Ana Sayfa / RİSALE-İ NUR & BEDİÜZZAMAN / Nurdan Hatıralar / “Kur’ân’a doğru bakıyor ve söylüyordu. Söylüyor, söylüyor, söylüyor…”

“Kur’ân’a doğru bakıyor ve söylüyordu. Söylüyor, söylüyor, söylüyor…”

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Vahyeddin Küfrevi Ağabeyimiz, 1943’de Patnos’un Demirören Köyünde dünyaya gelmiştir. Aslı Bitlis ve Siirt’e dayanır. 1976 senesinden bu tarafa Antalya’da ikamet etmektedir. Hayatı, anlattığı hatıraların içinde vardır. Kendisi, Üstadımızın, “en son dersimi aldığım” dediği Mehmet Küfrevî Hazretlerinin torununun oğludur. Bu sebeble Önce Muhammed Küfrevî Hazretleri hakkında bilgi sahibi olmak gerekiyor, ta ki hatıralar daha iyi anlaşılabilsin.(…)

Şeyh Mehmed Küfrevî Hazretleri (RH)

Vahyeddin Küfrevî’nin büyük dedesi, Şeyh Mehmed Küfrevî Hazretleri: l775’te Siirt ilinin Küfre Köyünde dünyaya gelir. Sonradan Küfre’den Bitlis’e gelerek Kızılmescit Mahallesine yerleşir. Şeyh Mehmed Küfrevi; kemâlat, fazilet ve ilme olan derin vukûfiyeti ile çevresinde tanınmıştır. Bir zaman sonra şöhreti bütün Osmanlı ülkesine yayılır. Öyle ki; 1898 yılında, yüz yirmi üç yaşlarında iken vefat ettiğinde, türbesinin yapımı işleriyle Sultan Abdülhamit Han bizzat ilgilenir. Kızıl Mescit Mahallesinde bulunan türbesinin planı Sultanın emriyle İtalyan Mimar Anberto’ya çizdirilmiştir.

Risale-i Nurlarda Küfrevî Hazretlerinin ismi geçmektedir. Okununca anlaşılacağı gibi Bediüzzaman Hazretlerinin Muhammed Küfrevî Hazretleriyle mânevî râbıtası hep devam etmiştir. Bediüzzaman Barla Lâhikası’ndaki Hulûsi Bey’e yazdığı bir mektubunda: “Silsile-i ilmiyede bana en son ve en mübarek dersi veren ve haddimden çok ziyade şefkatini gösteren, Hazret-i Şeyh Muhammedü’l-Küfrevî’nin (K.S.) hulefâsından Alvarlı Hoca Muhammed Efendiye ve ihvanlarına çok selâm ve arz-ı hürmet ederim…” (Barla L. 286) şeklinde gençlik ve talebelik yıllarında son dersini Muhammed Küfrevî Hazretlerinden aldığını bahsetmektedir.

Üstadımızın son hocası Küfrevî Hazretlerinin ismi, Tarihçe-i Hayat’ta da şu şekilde geçmektedir:

“Bir gün Bitlis meşâyihinden Şeyh Mehmed Küfrevî Hazretlerinin kendilerine beddua ettiğini birisi yalandan söyler. Bunun üzerine müşarünileyhi ziyarete gider. Şeyh Hazretleri, Molla Said’e iltifat eder, teberrüken bir ders verir. İşte Molla Said’in en son aldığı ders bu olmuştur.

Bir gece Molla Said, rüyasında Şeyh Mehmed Küfrevi Hazretlerini görür. Kendisine hitaben:

– Molla Said; gel beni ziyaret et, gideceğim demesi üzerine hemen gider; ziyaret eder. Ve şeyhin uçup gittiğini görünce, uyanır. Saate bakar, saat gecenin yedisidir. Tekrar yatar. Sabahleyin Şeyhin hanesinden matem seslerinin yükseldiğini işitir, oraya gider ve Şeyh Hazretlerinin gece saat yedide vefat ettiğini haber alır. (İnna lillahi ve inna ileyhi raciun. Rahmetullahi aleyhi. Âmin.) Mahzun olarak geriye döner.

Molla Said Şarkın büyük ulemâ ve meşâyihinden olan Seyyid Nur Mehmed, Şeyh Abdurrahman-ı Tâğî, Şeyh Fehim ve Şeyh Mehmed Küfrevî gibi zevat-ı âliyenin herbirisinden ilm-i irfan hususunda ayrı ayrı derslere nail olduğundan, onları fevkalâde severdi.” (Tarihçe-i Hayat 46)

Ömer ÖZCAN

VAHYEDDİN KÜFREVÎ ANLATIYOR

İcazet-i ilmiyemi, amcam Kasım Küfrevi Hazretlerinden aldım

1943’de Patnos’un Demirören Köyünde dünyaya gelmişim. Sekiz dokuz yaşlarında iken merhum pederim Şeyh Abdullah beni Kızılkaya Köyü’nün İmamına götürüp teslim etti. O zamanlarda mektep olmadığı için, hocaların yanında Arapça ve Kur’ân eğitimi görülüyordu. Ben de ilk Arapça ve Kur’ân derslerimi oradan aldım. O Kızılkaya’da üç sene eğitim gördükten sonra, başka köylere ve hocalara da gittim. Daha çok ilim ve irfan sahibi olan Molla Zahir gibi meşhur âlimlerden de bir iki sene daha okudum. Daha sonra Molla Abdülbaki Hocamın yanında okudum. Halen hayattadır ve doksan yaşlarındadır. En son, Amcam Kasım Küfrevî Hazretlerinin yanında icazet-i ilmiyemi aldım. Allah Rahmet etsin 1992’de vefat etti. On iki ilim denilen; hadis, hakaik, mantık, münazara… gibi bedi ilimlerimi onun yanında okudum.

Sonra dört beş sene kadar köylerde imamlık yaptım. Kırk Elli talebem oldu. Ders veriyordum. Fakat bizim memlekette köylerde hocalara zekât, fitre ve sadaka bağladıkları için… Bu benim hoşuma gitmedi, bunları ilme layık görmedim. Bir âlimin, başkasına elini uzatıp; sadakasına, fitresine, zekâtına elini uzatıp yemesi hoşuma gitmiyordu. Bunun için ben de ticarete başladım. Sekiz on sene içerisinde de iyi bir yere geldim. Sonra Patnos’tan Antalya’ya geldim. Otuz bir senedir Antalya’dayız. Bizim çocuklarla beraber kuyumculukla, fırıncılıkla meşgulüm. Emekli olarak kitaplarımla ve Risale-i Nurlarla, onun talebeleriyle beraber meşgulüm. Allah bizi onlardan birisi eylesin. Kardeşlerimizle görüşüyoruz, sohbetler ediyoruz.

(…)

Isparta, Afyon, Emirdağ… Üstadı arıyoruz

Ben, Hocam ve Abdülbaki Kardeş üçümüz Isparta’ya gitmek için, Babya (yeni adı Andaç) Köyünden Patnos’a hareket ettik. Bir Austin araba bulduk. Onu Karadenizliler kullanıyordu. Doğru Bitlis’e.. oradan Diyarbakır’a geçtik.

Diyarbakır’da Abdullah’ın teyzesi vardı. Bir de Yüzbaşı Mehmet Kayalar vardı. Emekli olmuş veya çıkarılmış… Üstadın eserlerini Diyarbakır’da okuyor dediler. Gidelim bir ziyaret edelim dedik. Gittik. Üç dört katlı bir bina. Kendisi en üst katta kalıyordu. Diğer katlar ise dersane. Gelen gidenler oluyordu. O gün de Allah’ın hikmeti babası vefat etmiş. İki üç saat önce defnetmişler. Taziyeye gelenler vardı. Biz de taziye ettik. Kendisine: “Biz üstada ziyarete gidiyoruz” dedik. “Üstada selamlarımı söyleyin, ellerinden öpüyorum. Ben de ziyaret etmek istiyordum, fakat peder hasta idi, vefat etti. Zamanım olursa ben de ziyaret etmek istiyorum” dedi. Bize bir iki tane küçük kitaplardan verdi.

Biz kalktık. Diyarbakır’dan Adana’ya, oradan Konya’ya, sonra Ispartaya geldik. Üstadı ilk defa görecektik. Üstadın vefatından iki üç ay öncesiydi. Ben 17 yaşlarındayım. Akşam vakti idi. Bir otele yerleştik. O kadar soğuk vardı ki; inanın bizim memlekette o kadar soğuk yoktu. Sabahleyin kalktık, korka korka gidiyoruz. Yasak ya… Üstadı birisine sormamız lazımdı. Çünkü yerini bilmiyoruz. Sakallı bir hocaya sorduk. “Bunu çorapçı Mehmed Ağa vardır, ona sorun” dedi. Yerini tarif etti. Ona gittik, nurlu bir kardeşti.

Görünüşümüz bir acaip: Benim başımda bir fotör, bir de kıravat. Hocanın başında da bir kasket vardı. Öteki adamın başı açık, bıyıklan var. Benim de siyah bıyıklarım vardı. Kendime güzel bakıyordum. Ama görünüşümüz bir acaip… Adam bize baktı şaşırdı: “Ne istiyorsunuz?” dedi. Dedim, “biz Ağrı’dan geliyoruz. Allah için Bediüzzaman Hazretlerini ziyaret etmek istiyoruz. Nerdedir senden soruyoruz. Bak işte nüfuslarımız inanmazsan bak…” Adamı ikna ettik. “Üstadı ancak Afyon’da görebilirsiniz” dedi. İnanmadık baştan, ama başka çaremiz de yoktu. “Orada kime gideceğiz?” dedik. “Orada Hüseyin Selekler var, manifaturacı. O biliyor size yardım eder” dedi.

Bir arabaya bindik doğru Afyon. Akşam üzeri dükkanına vardık. Kısa boylu nur yüzlü genç bir insandı. “Buyurun kardeşlerim” dedi. “Valla Üstadı ziyarete geldik” dedik. Bize şöyle baktı baktı; “valla Üstad burada yok” dedi. Bu bizi beğenmedi herhalde diye bir daha ısrar ettik. Yemin etti. “Üstad Emirdağ’dadır” dedi. İşin içinden çıkamıyorduk. Parayı da bitireceğiz diye korkuyoruz.

Neyse sabahleyin Emirdağ’ına gittik. Sorduk birisine. “Üstad, şehrin merkezinde, dükkânların üzerinde evi vardır. Ona bir oda vermişler. Karakolun nezaretinde daima rasat ediyorlar” dedi. Biz gittik kapıyı çaldık. Birisi çıktı, “buyrun” dedi. “Biz Ağrı’dan geliyoruz, Üstadı ziyarete geldik” dedik. Dedi: “Üstad şu anda yok.” Kendi kendimize acaipleştik birden. “Nerdedir?” dedik. “Üstad şu yoldan dağa doğru gitti arabayla. Bir iki sat sonra gelebilir” dedi. Biz de gittik; karnımızı doyurduk, namazlarımızı kılıp biraz istirahat ettik.

Bir noktaya doğru bakıyor ve söylüyordu. Talebeler de yazıyorlardı

Öğleden sonra saat iki gibiydi. Bir baktık ki bir kalabalık var. Millet bir taraflara koşuyor. Biz de koştuk, nedir diye. “Bediüzzaman geliyor onun için koşuyorlar. Başka zaman ziyaretine, içeriye almıyor. O an kim ne kadar ziyaret edebilirse.. Neyse biz koştuk. Benim hocam biraz güçlü kuvvetliydi, öteki de öyle. Fakat bende biraz çocukluk vardı. Onlar gittiler, ben arkada kaldım biraz, sonra buluştuk. Baktım; talebeleri üstadı kollarında zoraki kalabalığın içinden alıp götürdüler, içeri koydular. Sonra hocam kalabalığın içinden çıkageldi, elini sakalına attı ve sıvazladı, öteki de öyle: “Allah’a şükür Üstadın elini öptük ziyaret ettik” dediler. Bu kelimeyi onlardan işitince birden benim gözlerimden yaşlar akmaya başladı. Onlara bağırdım dedim ki: “Yahu biz, Ağrı’dan, Diyarbakır’dan, Adana’dan, iki üç günlük yoldan geldik. Eğer Üstad bizi çağırmazsa, yanına oturtmazsa, elini öptürtmezse, dua etmezse… Eğer ziyaret bu şekilde ise, ben bu ziyareti kabül etmiyorum ve gidiyorum” dedim. Ve sırtımı çevirdim onlara. İnanın ki on dakika geçmedi, kalabalık da biraz dağılmıştı.

Bir baktım, Üstadın evinden birisi çıktı geldi, seslendi: “Ağrı’dan gelenler kimlerdir, gelsinler; Üstad çağırıyor onları” dedi. Biz döndük onunla beraber bahçe duvarından içeri girdik. Evin uzun bir dehlizi vardı. Bizi aldı içeriye soktu. Bir anda o talebe döndü, bize baktı. “Valla, Yalnız Üstadın, bu şapka işleri hoşuna gitmiyor” dedi. “Ne yapalım?” dedik. Orada kesilmiş odunlar vardı. Üstüne koydum, yere düştü. Yuvarlak, sert bir fotördü. Yuvarlandı, gitti gitti, orada biraz su birikintisi vardı, girdi suyun içine. Dedim: “Söz veriyorum, bir daha seni üzerime almayacağım.”

İçeriye girdik. Baktık Üstad bir karyolanın üstünde duruyor. Altta bir Van kilimi gibi bir şey serilmiş. Başka da bir şey yoktu. Karyolanın etrafında 4-5 talebe vardı. Ellerinde kâğıt kalem; Üstad bir şeyler söylüyor, onlar yazıyordu. Biz girdik, selam verdik. Başladık ellerini öpmeye. Ama eli bir geçti mi elimize… Mesela elli sefer; “cup, cup, cup” bırakmıyoruz, yüzümüze sürüyoruz… Üstad bize: “Çok zahmet ettiniz, kitapları okusaydınız. Allah sizden razı olsun. Sizi dünya ve âhiret kardeşi kabül ettim” diyordu.

Üstadın etrafındaki talebeler -bilmiyorum şu anda hangileri idi- müdafaalar yazıyorlardı. Üstadın tam karşısında Kur’ân-ı Kerîm asılıydı. Sağına soluna baktım, başka hiç bir kitap yok. Elinde de bir şey yoktu. Üstad, sanki karşısında bir sinema var gibi, tam bir noktaya, Kur’ân’a doğru bakıyor ve söylüyordu. Söylüyor, söylüyor, söylüyor… Bir an gözleri kapanıyor, duruyordu. Yirmi otuz saniye, bazen bir dakika kadar sonra bir daha gözlerini açıyor, bir daha söylüyordu. Yarım saat kadar üstadı böyle seyrettik. Fakat bir şey konuşamıyorduk.

Müdafaayı bitirdikten sonra dönüp bize baktı. Bize: “Çok zahmet ettiniz, kitapları okusaydınız. Ne varsa Risale-i Nurlarda vardır. Bende bir şey yoktur, işte gördünüz. Âcizane bende bir şey yok. Yalnız gelmek isteyenlere de söyleyin, zahmet edip gelmesinler. Kitapları okusunlar, onları kardeş olarak, talebe kabül edeceğim” dedi tekrar. Biz de; “Söyleriz kurban” dedik. Elini tekrar aldık. Öptük.. öptük.. öptük.. Üstad yanındaki talebelere: “Kalkın, kardeşlerimizi yolcu edin, gönderin” dedi.

Sivil polisler ve karakol

Üstadın yanından çıktık. Talebelerden birisi de bizimle geldi. Konya’ya araba bulacak, bizi gönderecek. 20-30 mette uzaklaştık.. Baktım iki tane sivil polis, bize doğru geldiler. Kimliklerini gösterdiler. “karakola kadar teşrif edeceksiniz” dediler. “Biz ne yapmışız?” dedik. “Kime geldiniz? Nereden geldiniz? Niye geldiniz? ifade vereceksiniz” dediler. Bizi aldılar götürdüler karakola. Talebe orada kaldı. Hocamda bir defter vardı. Memlekette hocalık yapanlara zekat, fitre veriyorlardı ya.. İşte onların yazıldığı bir defter. Diyelim bir köyde kırk elli hane vardır. “Ali oğlu veli şu kadar zekât…” gibi yazılıdır. “Bu nedir?” dedi polis. “Efendim bizim köyümüzün cami derneği vardır. Bu, camilerimize verilen yardımlardır. Ben köy imamıyım. “Yok efendim, böyle değil. Sen bu paraları toplamışsın, getirmişsin, Bediüzzaman’a vermişsin. Daha başka bir izahı var mı bunun? Biz seni bu şekilde mahkemeye göndereceğiz” dedi polis ve ifadesini aldıktan sonra defteri kendisine verdiler.. Baktım hocam böyle titriyor. Onu orada epeyce rahatsız ettiler. Defteri aldılar.

Sonra sıra bana geldi. Benim de üzerimi araştırdılar. Talebeliğime ait bir defter buldular. İçinde gençliğe ait Arapça şiirler ve hikâyeler ve bazı notlarım vardı. Defterde yazılı olan Diyarbakırlı Şeyh Ahmed-i Hani’ye ait mühim bir şiir vardı. Rütbece büyük, manen küçük o şahsa ait idi. Ve o şahsı tamamıyla izah ediyordu. Karakolun Baş Komiseri çok yaşlı ve eskimez yazıyı bilen bir şahıstı. Defterimizde gördüğü her notu ya okuyor, kendisi mana ediyor. Veyahut okuyor, bize mana ettiriyordu. Defteri baştan sonuna kadar yaprak yaprak, çevirip okumaya devam etti.. Allah’ın bir inayeti idi ki, sıra o şiire gelince, iki yaprağı birden çeviriverdi, sanki manen o iki yaprak bir elle birbirlerine yapıştırılıp, bir yaprak olmuştu. Bu şekilde araştırmalar bitti, defterimi bana verdiler. Baktım hocam arkada, çok üzüntülü ve mahzundu. İşte o anda Vanlı bir polis geldi. Bize: “Yahu ne var bunda? Hocayı ziyarete geldik. Borcum, alacağım vardı defter tuttum deyin…” dedi. O şekilde bizi serbest bıraktılar. Neyse karakolda üç, üçbuçuk saat kadar kalmıştık.

Karakoldan çıkıp aşağı doğru gelirken, baktık bir tane talebe orada bekliyor. Ceylan olabilir, tam hatırlayamıyorum. Bizi görür görmez: “Gelin, Üstad sizi çağırıyor” dedi. Bize böyle deyince, koşa koşa adımlarla bir daha üstadımızın yanına ziyarete gittik. Sanki hiçbir şey olmamıştı.

Kardeşim! Bana çok bakma, hasta olurum

Geldik Üstadımızın yanına. Oturduk, elini öptürdü bize, kaç sefer hem de. Üstad o zaman: “Kardeşlerim sizi çok mu rahatsız ettiler? Üzülmeyin. Siz buraya Allah ve İslâmiyet için gelmişsiniz. Her şey Risalelerde var.. En gür sada İslâm’ın sadası olacaktır inşallah. Ben otuz senedir böyle çekiyorum.. hakkımı helal ettim… Üzülmeyin. Allah sizi cennette mükâfatlandıracak” dedi.

Ben de o anda üstadın mehdi olup olmadığını… her tarafını tedkik ediyorum. Baktım öyle de güzel gözleri var ki… Ben şimdi kendi gözlerimle o gözlere bakıyorum: Beyaz kısmı çok büyüktü. İçinde bir siyah nokta, küçük. Hazreti Peygamberin bir hadisinde mehdinin evsafından bir tanesi de odur. “ebdlecül ayneyn” diyor. “Siyahı küçük, beyazı büyük, çok muhavvif, yani korkutucu bir gözü olacak. (Adavetle bakanlara.)” Yani insan böyle bir dehşet alacak. Tabi biz bazı şeyleri tam bakamıyoruz. Fotoğraflarında bile bellidir. Ben bir gözlerine baktım. Bir de bir hadis-i şerifte: (Vahyeddin Ağabey hadisleri önce Arapça okuyor. Sonra açıklıyordu.) “Rengi esmerdir, eli uzundur. Yani uzun boyludur ve eli uzundur..” diyor. Ona da bakıyorum. Bir hadiste de: “Üzerinde bir kuruş kadar siyah bir ben olacak” diyor. Ona da bakıyorum. “Var mı, yok mu?” diye. Ben, o anda üstadın mehdi olup olmadığını bakıp, her tarafını tedkik ederken; bir ara sağa döndü, bana baktı: “Kardeşim! Bana çok bakma, hasta olurum.” Öyle deyince gözlerim şöyle düştü, bir daha üstada bakamadım.

Kalktığımız zaman üstad kafalarımızı şöyle bir alıyor, eliyle sıkıyordu. “Sizi dünya ve âhiret kardeşi olarak kabül ettim…” dedi. Ben hâlâ o manzarayı hissediyorum. O zaman Şualar ve Lem’alar yeni ciltlenmişti. Siyah kaplı idi, kırmızı değildi. Bize yirmi tane Lem’alar, yirmi tane de Şualar verdi. “Bunları götürün, Diyarbakır’da Mehmed Kayalar’a, Urfa’da da Abdullah Yeğin’e, her birisinden onar tane verin” dedi. Kitapları bir bavula koydular, bize verdiler.

Bizi bir arabaya bindirdiler. Konya’ya kadar geldik. Konya’da trene bindikten yarım saat, bir saat kadar sonra sırt üstü düşmüşüm. Üstad demişti ya: “Bana bakma rahatsız olurum.” Demek ki bana işaret etmiş. Diyarbakır’a kadar bilmiyorum, ara sıra ağzıma su vermişler. Bir şey yememiştim. Aklım var fakat konuşamıyorum, bir şeyler yapamıyorum, kalkamıyorum, oturamıyorum. Diyarbakır’da tren durdu. Polisler geldi, “bavulda ne var?” diye sordular. O bizimle gelen genç Abdülbaki: “Çocuklarım var. Onlara kitaplar almışım…” dedi. O şekilde… hiç açmadılar Allah’ın inayetiyle. Diyarbakır’da Onun teyzesinin evinde bir gece kaldık. Ancak sabahleyin aklım başıma geldi. Oradan memleketimize döndük. Hastalığımın sebebini öğrenmek için kitaplardan araştırma yaptım. Abdülvahab-i Şa’rani’nin Tabakat adındaki kitabında; “Evliyaullah, âmîlerin nazarlarından etkilenirler, hasta olurlar. Aynı zamanda âmîler de onların nazarlarından hasta olurlar.” diye yazıyordu. O zaman anladım ki daha fazla rahatsız olmamam için Üstad beni ikaz etmişti.

(…)

Ağabeyler Anlatıyor’dan

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

“Bediüzzaman’a İlk Ziyaretimi Yeis İçinde Yaptım”

Merhum Prof. Dr. Zekeriya KİTAPÇI anlatıyor: BEDİÜZZAMAN’A İLK ZİYARETİMİ YEİS VE BİTKİNLİK İÇİNDE YAPTIM Bediüzzaman …

Yorumlar

  1. avatar

    Muhterem ağabeylere Allah rahmet etsin kalanlara hayırlı ömürler versin VAHYETTİN küfrevinin dualarına mazhar etsin

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Diş Temizliği ve Misvak

DİŞ TEMİZLİĞİ VE MİSVAK Misvak, Salvadora Persika adı verilen ve halk arasında Erak ağacı olarak …

Kapat