydana geldi ki; buna sonradan Yahudilik dendi. Gerçek dinin çok azı Yahudilik içinde korunabildi.

Ehli Kitabın bir diğer versiyonu olan Hristiyanlara da “Nasrânî” denir. Bu sözcüğün kökü, Hz. İsa (a.s)’ın doğduğu yer olan “Nasıra”dan gelmektedir. Nusret/yardımlaşma kökünden türediğini söyleyenler de vardır ve söylemlerini ispat için de Al-i İmran Sûresi’nin 52. âyetiyle istişhad ederler. Şu tespiti özellikle yapmak gerekir ki; Hz. İsa kendisine tabi olanlara hiçbir zaman “Hristiyan” veya “Mesihi” adını vermemişti.[173]

M.S 70’te Romalılar tarafından Filistin’de katliama uğrayan Yahudiler M.S 132’de Hicaz’a sığındılar. Yahudiler Ayle, Makna, Tebuk, Teyma, el-Kur’a vadisi, Fedek ve Hayber’de nüfuz sahibi oldular. Beni Kureyza, Beni Nâdir, Beni Bakdel ve Beni Kureyza’da Yesrib’e yerleşti. Hristiyanlık ise Miladi III. yüzyılda Arabistan’a girdi. Hristiyanlık önce Necran’da yayıldı ve Hicaz’ın diğer bölgelerinde pek müsait ortam bulamadı. Fakat Gassan ve Beni Rebiyye’de az sayıda da olsa Hristiyan vardı.

Yarımadaya yukarıda anlatılan biçimde yerleşen Yahudi ve Hristiyanlar Hz. Peygamber’in komşuları oldular. Medine’deki Yahudilerle antlaşma yapıldı. Antlaşmaya göre kötülüklerin kalkması için beraber çalışılacak, Medine’den Hz. Muhammed’in izni olmadan kimse çıkmayacak, savaş durumlarında yurdun korunması için ortak harcama yapılacaktı.[174]

Müslümanlara karşı inatçıl ve düşmanca bir tavır sergileyen bu insanlarla ilişkiler konusunda Kur’ân’da yüzlerce âyet vardır. Onların müminler için hayır istemediklerini,[175] yollarına uymadıkça Müslümanlardan hoşnut olmayacaklarını[176], Müslümanlar onlara tabi olacak olurlarsa onları hak olan yoldan saptıracaklarını[177] ve kesinlikle dost edinilmemesi gerektiğini[178]Kur’ân-ı Kerim’den öğreniyoruz.

Kur’ân’ın Yahudi ve Hristiyanlarla dostluğu/velayeti yasaklaması onlarla aynı coğrafyada kalınmaz anlamına gelmez. Zira, Hz. Peygamber onlarla bir arada kalmış, ilk yıllar itibarıyla “Medine Birleşik Devleti/ “Konfederasyon” denilen bir devlet kurmuştu. Daha sonra, Yahudilerin ayrılmasıyla müstakil bir İslâm Devleti’ni dönüştü.[179] Onlar, Kitap ehli olmanın gerçek anlamını taşıdıkları sürece İslâm, yemeklerini Müslümanlara helâl kıldığı gibi, tek taraflı olarak onların kadınlarıyla evlenme konusunda da müminlere ruhsat verdi.[180]

Şurasını da iyi bilmek gerekir ki; gayri müslimleri dost edinmeyi yasaklamak onlara kin gütmeyi emretmek anlamına gelmez. Fakat bir Müslüman olarak; tüm küfür ehlini Müslümanlar aleyhine kışkırtanların, iki yüz sene haçlı seferleri düzenleyenlerin, Endülüs’te Müslümanlara korkunç katliam uygulayanların, Filistinli Müslümanları yurtlarından kovup Yahudileri yerleştirenlerin ehli kitaptan insanlar olduğunu unutmayalım.

Netice olarak şunu da söyleyebiliriz ki; Yahudilik ve Hristiyanlık bugünkü şekliyle sonradan ortaya çıkmış beşerî dinlerdir. Hz. Musa ve İsa’nın tebliğ ettiği dinler değildir. Onlar, Müslümanlara düşmanca tavırlar sergilerken kapitalizm ve materyalizm şeklinde kendini gösteren koyu dinsizlik sistemleriyle de tam bir dayanışma içerisindedirler.[181]

Velayetin çeşitleri

1. Müsbet velâ

Velî edinilmesi emredilenler, velayetin olumlu yönünü ifade eder. Müspet velâ’dan kasıt budur. Cenabı Allah, birçok Mekkî ve Medenî âyette, mutlak anlamda kendisinin, önderlik konumunda Resulünün, iman etmek suretiyle de müminlerin oluşturacağı velayet üzerinde durmuştur.

A. 1. Veli Olarak Allah

Kur’ân, sık sık Allah’ın (c.c) velî edinilmesini emretmiş ve Allah’tan başkasını velî edinenlerin trajik sonları bizlere hikaye etmiştir. Dolayısıyla, Allah’tan başkasını velî edinmek akıllı bir davranış değildir. Kur’ân, konuyla ilgili şu hatırlatmayı yapar: “Allah’ın dışında başka veliler edinenlerin örneği, kendine ev edinen örümcek örneğine benzer. Gerçek şu ki, evlerin en dayanıksızı örümcek evidir; bir bilselerdi…”[182] Allah Teala burada örümcek meşeliyle bizleri tevhidi çizgiden çıkmama konusunda uyarmıştır. Bu uyarıya uymayanların sonu, halk arasında “karadul/ankebut” denen dişi örümcekle erkek örümcek arasındaki ilişkiye benzer. Karadul kendisine sevgi ve dostlukla teslim olanları kullanıp mahvetmede çok tipik bir yaratıktır. Bu yaratık, kendisiyle çiftleşecek kadar ona yakınlık duyan erkek örümceği çiftleşme bittikten sonra derhâl öldürür. İşte bir tür “karadul/ankebuf’a benzeyen Allah dışı dostlar, sonunda kendilerine teslim olanları böyle mahvederler.[183]

Kur’ân-ı Kerim, Allah’ın dışında veliler edinmeyi yasaklarken mutlak velimiz olan Allah Teala’yı da fonksiyonel anlamda tanıtır. Yüce Allah’ta olan bu sıfatlar başka velilerde yoktur. Bu sıfatlar açısından bakarsak velimiz olan Allah; yaratan ve emreden[184], mülkünde ortaksız olan[185], rahmetini bütün mahlûkata ayırım gözetmeksizin yayan[186], vahiy indirip salihleri koruyan[187], îman edenleri karanlıklardan nura çıkaran[188], hem dünyada hem ahirette velî olan[189], kullarına yardım eden[190], şefaat yetkisi kendinde olan[191], kullarını koruyan[192], bağışlayıp merhamet eden[193], ölüleri dirilten[194] ve hakiki mürşid olandır.[195]

Kendisi bu özelliklerin sahibi olan Allah (c.c), sevip velî edindiği insanların sıfatlarını Kur’ân’da açıklamıştır ki; biz de o vasıflarla donanalım ve bu vasıfları taşıyan insanları veliler edinelim. Allah’ın sevip velî edindiği insanlar; muhsinler[196], mücahidler[197], Resul’e tabi olup onun hayatını kendi hayatına katanlar[198], sabredenler[199], tevbe edenler[200], yalnızca Allah’a güvenip-dayananlar[201], Allah’a karşı bilinçli kullar/muttakîler[202], temizlenenler[203], muksit/hayatının her anında ilâhî hukuka riâyet edenler[204]

Allah Teala sevdiği ve velî edindiği insanların sıfatlarını Kur’ân’da açıkladığı gibi, sevmediği ve velî edinmediği insan tiplerini sıfatlarıyla yine bizlere Kerim kitabında açıklamıştır. Bunlar; kafirler[205], zalimler[206], dine eklemede veya çıkarmada bulunarak aşırı gidenler[207], hainler[208], fesatçılar[209], israf edenler[210], kendini beğenip övünenler[211], şımaranlar[212], çok günah işleyenler[213] ve müstekbirlerdir.[214]

b. Veli Olarak Peygamber

İnsanları, içinde bulundukları zulmün her türlüsünden İslâm’ın aydınlığına çıkarmak için elçi tayin edilen peygamberler, hassas ve yıkılmaz şahsiyetleri ile sarsılmadan ve korkusuzca ilâhî tebligatı ilan ederek, insanları uyuşukluk ve düşük ahlaki gerilim durumundan, Allah’ı Allah olarak, şeytanı da şeytan olarak açıkça görebilecekleri bir teyakkuz/uyanıklık durumuna geçmeleri için vicdanlarını silkeleyerek uyandıran olağanüstü insanlardır.[215] Bu üstün yeteneklere sahip olan Hz. Muhammed de ümmetini ıslah etmek ve kötülükleri ortadan kaldırmak için üstün bir gayret sergileyerek hem görevini yapmış hem de ümmetine olan sevgi, şefkat ve merhametin yüce bir temsilcisi olarak onlara karşı velayetini açıkça ortaya koymuştur. Ümmetiyle olan karşılıklı ilişki ve peygamberden ümmete doğru uzanan Allah merkezli sorumluluk, peygamberin fonksiyonlarını ortaya kor. Peygamberimizin velayetinin özünü de bu fonksiyonların varlığı ve işleyişi teşkil eder. Hz. Peygamber’in (s.a.v)’in velayeti ile fonksiyonları arasında doğru bir orantı vardır. O’nun fonksiyonlarını şu şekilde sıralayabiliriz:

Hz. Muhammed (s.a.v), önce Kur’ân’ı öğreten, okuyan, zihin ve ruhları tezkiye eden bir öğretmen[216], kitabın açıklayıcısı, kapalılıkların gidericisi[217], örnek alınması gereken bir lider[218], kanunların uygulayıcısı[219], davalara bakan bir kadı[220] ve bir devlet yöneticisiydi.[221]

Tüm bu âyetlerde tanıtılan özellikler Hz. Peygamber’e Allah (c.c) tarafından verilen görevlerin bir kısmıdır. Peygamberi velî edinmek sözle olmaz. Onu velî edinmenin bir bedeli olması gerekir. Bu bedel yukarıdaki fonksiyonların hayatımıza katılmasıyla mümkün olur. Onun fonksiyonlarının hayatımıza katılmasına sünnet diyoruz. Bu bağlamda, daha kuşatıcı bir sünnet tanımı yapabiliriz: “Hz. Peygamber’in İslâm toplumunun akide, ibadet, tebliğ, siyaset, ekonomi, eğitim, ahlak, hukuk gibi çeşitli alanlarda kısacası; bireysel, toplumsal ve evrensel olmak üzere hayatın her alanında, yönlendirip yönetmede, Kur’ân başta olmak üzere, esas aldığı ilke ve prensipler bütününün oluşturduğu bir zihniyet ya da dünya görüşüdür. Amacı da; beşerî hayatın her alanında sünnetin koyduğu ilkeleri esas alan yeni bir İslâm toplumu ve medeniyeti modeli oluşturmaktır.[222] Böyle bir model oluşturulurken peygamberin buyruklarına teorik olarak yaklaşıp pratikte onu tanımamak bir ucu Allah’a kadar varan bir isyandır. Tersi de doğru; peygamber model olarak alınır ve istekleri yerine getirirlerse Allah’ın sevgisi de beraberinde elde edilmiş olur. Konuyla ilgili âyette şöyle buyruluyor: “De ki: Eğer siz Allah’ı seviyorsanız bana uyun; Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayandır, esirgeyendir.”[223] Resule tabi olmak; Hristiyanların yaptığı gibi, onu yaratmada Allah’a ortak koşmak anlamında değildir.[224] Bilakis, Resulullah’a tabi olmak O’nun velayetini kabul etmektir. Sahabe nesli tam bir teslimiyetle peygambere bağlanıp onun velayetini kabullendikleri için Kur’ân’da övülmüştür: “Peygamber, müminler için kendi nefislerinden daha evlâdır.”[225] İbn Abbas’m (v.68/687) yorumuna göre, Nebi (s.a.v) bir şeye çağırıyor, nefis de bir şeye çağırıyorsa mutlaka peygambere itaat edilmelidir. Zira, nefisler yok olmaya, Resulullah ise kurtuluşa davet eder.[226]

Peygamber (s.a.v), davet, risalet ve liderlikte velîdir. O, Allah’a itaat ve ibadeti ihya eden bir şeye çağırdığında insanlar ona icabet etmelidirler. O, Allah’ın insanlardan risaletine inanmalarını istediği bir peygamberdir. Allah’ın, müminlere kendi nefislerinden daha değerli kıldığı bir komutandır. O, Müslümanların kendilerinin sahip olmadıkları değerli şeylere sahiptir. Onların kendisine itaat etmeleri üzerlerindeki hakkıdır. Resule itaat eden Allah’a itaat eder.[227] Allah’ı ve Resulünü velî edinip; velayetinin bedeli olarak itaat edeni Yüce Allah, mükafatın en güzeliyle ödüllendireceğini şu âyetiyle bildirmektedir: “Allah’a ve Resule kim itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salihlerle beraberdir. Ne iyi arkadaştır onlar.”[228]

c. Veli Olarak Melekler

Kur’ân-ı Kerim, meleklerle müminler arasında olan bir velayet üzerinde çok ayrıntılı durmaz. Fakat her mümin imanının gereği; meleklerin varlığını kabul eder. Âyette de belirtildiği gibi müminler, onların kendilerine çok yakın varlıklar olduklarını da bilirler. “Oysa gerçekten sizin üzerinizde koruyucular var, ‘şerefli-üstün’ yazıcılar. Her yapmakta olduğunuzu bilirler.”[229] Onlar yapmış olduğunuz kötülükleri karşılık vermeden yazarlar.[230]

Müslümanlar, meleklerin kendilerine yakınlığını rahmet olarak algılar. Onlara karşı düşmanca tavır sergilemek doğru bir davranış değildir. Çünkü onlara kin beslemek, nübüvvet davasında tekelci düşünen Yahudilere ait bir sıfattır. Kur’ân, bu çirkin anlayışı şu âyetle kınar: “Her kim Allah’a, peygamberlerine, Cibril’e, Mikail’e düşman ise, artık şüphesiz Allah da kafirlerin düşmanıdır.”[231] Yahudiler savaşlardaki birçok yenilgilerini, yaşadıkları sürgünleri, Hz. Peygamber’e vahiy getirmesini ve Resulullah’ı, Yahudi toplumunun sırlarına vâkıf kılmasını Cebrail’le alakalı gördükleri için O’nu düşman bilmişlerdir.[232] O’nu savaş meleği olarak tanıyorlardı.[233]

Meleklere imanı tevhidin gereği bilen Müslüman insanla, Allah’a kulluğu aksatmadan yapan melekler arasında bir dostluğun olmaması mümkün değildir. Kur’ân’a göre bu dostluğun oluşması; istikamet üzerine sürülecek bir hayatın varlığına ve bu hayatın mutlu sonla/tevhidle sona ermesine bağlamıştır. Bu durum Kur’ân’da şöyle ifade ediliyor: “Şüphesiz: ‘Bizim Rabb’imiz Allah’tır’ deyip sonra dosdoğru bir istikamet tutturanlar (yok mu); onların üzerine melekler iner (ve der ki;) ‘Korkmayın ve hüzne kapılmayın, size söz verilen cennetle sevinin.’ Biz, dünya hayatında da ahiret hayatında da sizin velileriniziz. Orada nefîslerinizin arzuladığı her şey sizindir ve istemekte olduğumuz her şey de sizindir.”[234] Bu velayetin neticesi olarak da birçok savaşta müminleri fiilen desteklemişlerdir.[235]

d. Veli Olarak Müminler

Müminlerin birbirlerinin hem velileri hem de kardeşleri olduğu gerçeğini Allah Teala şu âyette dile getiriyor: “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup-düzeltin ve Allah’tan korkup sakının; umulur ki esirgenirsiniz.”[236] Allah’ın kardeş ilan ettiği bu insanlar arasında sevgi, selamlaşma, yardımlaşma ve cemaatleşmenin olması gerekir ki bunlar, İslâm toplumunun üyelerinin birbirlerine karşı görevleridir.[237]

Her yönden mükemmel bir fert ve bu fertlerin oluşturduğu bir ümmet meydana getirmeyi isteyen İslâm; velayetin tüm özelliklerini fonksiyonel olarak icra edecek şekilde müminleri birbirlerinin velisi ilan etmiştir. Şu âyet bu gerçeğin delilidir: “Mümin erkekler ve kadınlar birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler ve Allah’a ve Resulüne itaat ederler. İşte Allah’ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır. Şüphesiz, Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.”[238] Yüce Allah, mümin velilerle münafık velileri âyeti Kerimelerde birbirine yakın olarak sıraladı ki; iki grup arasındaki fark ortaya çıksın, hidâyet ve dalalet ehli birbirinden ayırt edilsin.[239]

Müminlerin birbirleriyle velayeti konusunda kişisel ve karşılıklı sorumluluk açısından dört mesele vardır:

1. Müminlerin kalpleri; sevgide, ülfette ve lütufta birdir.

2.  Birbirlerine tevhidi ve yalnızca Allah’a ibadeti emrederler. Putçuluk ve benzeri şeylerden, onlara ibadetten men ederler. Öyle ki; nerede “nehyi anil münker” ve “emri bil mâruf zikredilse, orada putlara ve şeytana kulluktan sakındırma vardır.

3. Namazı beş vakit olarak ikame ederler ve zekâtı verirler.

4.Farzları yerine getirme konusunda Allah’a itaat ederler ve kendileri için konulan

kurallara ve Resule uyarlar.[240] Velî olarak birbirlerine yardım ederler ve münafıkların aksine birbirlerini desteklerler.[241]

Müminlerin birbirlerine desteklerinin tam olabilmesi için, aralarında birliktelik oluşturmak zorundadırlar. Faziletlerin muhafazası, var olan iyiliklerin devamı için Müslümanlar şu âyette de tavsiye edildiği gibi cemaatleşmelidirler: “Ey iman edenler, Allah’tan sakının ve doğru (sadık) olanlarla beraber olunuz.”[242] Bu birliktelik en geniş anlamıyla düşünülmelidir. Müminlerin müminlerle dünyada oluşturdukları samimi beraberlik Allah’a itaat ve takva temeli üzerine olursa ahirette de beraber olurlar. Sadıklarla beraber olmak tüm davranışlarımızda Hz. Muhammed (s.a.v) ve ashabının yolu üzerine olmaktır.[243]

Müslümanlar birlikte bir dünya oluşturulmaz ve tevhidi eksenden kopuk bir bloklaşma oluştururlarsa; bu durum, Kur’ân-ı Kerim’in de onay vermediği bir davranıştır: “Onlar, müminleri bırakıp kafirleri dost (velî) edinirler. Kuvvet ve onuru onların yanında mı arıyorlar? Şüphesiz, bütün kuvvet ve onur Allah’ındır.”[244] Şuurlu müminler, değil gayri müslimlerin yanında izzet/onur aramak; Allah’ın (c.c), onlara “ahd” vermediğinin bilincinde oldukları için onları kendilerine hakim olacak hiçbir konuma getirmezler. Hasbelkader, hakim konuma gelmişlerse bile, adalet sıfatını kaybettikleri an müminlerin hayatından uzaklaştırırlar.[245] Çünkü adil olmayanların da müminlerin üzerinde velayet hakları yoktur.

II. Menfi Velâ

Veli kavramı ile sevgi, saygı, şehadet, koruyuculuk, denetim ve itaat manalarını bir arada düşündüğümüzde bu anlamlara sıfat olarak hiç de layık olmayan kişiler de vardır. Onlarla olan ilkeli ilişkilerimiz ve tavırlı yaklaşımımız menfi velâyı, bir başka söylemle “beraef’i meydana getirir. Beraet sözlükte; uzaklaşmak, kurtulmak ve ayrılmak demektir. Kavramsal anlamı ise; uyarıp sakındırdıktan sonra uzaklaşmak ve kurtulmaktır.[246] Müminler ‘menfi velâ’ dediğimiz veli edinilmesi yasaklanan varlık ve kurumlardan ne kadar uzaklaşırsa; Allah’ın velayetine de o kadar liyakat kazanırlar. Bu münasebetle müminlerin veli edinmemeleri gereken grupları şu şekilde takdim etmektedir.

a. Kimler Veli Edinilmez

1. Şeytan

Yüce Allah, kullarına; şeytana tapmama[247] ve şeytanın vermiş olduğu vesveselere itaat etmeme konusunda tavsiyelerde bulunmuş, aklî ve naklî birçok deliller de sunmuştur.[248] “Şeytana ibadete etmeme” ifadesinin anlamı; “Şeytana itaat etme”, demektir. Yani insan sadece şeytana secde etmekten men olunmakla kalmıyor, aynı zamanda ona uymaktan ve itaat etmekten de men olunuyor. İşte bu bağlamda itaat, ibadet anlamı taşır.[249]

İnsanı dosdoğru yoldan çıkarmak için Allah’tan mühlet isteyen[250] şeytanın; müminlerin, hakkın karşısında direnmeleri için sürekli vesvese verdiğini şu âyet bildirmektedir: “Üzerinde Allah’ın isminin anılmadığı şeyi yemeyin; çünkü bu bir fısktır (yoldan çıkıştır). Gerçekten şeytanlar, sizinle mücadele etmeleri için kendi dostlarına gizli çağrılarda bulunurlar. Onlara itaat ederseniz şüphesiz siz de müşriklersiniz.”[251] Kâfirlerden ve müşriklerden olan şeytanlar insanların akıllarını karıştırmak ve onları üzerinde bulundukları veya yaklaşmakta oldukları doğru yolda tereddüde düşürmek amacıyla ortaya çeşitli şüpheler atmak yolunda birbirlerine yardımcı olurlar. Amaç, insanı takva yolundan saptırmaktır. Takva yolundan sapan kişi şeytanın velisi olur.[252]Şeytanı veli edinen insanların bir takım özellikleri vardır. Bunları tanıyıp bu vasıflarla sıfatlanmamak gerekir: Kur’ân-ı Kerim’den öğrendiğimize göre şeytanın velileri/dostları taklitçi[253], olumlu şeylere karşı isyankâr[254], Allah’ın âyetlerinden yüz çeviren[255], kibirli[256], Allah yolunda çalışmayı engelleyen[257], alaycı[258] ve korkak[259] kişilerdir.

2. Küfre Batanlar

Tevhidin gerek uluhiyet gerekse rububiyet boyutunu inkar etmek suretiyle küfre düşen insanlarla dostluk kurmak haramdır. Bu durum Kur’ân’da da ifade edildiği gibi çok ağır bir bedelle sonuçlanabilir: “Müminler, müminleri bırakıp da kafirleri dost edinmesin; bunu kim yaparsa Allah ile ilişiği kesilmiş olur. Meğerki kâfirlerden gelebilecek bir tehlikenden dolayı sakınmış olasınız. Allah size kendisinden sakınmanızı emrediyor. Nihayet gidiş de ancak Allah’adır.”[260] Cenabı Allah, müminlerin kâfirlerle olan münasebetlerinde çok hassas davranmalarını yani her türlü hak ve vecibelere riâyet etmekle beraber hiçbir zaman onları hakiki dost kabul etmemelerini emir buyuruyor. Ancak, zevahiri kurtarmak, ölümden kurtulmak, müminlerin menfaatlerini himaye etmek için kâfirleri dost gibi kabul etmesinde bir sakınca yoktur. Böyle bir mecburiyet olmadığı, nefis tehlikeye düşmediği zamanlarda ise dostluk asla caiz değildir.[261]

3. Yahudi ve Hıristiyanlar

Ehli Kitap diye adlandırılan Yahudi ve Hristiyanları veli edinmenin yasaklığını Yüce Allah şu âyette emretmektedir: “Ey iman edenler. Yahudi ve Hristiyanları dost olarak benimsemeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onlara dost olursa o da onlardandır. Allah, zulmeden kişileri doğru yola eriştirmez.”[262] Onlarla dostluğun yasaklanmasındaki temel espri onların İslâm’a karşı duymuş oldukları düşmanlıktan kaynaklanmaktadır.[263] Allah’ın dinine ve o dinin müminlerine karşı kindar davranan bu insanlara hâlâ bir şey yokmuş gibi davranmak Müslümanların “izzet” anlayışına yakışmaz. Bu açıdan, mesafeyi iyi ayarlamak zorundadırlar. Mesafenin iyi ayarlanmadığı bir velayet ilişkisinin nasıl bir akıbetle biteceğini bize Allah Teala şu âyette haber vermiştir: “Ey iman edenler, eğer kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir gruba boyun eğecek olursanız, sizi imanınızdan sonra tekrar küfre döndürürler.”[264]

Kur’ân’da, Ehli Kitap’la ilgili tanıtıcı mahiyette yüzlerce âyet vardır. Bu âyetler, Müslümanları onların sapıklıkları konusunda uyarmaktadır. Din hususunda onlara güvenmemek gerekir. Çünkü onlar çok hasetçi bir ruh hâlinin temsilcileridir. Ayrıca, kendi kitaplarını inkar etmiş, peygamberlerini öldürmüş, dinleri konusunda tamamen şaşırmış ve kendi öz benliklerini korumaktan aciz insanlara nasıl güvenilsin ki?[265]

4. İnançlarla Alay Edenler

Müminler, inançlarıyla alay eden insanlara karşı Müslümanca bir tavır koymak zorundadırlar. Daha Mekke dönemindeyken bu tavrı kullarına öğreten Allah (c.c), konuyla ilgili şöyle buyurmaktadır: “Âyetlerimiz konusunda alaylı tartışmalara dalanlar -onlar bir başka söze geçinceye kadar- onlardan yüz çevir. Şeytan sana unutturacak olursa, bu durumda; hatırlamadan sonra artık zulmeden toplulukla beraber oturma.”[266] Mümin kişi, kâfirlerin veya münafıkların meclislerinde/oturumlarında bulunduğu sırada, Allah’ın âyetlerini, indirdiği iman esaslarını, İslâmi kavramları ve hükümleri, dünya ve ahiretin gizliliklerine ilişkin Kur’ânî haberleri çekiştirecek olurlarsa, bu ilâhî olgulara saldırmaya veya bunları karalamaya veya bunlarla alay etmeye kalkışırlarsa, açıktan açığa veya üstü kapalı olarak çeşitli yöntemlerle bu saldırılardan herhangi birine giriştiklerini görürse ve buna doğrudan bir karşılık vermeye gücü yetmezse, yani fikre fikirle, fiili saldırıya fiili saldırıyla, alaya karşı alayla karşılık vermeye gücü yetmezse üzerine düşen o meclisten çekilerek oturumu terk etmektir.[267]

5.Küfrü İmana Tercih Edenler

İslâm, müminleri kardeş ilan etmiş[268], öz oğul da olsa kişi, Allah’a teslim olmadıkça mümin aileden kabul edilmemiştir.[269] Küfür ehli de, Müslüman olan en yakın akrabalarına bile zulmün her türlüsünü reva görerek onları kendilerinden saymamışlardır. Bir yandan Müslüman olduğunu söyleyip bir yandan da İslâm’a karşı açık düşmanlık gösterenlerle dostluklarını devam ettiren kimselerin mümin mi, münafık mı olduklarını ciddi bir şekilde düşünmeleri gerekir. İslâm düşmanlarını, akraba da olsa velî edinmemekle ilgili olarak Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: “Ey İman edenler, eğer imana karşı küfrü sevip tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi velîler edinmeyin. Sizden kim onları velî edinirse işte zulme sapanlar onlardır.”[270] Çünkü böyle kötü bir eylem; Allah’ın koyduğu meşru sınırları aşmak suretiyle kişinin kendini cehenneme arz etmesidir. Kişi, şirk ehlini velî edinmek suretiyle onlar gibi olmayı istiyorsa; bu durum şirke rıza göstermektir. Şirke rıza da şirktir.[271] Mümin, imanının devamı için küfrü imana tercih edenleri kesinlikle veli edinmemelidir.

6. Tağutlar

Kur’ân, tağutlaşmayı daha çok kafirlere ait bir sıfat olarak anlatır.[272] Fıtratı zorlayarak kendisini Allah’a rağmen emir ve hüküm sahibi ilan*eden bu kişilere dostluk göstermek, onların azgınlığını onaylamaktır. Bu açıdan her Müslüman bilmelidir ki, tağut; kafirlerin velisidir: uAllah, iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan nura çıkarır. Küfredenlerin velileri ise tağuttur. Onları da nurdan, karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar ateşin halkıdırlar, orada sürekli olarak kalacaklardır.”[273]

Âyette de işaret edildiği gibi, tağutun velî edinilmemesinin hikmeti; onun fonksiyonudur. “Nur-aydınlıktan karanlıklara çıkarması” işlevidir. Tağut, velî/dost edinilmediği gibi; onu hayatın hiçbir alanında karar mekanizması hâline de getirmemek gerekir. Tağutu hayatın karar merkezine taşımak, imanla çelişen bir durumdur. Böyle bir çelişkiyi yaşayanları Allah Teala şu âyetiyle kınamaktadır: “Sana ve senden öncekilere indirilene gerçekten inandıklarını öne sürenleri görmedin mi? Bunlar, tağutun önünde muhakeme olmayı istemektedirler; oysa onlar onu reddetmekle emrolunmuşlardır. Şeytan da onları uzak bir sapıklıkla sapıtmak ister.”[274] Âyetin arka planında; münafık birisiyle Medineli bir Yahudi arasında çıkan anlaşmazlık üzerine, Müslüman gözüken münafığın hakem olarak Yahudi bilgini Kab b. Eşrefe gitme arzusunu kınama vardır. Müslümana yaraşan, küfrü çok olan ve şeytana benzeyen insanların hükümlerini reddetmektir.[275]

Sonuç

Velayet, kullanım zenginliği bakımından Kur’ân’ın anahtar kavramlarından biridir. “Velâ” fiilinden türeyen bu kelime; yardımcı olmak, sevmek, dostluk kurmak, yakınlık, himaye etmek, korumak, birinin işlerini üstlenmek ve akrabalık tesis etmek anlamlarına gelmektedir. ‘Velâ’dan sıfatı müşebbehe olan ‘velî’ ise; zaman, mekan, din, inanç ve nispette yakınlık 
demektir.

Allah (c.c), velayet kavramını etimolojik olarak değişik şekillerde ifade etmiştir. Bunlar; velî, evliya, yetevellâ, nüvellî, tevellâ, velayet, mevâlî, mevlâ ve evlâ sözcükleridir. Değişik âyetlerde farklı anlamların verildiği velî kelimesi; rab, koruyucu, yardımcı, malik, yönetici, vâris, dost, çocuk ve vekil anlamlarına gelmektedir.

Kur’ân-ı Kerim’de ‘velayet’ kavramının anlam alanına giren birçok sözcük vardır. Bunlar; velîce, bitâne, nâsir, meveddet, şefi’, halil, ihvan, karin, hubb, sultan, imam, seyyid ve vekil kelimeleridir. Velayet kavramının karşıtı olan; anlam alanına girmeyen sözcükler ise şunlardır: Ber’a, tağut, adavet, buğuz ve hazul.

Velayet kavramı sadece Kur’ân ilminin değil; Fıkıh, Hadis ve Tasavvuf ilminin de odak terimlerinden biridir. Bu üç ilmin kullanış biçiminde kavram, anlam daralmasına uğramıştır. Mekkî ve Medenî dönemlerde çokça kullanılan bu kavramı Kur’ân-ı Kerim mutlak anlamda yalnızca Allah’a hasreder. Mutlak anlamda velî olmasının bir tezahürü olarak Allah (c.c), bazı insanları da kendisine velî edinip sever. Bunlar; muhsinler, mücahidler, peygambere tâbi olanlar, sabredenler, tevbe edenler, yalnızca Allah’a tevekkül edenler, muttakiler, madden ve manen temizlenenler ve adaletli olanlardır. Bazı insanlar da var ki; Allah’ın koyduğu sınırlara uymadıkları için Allah (c.c) onları sevip velî edinmez. Allah’ın sevmediği bu grupta; kâfirler, zalimler, dinde aşırı gidenler, hainler, fesatçılar, israf edenler, kendilerini beğenip böbürlenenler, şımaranlar, çok günah işleyenler ve müstekbirler vardır.

İslâm dininde velî edinilmesi yasak olan bir grup daha vardır. Bunları velî edinmek yasaklanmıştır. Bunları gönüllü olarak velî edinmenin Müslümanı İslâm’dan uzaklaştıran bir suç olduğunu vurgulamayı Kur’ân-ı Kerim ihmal etmemiştir. Kur’ân’a göre velî edinilmesi yasak olanlar; şeytan, küfre batan insanlar, Yahudi ve Hıristiyanlar, inançlarla alay edenler, tağutlar, zalimler ve ilâhî gazaba uğrayanlardır.

Dipnotlar

[1] Bakara, 2/42.

[2] İzutsu, Toshihıko, Kur’ân’da Allah ve İnsan (trc. Süleyman Ateş), İstanbul, 1992.

[3] Ebu’1-Fazl Cemaleddin Muhammed b. Mükerrem, Lisanu’1-Arab, c.XV, s. 406, Beyrut t.y.

[4] Cürcani, Seyyid Şerif, Tarifat, s. 172, Beyrut, 1995.

[5] İsfahani, Ebu’l-Kasım b. Muhammed, Müfredat, s. 172, Beyrut, 1992.

[6] İbn Manzur, Lisanu’1-Arab, c.XV, s. 406.

[7] İbn Manzur, a.g.e, c.XV, s. 408.

[8] İbn Manzur, a.g.e, c.XV, s.406-7.

[9] Yıldırım, Suat, Kur’ân’da Uluhiyet, s. 191, İstanbul, 1987.

[10] Bakara, 2/107, 257 ; Maide, 5/55.

[11] Kehf, 18/102 ; Şûra, 42/9 ; 4/Nisa; 139 ; Maide, 5/51, 57, 82.

[12] Maide, 5/ 56 ; A’raf, II196 ; Mümtehine, 60/ 9.

[13] En’am, 6/129; Nisa, 4/115.

[14] Bakara, 2/205.

[15] Enfal, 8/ 72.

[16] Nisa, 4/33.

[17] Âl-i İmran, 3/149-150 ; Enfal, 8/ 40, Muhammed, 47/11.

[18] Âl-i İmran, 3/ 68.

[19] Turgut, Ali, Tefsir Usûlü ve Kaynakları, s. 201.

[20] A’raf, 7/3.

[21] Kehf, 18/44.

[22] Bakara, 2/ 257.

[23] Nahl, 16/76.

[24] Bakara, 2/205.

[25] Nisa, 4/33.

[26] Maide, 5/51,57.

[27] Meryem, 19/5-6.

[28] Şûra, 42/ 28.

[29] el-Isfahânî, Müfredat, s. 882-883.

[30] el-Hazin, Ali b. Muhammed, Lübâbu’t-Te’vil fî Meâni’t-Tenzil, c.II, s. 246, İstanbul, 1317.

[31] Tevbe, 9/17.

[32] Kurtubî, Ebu Abdullah Muhammed b. Ahmed, el-Câmî’ li Ahkâmı’1-Kur’ân, c.VIII, s. 88, Beyrut, 1965.

[33] el-Isfahâni, Müfredat, s. 131.

[34] Âl-iîmran, 3/118.

[35] Ez-Zemahşerî, Muhammed b. Ömer, el-Keşşaf an hakâiki gavamiz’i-t tenzil ve uyuni’l-ekâvil, c.I, s. 398, Beyrut, 1995.

[36] El-Isfahâni, Müfredat, s. 809.

[37] Saf, 61/14.

[38] El-Isfahâni, Müfredat, s. 860.

[39] El-Isfahâni, a.g,e, s. 459.

[40] Tâhâ,20/109.

[41] Zemahşerî, Keşşaf, c.I, s. 557.

[42] Nisa, 4/25.

[43] Yazır, Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur’ân Dili, c. 3, s. 25, İstanbul, 1979.

[44] El-Isfahâni, Müfredat, s. 68.

[45] Bkz. Tevbe, 9/11.

[46] Zuhruf, 43/36.

[47] Zemahşerî, Keşşaf, c.I, s. 347.

[48] Âl-i İmran, 3/31.

[49] İbni Kesir, Ebu’1-Fida İsmail b. Ömer, Tefsiru’1-Kur’âni’l-Azîm, c.III, s. 58, Kahire, 1993.

[50] İsra, 17/80.

[51] İbni Kesir, Tefsiru’1-Kur’âni’l-Azîm, c.III, s. 58.

[52] El-Isfahani, Müfredat, s. 87.

[53] Yazır, Muhammed Hamdı, Hak Dini Kur’ân Dili, c.VIII, s. 394.

[54] Bakara, 2/124.

[55] Zemahşerî, Keşşaf, c.I, s. 184.

[56] İbni Kesir, Tefsiru’1-Kur’âni’l-Azîm, c.I, s. 160.

[57] El-Isfahani, Müfredat, s. 432

[58] Zemahşerî, Keşşaf, c.I, s. 354.

[59] Alûsi, Şihabuddin Mahmud, Ruhu’1-Mâni fî Tefsiri’1-Kur’âni’l-Azim ve’s-Sebil Mesânî, c.III, s. 147, Beyrut, 1994.

[60] Ahzab, 33/67.

[61] El-Isfahani, Müfredat, s. 882.

[62] İsra, 17/2.

[63] Taberî, Camiu’l-Beyan, c. VIII, s. 17.

[64] El-Isfahani, a.g.e, s. 121.

[65] Yazır, Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur’ân Dili, c.IV, s. 167.

[66] El-Kahtanî, el-Velâ ve’1-Ber’a, s. 178.

[67] Taberî, Camiu’l-Beyan, c.III, s. 21.

[68] Bilmen, Ömer Nasuhi, Kur’ân-ı Kerim’in Yüce Meali Alisi ve Tefsiri, c.III, s. 616, İstanbul, 1994.

[69] Vehbi, Konyalı Mehmet, Hulasâtu’l-Beyan, c.III, s. 959, İstanbul, 1966.

[70] Kutup, Seyyid, Fî Zılâli’l-Kur’ân, c.I, s. 292, Beyrut, 1990.

[71] Yasin, 36/ 60.

[72] Nisa, 4/ 60.

[73] Maide, 5/ 44.

[74] En’am, 6/ 59.

[75] Tevbe, 9/31.

[76] El-Isfahani, Müfredat, s. 553.

[77] Cürcani, Seyyid Şerif, Tarifat, s. 148.

[78] En’am, 6/112.

[79] El-Isfahani, a.g.e, s. 190.

[80] Âl-iİmran, 3/118.

[81] Âlûsi, Ruhu’l-Meâni, c.XIX, s. 13.

[82] İbni Kesir, Tefsiru’1-Kur’âni’l-Azim, c.III, s. 306.

[83] Taberî, Camiu’l-Beyan, c.IX, s. 385.

[84] Furkan, 25/ 29.

[85] Âl-iİmran, 3/164.

[86] A’raf, 7/157.

[87] Ahzab, 33/25.

[88] Nisa, 4/105

[89] Müslim, Ebu’l-Hüseyin Müslim b. el-Haccac el-Kuşeyrî, es-Sahih, iman, c.I, s. 197, İstanbul, 1981.

[90] Ebu Davud, Süleyman b. Esas, es-Sünen, Edeb, c.V, s. 168, İstanbul, 1981.

[91] EbuDavud, Büyü’, 3/799.

[92] Hakim, Müstedrek, 2/141.

[93] Müslim, İlim, 4/2054.

[94] Ebu Davud, Edeb, 5/257.

[95] Karaman, Hayrettin, Mukayeseli İslâm Hukuku, c.I, s. 195-6.

[96] Zuhaylî, Vehbe, el-Fıkhu’1-İslâmî ve Edilletuh, c.X, s. 70, Dımaşk, 1984.

[97] Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 564, İstanbul, 1995.

[98] Âl-iîmran,3/31.

[99] Tıblavî, Mahmud Sad, İbni Teymiye’de Tasavvuf, (Trc: Ali Durusoy), s. 128, İstanbul, 1989.

[100] Bak: Nisa, 4/ 69.

[101] Öztürk, Yaşar Nuri, Kur’ân-ı Kerim ve Sünnete Göre Tasavvuf, ss.460-61, İstanbul, 1979.

[102] İbni Teymiye, Ahmed Takiyeddin Ebul Abbas, Beyne evliya’i-r-Rahman ve’ş-şeytan, ss.8-9, Beyrut, t.y.

[103] Uludağ, Süleyman, Tasavvuf! Terimler Sözlüğü, s. 566.

[104] Öztürk, Yaşar Nuri, Kur’ân-ı Kerim ve Sünnete Göre Tasavvuf, s. 542

[105] Eraydın, Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 93, İstanbul, 1994.

[106] İbn Teymiye, Beyne evliya’i-r-Rahman, s. 58.

[107] Fecir, 89/27-29.

[108] Nahl, 16/125.

[109] Yasin, 36/21.

[110] Öztürk, Yaşar Nuri, Kur’ân-ı Kerim ve Sünnete Göre Tasavvuf, s. 464

[111] El-Isfahânî, Müfredat, s. 707.

El-Behiy, Muhammed, Min Mefâhimi’l-Kur’ân fı’1-Akîde ve’s-Süluk, s. 217, t.y.

[112] Taftazâni, Saaduddin Mesud b. Ömer, Şerhu’l-Akaidi’1-Kestelî, s. 75, İstanbul, 1973.

[113] Gölcük, Şerafettin, Kelâm, s. 327, Konya, 1985.

[114] Eraydın, Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatler, s. 124.

[115] İbni Teymiye, Beyne Evliyai’r-Rahman, ss. 21-110.

[116] Furkan,25/63.

[117] El-Behiy, Muhammed, Min Mefâhimi’l-Kur’ân fı’1-Akîde ve’s-Süluk, s. 217, t.y.

[118] Bak: Nuh, 71/5-7.

[119] Nuh, 71/28.

[120] Hud, 11/36.

[121] Zemahşerî, Keşşaf, c.II, s. 377.

[122] Hud, 11/46.

[123] Mevdudî, Ebu’1-Alâ, Tefhimu’l-Kur’ân, (trc:Komisyon), c.II, ss, 371-2, İstanbul, 1986.

[124] Kahtanî, Muhammed Salim, el-Velâ ve’1-Bera’, s. 145.

[125] Mümtehine, 60/ 4.

[126] Yazır, Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur’ân Dili, c.VII, s. 264.

[127] Tevbe, 9/114.

[128] Kahtanî, Muhammed Salim, el-Vera ve’1-Bera’, s. 148; Kutup, Seyyid, c.V, s.3184.

[129] Ankebut, 29/41.

[130] Yazır, Muhammed Hamdı, Hak Dini Kur’ân Dili, c.V, s. 572.

[131] Ankebut, 29/8.

[132] Hicr, 15/94.

[133] Âlûsî, Ruhu’l-Meânî, c.XIV, ss. 85-6.

[134] Zemahşerî, Keşşaf, c.II, s. 567.

[135] Yunus, 10/41.

[136] İbni Kesir, Tefsiru’1-Kur’âni’l-Azîm, c.II, s. 400.

[137] Cürcanî, Seyyid Şerif, s. 144.

[138] El-Isfahani, Müfredat, ss.537-8.

[139] Hud, 11/113.

[140] Taberî, Ebu Cafer, Camiu’l-Beyân, c.VII, ss. 122-3.

[141] Kurtubî, Ebu Abdullah Muhammed b. Ahmed, el-Câmi’ li Ahkâmı’1-Kur’ân, c.IX, s. 108, Beyrut, 1965.

[142] En’am,6/129.

[143] Ankebut, 29/ 56.

[144] El-Behiyy, Muhammed, Min Mefâhimi’l-Kur’ân, s. 85.

[145] Bak: Enbiya, 21/22.

[146] Yıldırım, Suat, Kur’ân’da Uluhiyyet, s. 285, İstanbul, 1987.

[147] Hallaf, Abdulvahhab, es-Siyasetu’ş-Şer’iyye, s. 80, Beyrut, 1993.

[148] Nebhâni, Takıyuddin, ed-Devletu’1-İslâmiyye, s. 57, Beyrut, 1994.

[149] Âl-i İmran, 3/28.

[150] Zemahşerî, Keşşaf, c.I, s. 345.

[151] Mücadele, 58/22.

[152] Kurtubî, Ebu Abdullah Muhammed, el-Câmi lî Ahkami’l-Kur’ân, c.VIII, s. 94.

[153] Bakara, 2/221.

[154] Taberî, Camiu’l-Kur’ân, c.II, ss.388-89, İbni Kesir, Tefsiru’1-Kur’âni’l-Azîm, c.I, s. 244.

[155] Bak: Enfal, 8/ 72.

[156] Bak: Tevbe, 9/17.

[157] Cürcanî, Seyyid Şerif, Tarifat, s. 245.

[158] Sabuni, Muhammed Ali, SafVetu’t-Tefâsir, c.I, s. 35, Beyrut, 1981.

[159] İbni Kayyım, Şemseddin Ebu Abdullah Muhammed b. Ebubekir, Medâricu’s-Sâlikîn, c.I, ss.386-9, Beyrut, 1995.

[160] Sabuni, Muhammed Ali, Kıbes Mine’1-Kur’âni’l-Azîm, c.IV, s. 8, Şam, 1987.

[161] Ahzab, 33/1.

[162] Nisa, 4/140.

[163] Hazin, Ali b. Muhammed, Lubabu’t-Te’vil fî Meâni’t-Tenzîl, c.II, s. 111, İstanbul, 1317.

[164] Kahtanî, Muhammed Salim, el-Velâ ve’1-Berâ, s. 262.

[165] Tevbe, 9/ 67.

[166] Kutup, Seyyid, Fî Zilâli’l-Kur’ân, c.III, s. 1673.

[167] Tevbe, 9/73.

[168] Mevdûdî, Tefhimu’l-Kur’ân, c.II, s. 326.

[169] Bak: Tevbe, 9/ 84.

[170] Bak: Tevbe, 9/ 80.

[171] Taberî, Camiu’l-Beyan, c.VI, s. 440.

[172] Ulvan, Abdullah, İslâm ve’1-Hubb, s. 39, Beyrut, 1986.

[173] Mevdudi, Ebu’1-Alâ, Hz. Peygamberin Hayatı, (trc: Ahmet Asrar), c.I, s. 546, İstanbul, 1983.

[174] Gadban, Münir Muhammed, Nebevi Hareket Metodu, (trc: Tarık Akarsu), c.I, s. 290, İstanbul, 1991.

[175] Bakara, 2/105.

[176] Bakara, 2/120.

[177] Âl-ilmran, 3/100.

[178] Nisa, 4/144 ; Maide, 5/51.

[179] Algül, Hüseyin, Asrı Saadette İdari Hayata Bakış (makale), Din Devlet İlişkileri Sempozyumu, s. 90, İstanbul, 1996.

[180] Bak: Maide, 5/5.

[181] Sarıoğlu, Ekrem, Kur’ân’da İnsan ve Toplum, ss. 170-1, İstanbul, 1993.

[182] Ankebut,29/41.

[183] Öztürk, Yaşar Nuri, Kur’ân’daki İslâm, s. 333, İstanbul, 1994.

[184] A’raf, 7/154.

[185] İsra, 17/111.

[186] Şûra, 42/28.

[187] A’raf, 7/196.

[188] Bakara, 2/257.

[189] Yusuf, 12/101.

[190] Muhammed, 47/7.

[191] Bakara, 2/255.

[192] Râd, 13/37.

[193] A’raf, 7/155.

[194] Şûra, 42/ 9.

[195] Bakara, 2/ 256.

[196] Âl-iîmran, 3/148.

[197] Saf, 61/4.

[198] Âl-İİmran,3/31.

[199] Âl-i imran, 3/146.

[200] Bakara, 2/ 222.

[201] Âl-i İmran, 3/ 159-160.

[202] Nahl, 16/126.

[203] Tevbe, 9/108,

[204] Maide, 5/ 42.

[205] Âl-i İmran, 3/ 32.

[206] Âl-i İmran, 3/ 57.

[207] Bakara, 2/190.

[208] Enfal, 8/ 58.

[209] Bakara, 2/205.

[210] A’raf, 7/31.

[211] Hadid, 57/23.

[212] Kasas, 28/76.

[213] Bakara, 2/276.

[214] Nahl, 16/23.Fazlur Rahman, Ana Konularıyla Kur’ân, (trc. Alparslan Açıkgenç) s. 177, Ankara, 1987.

[215] Fazlur Rahman, Ana Konularıyla Kur’ân, (trc. Alparslan Açıkgenç) s. 177, Ankara, 1987. Nahl, 16/44.

[216] Bakara, 2/151; Âl-i İmran, 3/164; 62/Cuma, 2.

[217] Nahl, 16/44.

[218] Ahzab,33/21.

[219] A’raf, 7/157.

[220] Nisa, 4/105.

[221] Nisa, 4/64.

[222] Kırbaşoğlu, Hayri, İslâm Düşüncesinde Sünnet, ss. 90-1, Ankara, 1993.

[223] Â1-Ümran,3/31.

[224] Yazır, Muhammed Hamdı, Hak Dini Kur’ân Dili, c.II, s. 1076.

[225] Ahzab, 33/ 6.

[226] Hazin, Lubabu’t-Te’vil Fî Meâni’t-Tenzîl, c.III, s. 464.

[227] Fadlullah, Min Vahyi’1-Kur’ân, (trc. Cuma Ağaç-Muharrem Tan), c.VIII, s. 18, İstanbul, 1991.

[228] Nisa, 4/ 69.

[229] İnfıtar, 82/10-12.

[230] İbni Kesir, Tefsiru’1-Kur’âni’l-Azîm, c.IV, s. 483.

[231] Bakara, 2/98.

[232] Âlûsî, Ruhu’l-Meâni, c.I, s. 33.

[233] Taberi, Câmiu’l-Beyan, c.I, s. 478.

[234] Fussilet, 41/30-31.

[235] Bak: Enfal, 8/9-12.

[236] Hucurat, 49/10.

[237] Havva, Said, el-Esas fı’t-Tefsir, c.IX, s. 5409, Kahire, 1989.

[238] Tevbe, 9/71.

[239] Sâbûni, Kıbes mine’l-Kur’ân, c.IV, s. 60.

[240] Kurtubi, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, c.VIII, s. 203.

[241] Âlûsî, Ruhu’l-Meânî, c.V, s. 325.

[242] Tevbe, 9/119.

[243] Taberî, Camiu’l-Beyan, c.V, s. 509.

[244] Nisa, 4/139.

[245] Eryarsoy, Beşir, İslâm Devlet Yapısı, s. 172, İstanbul, 1992.

[246] Kahtani, el-Velâ ve’1-Berâ, s. 89.

[247] Yasin, 36/60.

[248] Zemahşerî, Keşşaf, c.IV, s. 22.

[249] Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’ân, c.IV, s. 530.

[250] A’raf, 7/14.

[251] En’am,6/121.

[252] El-Behiy, Muhammed, Min Mefâhimi’l-Kur’ân, s. 216.

[253] Maide, 5/104.

[254] Nisa, 4/ 46.

[255] Secde, 32/22.

[256] Gâfır, 40/56.

[257] Enfal, 8/ 36.

[258] Bakara, 2/212.

[259] Al-i İmran, 3/175.

[260] Âl-i İmran, 3/ 28.

[261] Yıldırım, Celâl, Kur’ân Ahkamı, c.II, s. 177, İstanbul, 1972.

[262] Maide, 5/51.

[263] îbni Kesir, Tefsiru’1-Kur’âni’l-Azîm, c.II, s. 65.

[264] Âl-iİmran, 3/100.

[265] Taberî, Câmiu’l-Beyan, c.III, s. 373.

[266] En’am, 6/ 68.

[267] Fadlullah, Hüseyin, Min Vahyi’1-Kur’ân, c.IX, ss. 98-9.

[268] Bak: Hucurat. 49/10.

[269] Bak: Hud, 11/46.

[270] Tevbe,9/23.

[271] Sabuni, Muhammed Ali, Kıbes min Nuri’l-Kur’ân, c.IV, s. 23.

[272] Bak: Bakara, 2/ 257; Nisa, 4/ 60; Maide, 5/ 60; 9l/Şems, 11.

[273] Bakara, 2/ 257.

[274] Nisa, 4/ 60.

[275] Âlûsî, Ruhu’l-Meâni, c.III, ss. 65-6.

mehmetsurmeli.com

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Leyle-i Berat Hakkında (Âyet, Hadis, Risale-i Nur)

BERAT: Nişan, rütbe ve imtiyaz için verilen resmî belge, kurtuluş. Sitemizde Berat Gecesi ile İlgili yazılar …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Allah’ın yaratmasıyla ilgili: Îcad, halk, sun’, ibda, ca’l, fatr kavramları

Allah (cc) nasıl yaratır? İcad: Adem ile vücut yani yokluk ile varlık arasında mümkün olan bir …

Kapat