Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Makaleler / Kur’ân-ı Mübîn’in Sarahaten veya İşâreten İhtiva Ettiği İlimler

Kur’ân-ı Mübîn’in Sarahaten veya İşâreten İhtiva Ettiği İlimler

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Ömer Nasuhi Bilmen (rha)

Kur’ân-ı Mübîn’in Sarahaten veya İşâreten İhtiva Ettiği İlimler:

Kur’ân-ı Azîm ilimlerin, hikmetlerin pek feyizli bir kaynağıdır. Sûre­lerin, âyetlerin herbiri düşünceli insanlara başka bir yükseklik, başka bir uyanıklık, ilham eder. Her istiyen Kur’ân-ı Kerîm’den kendi isti’dâdı nisbetinde fâidelenir. Her bilgili kimse Kur’ân-ın mübarek âyetlerini okuduk­ça birçok ilimlerin, fenlerin mâbihi’l-kıyâmı olan esaslara, umdelere, düs­tûrlara muttali’ olabilir. Bu cihetledir ki îslâm âlimleri Kur’ân-ı Mümîn’den birçok ilimlerin esaslarını istinbat etmişlerdir. Bunlara (Kur’ân-ı Kerîm’den bast ve tefsir edilmiş bulunur.)

Bir nice âyetler de vardır ki bunlar birtakım ilimlerin, fenlerin mevzû’larını teşkil eden maddeleri, mes’eleleri i’câzkârâne bir surette hulasaten veya işâreten muhtevi bulunmaktadır. Biz burada bunların bir kısmına dâir biraz ma’lûmat vereceğiz.[16]

 1-Tefsîr İlmî:

Kur’ân-ı Mübîn’in ba’zı âyetleri ba’zılarını îzâh ve tafsil eder. Bu ci­hetle mücmel ve muhtasar âyetlerin güzelce anlaşılması için o husustaki mufassal âyetlere müracaat edilir. Bu suretle de Kur’ân-ı Kerîm’in baîzı âyetleri ba’zılarını tefsîr etmiş olur. Nitekim âlimlerimiz diyorlar ki (Kitâb-ı Azîz’in tefsirini istiyen evvelâ Kur’ân’a müracaat etmelidir. Çünkü Kur’ân’ın bir yerinde icmal, ihtisar edilen birşey, diğer bir yerinde bast ve tefsîr edilmiş bulunur.)

Hattâ bu veçhile yazılmış tefsîr kitabları bile vardır. İbn-i Kayym-ı Cevziyye’nin dahi bu hususa dâir bir eseri vardır; bu eserde birçok misal­ler kaydetmiştir. Biz de bu bâbda Tabakaatü’l-Müfessirîn kısmında ba’zı şey’ler yazmış bulunmaktayız.[17]

 2-Hadîs İlmi:

Resûl-i Ekrem salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimizin Hadîslerinin menba’i Kur’ân-ı Kerîm âyetleridir. Peygamber-i Zî-Şân Efendimiz, Kur’ân-ı Mübîn’in âyetlerinden mülhem olur; sözlerini, işlerini bütün Kur’ân’ın be­yanâtına mutabık bulundururdu.

Saîd ibn-i Cübeyr Hazretleri diyor ki: (Bana Resûl-llâh’dan bir Hadîs baliğ olmadı ki ben onun mısdakını doğruluğunu isbât eden şey’i Kitâbu’llah’da bulmuş olmıyayım.)

Zâten mübarek Hadîsler ile amelin lüzumunu emreden de yine Kur’­ân-ı Kerîm’dir. Nazm-ı Kerîm’i buna şahiddir.

Ehl-i Kitab denilen Yahudiler ile İsevîlerin kendi Peygamberlerine bir­takım bî-esas sözleri, işleri îsnâdda bulundukları görüldüğünden birgün Resûl-i Ekrem Efendimiz minbere çıkarak Ashâb-ı Kirâmına şöyle hitâb etmiş:Ya’nî her kim benim nâmıma yalan yere kasden Hadîs uydurursa Cehennemde yerini hazırlasın. Sonra da: (Bir hadîs’in sıhhatini anlamak için Kur’ân’a müracaat edilme­lidir, Kur’ân’a uymıyan sözler bana âid değildir.) mealinde tenbîh buyur­muştur.[18]

 3 -Tevhid İlmi = İlm-i Kelâm:

Dîn-i İslâm’daki i’tikada âid meselelerin birinci mehazı, Kuran-ı Azîm’dir. Ulûhiyyete, meleklere, nübüvvete, semavî kitablara kaza ve ka­dere, âhiret gününe velhâsıl bütün ftikad esaslarına müteallik olan batasleri Kur’ân-ı Mübîn, pek açık, pek muknf bir surette camı bulunmaktar.

Filhakiyka Kur’ân-ı Hakim i’tikada âid herhangi bir meseleyi ve isbât hususunda fevkal’âde bir husûsiyyet gösterir. Muhtelif kabiliyette bulunan insanlardan herbirinı ikna’ve irşâd edecek tarzda deliller getirir, mes’elenin mevzuunu aydınlatır, isbât eder.

Meselâ: öldükten sonra dirilmek hakkındaki şu âyetleri bir mülâhaza edelim:

Ya’nî: (O, O Allâhu Teâlâ’dır ki rahmeti olan yağmurları önünde müjdeci olan rüzgârları yollar da, bu rüzgârlar o ağır ağır bulutları yük­lenirler. Derken biz, onları ölmüş bir il’e göndermiş, oraya suları indirmiş, onunla orada her türlü meyvaları çıkarıb bitirmiş oluruz. İşte ölüleri de böyle kabirlerinden çıkaracağız; umulur ki bunları düşünür hatırlarsınız.”

Ya’nî (Kendi yaratılışını unutmuş da bize misâl ge­tirmeğe kalkışmış. Çürümüş bir halde bulunan kemikleri kim diriltecektir? dedi. De ki onu ilk defa yaratan zâr, diriltecektir. O bütün yaratılan­ları hakkîle bilicidir. Ya’nî “Biz ilk defa yaratmaktan âciz mi kaldık ki tekrar yaratmaktan âciz kalalım? Belki onlar yeniden yaratılmaktan şüphededirler.”

Acabâ bunlardan daha belîğ bir surette uhrevî hayâtın  imkânını,  vu­kuunu isbâta, ihtara imkân var mıdır?

Hıristiyanların Teslis, Übüvvet ve Bünüvvet hakkındaki bozuk akidele­rini ibtâl hususunda nazil olan: O Âyet-i Celîlesi’nin pek ulvî beyanâtı da pek mühim bir ihtarı hâvidir.

Ya’nî “Gökleri, yeri misilsiz olarak yaratan O’dur. O’nun nereden ço­cuğu bulunur ki, O’nun zevcesi yoktur ve her şey’i O yaratmıştır ve O her şey’i hakkiyle bilir. Artık O bütün mükevvenâtın halikı iken O’nda baba­lık, evlâdlık nasıl tasavvur olunabilir?”[19]

4- Fıkıh İlmi:

İbâdetlere, hukuka, ceza işlerine, islâm siyâsetine âid mes’elelerin, düstûrların en birinci feyyaz menba’ı Kur’ân-ı Mübîn’dir, Bu hususlarda bütün Müctehidlerin feyz iktibas ettikleri en büyük hikmet mecellesi, ada­let mecmû’ası Kur’ân-ı Kerîm’dir.

Allâhu Teâİâ’ya yapacağımız kudsî ibâdetleri ta’yîn eden, insanların karşılıklı vazifelerini, haklarını her selim akıllı kimsenin takdir ve tebcil edeceği bir tarzda bildiren Kur’ân-ı Azîm’dir.

İçtimâî hayâtın fevkal’âde bir intzâm dâiresinde devam edebilmesi için tatbiki i’câbeden ceza esaslarını, derin hikmetleri mutazammın bir halde beyân eden Kur’ân-ı Azîmü’ş-Şân’dır.

Müslümanların büyük bir kuvvetle önemli bir şükûh ve satvetle yaşa­yabilmeleri için düstûrü’l-amel olacak şey’leri emir ve tebliğ eden de yine Kur’ân-ı Hikmet-Beyân’dır. Bu hususta yalnız teberrük için: Âyet-i Celîlesi’ni okumakla iktifa ediyoruz.[20]

 5-Usûl-i Fıkıh İlmi:

(Usûliyyûn) ünvânını alan bir kısım İslâm âlimleri, Usûl-i Fıkıh deni­len müdevven bir ilmin kaidelerini tanzim, bâblarını, fasıllarını tertîb, hü­kümlerini tebyin hususunda Kur’ân-ı Mübîn’den pekçok ilham almışlardır. Çünki Kur’ân âyetlerinin mübarek ma’nâları mülâhaza edilince bunlardan bir kısmının umûmî, bir kısmının da husûsî olduğu görülür. Kezâlik bunlar­dan bir kısmının birer hakıykı ma’nâyı, bir kısmının da birer mecazî veya kinâî ma’nâyı muhtevi olduğu anlaşılır.

Kezâlik Kur’ân’ın âyetleri nâs, zâhîr, mücmel, müfesser, muhkem, müteşâbih, emir, nehiy, nâsih ve mensûh gibi kısımlara ayrıldığı gibi ba’zı âyetler de istikra’, istishâb-ı hâl, kıyâs, temsil gibi mütenevvi’ delil tarz­larını mutazammın bulunmaktadır.

Binâen-aleyh bunların hükümleri hakkında bir hayli mütalâalar, tedkîkler serdedilmiş, birtakım kaideler vaz’ olunmuş, bu sayede de şer’î deliller­den şer’î hükümlerin nasıl istinbât ve istihraç edileceğini bildiren Usûl-ı Fıkıh ilmi vücûde  gelmiştir.

Ezcümle:

Âyet-i Celîlesi Usûliyyûn için büyük lair tedkîkat sahası vücûde getirmişti[21]                                                                                                            

 6- Hikmetü’t-Teşrî İlmi:

Ma’lûmdur ki Kerîm Ma’bûdümüz, Alîm’dir, Hakîm’dir. İnsanları lihikmetin yaratmış, kendilerini bir kısım ibâdetlerle, vecîbelerle mükellef tutulmuştur.

Şu da malûmdur ki, Azîm Halikımız, kullarının ibâdetlerinden, tâatlerinden ganîdir. Ancak kullarının menfa’atleri içindir ki, uhdelerine bu vazîfeleri tevcih buyurmuştur.

Filhakiyka mükellef olduğumuz herhangi dînî bir vazifemizi incelersek, bunların hiçbirini boş, gayesiz göremeyiz. Belki herbirinin dünyevî, uhrevîl birçok fâideleri, maslahatları muhtevî olduğunu görürüz.

İşte bu fâideler, bu maslahatlar, o vazifelerin teşri’ buyurulmasındaki yüksek hikmetler cümlesindendir.

Kur’ân-ı Mübîn, bu hikmetlerin bir kısmını sarahaten bildiriyor, bir kısmına da delâleten işaret buyuruyor. Kurân-ı Kerîm’in bu husustaki kudsî beyanâtından mülhem olan bir kısım İslâm âlimleri ise “Hikmetü’t-Teşrî’” ünvânîle bir ilim tedvin etmişlerdir.

Binaen-aleyh bu ilmin birinci menba’ı da yine Kur’ân-ı Azîmü’ş-Şân olmuş olur.

Birkaç misâl :

A)Hak Teâlâ Hazretleri, insanlara birçok Peygamberler göndermiştir.

Acabâ bunları göndermekteki hikmet nedir? İşte bu hikmeti Âyet-i Kerîme’si bildiriyor.

Şöyle ki: Peygamberlerin müjdelemek ve korkutmak hikmetine mebnî gönderildiklerine “Mübeşşirîn ve münzirîn” kelimelerîle işaret buyurulmuştur. İnsanların âhirette: “Ya Rabbî! Biz gafil idik, bizi irşâd edecek bir kimse yok idi, bu sebeple biz cehalet içinde kaldık, seni bilemedik, vazifelerimizi anlayıb yapamadık.” diye ma’zeret tarzında söz söyleyebilmelerine imkân bırakmamak hikmetine mebnî gönderilmiş oldukları da yâ Nazm-ı Şerifi ile sarahaten beyân buyurulmaktadır.

B)Müslümanların Allâhu Teâlâ’ya, Peygamber Efendimize itaat etmeleri, münâza’alardan, muhaşamalardan kaçınmaları, kalben müttehid olmaları i’câbeder. Acaba ne için? İşte bunun hikmetini Kur’ân-ı Kerîm bildiriyor:

Evet… Hak Teâlâ’ya, Hazret-i Peygambere itaat edilmemesi, münâzalara, münâkaşalara meydan verilmesi, Müslümanların perîşân olmalarını, devletten, ni’metten mahrum kalmalarını intaç eder. İşte böyle elîm bir âkibete uğramamaları hikmetine binâen itaatle, münazaaları, çekişmeleri terk ile mükellef olmuşlardır. Aralarındaki birlik, kardeşlik ancak bu su­retle tecellî eder. Bakalarım ancak bu sayede te’min edebilirler.

C)Ma’lûmdur ki namaz, pek kudsî bir farizadır, bunun farziyyeti hak­kında müteaddid âyetler vardır. Acaba bunun bu kadar ehemmiyetli bir farîza olmasının hikmeti nedir? îşte bu hikme Âyet-i Kerîme’si bildirmektedir.

Evet… Namaz, Allâhu Teâlâ’nın zikrini muhtevidir. Şeraiti dâiresinde kılınan bir namaz, sahibini fahşâdan, münkerden, seyyielerden men’ eder. Gafletten uyandırır, Halikına tevcih eyler. Süfli düşüncelerden, duygulardan kurtarır, metîn, nûrânî bir îmâna erdirir.

D) Oruç da pek mühim bir farizadır. Biz acaba ne için bir müddet aç, susuz durmakla mükellef bulunuyoruz? İşte bunun hikmetini Ayet’i Celîlesi gösteriyor. Demek ki,’oruç tutmaktaki başlıca hikmet, ittika imiş, kalblerimizde rik­kat, merhamet, Allah korkusu gibi yüksek duyguların tecellîsini te’mîn imiş.

E) Hac da pek mühim bir farizadır. Şeraitini hâiz olan her Müslüman, ömründe bir kere Mekke-i Mükerreme’ye giderek Beytu’llâh’ı ziyaret ile, Arafât’da. Vakfe ile mükelleftir. Acaba bu farizada ne gibi hikmetler var­dır? İşte

Âyet-i Kerîmesi bu hikmetleri nâtıktır.

Evet… Şüphe yok ki, Hac farizası neticesinde dünyevî ve uhrevî birçok fâideler elde edilmiş olur. Bu sayede muhtelif ırklara, muhitlere mensûb birçok Müslümanlar muayyen bir zamanda, mukaddes bir mekânda toplanırlar, Hak Teala Hazretlerini bir arada Tesbih ve Tehlil ederler; aralarında bir muarefe husule gelir. Muazzam İslam ailesi a’zası, birbirinin halinden haberdar olur.Bu vesile ile de islam birliği tecelli ettirmiş bulunurlar.

Bununla beraber Hac vazifesi, seyahatten beklenilen ahlaki, iktisadi faidelerıde ziyadesile te’min eder.bu sebeple bir çok fakirler, zaifler hakkında yardımda yapılmış olur.

Mösyö Mishar,(Müsamere-i Kostantaniyye)ünvanlı Fransızca kitabında Fariza-i Hacc’ı muhakeme ve tedkik ederken: “Eğer bundan hakkiyle istifade olunursa dünya bir hükümet olur”demiş olduğunu Pertev Paşa bir makalesinde yazmıştır.

İntişar-ı İslam Tarihi müellifi İngiliz(T.V.Arnold.)dahi Hacc’ın menfaatlerini saydığı sırada diyorki: ”Müminlerin efkarı üzerinde bir hayat-ı müştereke hissi ve rabıta-i diniye dairesinde bir uhuvvet te’siri hasıl etmek için hiçbir mehay-ı mezhebi bundan daha iyi bir tedbir tasavvur edemezdi.”

F) Zekat, bir mali ibadettir, müteaddit ayetlerde namaza mukarin olarak emrolunmuştur. O halde bu muhim farizanın hikmet-i şer’iyyesi acaba nedir? İşte bu hikmeti: Nazm-ı Kur’anisi beyan buyurmaktadır.

Evet… Zekat, taharete, feyz ve berekete vesiledir. Sahibinin kalbini tathire, ruhunu tezkiyeye hizmet eder. Temiz yürekli bir kimse ise herkes hakkında faideli, hayırhah bir insan demektir. Hayırhah insanlar ise herkesçe sevilir. Demek ki zekat, cem’iyyet efradı arasında hayırhahlık duygusu beslıyor, mahabbat ve meveddet doğuruyor, binnetice cem’iyyetin ahlak bozukluğundan temizlenmesini, fevzavi hallerden uzaklaşmasını temin ediyor.

G)Cihad da İslam dininde bir vazifedir. Acaba bunun meşru’iyyetindeki hikmet nedir?

Evet… Cihadın meşruiyyettindeki başlıca hikmet, İslam varlığını müdafaadır; fitnenin şer ve fesatın zevalini temindir. Hakiyki bir dinin insanlar arasında yayılmasına ve bu sayede beşeriyyetin hidâyet ve saadete nailiyyetine hizmettir. Yoksa dünya için beyhude yere kan dökmek, başkala­rının yurdlarını ellerinden almak için değildir.

H)Müslümanlıkta öğüt vermek, ma’rûf ile emir, münkerden. nehyetmek de pek ehemmiyetli bir vecîbedir. Hele günahkâr olmaya devam edib du­ran kimselere içlerinden birtakım sâlih zâtlerin va’z ve nasîhatta bulunma­ları ise pek lâzımdır. Acaba bunun hikmeti nedir? îşte bu hikmet, şu âyet-i celîleden pek güzel anlaşılmaktadır:

Evet… Yahudilerden bir taife, sahil ahâlîsinden bulunuyorlardı. Bunlar Cumartesi gününün kendilerine mahsûs olan hürmetini ihlâl, seyyielere ictisâr edib duruyorlardı. İçlerinden ba’zı sâlih zâtler de, bunlara öğüt ver­meye devam ediyorlardı. (Allâhu Teâlâ’nm ihlâk veya ta’zîb edeceği bu âsî kavme neden va’z edib duruyorsunuz?) diyenler bulunmuştu. O sâlih zâtler de: (Rabbmıza karşı bir ma’zeret olsun diye va’z ediyoruz, bununla bera­ber umulur ki onlar bununla uyanırlar, Hak’dan korkarlar, şu müstehik ol­dukları elim akıbetten kurtulurlar.)demişlerdi. îşte felah ve necata nâm-zed olan da bu va’z eden zâtlerdi. Nitekim diğer bir âyet-i kerîme de bu­nu nâtıktır.[22]

 7- Hitabet ve Mev’ize İlmî:

Şüphe yok hitabet de, mev’izeler de bir kısım usûle, birtakım kaidele­re, esaslara istinâd eder. Bunlar başlıbaşına bir ilim mevzuu teşkil etmek’ tedir. İşte bu ilmin de en feyizli istinâd-gâhı Kur’ân-ı Mübîn’dir.

Malûm olduğu üzere hitabet, mev’ize, ötedenberi milletler arasında carî tefhim ve tenvir vâsıtalarından bulunmuştur. İleri gitmiş milletler ara­sında büyük hatîbler, vaizler yetişmiştir. Arablar içinde de câhiliyyet zamanında birtakım hatîbler yetişmiş, belîğâne nutukları irâdetmekte bulun­muşlardır. Arabcanın genişliği, Arabların fıtraten talâkata mâlikiyyeti, ara­larında bi’1-bedâhe kasideler tanzim, hitabeler îrâd edebilecek kimselerin zuhuruna yardım etmişti. Fakat bil’âhare Kur’ân-ı Kerîm nüzule başlayıb da hikmet dolu âyetleri belagat sahasını tezyine başlayınca fazilet ye hakiykat âleminde Lâhûtî bir güneş tulü’ etmiş, artık bütün edebî eserler, yüksek mev’izeler, bedî’î hitabeler birer kandil gibi sönük bir halde kalmış, ar­tık yüksek hatîbler, edîbler bu yeni nûr kaynağından istifâde ederek yazı­larına, hitabelerine başka bir lâtâfet, başka bir nezâhet ve cezâlet vermeğe başlamışlardır.

Muhitlerini irşada çalışmak isteyen vaizler de, bu feyz menbaının va’de, vaîde, emsal ve ibere, tahzîr ve tebşire, haşir ve neşire, mebde’ ve miâde, hisâb ve ikabe, cennet ve nâre dâir olan âyetlerinden müstefid olarak mev’izalerini müessir, vecd-âver bir hâle getirmeğe muvaffak olmuşlardır.

Bu mes’ud değişikliğin bir neticesi olarak İslâm âleminde birçok kudretlî hatîbler, vaizler yetişmiş, hitabete, mevâize dâir binlerce eser te’lif edilmiştir.

Herhangi beliğ bir hitabe, müessir bir mevize arasında birer münase­betle îrâd edilen Kur’ân-ı Kerîm âyetleri, zerrîn levhaları bezeyen pırlan­ta elmaslar gibi, veya gök kubbesini aydınlatan mehtâblar gibi derhal ken­disini gösterir, çevresinde bulunanlara başka bir lâtâfet, başka bir parlak­lık vererek kendi Lâhûtî mümtâziyyetini muhafaza eder durur.

Furkaan-i Hakîm’in bir kısım âyetleri, hitabelerin en yüksek numune­lerini teşkil eder.

Kur’ân-ı Mübîn’in bir kısım hitabeleri, o kadar lâtif, ruh-perver, vecdâverdir ki, bunların güzellikleri yanında en nûrânî sabahların lâtâfeti, en rengin şafakların dilnişîn manzaraları, en sevimli çiçeklerin câzib tara­vetleri pek sönük, pek renksiz, pek solgun bir halde kalır.

Yine Kur’ân-ı Azîm’in bir nice hitabeleri, o kadar mehîb, o kadar deh­şetli, o kadar korkunçtur ki, bunların azametleri yanında denizlerin müt­hiş dalgaları, kasırgaların garîb gürültüleri, toprağın şiddetli tarrakaları pek sessiz, te’sirsiz, ehemmiyetsiz bir halde bulunur.

Hatîbü’l-Enbiyâ unvanını hâiz bulunan Şu’ayb aleyhi’s-selam’m kavmi­ne îrâd ettiği bir hitabeyi hâvî olan şu âyetlere dikkat etmeli ki i’tikadî, amelî, ahlâkî, içtimaî umdeleri ne kadar bedî, hakimane bir üslûb ile telkîn ediyor:

Meâl-i Münîfi: “Medyen’e kardeşleri     Şu’ayb’ı (gönderdik). Dedi ki: Ey kavmim! Allah’a kulluk ediniz, sizin için O’ndan başka Tanrı yoktur. Si­ze Rabbınızdan bir beyine Açık bir hüccet gelmiştir. Ölçeği, teraziyi tam tutun, nâsın eşyasını (Haklarını) eksiltmeyin, yeryüzünü ıslahından son­ra (Tekrar) ifsâd etmeyin, eğer bana inanır iseniz bu sizin için hayırlıdır. Bir de her caddede (Nâs)ı korkutarak ve Allah’a inananları Allah’ın yolun­dan men’ ile o yoîun eğriliğini isteyerek oturmayınız, hatırlayınız ki siz az kimseler iken sizi artırdı ve bakınız ki müfsidlerin sonu ne oldu? Eğer siz­den bir taife, kendisîle gönderdiğim hakiykate inanmış, bir taife de inan­mamış ise Allâhu Teâlâ aramızda hükm edinceye kadar sabrediniz. O hâ­kimlerin hayırlısıdır.”

Hak Teâlâ’nın ve Resûl-i Ekrem’in da’vetlerine icabetin lüzumu hak­kında nâzü olmuş olan şu mübarek âyetlerin ihtiva ettiği hakiykatı, ihtar eylediği müstakbel tehlikeleri de bir kere mülâhaza etmeli ki, ne derece ibret-âmizdir, ne kadar intibaha sâikdır:

Meâl-i Şerifi: “Ey mü’minler! Sizi diriltecek (yaşatacak) bir şey’e da’vet ettiği zaman Allah’a ve Resulüne hemen icabet ediniz ve biliniz ki Al­lâhu Teâlâ muhakkak kişi ile kalbi arasına hâil olur, (ona kendisinden de, kalbinden de daha yakın olub dilediğini hükmedebilir) ve elbette ona haşrolunacaksmızdır. Ve öyle bir fitneden sakınınız ki sizden yalnız zulmetmiş olanlara dokunmakla kalmaz. (Belki hepinize birden dokunur) ve biliniz ki, Hak Teâlâ’nın ukuubeti muhakkak pek şiddetlidir. O zamanı da hatırlayınız ki siz pek az idiniz, yeryüzünde zaîf (âciz) sayılırsınız, nâsm sizi çarpıp te­pelemesinden korkuyordunuz. Derken sizi barındırdı (Medine’ye hicretle selâmete çıkardı) ve sizi yardımîle te’yîd etti ve sizi temiz (Halâl) şeyler­den merzûk buyurdu; tâki şükredesiniz.”[23]

 8- Ahlâk İlmi:

Kur’ân-ı Mübîn’in birçok âyetleri ahlâkî esasların, düstûrların en mü­kemmelini muhtevidir. İnsanlara vazifenin kudsiyyetini, hakkın korunması lüzumunu, hayâtın gayesini, hayr-ı a’lânın neden ibaret olduğunu en güzel hakiykî bir tarzda gösteren Kur’ân-ı Kerîm’dir. Bu kudsî kitabın gösterdiği ahlâk yollarından daha mükemmel hiçbir ahlâkî meslek, müessese buluna­maz.

Binâen-aleyh Ahlâk İlmi’nin de birinci istinâd-gâhı, şüphe yok ki, Kur’­ân-ı Mu’ciz-Beyân’dir. Acaba Âyet-i Celîlesi’nden daha cem’iyyetli bir ahlâk düstûru bulunabilir mi?

Acaba Nazm-ı Celîli’ndeki ulvî ahlâk tavsiyelerinden daha fâideli ne tasavvur olunabilir?

Yaratılışın abes yere olmadığını gösteren Nazm-ı Celîli ne kadar düşünülse az değil midir?

Doğru sözlü, doğru özlü olmanın lüzumunu, yalancılığın,  seciyesizliğin kötülüğünü gösteren,

Âyet-i Celîlesi’nin dehşetli ihtarı karşısında insan titremeli değil midir?

İşte Kur’ân-ı Azîm, daha böyle nice ahlâk esaslarını, kaidelerini, tav­siyelerini, emirlerini cami’ bulunmaktadır.[24]

 9-Tasavvuf İlmi:

İnsanların asıl saadetleri nefislerini tezkiye ile ma’nevî kurbiyyete nâiliyyetten ibarettir. İslâmiyet’in birinci gayesi de beşeriyyet için bu saadeti te’min etmektir. Bu husus ile başlıca uğraşan ilim ise Tasavvuf’dur.

Fena, Bakaa, Huzur, Havf, Heybet, Üns, Vahşet, Kabz, Bast, Zahir ve Bâtın gibi İlm-i Tasavvuf ıstılahlarını teşkil eden kelimeleri, ta’birleri, Kur’­ân-ı Mübîn’in pek kudsî bir surette ihtiva ettiği görülmektedir. Bu cihetle Kur’ân-ı Azîm, Tasavvuf İlmi’nin de en birinci me’hazı, matla’-ı işrâkı bu­lunmuştur. Bu hususta Âyet-i Celîlesi’ni zikretmek kifayet eder.

Şunu da ilâve edelim ki Tasavvuf, Kal’den ziyâde Hâl’e âid bir ilim­dir. Tasavvuf nâmına söylenilen her söz doğru değildir. Tasavvufun asıl mi’yârı Kur’ân’dır. Şer’î hükümlerdir. Biz esasen bunlar ile mükellefiz, selâmetimiz, saadetimiz bunlar ile kaimdir. Binâen-aleyh Kur’ân-ı Mübîn’e Şer’-î Şerifin açık, zahir olan mukaddes hükümlerine uymayan sözler, te’viller bü­tün bâtıl şey’lerdir, hakiykî Tasavvufla asla alâkası yoktur..

Evet… İslâmiyyet’in hüviyyeti tamamen açıktır, sarihtir. Bunda gizli kapalı, esrârengiz hiçbir şey’ yoktur. Buna muhalif olan herhangi bir Ta­savvuf mesleği, mezleka-i akdâmdır. Ondan pek kaçınmak lâzımdır.[25]

 10 -Havas İlmi:

Malûmdur ki Allâhu Teâlâ ba’zı şey’lere, ba’zı zâtlere birtakım hassa­lar, fâideler, meziyyetler tevdî’ buyurmuştur. Gözleri hakiykatlere açık olanlar, yakînen bilirler ki, bu maddiyât âleminin fevkında bir de ma’neviyyât âlemi vardır. Bu maddiyât sahasında sayısız hâdiseleri vücûde getiren İlâhî Kudret, ma’neviyyât âleminde de nihayetsiz şuûne olurlara vücûd vermektedir. Bu ma’nevî şuûnun tecelliyâtı hususunda ise Kur’ân âyetleri­nin pek lâtif te’sirleri vardır ki bu da Kur’ân-ı Kerîm’e Allâhu Teâlâ tara­fından mevdu’ bulunan hassalardan, meziyyetlerden ibarettir. Bu cihetledirki, bir kısım hastalıkların, fûhî hâdiselerin zeval ve inkişâfı babında Kur’­ân âyetlerini okumanın pek mu’ciz te’sirleri görülmektedir.

Ezcümle Fatiha, Muavvezetyn Sûreleri’nin, Ayetü’l-kürsi’nin büyük hassalar, olduğu ehlince ma’lûmdur. Bir  Hadîs. Şerif de “Fatihatü’l-Kitâb, ölümden başka herşey’ için şifâdır.” buyurulmuştu. İbn-i mes’ud ‘un rivayet ettiği bir Hadîs-i Şerife nazaran bir zât, Huzur. Nebevi’ye 1Ya Resûlâ’llah, bana birşey talim et ki Hak Teâlâ o sebeble beni faidelendirsin.1 diye rica etmiş. Resûl-i Ekrem Hazretler! de: “Ayetü’l-kürsi’yi  oku; çünkü bu âyet, seni ve senin zürriyetini, haneni, hatta hanenin çevresindeki evleri  de  hıfzeder.” diye buyurmuştur.  Diğer bir Hadîs-i Şerifin mealine göre de, herhangi bir nâhoş hâle tutulan kimse: Âyet-i Kerime’sini okursa o halden halâs olur.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, göğüs ağrısından şikâyette bulunan bir zâte şöy­le buyurmuştur: “Kur’ân oku, Allâhu Teâlâ Kur’ân hakkında  buyurmuştur.”

Beyhakî’nin naklettiği bir Hadîs-i Şerife nazaran Nazm-ı Celîli’ni okumak; mal, evlâd gibi herhangi bir ni’metin ölümden baş­ka bütün âfetlerden selâmetine vesîle olur.

Bir Hadîs-i Şerife göre de, deniz yolculuğu yapan bir Müslümanın, ge­miye binerken Âyetlerini okuması, gark olmaktan kurtulmasına vesîle olur.

Neseî’nin naklettiği bir Hadîs-i Şerife göre de, her gece Tebâreke Sûresi’ni okuyacak bir mü’min, kabir azabından kurtulur.

Vel’hâsıl, Kur’ân-ı Azîm, Havas İlmi’nin de en birinci istinâd-gâhı bu­lunmuştur.

Kur’ân’ın havassı hakkında Imâm-ı Gazali, İmâm-ı Şafiî gibi büyük âlimlerin te’lfâtı vardır.[26]

 11- Rü’yâ İlmî:

Ma’lûm olduğu üzre rü’yâ, bir sırdır; ruhî hâdiselerden biridir. Uyku hâlinde görülen birtakım hâdiseler, birtakım garîb manzaralar, âlemler rü’yânın ruhî bir hassa, ma’nevî bir halet olduğunu gösterir.

Acaba bütün rü’yâlar birer hakıykat mıdır? Yoksa mücerred hayâlâttanmı ibarettir?

Hayır, bütün rü’yâlar, birer hakıykat değildir. Fakat bütün – bütün ha­yâlâttan ibaret de değildir. Belki birtakım rü’yâlar, birer hakıykattır. Bun­lara (Sâdık Rü’yâlar) denir. Birtakım rü’yâlar da hayâlâttan ibaret; bâtıl şeylerdir. Bunlara da (Adgaas-ı Ahlâm) (Karışık Rü’yâlar) denir. Şöy­le ki: Nefs-i Natıka denilen rûh-ı insanî, hadd-i zâtinde bir idrâk-ı mahzdan ibarettir.  Kendisine Emir Âlemi’ndeki birtakım hakıykatler münkeşif  olur.

Ancak cismâniyyet ile hassalar ve kuvvetler ile alâkadar oldukça hassa­sından mahrum kalır; birtakım hakıykatlere muttali’ olamaz. Vaktaki a’sâb ve kuvâya vakit vakit fütur gelerek istirahat için rûh-ı hayvani, kalbe çe­kilince zahirî hasseler muvakkaten muattal olur. Artık bu hâlden bil’istifâde rûh-ı insanî, cismânî alâkalardan soyularak kendi âlemine, Âlem-i Emr’e, Alem-i Misâl’e ittisal eder. O âleme lâyık olan hakıykatleri kabule müste’id olur. îdrâk edebildiği hakıykatler ile geri döner, cismânî âleme rücû ederek yüklenmiş olduğu malûmatı kuvve-i mütehayyileye atar. Bu kuvvet de o malûmatı münâsib birer suretle tasvir ederek hiss-i müştereke tevdi’ eder. Artık uyuyan kişi bunları mahsûs şey’ler hâlinde, şeklinde görür. Bu veç­hile de Sâdık Rü’yâlar vücûda gelmiş olur.

Bâtıl Rü’yâlara gelince: Bunlar, gündüzleri gördüğümüz şeylerin, uğ­raştığımız işlerin, yaptığımız kuruntuların birer hayâlidir. Bunlar hayâli birer kisveye bürünerek uykuda karşımıza çıkmış şeylerdir. Bunlar hayâ­tın rû-fezâ, veya tâkat-fersâ hâlleri neticesi olarak birer hayalî surette uy­kuda görülen ve asi ve esâsı olmayan şeylerden başka değildir.

Demek ki sâdık bir rü’yâ: Rûh-ı insanîden kuvve-i mütehayyileye mütenezzil ve mün’akis olan hayalî suretlerdir ki, bir hakıykate sarahaten veya işâreten delâlet eder.

Bâtıl rü’yâlar ise yakaza hâlinde mütehayyilenin hayâl ve hafızaya bı­rakmış olduğu suver-i dimâğıyyeden ma’hûzdur. Hiçbir hakıykata delâlet etmez. Ta’bîri kabil olmaz. Bu hâlde bu iki kısım rü’yâ arasındaki fark açık bulunmuş oluyor.

Yukarıda da işaret edildiği üzere kuvve-i mütehayyilenin hiss-ı müşte­reke bıraktığı malûmat suretleri ba’zan açık, vazıh bir tarzda olur. Bun­lar ta’bîrden müstağnidirler. Ba’zan da münâsib birer surette, birer misâli, remzî şekilde bulunur. Bunlar ise ta’bîr ve te’vîle muhtaçtır.

İşte bu ta’bîr için birtakım küllî kaideler mevcuddur. Bu kaidelere tatbîkan rü’yâ ta’bîr edilir; ya’nî rü’yânın neye delâlet ettiği gösterilir. Me­selâ: Rü’yâda görülen süd ilm ile, ay ve güneş devlet ile, deniz saltanat veya menfaat ile, yılan adavet ile ve yerine göre hayât ile veya sırrı sak­lamakla te’vil olunur. Bu suretle de (Ta’bîr-i Rü’yâ ilmi) tedvîn edilmiştir.

Bu, nefsânî tahayyülât ile gaybî umur arasındaki münâsebetleri bildiren bir ilimdir. Bu ilm ile nefsânî tahayyüllerden hâriçte olan nefsânî hallere veya âfâkta carî bulunan şııûna istidlal olunur.

Rü’yâlaran ta’bîrleri, zamana, mekâna, şahıslara göre değişebilir. Muabbir olan zât, birtakım karinelerden istidlal eder, teşbih ve tanzır kuvvetîle bakarak rü’yâyı ona göre te’vîl eyler. Bununla berâbet muhabbırde fıtrî bir kabiliyyet de lâzımdır,  ki rü’yânın ta’bîri kalbine lâyıh olsun.

İste Kur’ân-ı Mübîn, bu rü’yâ te’vili hususunda da dikkat ve isti’dât sâhiblerine bir nice ilhamlarda bulunmakta ve bir kısım misâller göstermek­tedir.

Meselâ: Âyet-i Kerîmesi bildirdiği üzere Resûl-i Ekrem sallâ’llâhu aleyhi ve sellern Efen­dimiz, Mekke-i Mükerreme’ye Ashâb-ı Kiram ile beraber emîn bir halde girmiş olduklarını rü’yâlarında görmüşlerdi. Bu, te’vîle muhtaç olmayacak açık bir rü’yâ idi. Filvaki’ ahâren görüldüğü gibi tahakkuk etti.

Kezâlik Âyet-i Celîlesi nâtık olduğu üzere Yûsuf Aleyhi’s-selâm, onbir yıldız ile güneşin ve ayın kendisine secde ettiklerini rü’yâsında görmüştü. Bu rüya ise, remzî bir şekilde görülen rüyaların parlak bir misâlidir. Hazreti Yusuf’un babası ile anası güneş ile ay, kardeşleri de yıldızlar ile tasvir edilmişti. Yu­suf Aleyhisselâm’ın kardeşlerinin bu rüyada semâyı bezeyen ve birer kud­ret bedîası olan yıldızlar ile tasvîr edilmeleri kendilerinin yüksek makamla­rına delâlet etmekte ve kendilerinden beşeriyyet hasebîle sâdır olan bir kö­tü hareketten dolayı haklarında dil uzatmanın doğru olamayacağı nüktesini işrâb eylemektedir.

Rü’yâ hakkındaki bu yazılarımıza şunu da ilâve edelim ki; ba’zı rü’yâ­lar da vardır ki, şeytânın ilkaâtndan sayılır. Bunlar insanın kalbine hüzün ve keder bırakmak için vuku’bulan gayr-i Rahmani rü’yâlardır.

Sahîh-i Müslim’de mevcûd bir Hadîs-i Şerîf’de beyân olunduğu üzere sâlih rü’yâ Allah’dandır, fena rü’yâ ise şeytandandır. Bir kimse rü’yâsında kerîh birşey görünce sol tarafına üflemeli, Allâhu Teâlâ’ya şeytandan sığınmalı ve bunu kimseye söylememelidir. Bundan kendisine zarar gelmez. Bilakis güzel bir rü’yâ görünce de bununla istibşâr etmeli, ve bunu yalınız sev­diğine söylemeli.

Birgün Resûl-i Ekrem Efendimiz’in Huzûr-ı Saâdetine gelen bir a’râbî, rü’yâda başının kesilmiş olduğunu söylemiş. Nebiyy-i Zî-Şân Efendimiz de: “Şeytanın seninle rü’yâda olan oynaşmasını söyleme.” diyerek a’râbîyi bu gibi rü’yâları nakilden men’ buyurmuştur.

Velhâsıl bir kısım rü’yâlar asılsız tahayyülâttan, bir kısım rü’yâlar da gayb âlemine âid hakikatlerden ibarettir. Bu hususta te’lîf edilmiş bir hay­li kitablar vardır.[27]

 12- Belagat İlmi:

Belagat ilminin de en feyyaz kaynağı şüphe yok ki, Kur’ân-ı Kerîm’dir. Çünkü Kur’ân-ı Mübîn’in hiçbir veçhile tanzîri kabil olmayan fasâhat ve belâğati, rikkat ve cezâleti, ifâdesindeki zinet, üslûbundaki ulviyyet, ahenk ve lâtâfet edîblerin, beliğlerin hayret nazarlarını celb etmiş, bu edebî mu’cizenin güzelliklerini, bedîalarım mümkün mertebe gösterebilmek için Belâğat İlmini tedvine lüzum görülmüştür.

Filhakika Küt’ân-ı Azîm’den istifâde edilerek bu ilim tedvin edilmiş, bu ilme dâir birçok kitablar te’lîf edilmiştir.

Ma’lûm olduğu üzere Belagat İlmi, Maânî, Beyân, Bedî, kısımlarına ayrılır. Şöyle ki: Söylenilen veya yazılan bir sözün, makamına, muktezây-ı hâle muvafık düşmesi belâgat îcâblarındandır. Meselâ: Zihni hâli bir kim; şeye karşı söylenilecek bir söz ile mütereddid veya münkir bir şahsa karşı söylenilecek bir söz bir tarzda olamaz.

Kezâlik ba’zı yerlerde i’câza, ba’zıyerlerde müsavata, ba’zı yerlerde ıtnaba lüzum görülür; ya’nî söz ya kısaca, veya maksada kâfi derecede ve­ya bir maslahata mebnî biraz uzunca söylenir. Ba’zı ibarelerde de müsned, ya müsnedün-ileyh veya başka bir kayıd mezkûr veya mahzûf olur, ya muarref veya münekker bulunur.

Kezâlik şükür ve sena, va’d ve teşvik, tebrik ve tehniyet makamında îrâd edilecek sözler, şikâyet makamında, vaîd ve tehdit makamında, tesliyet ve ta’ziyet makamında söylenecek sözler kabilinden olamaz.

İşte kelâmın bütün bu gibi havâssından, mezâyâsmdan bahseden, (İlm-i Maânî) dir. Kur’ân-ı Mübîn ise bu hususlarda bütün belagat eserlerinin fevkında bir mümtâziyyeti hâiz bulunmaktadır.

Herhangi bir maksadı muhtelif üslûblardan birüe beyân etmek, mak­sadın vuzuh veya hafâsını te’mîn için kâh hakikat ve kâh mecaz, kinaye, teşbih yolu île meramı ifâde eylemek de belagat muktezâsıdır.

Ba’zı maksadlar vardır ki doğrudan doğruya sarih, hakîkî lâfızlar ile ifâde edilmesi îcâbeder. Ba’zı maksadlar da vardır ki bunları ifâde için ki­naye, teşbîh, istiare gibi belagat üslûblarından birine müracaata lüzum gö­rülür. Bu sayede maksad daha canlı, daha müessir bir halde muhataba tel­kin edilmiş olur. Bahusus alelade mevzû’lar hakkında, sâde bir üslûb kifayet ettiği halde yüksek mevzû’lar hakkında âlî veya müzeyyen bir üslûba mü­racaat lâzım gelir.

İşte sözün böyle inceliklerini bildiren, sözün vuzuh ve hafâ hassaların­dan bahseden, bir sözün hangi bir üslûb ile söylenmesi, yazılması muvafık olacağını gösteren de (İlm-i Beyân)dır.

Kur’ân-ı Mu’ciz-Beyân, bu bâbda da bütün büleğânın eserlerine tefevfuk etmiş, herhangi bir mevzuu ifâde için müracaat ettiği mütenevvi’ üs­lûblardan herbiri aynı derecede beliğ, bî-nazîr bulunmuştur.

Ba’zı sözler, yazılır; muktezây-ı hâle muvafık, vuzuh ve münakkahiyyeti hâiz olduktan sonra cinas, tersi’, tevriye, hüsn-i ta’lîl gibi bir kısım Bedîî San’atlar ile tezyin edilir. Bu sayede sözün güzelliği, kıymeti bir kat daha artmış olur.

İşte sözlerin böyle Bedîî San’atlar ile tezyin edilmesini bildiren de (İlm-i Bedî’) dir. Kur’ân-ı Kerîm’in âyetleri bu bediî meziyetler” i’tibârîle de her türlü tasavvurun fevkında bir güzelliği hâizdir.

Binâen-aleyh İslâm âlimleri, Kur’ân-ı Mübîn’in gerek muktezây-ı hâle riâyet, gerek herhangi mevzuu muhtelif üslûblardan birîle ifâde ve gerek edebî san’atlar ile bilâ tekellüf tezyin hususundaki mükemmeliyyetini müm­kün mertebe isbât ve irâe için üç şu’beye ayrılmış olan (Belagat îlmi)’ ni tedvine tehalük göstermişler, eserlerinde Kur’ân’ın âyetlerinden birçok mi­saller irâd etmişlerdir.

Meselâ: Maânî mes’elelerinden birine misâl olmak üzere Sûre-i Celîlesi’ne bir bakalım. Bir şehre iki zât gidiyor; Allâhu Teâlâ tarafın­dan kendilerine Peygamber olarak gönderilmiş olduklarım söylüyorlar. Şe­hir ahâlîsi bunları tekzîb ediyor. Derken kendilerine bir Peygamber daha iltihak ediyor. Şimdi o münkir ahâlîye sözlerini müekked olarak diye irâd ediyorlar. Ahâlî yine inanmıyor, “Siz de bizim gibi insansınız.” di­ye tekzibe devam ediyor. Bu kere sözlerini yemin ile te’kîd lamı ile de te’yîd ederek demeye mecbur oluyorlar.

İşte muktezây-ı makam, böyle derece derece te’kîdi müstelzim oldu­ğundan o Peygamberân-ı Âlî-Şân da sözlerini böylece te’kîdli olarak îrâd etmişlerdir.

Beyân mes’elelerine bir misâl olmak üzere de Hak Teâlâ’nın birliğini, Hâlikıyyetini,’ kudret ve azametini ifâde eden şu âyetlere bir bakalım:

Görülüyor ki bu mübarek âyetler, bir ulvî hakikati mütenevvi’ üslûb ile ne kadar parlak, ne kadar müessir ve câzib bir halde beyân ediyorlar.

Bedî’ mes’elelerine misâl olmak üzere de şu âyetleri bir göz önüne ala­lım Âyet-i Celîlesi’nde (Tevriye) san’atı vardır. Çünkü İstiva lâfzının karîb ma’nâsı olan istikrar îhâm olunub baid ma’nâsı olan istilâ irâde buyurulmuştur.[28].

2- Ayet-i Kerimesi’nde iltifat san’atı vardır. Çünkü yerinde denilerek tekellümden gaybete intikal olunmuş, bununla da mağrifetin Uluhiyyet şanı olduğu şanı olduğu nüktesine işaret buyurulmuştur.[29]

3- Ayet-i Celilesi’nde tıbak san’atı vardır. Çünkü biribirine zıd olan kelimelerinin arası bir kelâmda cem’ edilmiştir.[30]

4- Âyet-i Kerîmesi’nde tashîf, başka ta’bîr ile cinâs-ı hat vardır. Çünkü kelimeleri yazıca müsâvî, noktaca muhaliftir.[31]

5- Âyet-i Celîlesi’nde cinâs-ı muharref vardır. Çünkü birinci ikinci arasında hareke i’tibârîle ihtilâf vardır.[32]

6- Nazm-ı Celîli’nde cinâs-ı hat ile cinâs-ı mu­harref toplanmıştır.

7- Âyet-i Celîlesi’nde nezâhet san’ati vardır. Çünkü Allâhu Teâlâ’mn da’vetinden kaçınanlar hakkında hicvi muhtevi olup fuhuş lâfızlarından, sebb ve şetm kelimelerinden tamamen hâlî bulunmuştur.[33] Kur’ân-ı Hakîm’in müstehık olanlar hakkındaki şâir hicâları da böyle nezîhânedir.

İşte bütün hu misâller, Kur’ân-ı Azîm’in belagat ilmine ne kadar kudsî bir tecellî-gâh olduğunu göstermektedir.[34]

 13- Mantık İlmi:

Kur’ân-ı Kerîm’in her âyetinde, mantığın en parlak tecelliyâtı müşahe­de olunur.

Ma’lûm olduğu üzere Mantık, iki kısma ayrılmıştır. Bir kısmı (Sûrî Mantık) dır ki bunun kaidelerine riâyet edildiği takdirde zihin; fikir saha­sında hatâya düşmekten kurtulur. Diğeri (Tatbikî Mantık = Usûliyyât)dır.

Kî ilimlerin mâhiyyetlerinden, bu ilimleri elde edebilmek için ta’kîbi lâzım gelen yollardan, usûllerden bahseder.

Sûrî Mantık’ın esâsı, ittihâd ve tenakuz mebdeidir. (Bir şey’ ne ise odur), (Birşey’ kendisinin gayri değildir) düstûrları kafidir. Meselâ: (însan her zaman insandır, insan cemâd değildir). Bu hâlde (însan cemâddır) denil­mesi tenakuzu mûcib olacağından kabule şâyân olamaz.

Sûrî Mantık; cins, nevi’ gibi külliyât-ı zihniyyeden bahseder. Bu mantıkda iki müsellem mukaddimeden bir meçhul neticeye intikal olunur ki bu­na Kıyâs = Ta’lîl denir. Meselâ: (insan mahlûktur. Her mahlûk ise bir yaradana muhtaçtır.) mukaddimeleri müsellemdir. Bunlardan: (Öyle ise insan da bir yaradana muhtaçtır.) neticesine intikal olunur.

Ba’zan Kıyas’ın mukaddimelerinden biri veya neticesi mahzûf olur. Bu tarzdaki Kıyas’a (Kıyası Matvî) adı verilir. Meselâ; (Hilm bir fazilet ol­duğundan memdûhtur.) denir. Bunun aslı: (Hilm bir fazilettir. Her fazilet ise memdûhtur, o halde hilm de memdûhtur,) şeklindedir. Muhâverâtta bu Matvî Kıyâs usûlü pek câridir.

Tatbikî Mantık’a gelince, bunun esâsı haricî hâdiselere âid kanunları, illetleri araştırmaktır. İlimlerde tatbik edilegelen (Terkîb ve tahlil, müşa­hede, tecrübe, istikra, temsil, bürhân, faraziyye) gibi usûl ve menâhaci göstermektedir.

îşte Kur’ân-ı Mübîn’in ulvî beyanâtı tedkîk edildiği takdirde gerek1 Sû­rî Mantık’ın ve gerek Tatbikî Mantık’ın kaideleri veçhile birçok esasları, kıyasları ve şâir isbat yollarını mutazammın bulunduğu görülür.

Meselâ Sûre-i Celîlesi’nde Allah olan Zât-ı Eceli ve A’lâ’mn birliği, samediyyeti, vâlid ve mevlûd olmadan münezzehiyyeti ve hiçbir fer­din kendisine müşabih, muâdil olmadığı beyân buyurulmaktadır. O halde Allah, bu vasıfları hâiz olan Zât demektir. Bu evsâfı hâiz olmayanlar ise nakıs olacaklarından Allah olamazlar. Bu bir ittihâd mebdeidir. Selîm bir akl ise bu mebdei kabule mecburdur; bu kabul olundu mu artık herhangi bir mahlûka (Allah) demek tenakuzdur.

Binâen-aleyh hadd-i zâtinde bir insan olan, bu cihetle bir valideden do­ğan, başka insanlara benzeyen Hazret-i İsâ’ya Allah demek bir tenakuz­dur. İşte bu tenakuzu beyân için de Âyet-i Celîlesi nazil olmuştur.

Bu böyle iken Hıristiyanlar; hem Allah birdir, derler, hem de (Eb, İbn, Rûhü’1-Kuds) nâmîle üç Allah’a kail olurlar. Ve bunların birer müstakil Al­lah olduğunu iddia ederler. Sonra da (Bu üçü, üç Allah değil, bir Allâh’dır) zihâbında bulunurlar. Şimdi bu pek büyük bir tenakuz değil midir?

Kur’ân-ı Kerîm, bu mantıksızlığı da Âyet-i Celîlesîle beyân buyurmaktadır.

Filhakika bugün Hıristiyanların i’tikadlarma nazaran bir, üç’de, üç, bir’de olmak üzere bir Allah vardır

Yani Allah üç değil birdir, fakat bir olmakla beraber üçtür. Şöyle ki; üç İlâhî Uknum vardır: Baba, Oğul, Rûhü’1-Kuds, Allâhu Teâlâ Hâşa bu üç Uknûm’un aynıdır. Fakat hiçbirinin münferiden aynı değildir. Üç Uknûm’un herbiri ise Allah’ın aynıdır, Baba vâliddir, Oğul mevlûddur, Rûhü’1-Kuds de sudur sıfatını hâizdir.

Katoliklere göre Rûhü’l-Kuds’ün iki sudur menşe-i vardır ki o da Allah olan  Hâşâ  Peder ile İbn’in her ikisidir.

Ortodokslara göre ise bir menşei  vardır ki  o da yalnız  Peder’dir. Ne garîb i’tikad? ne büyük tenakuz?

Kur’ân-ı Hakim ise Hak Teâlâ’nın birliğini Nazm-ı Celîlîle isbat etmektedir. Bu Nazm-ı Celîl, bir Kıyâs-ı Matvî halin­dedir. Diğer bir mukaddime ile netice ilâve edilince şu mealde bir Kıyâs-ı İstisnaî şeklini almış olur: “Eğer göklerde ve yerde Allah’dan başka Tanrı­lar olsaydı bunlar bozulur, harâb olurlardı. Fakat bunlar bozulub harab ol­mamışlardır. O halde bunlarda Allâh’dan başka tanrılar yoktur.”

Evet… yerlerin, göklerin, varlığı, intizâmı, ahengi, halikının birliğine şâhiddir. Müteaddid ilâhlar farz edildiği takdirde bunların bu muntazam varlığı kabil olamazdı. Nitekim îlm-i Kelâm’da (Burhân-ı Temanu’) ve (Burhân-i Tevâ’rüd) sûretile bu mes’ele îzâh olunmuştur.

“Olmaz bir âsumân iki hurşîde cilvegâh”

İnsanların yaradılışlarını nâtık olan Âyet-i Kerîmesi de Tahlil ve Terkîb usûlünü mutazammındır. Bu Nazm-ı Mübîn’de insanların” mebde’ ve müntehâları gösterilmiş,muhtelif devreleri beyân olunmuş mebde’den müntehâya  ve  müntehâdan mebde’e doğru bir tahlil ve terkîb ameliyyesi yapılmış demektir.

Şu iki Âyet-i Kerîme de insanları Müşahede Usûlü’nü tatbîka da’vet et­mektedir :

Ma’lûm olduğu üzere müşahede, hâdiselerin illetlerini, kanunlarını keşfedebilmek için hâdiselere dikkat nazarını tevcih etmektir. Bu sayede hakikat tecellî eder, hilkatin meziyyetleri anlaşılır. Ruh, kâinatın mübdiini an­lamaya muvaffak olur. İşte bu hikmete mebnîdir ki Hallâk-ı Kerîm Hazret­leri kullarını gözleri önünde açılmış bulunan bu bedî’ kâinatı müşahe­deye da’vet etmekte, bu acîb, lâtif mükevvenâta gafilâne bakıb duranları tevbîh buyurmaktadır.

“Olanlar feyz-yâb-ı intibah âsâr-ı kudretten

Alırlar hisse-i ibret temâşây-ı tabiatten”

Henüz meşhûd olmayan ba’zı hâdiseleri, daha meydana çıkmamış ba’zı halleri kesf ve izhâr edebilmek için. çok kere Tecrübe Ulûlüne müracaat edilir. Güzelce yapılan tecrübeler bilgi sebeblerinden sayılır. Bugünkü müsbet ilimlerin en birinci istinâd-gâhıdır. İşte Âyet-i Celîlesi de işbu Tecrübe Usûlü’nün ilim sebeblerinden, aklî delillerden olduğunu göstermektedir. Çün­kü bu Âyet-i Kerîme’de Resûl-i Ekrem’in nübüvvetini, Kur’ân’ın Vahy’e is­tinadını inkâr edenlere denilmiş oluyor ki “Hazret-i Muhammed aleyhi’s-selâmın kırk senelik hayâtı sizin gözlerinizin önünde cereyan ettiğinden pek mükemmel bir tecrübe devresi husule gelmiştir. Resûl-i Ekrem, senelerce sizin aranızda yaşamış olduğundan onun okuyub yazmamış, İlâhiyyat ile uğ­raşmamış olduğunu pekâ’lâ bilirsiniz. Artık aklınız yok mu? Hiç düşünmez misiniz? Muahharen Kur’ân-ı Mübîn gibi muazzam bir kitab getirmesi O’nun Allâhu Teâlâ tarafından Nübüvvetle, Vahy’e mazhar olduğunu isbât etmez mi?…”    

“Berk urdu cemâlinde o ümmî-i yetimin

En şa’şaalı nuru Hudâvend-i Alîm’in

Bir ders-i edeb verdi ki erbâb-ı Zekâya

Hayret verir âsârı fuhûl-i hukemâya”

Âyet-i Celilesi de temsilî, istikrâî ve muhtelif kıyas şekillerini mutazamındır. Şöyle ki: Bu Âyet-i Kerîme’nin meâl-i âlîsi: “Sen insan olduğun için öleceksin, onlar da insan oldukları için öleceklerdir.” diye tevcih edilirse bu, bîr temsil olmuş olur. Bu, adetâ “Küre-i arz muhtelif maddelerden mürekkeb olduğu için hadistir. O halde böyle muhtelif maddelerden mürekkeb olan filân, filân küreler de hadistir.” demek kabilinden olur ki bu bir temsilden başka değildir.

“Vaktile dünyaya gelmiş olan insanlar birer birer irtihal etmişlerdir; hiçbiri için hulûd mukadder olmamıştır. O halde bir insan, olan Hazret-i Muhammed de ve O’nun vefatını arzu edenler de irtihâl edeceklerdir.” di­ye tevcih edilse bu da bir istikra olmuş olur. Bu, adetâ: “Bütün cisimler hararette inbisât ‘ediyor, öyle ise altın da, bakır da inbisât eder.” demek mesabesindedir.

Şayet “Hiçbir insan için hulûd mukadder değildir. Hazret-i Muhammed de insandır, öyle ise onun için de hulûd mukadder değildir.” diye tevcih edilse bu da bir kıyas olmuş olur. Bunun nazîri: “Hiçbir mahlûk ezelî değil­dir, dünyâ da mahlûktur, o halde dünyâ da ezelî değildir.” cümlesidir.

Eğer: “er insan irtihâl edecektir. Çünkü insanlar için ebedî yaşayış mukadder olmadığı şimdiye kadar gelib geçen insanların irtihâlîle sabittir. Hazret-i Muhammed de insandır, o halde O da irtihâl edecektir.” tarzında tevcih edilirse bu da bir (Kıyâs-ı Müdellel) olmuş olur. Bunun nazîri de şudur: “Her cisim hadistir. Zira cisimler müellef olduğundan kadîm olamaz. Küre-i arz da cisimdir, öyle ise o da hadistir.”

Velhasıl: Kur’ân-ı Kerîm’in birnice hakikatleri mübeyyin ve müsbit olan âyetleri muhaverelere, hitabelere uygun olmak için muhtelif usûl ve menâhicin birer hulâsası tarzında şeref-nâzil olmuş, fakat pek geniş tevcihlere müsâid bulunmuştur.[35]

 14- Riyâziyye İlmi:

Ma’lûm olduğu üzere adedden, umumiyyetle mikdârlardan ve cism-i ta’lîmî = imtidâddan bahseden ve başlıca Hesâb, Cebir, Hendese kısımları­na ayrılan Riyâziyyât; Ulûm-ı Evâil’den eski kavimlerden kalma bilgi­lerden sayılır. Bu gibi ilimler, âfâkiyyet vasfını hâizdir; yalnız bir millete hâs olmayıb beyne’l-milel müşterektir. Binâen-aleyh bu gibi ilimlere dâir uzun uzadıya ma’lûmat vermek dinlerin yüksek maksatlarından hâriçtir. Ancak Kur’ân-ı Mübîn, Riyâziyyât’a âid ba’zı hükümleri başka maksadlar dolayısîle ihtiva etmektedir. Bahusus, miras mes’eleleri vesîlesîle vârisle­rin terekelerden alacakları, nısıf, sülüs, rubu’, südüs, sümün nisbetindeki hisselarını göstermektedir. Nitekim Âyet-i Kerimesi bu cümledendir.

Vârislere ve sâireye âid hıssaların tevzii ise Hisâb ilmiine, bu ilmin nisbet kaidelerini bilmeye mütevakkıf olduğundan bu hususta da nâsin hak­larım korumak için kâfi derecede Hisâb îlmi’ni öğrenmek Müslümanlarca bir Farz-ı Kifâye’dir.

Nazm-ı Kur’ânî’si, îlm-i Hisâb’ın kadrini yükseltmek­tedir. Bundan dolayıdır ki, Müslümanlar arasında riyâzî mes’eleler ile uğ­raşan, bu ilme dâir müteaddid eserler vücûde getiren birçok mütefekkir îslâm âlimleri yetişmiştir.[36]

 15 -Hey’et İlmi:

Ulu Yaradan’ımız yerlerde, göklerde kendi kudretine, azametine birer parlak burhan olmak üzere milyonlarca bedialar yaratmıştır. Bu bedîalar,ötedenberi mütefekkir insanların, nazarlarını ceîbetmiş, bunların halleri, şekilleri, mikdarları, uzaklıkları incelenib ta’yine çalışılmış, bu hususlara dâir birçok kitablar yazılmıştır. İşte bunlara müteallik mes’elelerin, kaidelerin, mütalâalar ile incelemelerin mecmûuna (İlm-i Hey’et) adı verilmektedir.

Kur’ân-ı Hakîm, bu hususlarda da insanlara rehber olmuş, insanların gözlerini göklere, yerlere celbetmiş, gözlerimize çarpan milyonlarca par­lak ecrâmın gafilâne bir halde temâşâ edilmemesini emretmiş, bunlar hik­met ve maslahat üzere yaratılmış, Yaradan’ına şehâdet etmekte bulunmuş olduğunu ihtar buyurmuştur,

Bu bâbdaki beyânât-ı Kur’âniyye; Hey’et İlmi’nin kıymetini yükseltmiş, Müslümanların arasında bu ilm ile uğraşanların çoğalmasına sebeb olmuş­tur. Hattâ namaz vakitlerini, Kıble cihetini ta’yîn hususunda kendisine ihtiyâç görülen ve Hey’et İlmi’nin bir şu’besi sayılan (İlmü’l-Mevâkît) gibi şey’leri bellemek Müslümanlarca bir Farz-ı Kifâye bulunmuştur.

Şu da bedîhîdir ki; Kur’an-ı Mübin’in gayesi, semavî ecrâmın şekilleri­ni, tavırlarını, mikdârlarını, bu’dlerini ta’yîn etmek, semâ tabakalarının şu mâhiyyette, bu mâhiyyette bulunduğunu bildirmek değildir. Belki kısmen müşahede edebildiğimiz ve letafetlerine, nûrâniyyetlerine meclûb bulundu­ğumuz semavî ecrâmın birer kudret âyeti, birer azamet numunesi, birer Ulûhiyyet şahidi olduğunu telkin ile insanları tefekkür ve intibah dâiresi­ne celbetmektir.

Felekiyyat hakkındaki fennî nazariyyeler ne renk alırsa alsın; Pythagoras, Batlamyos, Kopernik, Aynştayn faraziyyeleri birbirlerini ta’kîb edib dursun, Kur’ân’m yüksek beyanâtına, O’nun tesbit ettiği ulvî elvâhin mevcûdiyyetine bir mania teşkil edecek bir kıymeti hâiz olamaz.

Binâen-aleyh dâima tebeddülata ma’rûz olan birtakım faraziyyelere, ya­rım müşahedelere uygun gelsin diye bu husustaki âyetleri uzun uzadıya tef­sire, te’vîle kalkışmak meselâ Yedi Semâ’yi, Yedi Seyyâre’den ibaret gibi göstermek caiz olamaz. Günden güne vüs’at ve azameti daha güzel anlaşı­larak akılları hayrette bırakan kâinat, nice seyyareleri nice sabiteleri kuca­ğında besleyen, daha nice binlerce âlemlere tecellî-gâh olan bir kudret sa­hasıdır. Artık semavî, mukaddes bir kitabın haber verdiği semâları inkâra veya te’vîle nasıl cür’et edilebilir?

Semâlara ve zemine dâir Kur’ân-ı Kerim’in âyetlerinden birkaç misâl:

Bu Âyet-i Kerîme, Hak Teâlâ’yı herhalde zikredenlerin, yerleri gökle­ri ibretle temâşâ ederek bunların abes yere yaratılmamış olduğunu anlayan­ların, bunlardaki kudret ve azameti müşahededen münbais bir havf ve deh­şetle Allah’ın azabını hatırlayarak O’nun Zât-i Akdesi’ne sığınanların; ka­dirlerini yükseltmektedir.

Bu Âyet-i Celîle’de Allâhu Teâlâ’nın Mâlikü’l-Melekût olduğunu bildiri­yor. Bulutların, şimşeklerin, yağmurların, karların ve bu gibi şâir cevvi hâdiselerin nasıl vücûde geldiğini, nerelere dağılıb isabet ettiğini göstererek gözlerimizi Kudret-i îlâhiyye’ye celbediyor,

Bu Âyet-i Celîle de bildiriyor ki: Mukaddes, müteâlî olan Ulu Yaradan’ımız, gökte seyyarelerin menzilleri mesabesinde olmak üzere birtakım burç­lar yaratmıştır. Semâ kubbesini ziyadar Güneş ile, nûrânî Kamer ile aydın­latmıştır. Bütün bunları Hakk’ın kudretini düşünen, ni’metlerine şükreden kimseler için bir intibah ve i’tilâ vesilesi olmak üzere vücûde getirmiştir.

Bu Âyet-i Celîle’de insanları gafletten men’ ile kendi varlıklarını düşün­meğe da’vet ediyor. Bütün bu kâinatın hikmete, maslahata mukarin olmak üzere yaratıldığını, bunların birer mukadder müddeti olub ba’dehu zevale uğrayacaklarını bildiriyor, bu suretle de âlemi kıdem ve bakaasına kail olan, semâların hark ve iltiyâmı kabul etmeyeceğine zâhib bulunan dehriyyûnu red etmiş bulunuyor.

Bu Ayet-i Kerîme’de Güneş ile Ay’ın ve sair yıldızlardan herbirinin ken­dilerine mahsûs bir felekte, kendi müstekarrında veya cevelân-gâhında bir intizâm ve tertîb üzere hareket ve deveranda bulunduğunu bildirmekte, bunların birer semâda çakılı olub semânın hareketine tâbi’ bulunduklarına dâir olan eski bir nazariyyeyi cerh eylemektedir.

Bu Âyet-i Celîle’de yeryüzünün insanlar için ve sair birçok hayât sâhibleri için lâtîf bir ikametgâh olduğunu bildiriyor. Bu yer sahasının ara­larından ırmakların akıb gittiğini, bunun üzerinde su ve ma’den hazîneleri olmak üzere yer yer dağların bulunduğunu gösteriyor, her iki denizin ara­sında bir haciz, bir hâil bulunub bunların birbirine karışmadığını anlatıyor. Artık bu bedîaları yaradanın Hak Teâlâ’dan başka olamayacağını, buna rağ­men birçok gafil kimselerin bunu bilemediklerini beyân buyurmuş oluyor.

Bu Âyet-i Celîle’de mukaddes Allah’ımızın birliğini, göklerin, yerin ve bunların aralarındaki bütün mevcudatın Rabb’ı olduğunu bildiriyor. Güne­şin bir sene içinde hergün başka matla’dan doğması cihetîle müteaddid meşrikların bulunduğunu, yıldızların da başımızın üstündeki gök kubbesi için birer zînet olduğunu hatırlatıyor.

Bütün bu mükevvenât Ulu Yaradan’ımızın birliğine, kudretine, azame­tine şâhiddir. Semâları, yerleri, milyonlarca parlak güneşleri, yıldızları ve daha nice binlerce âlemleri yaratan, yaşatan Kerîm Rabbimizin varlığında, birliğinde, büyüklüğünde hangi akıl sahibi tereddüd edebilir?

“Varlığın  bilmene ne hacet Küre-i Âlem ile

Yeter isbâtına halk ettiği bir zerre bile”[37]

16- Tabîiyyât Denilen İlimler:

Tabîiyyât, cismânî ilimler, Tabîî îlimler diye iki kısma ayrılıyor. Cismanî îlimler Fizik ile Kimyâ’dır. Tabîî İlimler de Arziyat, Maâdin, Nebâtât, hayvanât, Teşrîh ve Menâfiu’1-A’zâ ilimleridir.

Bütün bu ilimler, milletler arasında müşterektir. Bunlar, dünyevî bilgi­ler olduğundan bunların hakkında tetebbu’lar, tedkîkler icrâsîle bunlardan istifâde yollarını keşf hususunda akıl kâfidir. Binâen-aleyh bu ilimlere dâir uzun uzadıya malûmat vermek dînin kudsî vazifelerine dahil değildir. Şu kadar var ki, bu ilimlerin mevzularını = konularını teşkil eden maddeler, hâdiseler, Hallâk-ı Âlem Hazretlerinin kudretine birer burhandır. Bunlar­da tecellî eden hassalar, fâideler, Ulu Yaradan’ımızm hikmetinden, rahme­tinden birer nişanedir. İşte bunların bu bakımdan düşünülmeleri diyanet fik­rine inkişaf vereceği cihetle Kur’ân-ı Mübîn’de bu mevzulara dâir de pekçok âyetler vardır. Bunlara dâir birkaç numune kayd edeceğiz. Şöyle ki:

1) Fizik, cisimlerin Sulb, mayi’, gaz gibi nevilerinden ve bunların ağırlık, kızgınlık, eriyicilik, inbisat ve büzülmek gibi vasıflarından bahse­der, bunlara âid âletleri, vâsıtaları gösterir.

2) Kimya, cisimlerin mürekkeb ve basit oluşlarını ve bunların hassala­rım bildirir.

Bu iki ilim, san’atların yükselmeleri hususunda pek büyük âmil bulun­maktadır. Hararet sebebîle cisimlere inbisât vermek, sulb cisimleri mayi’ hâline getirmek ve saire birer fizik hadisesidir.

Cisimleri teşkil’ eden unsurları meydâna çıkarmak, unsurları birer nisbet dâhilinde imtizaç ettirmek de birer kimyevî hâdisedir.

İşte Zü’1-Karneyn’in yapmış olduğu sed hakkındaki:

Âyet-i Celîlesi, bu iki kısım hâdiselere temas etmektedir.

Evet… Zü’1-Karneyn Hazretleri büyük demir parçalarını istif ettirerek bunları hararetle âteşin bir hâle getirtmiş, sonra bunların aralarına erimiş bir halde bulunan bakırı akıttırmış, artık böylece birleşen demir parçala­rından ahenîn bir sed vücûde gelmiştir. Bu cesîm ameliyye ise Fizik ve Kim­ya kanunlarına mutabık bulunmuştur.

3) Arziyyât, yeryüzünün teşekkülâtından, tahavvülâtından, yerde türe­yen kaynaklardan, ırmaklardan, denizlerden, rüzgârlardan, sarsıntılardan, hava boşluğunda beliren bulutlardan, buharlardan, gök gizlemelerinden, şimşeklerden, şimşek parıltılarından bahseder.

Küre-i arzın teşekkülü hakkında muhtelif nazariyyeler vardır. Bunlar­dan en mu’teber sayılan (Kant ve Laplas) nazariyyesine göre evvelce Gü­neş ile yer ve bütün seyyareler bir kül hâlinde ve kürevî bir şekilde bulun­makta idi. Bunun merkezi, ziyadar: muhiti, donuk ve gaz, buhar zerrelerin­den ibaret idi. Fezada dönen bu küre, hararetini uzak mesafelere kadar ya­yıyordu. Nihayet bu büyük kütlenin muhîtindeki gazlardan mürekkeb, sat­hî tabakalarından ba’zı parçalar koparak uzaklara gidiyor ve merkezin ca­zibesinden kurtulamadıkları cihetle yine asıl kütlenin çevresine dönmeye başlıyorlardı.

Bu kopan parçaların satıhları soğuma neticesi olarak kalınlaşıyordu. İşte bu suretle de merkezi teşkil eden büyük kütle Güneşten ibaret olub diğer parçalar da seyyarelerden ibaret bulunmuştur..

Bu seyyarelerden biri de bizim Küre-i Arz’ımızdır. Bunun üzerinde dağ­lar, ırmaklar, denizler ve saire türemiştir.

Şimdi Kur’ân-ı Hikmet-Beyân’ın bu husustaki ba’zı âyetlerini teberrüken  okuyalım:

Evet… bu Âyet-i Celîle mantûkunca insanlar, ne semâlar ile yerin, ne de kendi şahıslarının nasıl yaratıldığını müşahede etmiş değildirler. O hal­de bunların nasıl yaratılmış olduklarını doğru bir veçhile bilmek ancak Ulu Tanrı’mıza mahsûstur ve O’nun bildirmesine mütevakkıftır. Artık bu hu­suslardaki beşerî bilgiler, mütâlâalar, birer nazariyyeden fazla bir kıyme­ti hâiz olamaz.

Bu Âyet-i Kerîme’de semânın evvelce dühan, yüksek bir buhar hâlinde bulunduğunu, sonra semâ ile arzın irâde-i ilâhiyye veçhile teşekkül eyledi­ğini bildirmektedir.

Bu Âyet-i Kur’âniyye’de semâlar ile yerin evvelce bir kütleden ibaret olduğunu ve sonra bunların araları açılarak herbirinin başka bir varlık kazandığını ve her diri şey’in sudan yaratıldığını bildiriyor ve insanların bu hakikatleri im’ân-ı nazarla anlayabileceklerine işaret buyuruyor.

Kant ve Laplas, kendi nazariyyelerinin bu babdaki beyânât-ı Kur’âniyye’ye yaklaşmasîle pek ziyâde müftehir olabilirler.

Bu Âyet-i Kerîme’de yerin menfaatlerimize elverişli bir halde teşkil edildiğini, bunun üzerinde dağların, ırmakların ve her türlü çift çift mah­sullerin vücûde geldiğini, gece ile gündüzün birbirini ta’kîb edib durduğunu nazar-ı ibrete vaz’ediyor. Mütefekkir milletler için bunlar da nice âyetlerin, alâmetlerin münderiç olduğunu beyân buyuruyor.

Bu Âyet-i Kerîme’de denizlerin ehemmiyetini, insanlara müsahhar olduğunu, beşeriyyetin menfaatlerine hizmet ettiğini gösteriyor; insanları şükür vazifesine da’vet ediyor.

Bu Âyet-i Celîle’de rüzgârların sıkıştırmasîle bulutlardan yağmurların yağmakta olduğunu, bununla hayat sahihlerinin, nebatların, çeşit çeşit ağaç­ları, çiçekleri muhtevi olan bahçelerin vücûde getirildiğini uyanmamıza ve­sile olsun diye haber veriyor.

Bu mübarek Âyetler’de Allâhu Teâlâ’nm kudretîle yeryüzünde birtakım korkunç tahavvüllerin vücûde gelerek yerlerin yanlıb alt-üst olabileceğini bildiriyor. Şiddetli rüzgârların, kasırgaların önlerine gelen herşey’i söküb atabileceğim ihtar ediyor, suların çekilerek insanların medâr-ı hayâtları olan bu ni’metlerden mahrum kalabileceklerini beyân buyuruyor. Tâki in­sanlar gafletten uyansınlar, nail oldukları ni’metlerin kadrini bilsinler, bu ni’metleri kendilerine ihsan eden Ulu Yaradan’ı bilib O’na kullukta, şükür ve senada devam etsinler.

Velhâsıl bu mukaddes âyetlerin bildirdiği bu hâdiseler, Arziyyât îlmi’ nin mevzuunu teşkil eden ve Cenâb-ı Hakk’in birer eser-i kudreti olan şey’lerden ibarettir.

4) Ma’denler, yerin sinesinde bulunan altın, gümüş, bakır, kalay, de­mir gibi ma’denlerden bahseden fenne  (Îlmü’l-Maâdin)  denilmiştir.

Ma’lûm olduğu üzere Küre-i Arz’da birçok ma’denler vardır. İnsanlar, bu ma’denleri keşfederek medeniyyet yolunda pek ilerlemişlerdir. Bahusus taş ve tunç devrelerini mütcâkıb demir devri başlaması üzerine insanlar arasında büyük bir terakki yüz göstermiştir. Bugünkü gördüğümüz sınaî terakkiler bütün demir sayesindedir. İşte: Âyet-i Kerîmesi de bu demir ma’deninin insanlar için ne kadar fâideli oldu­ğunu beyân buyurmaktadır.

5) Nebatat, yeryüzünü bezeyen, canlı mahlûklardan birçoklarının yiye­ceğini teşkil eden nebatlara âid hususları bildiren, bunların şekillerini, bün­yelerini, vücûde getirdikleri eserleri ve ayrıldıkları sınıfları gösteren fen­ne (İlmü’n-Nebâtât) denilir.

Nebatlar, bir nevi’ hayâta mâliktirler. Kendi gıdâalarını kökleri ve yap­rakları vâsıtalarîle topraktan, havadan alarak neşvünema bulurlar.

Nebatların şahıslarına hizmet eden uzuvları üçtür: Kök, gövde, yap­raklar. Nevi’lerinin bakasına hadim olan uzuvları da üçtür: Çiçekler, meyvalar, tohumlar.

Nebatların sayıları pek çoktur. Bunların yüzelli binden ziyâde nevi’leri dikkat nazarına alınmıştır.

Nebatların bir kısmı Zâtü’l-Ezhâr  Çiçek Sahibi, bir kısmı da Adîmü’l-Ezhâr  Çiçeksiz bulunmaktadır.

Şimdi Kur’ân-ı Kerîm’in bu nebatlara âid ba’zı âyetlerini okuyalım:

Bu Âyet-i Kerîme gösteriyor ki: “Her hazânı müteakip nebatat denilen otlar, kurur, mahvolur, yeryüzü bunlardan mahrum kalır. Sonra bahar olur, Hakk’m kudretîle yağmurlar yağmaya başlayınca yeryüzünde yeni bir ha­reket, bir canlanma başgösterir, toprak kabarır, her nevi’den güzel güzel, lâtîf lâtif otlar, yapraklar, çiçekler, meyvalar vücûde gelir.

Bu Âyet-i Celîle’de bu husustaki ilâhî ni’metleri ihtar buyurmaktadır. Evet… Feyyâz-ı Kerîm Hazretleri yağmurları yağdırıyor, toprakları yara­rak nebatları bitiriyor, buğday ve arpa gibi hububatı, yoncaları, üzümleri, zeytunları, hurmaları, büyük-büyük bahçeleri, mer’âları, çeşid-çeşid meyvaları vücûde getiriyor. Artık insan; kendisinin istifâdesi için yaratılmış olan bu ni’metlere bakıb da Muazzam, Kerîm Yaradan’ma kullukta bulun­mak i’câbetmez mi?

Velhâsıl bu mübarek âyetlerin bütün bu muhteviyatı, Nebatat İlmi’nin incelemekle uğraştığı en kıymetli mevzu’lardan ibaret bulunmuştur, 

6) Hayvanât, hayâta, iradî harekete sâhib olan mahlûklardan bahseden ilim şu’besine (İlm-i Hayvanât) denildiği ma’lûmdur. Hayât sahibi olan mahlûkların en mükemmeli, en müstesnası insandır.

İnsan, bir güzellikler mecmuasıdır. Yaradılışının devreleri pek ibret­lidir. Vücûdunun uzuvları pek mükemmeldir.

İnsan vücûdu, baş, gövde, kollar, bacaklar gibi kısımlara ayrılır. İn­sanda göz, kulak, burun ve sâire gibi duygu uzuvları vardır. İnsan, rûhîle, akıl ve zekâsîle, yüksek duygularîle, sair hayât sahiblerinden temayüz eder.

Yer-yüzünde sâir zî-hayât mahlûklar ise pek çoktur. Kuşlar, ehü, vah­şî hayvanlar, balıklar, yerlerde sürünüb (Zehâif) ve sâire denilen hayvan­cıklar bu cümledendir.

Şimdi Furkaan-ı Hakîm’in bu mahlûklardan bir kısmına âid olan ba’zı âyetlerini okuyalım:

Bu Âyet-i Kerîme, insanın hilkat devrelerini ne mükemmel bir surette bildiriyor. Şöyle ki: Hallâk-ı Hakim Hazretleri insanları evvelâ topraktan, sonra nutfeden, sonra donmuş katı kandan, sonra tamâm ve nâtamam hilkatte olan bir et parçasından bizlere kudretini göstermek için yarat­mıştır.

Evet… O büyük Hallâk’ımız dilediği insanları malûm bir müddete de­ğin validelerinin rahimlerinde bırakıyor, sonra onları birer çocuk olarak meydana çıkarıyor, kendilerini kuvvetli bir yaşa yetişinceye kadar büyü­tüyor. Sonra da içimizden ba’zılari daha gençken ölüyor, ba’ziları da ha­yâtın en zâif zamanı olan ihtiyarlık çağına eriştiriliyor. Tâki, bilginlikten sonra birşey’ bilmez bir hâle gelmiş oluyor.

Bütün bunlar, Hak Teâlâ Hazretlerinin ilk önce yarattığı insanları öl­dürdükten sonra tekrar yaratabileceğine birer burhandır.

Bu Âyet-i Celîle’de insanların birşey’ bilmedikleri halde validelerinin rahimlerinden doğub meydana geldiklerini ve kendilerine göz, kulak, kalb gibi duygu, düşünce uzuvlarının İnkişâfa mazhar olduğunu haber veriyor; bizleri şükran vazifesine da’vet buyuruyor.

Bu Âyet-i Kerîme’de yer-yüzündeki hayvanâtın neş’etleri suretini bil­dirmektedir.

Evet… Bu hayvanâtın asıl menşeleri şudur. Bunlardan kimisi karnı üze­rine sürünerek yürür, kimisi iki ayağîle, kimisi de dört ayağîle yürür du­rur.

Âllâhu  Teâlâ Hazretleri muazzam kudretîle  dilediklerini yaratır. Şüphe yok ki O herşey’e kadirdir.

Bu Âyet-i Kerîme’de ihtar buyuruyor ki: Allâhu Teâlâ Hazretleri, in­sanlar için dört ayaklı hayvanları yaratmıştır ki, üzerlerine binsinler ve ba’zılarının etlerinden yesinler. Bunlarda insanlar için daha nice menfaatler vardır.

İnsanlar onlara binerek gönüllerinin istediği, lüzum gördüğü yere ka­dar giderler. Karalarda bunlara, denizlerde de gemilere yüklenirler. Hak Teâlâ Hazetleri bizlere böyle nice kudretinin nişanelerini, parlak âyetleri­ni göstermektedir. Artık bunları kim inkâr edebilir?

Velhâsıl bütün bu yüksek beyanatta Hayvanat îlmi’nin başlıca mevzu’ları cümlesindendir, beşeriyyeti uyanmaya, düşünmeye, yaratılıştan haber­dar olmaya saik bulunmuştur.

7) Teşrih ve Menâfiu’1-A’zâ’, malûm olduğu üzere insanların uzuvla­rından ve bu uzuvların terekkübü keyfiyyetinden bahsetmek (Teşrih îlmi)ne, bu uzuvların vazifelerinden, menfaatlerinden bahsetmek de (Menâfiul-A’zâ’ îlmi) ne âiddir.

Şimdi bu iki ilmin başlıca mevzularını ihtiva eden şu Âyet-i Kerîme’yi okuyalım:

Görülüyor ki, bu Âyet-i Kerîme, insanlarda kalblerin, gözlerin, kulak­ların bulunmasını beyân etmesîle Teşrih İlmi’ne, kalblerin düşünüb anla­mak, gözlerin bakıb görmek, kulakların dinleyib işitmek için yaratılmış ol­duğuna işaret etmesîle de Menâfiu’1 A’zâ’ İlmi’ne temas buyurmuş, yara­dılışlarındaki Hikmetlere göre hareket etmeyenlerin saadetten mahrum, ebdî azaba müstehak olduklarını haber vermiş bulunmaktadır.[38]

 17- Hikmetü’t-Tekvîn İlmi:

Bizim görüb veremediğimiz mükevvenât arasında abes yere yaratılmış birşey’ bulunamaz. Herşey’in varlığında  mutlaka gizli,  aşikâr birçok maslahatlar, hikmetler vardır. Her zerrenin varlığı bir varlığa müteveccihtir. Her hâdisenin zuhuru bir sebebe müsteniddir. Akıllı kimselerin vazifeleri de bu mükevvenâtı müşahede altına almak, herşey’de, her zerrede beliren san’at ve hikmet eserlerini anlamaya çalışmaktır. Çünkü Sani-i Hakim olan Ulu Yaradan’ımızın varlığının, kudret ve azametinin birinci delili bu mükevvenâttır.

Evet.. şüphe yok ki: Bu mükevvenâttaki mükemmeliyyeti, fâideleri, hikmetleri anlamaya çalışan, bunları tefekküre dalan, bunlardaki bedîyi’ ve garaibi güzelce düşünen kimseler, derhal Alim ve Hakim olan bir Hâlik’ın büyük varlığına intikâl eder, kalblerinde yakın nurları parlamaya başlar, bunun neticesinde de hidâyete, ebedî saadete nail olurlar.

İşte bu hikmete mebnîdir ki, Allâhu Teâlâ Hazretleri Kur’ân’ın birçok âyetlerîle insanları intibaha, kâinatı tefekküre da’vet buyurmaktadır.

Nitekim bir âyet-i kerîmede buyurulduğu gibi diğer bir âyet-i celîlede de buyrulmuştur.  

Mükevvenâtın hikmetlerini, fâidelerini anlamak, Allâhu Teâlâ’yı ma’rifete vesile olacağı cihetle ba’zı mütefekkir İslâm âlimleri bir kısım mahlûkatın vücûdlarındaki hikmeti, birtakım hâdiselerin sebeblerini mümkün mertebe göstermek için müteaddid kitablar yazmışlardır. Bu kitabların münderecâtı (Hikmetü’t-Tekvîn) ilmini teşkil etmektedir. İmâm-ı Gazali’ nin (Kitabü’l-Hikme fî Mahîûkati’llâhi Azze ve Celi) unvanlı eseri bu cüm­ledendir. (Menâfiu’1-A’zâ) ilmi de işbu Hikmety’t-Tekvîn îlmi’nin bir şu’besi demektir.  

İslâm âlimleri hikmet-i tekvin hususunda Kur’ân-ı Hakîm’in ulvî be­yanlarından pekçok müstefıd olmuşlardır. Bu cihetle Kur’ân-ı Azîm, Hik­metü’t-Tekvîn îlmi’nin de en birinci menbaı bulunmaktadır.

İşte birkaç mi­sâl:

1) Acaba bizim yaradılışımızda ne gibi bir hikmet vardır? Acaba meb­de’ ve meâdden Murâd-ı ilâhî nedir? İşte bunlara şu Âyet-i Kerîme cevâb veriyor:

Evet… bütün insanların dönüb girecekleri makam Huzûr-ı İlâhî’dir. Hak Teâlâ’nın va’di muhakkaktır; bütün insanları O yaratmıştır, sonra öl­dürecek, iade buyuracak olan da O’dur. Tâki mükellef olanlar, bu dünya­daki, bu imtihan evindeki amellerinin mükâfatına, mücâzâtına kavuşsunlar; İlâhî Adalet tamâmîle tecellî etsin; îmân edenler, güzel amellerde bulunan­lar mükâfata ersinler; Hakkı inkâr edenler de bu yüzden elîm azâblara uğrasınlar.

Demek oluyor ki: İnsanların hilkatlerindeki gaye, îmâna, güzel amel­lere nâiliyyet ve bü sayede ebedî saadete mazhariyyet imiş. İnsanların bu saadetten mahrum, pek elem verici azâblara ma’rûz olmaları da kendi! kö­tü i’tikadlarının, isyanlarının bir neticesi bulunuyormuş.                    

2) Acaba geceler ile gündüzler neden birbirini ta’kîb edib duruyor? Aca­ba gök kubbesini yaldızlayan şu Güneş ile Ay’ın yaradılışlarında, şu sayı­sız parlak – parlak yıldızların vücûde gelmelerinde ne gibi hikmetler vardır?

İşte bunların şu varlık sahasına atılmış olmalarındaki hikmetleri de bu Âyet-i Kerîme bildiriyor:

Evet… Fâtır-ı Kudret, sabahlara inkişâf veriyor, gecelerin zulmetlerini açarak nûrânî sabahları vücûde getiriyor. Tâki insanlar için yaşamak, ma­işetlerini te’min etmek kabil olsun. Fakat gündüzlerin kesilmeksizin deva­mı, takatleri eritecek olduğundan her gündüzü bir gece ta’kîb ediyor; yor­gun vücûdlar gecelerin tatlı kucaklarına atılarak rahat uykusuna dalıyor­lar.

Güneş ile Ay ise muntazam bir yürüyüşe, deverana sâhib bulunuyor. Bunların bu deveranı neticesinde mevsimler, seneler, aylar, günler bilhisâb taayyün ediyor. Bunların alün ve gümüş gibi parlak şuleleri uzvî ha­yâtı te’mîne hadim bulunuyor. O lâtâfetli yıldızlar ise gecelerin karanlığını azaltmaya çalışıyor; denizlerde, karalarda seyahat edenlere birer rehber vazifesi görüyor; semâmızı bezeyib duruyor.

Bunların yaradılışlarında kimbilir daha ne kadar yüksek hikmetler vardır. Elverir ki biz bunları mümkün olduğu kadar düşünerek bunların Ulu Yaradanı’na kullukta bulunalım,  ubûdiyyet secdelerine kapanalım.

3) Allâhu Teâlâ Hazretleri bütün insanları yaratmış, birtakım kuvvetlerî, varlıkları ve daha nice hayât sahihlerini çift – çift olarak insanlara müsahhar kılmış, insanlar bu sebeble karalarda, denizlerde seyr-ü sefer edebilmek için birçok nakil vâsıtalarına mâlik bulunmuşlardır. Bunlar bi­rer İlâhî atiyyedir. Bunların ihtiva ettiği hikmet ise şu Âyet-i Kerîme’den anlaşılmaktadır:

Evet… Sâni-i Hâkim olan Allah’ımız, bu nice canlı – cansız nakil vâsı­talarını bizlere müsahhar kılmış, tâki bunlara binerek hayatî menfaatleri­mizi elde etmeye çalışalım, sonra, nail olduğumuz bu ni’metleri düşünelim, şu aczimizle beraber bizden pek kuvvetli olan şey’leri bizim pençe-i tes­hirimize tevdi’ buyurmuş oları Kerîm Hallâk’ımızı Tahmîd ve Tesbîhe gay­ret edelim ve bu dünyevî olan geliş – gidişimizden asıl büyük bir sefere, bir nakl-i mekâna mecbur olduğumuzu hatırlayalım, Rabb’ımızın Huzûr-ı İzzet’ine gideceğimiz günü düşünerek ona göre tedarikli bulunalım. Ne büyük hik­met! Ne azîm inayet!

4) Ma’lûm olduğu üzere Bedir Gazvesi’nde Ashâb-ı Kiram, savaş bakı­mından muhataralı bir mevki’de kalmışlardı. Kendileri yorgun, susuz, uy­kusuz bir halde idiler. Derken uykuya daldılar, karşılarında hiç düşman yokmuş gibi korkusuz bir halde tatlı bir uyku geçirdiler. Bu arada yağmur­lar yağdı, bulundukları yer salâbet kazandı.

İşte ehl-i îmân hakkında bu suretle yüz gösteren Lûtf-i İlâhî’nin hikme­tini de şu Âyet-i Kerîme göstermektedir:

Evet… inayetlerine nihayet bulunmayan Rabbımız, Peygamberinin o gü­zide Ashâb’ına tatlı bir uyku vermiş,  karşılarında düşman yok imiş gibi tam bir emniyetle uykuya dalmışlar, tâki yol yorgunluğundan kurtulsunlar, zinde, kuvvetli bir halde düşman ile çarpışabilsinler. Sonra semâdan yağ­murlar yağdırmış, tâki suya olan ihtiyaçlarından kurtulsunlar, Hak Teâlâ’ nın inayetine i’timâdları artsın, ihtilâm olanları yıkanarak temizlensinler, “Biz Müslüman olduğumuz halde neden böyle nâ-pâk bulunuyoruz?” diye kalben bir heyecan duymasınlar ve bulundukları yer askerî hareketlere el­verişli bir hâle gelsin.

Demek ki bu hâdiselerin zuhuru bir tesadüf eseri değilmiş, belki Allah’­ımızın mukaddes takdirine müstenid olub saydığımız fâideleri, hikmetleri mutazammın imiş. Artık insanlara düşen odur ki birşey’e muvaffak olduk­ları zaman, bunu bir tesadüf eseri veya kendi iktidarlarının bir semeresi bilmesinler, belki Hak Teâlâ’nın mahsûs bir lûtfu olarak telâkkî etsinler.

5) Târihin muhtelif çağlarında yaşamış olan cem’iyyetlerin hallerine bakılacak olursa görülür ki bunlar vakit vakit ni’metlere, nikbetlere uğra­mış durmuşlardır. Acaba bunların başlarından geçen bu muhtelif hâdisele­rin ne gibi hikmetleri vardır? îşte bu hikmeti de Benî-İsrâîl hakkındaki şu Âyet-i Kerîme haber veriyor:

Evet… Hak Teâlâ Hazretleri Benî-Isrâîli parçalamış asıl yurdlanndan ayırmış, dünyanın her tarafına atmıştır. Bunların içinde Müslümanlığı kabul eden Abdu’llâh ibni Selâm gibi sâlih kimseler bulunduğu gibi böy­le olmayan kimseler de bulunmuştur. Allâhu Teâlâ Hazretleri bu kavmi va­kit – vakit güzel ni’metler ile ve kötü  kötü hâdiseler ile imtihan buyur­muştur. Bunlar Cenâb-ı Hakk’ın birçok lûtuflarına nail olmuş, defeâtla esa­retten kurtulmuş, hâkimiyyet dâiresinde yaşamışlardır. Yine bunlar istilâ­lara, felâketlere uğrayarak birçok sıkıntılar içinde asırlarca kalmışlardır. Tâki yaptıkları fenalıklardan vazgeçsinler, Allâhu Teâlâ’nın lûtuflarını dü­şünerek utansınlar, kahrini düşünerek korksunlar ve bunun te’sîrîle Hakk’a dönsünler, inkâra, isyana nihayet vererek salâh kazansınlar.

Demek oluyor ki, insanların saadetlerinde, felâketlerinde kendi halle­rinin, hareketlerinin te’sîri var imiş. Allâhu Azîmü’ş-Şân’ın bu âlemdeki lûtfu da, kahrı da insanları uyandırmak, insanları, Hakk’a, hakîkata dön­dürmek gibi hikmetlere müstenid imiş.

Velhâsıl Kur’ân-ı Kerîm, birtefekkür   dâiresinde okunursa insanların gözleri önünde daha böyle nice binlerce hikmetler tecellî eder durur.[39]

 18- Siyer ve Târih İlmi:

Ma’lûmdur ki Kur’ân-ı Kerîm, insanların uyanmalarını, aydınlanmala­rını, Hak’dan haberdâr olmalarını te’mîn için nazil olmuştur.

Geçmiş ümmetlerin hallerine vukuf, büyüklerin hayâtlarına, birtakım esâfilin elim akıbetlerine ıttıla’ intibaha vesile olacağı cihetle Kur’ân-ı Hakîm’in ba’zı sûrelerinde bu hususlara dâir pek ibret verici beyanât vardır.

Meselâ: Kur’ân-ı Mübîn’de Enbiyâ-i İzâm’dan yirmibeş veya yirmisekiz zâtin târîhi hayâtları hakkında kâfî derecede malûmat verildiği gibi, Âd, Semûd gibi müşrik kavimlerin, Numrûd, Fir’avn gibi mülhid hükümdarla­rın zalimane yaşayışları, sergüzeştleri hakkında da ibret alınacak malû­mat verilmiştir.

Öteden beri birçok hakimler, edîbler, ahlâkî, cinâî veya siyâsî mev­zular hakkında okuyucuları üzerinde fazla bir te’sîr bırakmak için hi­kâye tarzını iltizâm etmişlerdir.

Hakîkî veya muhtel vak’aları büyüterek canlı bir halde tasvir etmek, hikâye yazanların mesleğidir.

Evet… İnsanların bilgisine ve ahlâk i’tibârîle yükselmelerine hizmet et­mek isteyen bir kısım kalem sahihleri meselâ birtakım muaşakaların kor­kunç âkibetlerini, birtakım işret âlemlerinin hayâtı mahveden fedalarını, birtakım gayr-i ahlâkî hareketlerin meş’ûm neticelerini, müessir bir suret­te göstermek için hikâye şeklinde yazıvermişlerdir.

İslâm zurefâsından ba’zı zâtlerin Mesnevi, Ma’nevî, Gülistan, Bostan, Bahâristân gibi kıymetli eserlerini hikâye tarzında ve mutasavvıfâne, edîbâne bir surette yazmaları da ruhlar üzerinde te’sîr îka’ etmek düşünce­sine müstenid bulunmuştur.

Bununla beraber birçok hikâyelerde muhavere ve muhataba yolu ihti­yar edilmektedir. Bu sayede okuyanların hâdiseleri, şahısları bizzat gör­müş gibi istifâdeleri te’mîn edilmiş, mütâlâaya olan şevkleri artırılmış olu­yor.

İşte Kur’ân-ı Hakim bu hususlarda da her türlü tasavvurların fevkında bir muvaffakiyyet göstermiştir.   .

Evet… Kur’ân-ı Mübîn, bir kısım hakîkî, pür-ibret vakaları kıssa hâ­linde, fakat pek mûciz, müfid bir tarzda beyân ederek okuyucuların huyla­rını yükseltmeye, fikirlerini açmaya, bilgilerini doğru bir surette artırma­ya yardım  etmiştir.

Bu kıssaların ba’zıları bir kısım sûrelerde birer münâsebetle ve başka-başka birer üslûb ile tekrar edilmiştir. Bu kıssaların böyle beyân buyurulmasında birçok hikmetler vardır. Ezcümle: Bu kıssalar, Resûl-i Ekrem Efendimizin Nübüvvetleri hakkında birer hüccettir. Çünkü kendileri evvel­ce meçhulü olan bu kıssalara mahzâ Vahy-i îlâhî vâsıtasîle muttali’ olmuş­tur. Bu kıssalar, Peygamber Efendimizin mübarek kalblerini tesbit ve tesliye fâidesini mutazammdır. Çünkü birkısım Enbiyâ-i İzâm’ın ümmetlerin­den gördükleri ezâ ve cefâ hikâye edilerek Resûl-i Ekrem Efendimiz’in müteellim ruhlarına teselli verilmiş ve atılmış olduğu mücâdele ve mücâdede hayâtında devamı te’min edilmiştir.

Bu kıssalar, ümmetin uyanmasını, ibret dersi almasını te’min eder.

Bu kıssalar insanların vaktîle neler yapmış, ne gibi değişiklikler geçir­miş olduğunu anlatır; birtakım eski milletlerin dinî, içtimaî hallerini haber vererek hakikati aydınlatır.

Bu kıssalar, birkısım büyük Peygamberlerin yüksek hasletleri, mücâhedeleri hakkında doğru malûmat verir; bu sayede hakikat anlaşılmış, Tevratlar, İnciller gibi muharref  kitabların haber verdikleri birtakım târihî vak’alar tashih edilmiş bulunur.

Biz burada kıssalara bir misâl olmak üzere Yûsuf Sûre-i Celîlesi’ni na­zara alacağız.

Malûm olduğu üzere bu mübarek Sûre’nin ihtiva ettiği kıssa, unvanını hâizdir. Yâ Rabbî! ne ulvî beyân, ne ibretli man­zara, ne hitmet-karîn bir kıssa!

Yûsuf aleyhi’s-selâmın târîh-i hayâtı, Tevrât’da da yazılıdır. Fakat Kur’­ân-ı Mübîn’deki beyanât başka bir ulviyyeti hâizdir.

Hazret-i Yûsuf’un ser-güzeşti, Tevrât’da mücerred bir hikâye tarzında naklolunmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de ise bu nezîh ser-güzeşt beyân olunur­ken âyetlerin aralarında veya sonlarında i’tikada, güzel amellere, ahlâka, nezâhet-i hayâta müteallik, pek fâideli, müessir cümleler ilâve buyurulmuş, beyân silsilesinin azameti, sâfiyyeti, semavî ahengi insanları âdeta gaşy edecek bir halde bulunmuştur.

Bu Sûre-i Celîle’nin verdiği ilim ve irfan dersi, ahlâkî ve içtimaî ter­biye her türlü tasavvurların fevkindedir. Biz burada bunlardan birkaçını söyle muhtasarca bir tahlil edelim:

1) Yûsuf Sûre-i Celîlesi nin evvelinde Nazm-ı Şerîfîle Kur.ân-ı Mübîn’irı Arabca  olduğu ve teakkul ve tefekkür için indirilmiş bulunduğu beyan buyuruluyor, bu suretle de Hazret-i Yûsuf hakkındaki kıssanın düşünce ile, tefekkür ile okunması lüzumuna işaret buyurulmuş oluyor.

2) Yûsuf Aleyhi’s-selâm’m daha çocuk iken tam bir safvet ve ma’sûmiyyetle muttasıf olub ileride Nübüvvet şerefine mazhar olacağı gördüğü rü’yâdan anlaşılmış, bunun zımnında da ba’zı rü’yâların Taraf-ı îlâhî’den mübeşşerâttan olduğu gösterilmiş oluyor.

3) Yûsuf Aleyhi’s-s elam’ın hakkında kardeşlerinin duyguları, bî-rahîmâne hareketleri bildirilmiş, bu suretle de insanların meftûr oldukları bir­takım ihtiraslara, hasedlere, desîlere işaret buyurulmuş oluyor.

4) Pek sevgili yavrusunun kurt pençesinde parçalandığı haberini alan Ya’kub Aleyhi’s-selâm’m i’tidâlini gâib etmeyib damen-i sabra sarıldığı, Cenâb-ı Hak’dan   yardım   istediği, Allah’ın  inayetinden  ümidini kesmediği beyân olunuyor; bu vesîle ile de musibetler ânında nasıl hareket edileceği­ne dâir basiret sahihlerine İlâhî bir ders verilmiş oluyor.

5) Hazret-i Yûsuf kardeşlerinin hıyanetine uğruyor; derin bir kuyuya atılıyor; sonra bir kervan tarafından kuyudan çıkarılarak köle olmak üze­re Mısır’a götürülüyor. Yurdundan ayrılmış, ailesinden uzak düşmüş, zahi­ren her türlü  mahrumiyetler içinde kalmış bir biçâre. Nihayet Mısır’da (Azîz-i Mısr) denilen Mâlîye Nâzırı’na satılıyor. Azîz-i Mısr, bu hüsn ü an bedîasını, bu iffet ve nezâhet timsâlini evine götürüyor; kendisini büyük bir şefkat ve mahabbetle . koruyor.

Hazret-i Yûsuf da tecellî eden hüsn-ü cemâl, melekleri bile mebhût ede­cek derecede mükemmel, henüz rüşd çağına ayak basmış, sabâvetin en şatâretli, heyecanlı bir ânında bulunuyor;  şâhâne bir saray içinde yaşıyor.

Sâhibetü’1-beyt, hüsn-ü cemâle mâlik bir nazenin, Hazret-i Yûsuf’a meftun oluyor; bu garîbü’d-diyâr, bî-kes çocuğu ni’metlere, nüvâzişlere gark etmek istiyor; o’nun güzelliğinin şa’şaası çevresinde pervane gibi do­laşarak o taravet nurundan muktebis olmak emelinde. Maksadının husûli için kâh niyazda, kâh tehdîd ve tahvîfde bulunuyor. Artık böyle bir halde kendi nezâhet-i ahlâkıyyesini muhafaza edebilecek bir genç, melekler ka­dar kudsî sayılmaz mı?

işte Sûre-i Yûsuf’un bir kısım âyetleri, beşeriyyete böyle bir kudsiyyet ve ma’sûmiyyet numunesi gösteriyor; insanların böyle bir ismet ve nezâ-hete mâlik olmaları lüzumuna işaret ediyor.

Evet… Hazret-i Yûsuf O ma’sûm çocuk, O Peygamber yavrusu; böyle âdet fevkında bir nezâhet gösteriyor. Allah’ını düşünüyor; bir nübüvvet ha­nedanına mensûbiyyetini düşünüyor; hanesinde muazzezen yaşadığı Azîz-i Mısr’in hukukunu düşünüyor; düşünüyor da bütün nefsâî temayüllere gale­be ediyor; bütün ni’metlerinin, rahatlarının elinden çıkmasına razı oluyor da, necâbeti simasında parlayan iffet ve ma’sûmiyyete ufak bir leke kon­durmaya muvafakat etmiyor; her türlü işkencelere katlanıyor da diyane­tine, vicdanına muhalif bir harekette asla bulunmuyor.

Beşeriyyet için ne ulvî bir fazilet ve nezâhet numunesi.

Halbuki beri taraftan insan görürüz ki her türlü maişet ve saadet es­babı içinde yaşadığı, temayüllerini meşru’ surette tatmine kadir bulunduğu halde hafif bir hevâ vü heves nesîminin temevvüçlerine tahammül edemez. Nâsiye-i iffetini kirletmeden, velî-ni’metine ihanet etmeden, hevesâtı uğ­runda seciyyesini, şahsiyyetini ayaklar altına almadan geridurmaz, başka­larının harîm-i ismetine tecâvüz eder, başkalarına kötü misâl olur, insan­lar  arasında iffetsizliğin, fuhşiyyâtın yayılmasına hizmet eder durur.

6) Hazret-i Yûsuf’un güzelliği cazibesine gayr-i iradî bir aşk ile, bir tehalükle kapılan bir vuslet üftâdesi, o sabâhat güneşini kendisine celb et­mek hülyasına düşüyor; olanca sevdâ-perestâne hilelere başvuruyor; şâhincesine bir pençe ile üzerine atılıyor; fakat o iffet hümâsını pençesine geçiremiyor.

Hazret-i Yûsuf kaçıyor: bu da arkasından ta’kîbediyor; kapıya doğru yarış edercesine koşuyorlar. Ma’sûm genç, ma’nevî hayâtını kurtarmak için hemen kapıya can atıyor; kendisini ta’kîb eden mağlûb-i heves bir pençe de güllerden daha nâzik olan o gencin vücûdunu örten lâtîf gömleğini arka cihetinden tutarak parçalıyor. Gömleğin böyle arka taraftan parçalanması da o muhterem gencin berâetine, ma’sûmiyyetine bir burhan teşkil etmiş oluyor.

İşte bu pek heyecanlı hâdiseyi bildiren âyetler de bizlere ma’nevî ha­yâtı, iffet ve ismeti kurtarmak, saklamak hususunda ne kadar azimkâr, ne kadar fedakâr bulunmak lüzumunu telkin etmektedir.

“Dayanmaz zûr-ı bâzûy-ı cefâya perde-i ismet

Girîbân-ı Çakî-i gül, dest-i bîdâd-ı sabâdandır”

diyenlerin iddialarına bir nakız maddesi vücûde getirmektedir. Hidâyet er­babının her türlü hücumlara, desiselere rağmen kendi iffetlerini, nezâhetlerini nasıl koruya ve kurtarabileceklerini göstermektedir. Bununla beraber ba’zı hususlarda karinelerin alâmetlerin hüküm esbabından olabileceği düs­tûruna bir işareti de mutazammın bulunmuştur.

7) Yûsuf aleyhi’s-selâm, iffet ve istikametinin mükâfatını göreceği yer­de mücâzâta uğruyor; zindana atılıyor. Fakat kendisi pür-neşve, arzu edi­len ma’siyetten berîü’s-sgha kalmış olduğu için kendisine zindan Cennet kesilmiş, Hak Teâlâ’nın kendisine ihsan etmiş olduğu bilgiden, hikmetten zin­danda bulunanları da müstefîd etmeye çalışıyor; onları Vâhid, Kahhâr olan Allah’ın birliğini tasdîka da’vet ediyor; kendilerine Hakk’ın Dîni’ni telkin ederek küfrün, isyân’ın fenalıklarını anlatıyor.

Nihayet zâtindeki fazilet ve kemâl anlaşılıyor; hükümdarın huzurunu selbeden garîb bir rü’yânın ta’bîri kendisinden isteniliyor. Bu vesile ile de zindandan çıkarılmasına karar veriliyor.

Fakat o mücessem metanet ve nezâhet, yerinden kımıldanmıyor, ne gi­bi bir sebeble zindana atılmış olduğunun evvelâ tahkik edilmesini teklif ediyor; iffet ve ma’sûmiyyetinin herkesçe anlaşılmasını istiyor. Filhakika dâmen-i ismetinin her türlü şaibelerden berî olduğu anlaşılıyor; evvelce kendisine iftirada bulunmuş olanlar, şimdi bir nedamet duygusîle hakikati i’tirâfa, o Muhterem Zât’in ma’sûmiyyetini ikrara mecbur kalıyorlar.

Bir kere düşünmeli, Hak yolunda, iffet ve istikamet yolunda bu kadar sıkıntılara katlanan, bu kadar meşakkatleri gayr-i meşru’ zevklere yüzbinlerce derece tercih eden bir insan, ne büyük bir şahsiyyeti hâizdir.

Ya senelerce zindanda kalıb da halâs müjdesi yetiştiği halde temkini­ni bozmayan, sevincine mağlûp olmayan, ma’sûmiyyetinin tahakkukunu ar­zu edib duran bir zat, ne ulvi bir ruha mâlik olan bir insandır.

İste bütün bu kemâlâtın Hazret-i Yûsuf’da mütecelli  olduğunu, Sure-i Yûsuf’un bir kısım âyetleri göstermektedir. Bu âyetler beşeriyyete rehber-i hidâyet olan zâtlerin ne mükemmel bir fıtratta yaradılmış olduklarını da bildiriyor; insanların arasında yaşayacak, insanların umurunu deruhte ede­cek zâtlerin nâs arasında iffet ve istikametle maruf olmaları lüzumuna da işaret ediyor.

8) Yûsuf aleyhi’s-selâm, ma’sûmiyyetinin zuhurundan dolayı  Cenâb-ı Hakk’a müteşekkir, nefsine asla mağrur değil,  nezâhet ve ma’sûmiyyetîle mübâhâtta bulunmuyor. Mazhar olduğu bu yüksek meziyetlerin bir İlâhî merhamet, bir Sübhânî sıyânet neticesi olduğunu i’tirâf ediyor.

Filhakika insan, maddî ve ma’nevî herhangi bir haslet ve ni’mete nail olursa bunu Hak’dan bilmeli, kendi şahsına güvenib durmamalı;

İşte Hazret-i Yûsuf’un bu tarz-ı hareketini nâtık olan, Âyet-i Celîlesi bizlere böyle bir hikmet dersi vermektedir.

9) Yûsuf aleyhi’s-selâmın artık çilesi dolmuş,  şimdiye kadar göregeldiği zahmetler, üzüntüler nihayet bulmuş, fazilet ve nezâhetin dünyevî mü­kâfatını göreceği zaman gelmişti.

Mısır hükümdarı kendisini sarayına da’vet ediyor diyerek, o mücessem kemâlâtı büyük bir mevki’de bulundurmak istiyor. Hazret-i Yûsuf da insaniyete güzel hizmetlerde bulunmak için bu teklifi ka­bul ediyor; devletin hazînelerini muhafazaya, milletin mallarında güzelce tasarrufa muktedir olduğunu söylüyor; ve Mâliye Nezâreti makamında bu­lunan mühim bir vazifeyi deruhte ediyor.

Bu, ismet ve faziletin dünyevî mükâfatı Âhiret’de mazhar olacağı mü­kâfatlar ise gayr-i mütenâhî!

İşte bu cihetleri gösteren âyât-ı celîlede bizlere fazilet ve istikametin dünyâda da ukbâda da mükâfatsız kalmayacağını bildiriyor; her işi ehline tevdî’ etmenin lüzumunu gösteriyor; bir işe teayyün eden, halkın siyâsetine, âmmenin menfaatlerine, haklarını ikameye hizmet edeceğini bilen bir zâtın o işi deruhde ederek insâniyyete hizmet etmesi i’câbdeceğini işrâb buyuruyor,

10) Yûsuf aleyhi’s-selâm, memleketin iktisadî işlerini pek güzel idare ve. tenmiye ediyor; eski zamanlarda eksik olmayan kıtlık seneleri yüz gös­teriyor; her taraftan birçok yoksullar Mısır’a gelerek zahire alıyorlar. Ni­hayet Ken’ân ilinden bir kafile de Mısır’a gelerek Hazret-i Yûsuf’un lûtfuna nail oluyorlar. Bu kafile halkı kimlerdir bilir misiniz? Tamam Hazret-i Yûsuf’un hayâtına kasd etmiş olan kardeşleri! îşte intikam zamanı; bun­ları zincirlere vurmalı; zindanlara atmalı; yaptıkları kötülüğün acı âkibetini kendilerine göstermeli! Hissiyatına mağlûb olan bir insan böyle düşü­nür değil mi? Fakat Hazret-i Yûsuf’un büyüklüğü böyle bir harekete razı olur mu? O bilâkis beşeriyyetîn ruhunu tenşît edecek bir lâtife numunesi gösteriyor; sonra kendisini kardeşlerine bildirerek diye hep­sini affediyor; kendilerini bütün âilelerîle beraber Mısır’a celb ederek hak­larında pek çok lûtuflarda bulunuyor. Ya’kub aleyhi’s-selâm da sabrının bir mükâfatı olarak pek sevgili kıymetli oğluna kavuşmuş oluyor.

Ne büyük afv ü safh! Ne muazzam lûtf-u kerem!

İşte bunları bize bildiren bir kısım mübarek âyetler, de bizlere iktisâdi, idâri, ahlâkî birçok hakikatleri ifhâm etmekte bulunmuştur.

Evet… Bu yüksek âyetler umûmî servetin güzel bir tarzda muhafaza edilmesi lüzumunu bildiriyor; halktan ağır ağır vergiler, cezalar almak sûretîle değil, halkın ihtiyâçlarını tehvîn edecek çareleri bulmak sûretîle dev­let hazînesini doldurmak yolunu gösteriyor. Fenalığa karşı fenalıkla değil, belki iyilikle mukabele edilmesinin insanlık şiarı olduğunu anlatıyor. Mazlûm, mağdur olanların, sabredenlerin nihayet muzaffer, muvaffak olacaklarını, zulme, i’tisâfa cüret edenlerin de âkibet mahcûb bir hâle gelerek zulüm-dîdelerine karşı: demek izdırârında kalacaklarını anlatmış oluyor.

Velhâsıl Yûsuf Sûre-i Celîlesi’nin âyetleri i’tikada, fıkha, ahlâka, fktisâ-ia, siyâsete ve şâir mühim mevzu’lara dâir nice hakikatleri, hikmetleri muhtevîdir. Bizim bu muhtasar eserimizde bunları göstermeye imkân yoktur. Ancak şunu da arz edelim ki: Kur’ân-ı Azîm’deki kıssalar birer mahz-ı ha­kikattir, akıl ve zekâ sahihleri için birer ibrettir; mü’minler için birer hü-dâ, birer rahmettir. Nitekim bu hakikati, yine bu Sûre-i Ceîile’nin şu son âyet-i nâtık bulunmaktadır:[40]

19 – İçtimâi İlim:

Ma’lûm olduğu üzere içtimaî hey’etleri idare eden, milletlerin yüksel­melerini te’mîne yarayan kanunlardan, esaslardan bahseden ilme (îçtimâiyyât) veya (îlm-i içtimaî) adı verilmektedir.

İçtimâî hâdiselerin başlıcaları: Aileler, ırklar, kabileler, diller, dinler, haklar, örfler, âdetler, iktisâdi mes’eleler, kazanç yolları, edebler, huylar, siyâsî teşekküller, muharebeler, muhaceretler, inkılâblar, yükselmeler, al­çalmalar ve sâireden ibarettir. Binâen-aleyh bütün bu muhtelif hâdiseler­den bahseden rnüteaddid ilimler ile İçtimâi îlm’in alâkası vardır. Bunun­la beraber, İçtimaî îlm’in bugün yalnız Hukuk gibi, İktisad gibi başlıca şu’beleri tekemmül etmiş, diğer şu’beleri henüz ibtidâî bir halde kalmış sayıl­maktadır.

İşte Kur’ân-ı Azîm’in birçok âyetleri bu içtimaî mevzu’lara da pek mü­kemmel bir tarzda temas etmekte, bunları mahzâ insanlık âleminin uyan­ması, yükselmesi, ebedî bir bahtiyarlığa erebilmesi için beyan buyur­maktadır.

Şimdi bu hâdiseleri birer misâl ile ta’kîb edelim:

1-Büyük Yaradan’ımızın insanları bir zâtden yaratdığını ve ondan eşini vücûde getirmiş olduğunu ve bu iki şahsiyyetin birleşmesinden ilk aile ha­yâtının başlamış bulunduğunu haber veriyor, sonra birçok erkeklerin, dişilerin türeyib yeryüzüne yayılmış olduklarını beyan buyuruyor; aile hak­larına, akraba haklarına riâyet edilmesi lüzumuna da işarette bulunmuş oluyor.

2-Âyet-i Kerîmesi de Allâhu Teâlâ’nın insanları bir erkek ile bir dişiden ya­ratmış  ve  birbirini  tanıyıb bilmeleri   için kendilerini şu’belere, kabilelere ayırmış olduğunu bildiriyor; bu ihtilâfın mücâdelelere muharebelere de­ğil, muarefelere, tanışmalara vesile olmak üzere vücûde getirilmiş oldu­ğunu ve insanların biribirine tefevvuku soyları, oymakları i’tibârîle değil, Hak’dan  korunmaları  derecesîle mütenâsib  bulunduğunu ihtar  buyuruyor.

3-Ayeti Celîleside insanlara mahsûs muhtelif lisânların, lügatlerin, mütenevvi’ renklerin, simaların birer kudret âyeti olduğunu bildiriyor. Bunlarda bilgili kimseler için Hakk’ın varlığına delâlet eder bir nice alâmetler bulunduğunu göste­riyor; dillerin, renklerin bu tenevvu’u insanların arasında birer imtiyaz vesilesi değil, birer kudret nişanesi bulunduğuna işaret ediyor; lisanların kıymetine, tahsiline işaret ve irşâd hikmetini de mutazammın bulunuyor.

4-Ayeti kerimesi de insanların ilk hilkat devrelerinde bir millet hâlinde yaşayıb fıtratları muktezâsınca hareket ederken kendilerine bir ilâhî fazl u ihsan olarak birçok mübeşşir ve münzir peygamberlerin semavî kitablar ile gönderildiğini bil­diriyor, bu sayede beşeriyyetin hak ve hakikatten haberdâr edildiğini ve buna rağmen birçok insanların peygamberlere muhalefet ederek çıkmaz yol­lara saptıklarını; uydurma dinler, mezhebler vücûde getirmiş olduklarını haber veriyor.

Filhakika Hak Teâlâ Hazretleri, kendi nezdinde makbul olan dîni vakit-vakit peygamberler vâsıtasîle insanlara bildirmiş, fakat birçok insanlar, bu ilâhî dîni bozarak muharref dinlere uymuşlar, yine birçok insanlar da mücerred kendi kuruntularının, cehaletlerinin mahsûlü olan bâtıl dinlere uyub gitmişlerdir. Nihayet Hak Teâlâ Hazretleri Nazm-ı Kur’ânîsi ile İlâhî Dîn’in îslâmiyyet’den ibaret olduğunu bütün âleme i’lân buyurmuştur

5-gibi bir kısım mübarek âyetlerde beşeriyyet muhitinde en âdilâne bir hukuk müessesesi vücûde getirmiş, gerek ferdlerin ve gerek cem’iyyetlerin haklarına dâir en tabîî, en metîn ve her za­man tatbiki kabil düstûrları vaz’etmiş, insanların nezîh, fevzâvî hallerden bir halde yaşamalarını te’mîn edecek esasları tesbît eylemiştir.

Bu mukaddes âyetlerin muktezâsınca bütün emânetler ehillerine veri­lecek, bütün hükümler bir adalet dâiresinde cereyan edecek, hiçbir şahsın mallarına haksız yere el uzatılamayacak, bu mallardan ancak iki tarafın rızâsîle yapılan ticâret gibi meşru’ bir muamele ile istifâde edilebilecektir.

Bütün bunlar, hukuka riâyetin lüzumunu en kudsal bir tarzda ifâde et­mektedir.

6 – Âyet-i Kerîmeside meşru, ma’kul örflere, âdetlere kıymet  veriyor, bunlara riâyetin lüzu­munu ihtar ediyor.

Filhakika Kur’ân-ı Kerîm’in yüksek beyanlarına nazaran güzel, fâideli örfler, âdetler memdûhtur; imtisâle lâyıktır. Bil’akis çirkin, muzir, câhilâne örfler de, âdetler de mezmûmdur; bunlara riâyet edilmesi beşeriyyet için bir nakîsadır. Meselâ: İbrahim aleyhi’s-selâm gibi yüksek zâtlerin âdetleri, hareket tarzları bütün beşeriyyet için bir Üsve-i Hasene’dir, bir İmtisal Nümûnesi’dir. Bil’akis Fir’avn gibi, Kaarûn gibi bedbaht şahısların âdetleri, an’aneleri de birer Üsve-i Seyyie’dir, kaçınılması lâzımgelen birer dalâlet nümûnesi’dir.

7-Âyet-i Celîlesi de insanları maddî ve ma’nevî kazanç yollarına teşvîk etmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm’in beyânına nazaran meşru surette yapılan bir ticâret memdûhtur. Allâhu Teâlâ’nın öyle temiz, metin kulları vardır ki onları ti­câret ile uğraşmak, zikru’llâh’dan gafil bırakmaz, onlar hem ticâretlerini yaparlar, hem de zikr ile, fikr ile kalblerini aydınlatırlar; çalışırlar.

Kur’ân-ı Mübîn’in nazarında zirâat pek memdûhtur. Her sene yeryüzünün ekinler ile bezenmesi, yeryüzünün yeni bir hayat bulması, bir uhrevî hayat nümûnesidir; insanların öldükten sonra kudret-i İlâhiyye ile yeniden dirilebileceklerine açık bir delildir.

Kur’ân-ı Kerîm’ in işaretlerine nazaran birtakım san’atlerin de büyük kıymetleri vardır. Hazret- i  Nuh’ un gemi yaptığını,  Hazret-i Davud’un sa­vaşlarda giyilmek üzere zırh yaptığını Ayetleri bildirmektedir.

Velhâsıl Kur’ân-ı Kerîm, iktisadî esasları da pek güzel muhtevidir. Bir­çok âyetlerinde insanların müreffeh bir halde yaşayabilmeleri için yaratıl­mış olan münbit topraklardan, çeşit-çeşit, renk-renk nebatlardan, engin denizlerden çıkarılacak gıda ve ziynet maddelerinden, nakil vâsıtalarından ve bilhassa dalgaları yararak yoluna devam eden gemilerden bildiğimiz ve bil­mediğimiz daha nice ilâhî ni’metlerden bahsediyor. Ezcümle Âyet-i Kerîmesi beşeriyyet hakkındaki ilâhî atıfetin ne kadar büyük olduğunu göstermeye kâfidir.

8-Âyet-i Celîlesi de âdabın, ahlâkın en önem­li esaslarını muhtevidir. İnsanlara en nezîh bir terbiye vermekte, insanla­ra en- mükemmel ahlâk yollarını göstermektedir.

Kur’ân-ı Kerîm’in daha birçok âyetleri mukaddesata anaya-babaya, ak­rabaya, insanlara karşı olan vazifelerimizi bize öğretmekte, ferdî ve içti­maî âdabın, muaşeret usûlünün nelerden ibaret olduğunu bildirmektedir. Ezcümle Lokman ve Hucurât Sûrelerindeki bir kısım mübarek âyetler, âda­ba, ahlâka dâir birçok tâlîmâtı, ihtarları muhtevi bulunmaktadır.

Kur’ân-ı Mübîn’in bu ulvî beyanlarına tamâmîle riâyet edecek bir içti­maî hey’et, şüphe yok ki meleklerin bile gıbta edecekleri derecelerde yük­sek bir nezâhete, bir tesânüd ve samîmiyyete nail olur.

9-Âyet-i Celîlesi de târihin ibret verici sahîfelerine gözleri celb ediyor, bir nice siyâsî teşekküllerin, içtimâi varlıkların ne acı hallere tutulmuş oldu­ğuna işarette bulunuyor. Nitekim diğer birçok âyetlerde Âd, Semûd kavim­leri gibi bir nice kuvvetli milletlerin yeryüzünde bir zaman birer satvet ve ihtişam ile yaşayıb bil’âhare kötü amellerinin cezalarına kavuştuklarını, yurdlannm pek ağır felâketlere uğradığını haber vermektedir. Bu hususta­ki çyât-t celîleden bazıları şu mealdedir: “Bunlar karyelere âid haberlerdir.Bunları sana hikâye ediyoruz. O karyelerden ba’züarı henüz mevcûddur; ba’zıları da biçilmiş ekinler gibi bitib gitmiştir. Biz onlara zulmetmedik; fakat onlar kendi nefislerine zulmettiler. Rabbının râdesi tecellî edince onlara Al lâh’dan başka tapındıkları ma.’budları asla br fâide vermedi. Ziyanlarını artırmadan başka birşey’e yaramadı. İşte Rabbın, zâlim olan elleri böyle ya­kalar. Şüphe yok ki, O’nun yakalaması elimdir, şedîddir.”

 Âyeti Celîlesi de Yemen’dekieski (Sebe*) bel­desi ahâlîsinin vaktîle ne kadar ni’metlere nail bulunmuş olduklarını, fakat bu ni’metlerin şükrünü yerine getirmedikleri için bil’âhare ne büyük belâla­ra uğradıklarını tasvir etmektedir.

Birçok âyetlerde Benî-îsrâil ile Âmâlika gibi eski kavimlerin araların­daki muharebeleri ve bilhassa Ashâb-ı Kirâm’ın müşrikler ile, Romalılar ile, Yahudiler ile yaptıkları gazveleri hikâye ederek kavimler hakkındaki kazâ-i ilâhînin vakit-vakit nasıl zuhur etmekte olduğunu göstermektedir.

 Âyet-i Kerîmesi de gösteriyor ki: Her ümmet, kendi ameli­ne göre mükâfat veya mücâzât görecek, kendisi için târîh sahîfelerinde ya güzel veya çirkin bir ad bırakacaktır.

Velhâsıl; Kur’ân-ı Mübîn, îçtimâiyyât mevzuunu teşkil eden hâdiseleri de kendisine hâs bir sarahatle, kendisinin istihdaf ettiği kudsî gayelere mü­teveccih bir ulviyyetle muhtevi bulunmaktadır.

İşte Kur’ân-ı Azîmü’ş-Şân, yukarıdan beri yazdığımız bu ilimleri ve bun­ların nice emsalini bir i’câz dâiresinde sarahaten veya işâreten muhtevi­dir. Bir müfessir için yazacağı tefsirde bunları mümkün mertebe nazara al­mak bir vazifedir. Nitekim ileride de izah olunacaktır.[41]

Dipnotlar

[16] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/46.

[17] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/46-47.

[18] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/47.

[19] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/47-48.

[20] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/48-49.

[21] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/49.

[22] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/50-53.

[23] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/53-56.

[24] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/56.

[25] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/56-57.

[26] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/57-58.

[27] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/58-61.

[28] Tevriye; karîb ve baid iki ma’nâsı olan bir lâfzı îrâd odib karîb ma’nâsı îhâm edildiği halde baîd ma’nâsını kasdeylemektir

[29] İltifat; bir nükteye mebnî tekellümden, hitâbdan,  veya gaybetten diğerine kelâmı nakletmektir.  Meselâ o derken beni demeye başlamak gibi.

[30] Tıbâk; “bir kelimede ağlamak – gülmek, ölmek – dirilmek gibi iki mütezâd lâfzı cem’   etmektir.

[31] Tashîf;   iki kelimedeki harflerin noktalarca  ihtilâfıdır.

[32] Cinâs-ı  muharref;  kelimelerdeki harflerin hareke   i’tibârîle  ihtilâfıdır.

[33] Nezâhet; bir şahıs hakkındaki hicânın fuhuş lâfızlarından hâlî olmasıdır. Bir hâlde ki genç bir kız bile onu başkaları yanında hiçbir hicâb duymaksızın oku­yabilir.

[34] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/61-64.

[35] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/64-69.

[36] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/69.

[37] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/69-72.

[38] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/72-79.

[39] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/79-84.

[40] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/84-91.

[41] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/91-95.

Kaynak: Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Risâle-i Nur’da Ramazan Bayramı Bahisleri

RİSALE-İ NUR’DA RAMAZAN BAYRAMI BAHİSLERİ 28. Lema 10. Nükte Nev-i beşerin ağlanacak gülmelerine, endişe-i istikbal …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Barış Pınarı Harekatı

9 Ekim’de Cumhurbaşkanımız Sn. Erdoğan’ın Twitter hesabından yaptığı, "Türk Silahlı Kuvvetleri'miz Suriye Milli Ordusu'yla birlikte …

Kapat