Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Makaleler / Kur’an’da Müsbet Hareket Örnekleri: Risâle-i Nur Perspektifi

Kur’an’da Müsbet Hareket Örnekleri: Risâle-i Nur Perspektifi

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Doç. Dr. Niyazi Beki[1]

Türkçe özet:

Kur’an’ın hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nur’da önemli bir prensip ve bir hayat programı olarak değerlendirilen “MÜSBET hareket” tarzının Kur’anî temellerini göstermek oldukça önemlidir. Bu çalışma, Risale-i Nurda yer alan MÜSBET hareket misallerini ayetlerle desteklemeyi hedeflemiştir. Çalışmamız, genel hatlarıyla konuya temas eden bir giriş ile “müsbet hareketi teşvik eden ayetler” ve “menfi hareketten sakındıran ayetler” başlığı altında işlenecek ve Bediüzzaman’ın konuyla ilgili görüşlerine yer verilecektir.

GİRİŞ:

Lügatte “Müsbet” kavramı, İspat edilen, olumlu olduğu kabul edilen;  bunun zıddı olan “Menfi” kavramı ise, Nefyedilen, olumsuz kabul edilen şey manasına gelir. Her türlü söz, fiil, tutum ve davranış biçimi ya MÜSBET yahut menfidir.

Müsbet harekette, insanın kendini ifade etmesi, hak ve hakikati ispat etmek, inandığı davayı ortaya koymak için gayret sarf etmesi söz konusudur. Menfi harekette ise, bir karşı koyma, muhalefet etme, çatma, çatışma ve reddetme vardır.

“Karanlığa küfredeceğine bir mum yak” sözü MÜSBET hareketi anlatıyor. Maksat, kendi fikir ve fiillerinin doğruluğunu ortaya koymaksa, tutulması gereken en kestirme ve en selametli yol budur. “Karanlığa sövmek” menfi bir davranış olduğu gibi, “mum yakmak” da MÜSBET bir harekettir.

MÜSBET hareket, iyiliğin, güzelliğin, ittifak ve ittihadın, saygı ve sevginin insaf ve adaletin, sempati ve empatinin bir unvanıdır. Kur’an penceresinden konuya bakarken, bu geniş perspektif esas alınacaktır. Çünkü Kur’an’ın üslubuna yansıyan MÜSBET hareket, böyle geniş bir kapsama sahiptir. Bununla beraber, Risale-i Nur’da esas maksat yapılan MÜSBET hareketin sosyolojik yönünü gösteren misallere yer verilecektir.

“Allah’a çağıran, güzel işler yapan ve ‘Ben Müslümanlardanım’ diyen kimseden daha güzel sözlü kim var?”[2], “Sen insanları Allah yoluna hikmetle, güzel ve makul öğütlerle dâvet et, gerektiği zaman da onlarla en güzel tarzda mücadele et. Rabbin, elbette yolundan sapanları en iyi bildiği gibi kimlerin doğru yola geleceğini de pek iyi bilir”[3] mealindeki ayetler “MÜSBET hareket tarzını teşvik eden ayetler” için birer misal olduğu gibi, “Firavun hanedanından olup o zamana kadar iman ettiğini saklayan biri kalkıp şöyle dedi: Şimdi siz, bir insan ‘Rabbim Allah’tır!’ dedi diye kalkıp onu öldürecek misiniz?”[4] mealindeki ayetler hem MÜSBET hem “menfi hareketten sakındıran ayetler” için bir misal olabilir.

Olumlu ve yapıcı davranış olarak da kısaca ifade edilebilen “müsbet hareket” kavramı Risale-i Nur mesleğinin esasını oluşturmaktadır. Üstadın “Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz”[5] şeklindeki ifadesi, müsbet hareketin, toplumsal barış ortamının sağlanmasındaki büyük katkısına işaret etmektedir. Burada kullanılan “müsbet iman hizmeti” ifadesinden anlaşılıyor ki, en mukaddes bir dava olan iman hizmetinde bile olumsuz bir tavır ortaya konduğu zaman bu çok değerli hizmette menfi unsurlar ortaya çıkacaktır.

Bediüzzaman Said Nursi, şu aşağıdaki sözleriyle de konuya verdiği ehemmiyeti gösterdiği gibi, hizmete mani olan şeyleri defetmekle uğraşmayı bile menfi bir hareket olarak değerlendirmiştir: “Biz kudsî hizmetimizde daima müsbet hareket ediyoruz. Fakat maatteessüf, her bir emr-i hayırda bulunan manileri defetmek vazifesi bizi bazen menfî harekete sevkediyor. İşte bunun içindir ki ehl-i nifakın hilekârane propagandasına karşı, kardeşlerimi sabık üç nokta(hubb-u câh, tama’ ve havf) ile ikaz ediyorum. Onlara gelen hücumu def’e çalışıyorum.”[6]

Bediüzzaman’ın buradaki menfi hareketten ne kastettiğini aşağıdaki ifadelerinden de anlamak mümkündür: 

“…biz de bütün kuvvetimiz ve merakımızla vaktimizi kudsî vazifeye hasretmeliyiz. Onun haricindekileri malayani bilip, vaktimizi zayi’ etmemeliyiz. Çünki elimizde nur var; topuz yoktur. Biz tecavüz edemeyiz. Bize tecavüz edilse, nur gösteririz. Vaziyetimiz bir nevi nuranî müdafaadır.”[7]

Bediüzzaman,  hak yolda çalışan dini cemaatlerin kendi aralarında birlik ve beraberliği sağlamak için bazı ölçülere riayet etmelerinin gereğini vurgulamıştır. Bunlardan konumuzla yakından ilgili olan üç noktayı şöyle özetlemek mümkündür:

Birincisi: Müsbet harekettir. Yâni her meslek sahibi, kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmeli; başka mesleklerin adaveti ve başkalarının tenkisi, onun fikrine ve ilmine müdahale etmemeli, onlarla meşgul olmamalıdır.

İkincisi: İslam dairesi içinde, hangi meşrepte olursa olsun, medar-ı muhabbet ve uhuvvet ve ittifak olacak çok rabıta-i vahdet/birlik ve beraberliği gerektiren rabıtalar bulunduğunu düşünüp ittifak etmelidir.

Üçüncüsü: Haklı her meslek sahibi, kendi mesleğini savunurken başkasının mesleğine ilişmemek cihetinde “Benim mesleğim haktır yahut daha güzeldir” deme hakkına sahiptir. Fakat başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini ima eden “hak yalnız benim mesleğimdir veyahut güzel sadece benim meşrebimdir” şeklindeki bir düşünceyi taşımaya veya seslendirmeye asla hakkı yoktur.[8]

Üstada göre, dine olan muhabbetle hareket edilse bile, eğer hizmet erbabı menfi tutum ve davranışları sergilerse bu hizmet kutsiyetini kaybeder, kutsal davayı lekedâr eder.

Üstadın konuyla ilgili bir ifadesi şöyledir:

“Sâniyen: Muhabbet-i din saikasıyla teşekkül eden cemaatlerin iki şart ile umumunu tebrik ve onlarla ittihad ederiz.

Birinci şart: Hürriyet-i şer’iyeyi ve asayişi muhafaza etmektir.

İkinci şart: Muhabbet üzerinde hareket etmek, başka cem’iyete leke sürmekle kendisine kıymet vermeğe çalışmamak. Birinde hata bulunsa, müfti-i ümmet cem’iyet-i ulemaya havale etmektir.

Sâlisen: İ’lâ-yı Kelimetullahı hedef-i maksad eden cemaat, hiçbir garaza vasıta olamaz. İsterse de muvaffak olamaz. Zira nifaktır. Hakkın hatırı âlîdir, hiçbir şeye feda olunmaz”[9]

Dikkat edilirse, bu ifadelerde müsbet ve menfi hareketin tanımlaması da yapılmıştır. Yani, kişinin kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmesi, “MÜSBET hareket”; başka mesleklerin adavetiyle hareket etmesi ise, “menfi hareket” olarak değerlendirilmiştir.

Bu kısa girişten sonra, artık müsbet ve menfi hareketlerle ilgili ayetleri -bir tebliğ hacminin el verdiği nispette-değerlendirebiliriz.

I.  MÜSBET Hareketi Teşvik Eden Ayetler:

Bilindiği üzere Kur’an’ın ayetleri her asra ve her asırdaki farklı kesimlere hitap edip ders verdiği için birçok anlamları olan geniş kapsamlı ifadelere sahiptir. Bu sebeple, “MÜSBET hareket” konusunda misal verdiğimiz ayetlerin başka manalarının da olması ya da “menfi hareket” ten sakındıran yönlerinin de söz konusu olması bir tenakuz olarak görülmemelidir. Çünkü menfi hareketten sakındıran ifadeler, aynı zamanda mefhum-u muhalifiyle MÜSBET hareketi de emretmektedir. Bu hususu ilgili ayetlerin açıklamasında daha yakından göreceğiz.

a) Yumuşak davranışın övülmesi

فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللَّهِ لِنْتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لَانْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ

“(Resulüm!) İnsanlara yumuşak davranman da Allah’ın merhametinin eseridir. Eğer katı yürekli, kaba biri olsaydın, insanlar senin etrafından dağılıverirlerdi. Öyleyse onların kusurlarını affet!”[10]

Bu ayette, Uhud Savaşında -bilmeyerek de olsa- Hz. Peygamberin, verilen emirlerini çiğneyen ve 70 kişinin şehit olmasına sebebiyet veren bazı sahabenin bu kusurlarını görmezlikten gelmesi, onlara kızmayıp yumuşak davranması, onları affetmesi Allah’ın sonsuz rahmetinin bir tezahürü olduğu bildirilmiş ve bu davranış MÜSBET bir hareket olarak övgüye layık görülmüştür. Ardından da katı yürekli, sert ve kaba davranışın, insanların arasındaki sevgi ve saygıyı ortadan kaldırıp onların bu yüzden ihtilaf ve tefrikaya düşmelerini tetikleyen menfi bir hareket olduğuna işaret edilmiştir.

b) Enaniyet sahibi kimselerle özellikle yumuşak konuşmanın tavsiye edilmesi

اذْهَبَا إِلَى فِرْعَوْنَ إِنَّهُ طَغَى فَقُولَا لَهُ قَوْلًا لَيِّنًا لَعَلَّهُ يَتَذَكَّرُ أَوْ يَخْشَى

“Firavun’a gidin. Çünkü o, iyiden iyiye azdı. Ona yumuşak söz söyleyin. Belki o, aklını başına alır veya korkar”[11] mealindeki ayetlerde, Hz. Musa ve Hz. Harun’un Firavun’a gidip onu hakka davet etmeleri, ancak onunla yumuşak sözlerle konuşmaları, düşünmesine fırsat vermek için damarına dokunmamaları özellikle tavsiye edilmiştir.

c) Karşı tarafa konuşurken esnek bir tutumun tavsiye edilmesi

وَإِنْ كَذَّبُوكَ فَقُلْ لِي عَمَلِي وَلَكُمْ عَمَلُكُمْ أَنْتُمْ بَرِيئُونَ مِمَّا أَعْمَلُ وَأَنَا بَرِيءٌ مِمَّا تَعْمَلُونَ

“(Resulüm!  Eğer (o inkârcılar) seni yalanlarlarsa o zaman de ki: ‘Benim amelim bana ve sizin ameliniz de size ait. Siz benim yaptığım şeylerden uzaksınız, ben de sizin yaptığınız şeylerden uzağım.’ ”[12]

 Bu ayette, Hz. Peygambere inkârcılara karşı şiddetle mukabele etmek yerine, çok müsamahalı bir ifadeyle onlara cevap vermesi tavsiye edilmiştir.

Risale-i Nur’un Kur’an’ın hakiki bir tefsiri olduğunu belirten Bediüzzaman, yukarıdaki ayetlerde işaret edilen yumuşak üslubun gerekliliğini şu sözlerle vurgulamıştır: “Risale-i Nur’un mesleği, nezihane ve nazikâne ve kavl-i leyyindir.”[13]

Yine Bediüzzaman’ın şu aşağıdaki ifadelerinde, Kur’an’ın talebeleri olan müminlerin yumuşak, halim-selim olduklarına/veya olmaları gerektiğine vurgu yapılmış ve MÜSBET hareketin bir çeşidi olan yumuşak üslubun önemine işaret edilmiştir: “Kur’an’ın tilmizi ise, mütevazi, heyyin yani âsan ve leyyin, yani yumuşaktır. Fakat Fâtırının gayrına, daire-i izni haricinde tezellüle tenezzül etmez.”[14] Bu tarz, Risale-i Nur’un ilim ve irfana, tebliğ ve iknaya, muhabbet ve şefkate dayanan irşad metodudur.  Üstad, hayatı boyunca bu “izzet ve tevazu” kompozisyonunu hayatının bir üslubu haline getirmiştir.

d) Şiddet ve cebirden uzak kalmanın tavsiye edilmesi

وَلَوْ شَاءَ رَبُّكَ لَآمَنَ مَنْ فِي الْأَرْضِ كُلُّهُمْ جَمِيعًا أَفَأَنْتَ تُكْرِهُ النَّاسَ حَتَّى يَكُونُوا مُؤْمِنِينَ

“(Resulüm!) Eğer Rabbin dileseydi, elbette yeryüzünde bulunanların hepsi mutlaka iman ederdi. O halde insanları imana gelsinler diye sen mi zorlayacaksın?”[15] mealindeki ayette, Hz. Peygamberin görevi yalnız tebliğ olduğu, insanları iman etmeye zorlamak gibi bir yetkisinin bulunmadığı, insanları hidayete erdirmek yalnız Allah’ın işi olduğuna vurgu yapılmıştır. Şüphesiz, İslam’da hiç kimsenin başkasını zorla imana getirmek gibi bir görevinin olmadığını bilenler, menfi hareket içine girip de başkasını rahatsız etmez. Çünkü hidayetin yalnız Allah’ın elinde olduğunu, kendi görevinin yalnız tebliğden ibaret olduğunu bildiği için, haddini bilir, kendi görevini yapar, Allah’ın işine karışmaz.

Genellikle dini hizmet alanında meydana gelen “menfi hareket” lerin önemli bir kısmı, “insanları hidayete ulaştırmak” şeklindeki Allah’ın görevini üstlenmek gibi bir hatadan kaynaklanmaktadır. Yani bu gibi kimseler, insanlara hak ve hakikati tebliğ edip ulaştırmak yerine, onlara –Allah’ın vazifesi olan-hidayeti dağıtmaya soyunurlar. Ve bu işin kendi sorumluluklarında olduğunu düşündüklerinden icap ederse her türlü menfi hareketin içine girmekten çekinmezler.

Bediüzzaman bu konuyu açıklarken “Ben Allah’ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım, Cenab-ı Hakk’ın vazifesine karışmam; muzaffer etmek veya  mağlub etmek onun vazifesidir” diyen Celalleddin-i Harzemşah’ın bu tarihi sözlerini nakletmiş ve onun bu tutum ve davranışının Hz. Peygamberin bir sünneti olduğuna işaret etmek üzere şu açıklamalara yer vermiştir: “Üstad-ı Mutlak, Mukteda-yı Küll, Rehber-i Ekmel olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, وَمَا عَلَى الرَّسُولِ اِلاَّ الْبَلاَغُ olan (Peygamberin vazifesi yalnız tebliğ etmek olduğunu bildiren)[16] ferman-ı İlahîyi kendine rehber-i mutlak ederek, insanların çekilmesiyle ve dinlememesiyle daha ziyade sa’y ü gayret ve ciddiyetle tebliğ etmiş.   

انك لا تهدي من احببت   ولكن الله يهدي من يشاء 

(“Şüphesiz sen istediğini hidayete erdiremezsin, lâkin Allah dilediğini hidayete erdirir” mealindeki ayetin)[17] sırrıyla anlamış ki: İnsanlara dinlettirmek ve hidayet vermek, Cenab-ı Hakk’ın vazifesidir. Cenab-ı Hakk’ın vazifesine karışmazdı.”[18]

Kur’an ve Sünneti mesleğinin yegâne rehberi olarak gören Bediüzzaman, yukarıdaki ilahî beyana ve nebevi davranış üslubuna olan bağlılığını ise şu sözlerle ifade etmiştir: “Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı ilâhiye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır; vazife-i ilâhiyeye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.”[19]

Müsbet hareket etmek; menfi hareket etmemek için her türlü sıkıntıya göğüs gerdiğini belirten Üstad, Rusya’da kumandana ayağa kalkmadığını, Divan-ı Harb-i Örfî’de idam tehdidine karşı mahkemedeki paşaların suallerine beş para ehemmiyet vermediğini, bu tavrının tahakkümlere boyun eğmediğinin bir göstergesi olduğunu belirttikten sonra, sözü müsbet hareketin önemine getirerek şunları söylüyor: “Fakat bu otuz senedir müsbet hareket etmek, menfî hareket etmemek ve vazife-i İlahiyeye karışmamak hakikatı için; bana karşı yapılan muamelelere sabırla, rıza ile mukabele ettim. Cercis (A.S.) gibi ve Bedir, Uhud muharebelerinde çok cefa çekenler gibi sabır ve rıza ile karşıladım”[20]

e) İman Kardeşliğinin Emredilmesi

İman kardeşliği, Müslümanların birlik ve beraberliğini sağlayan, kalblerini uzlaştıran, aralarında barış ve huzuru temin eden en önemli bir MÜSBET hareket örneğidir. Aşağıdaki ayette bu gerçeğe işaret edilmiştir.

اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ فَاَصْلِحُوا بَيْنَ اَخَوَيْكُمْ وَاتَّقُوا اللَّهَ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ

“Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’a karşı saygılı olun ki merhamet olunasınız”[21]

Üstadın, iman kardeşliğinin ahiret hayatı yanında, dünya hayatı için de nasıl önemli bir faktör olduğunu vurgulayan bir değerlendirmesi de özetle şöyledir:

Aynı köyden, aynı şehirden, aynı memleketten, aynı devletten olmakta en az on kadar vahdet rabıtaları vardır. Bu kadar bağlar, birlik ve beraberliği, karşılıklı saygı ve sevgiyi, dostluk ve kardeşliği istediği halde, örümcek ağı kadar kıymeti olmayan bazı bahanelerle bu rabıtalara karşı saygısızlık etmek, onları hiçe saymak, ayrılığa-gayrılığa düşmek ne vicdanın ne irfanın ne de akl-ı selimin kabul edeceği bir iştir.[22]

Aynen öyle de, “İmanın verdiği nur ve şuur ile ve sana gösterdiği ve bildirdiği esma-i İlahiye adedince vahdet alâkaları ve ittifak rabıtaları ve uhuvvet münasebetleri var.”[23] Aynı Yaratıcı’nın sanatı, aynı Mabud’un kulları, aynı Rezzak’ın nimet sofrasında bulunmakta binden fazla ittihad rabıtaları vardır. Keza, aynı peygamberin ümmeti, aynı dinin mensubu olmak,  aynı kıbleye yönelmekte yüzden fazla birlik ve kardeşlik bağları vardır.

“Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız! İhtilafınızdan istifade eden zalimlere karşı اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ kal’a-i kudsiyesi içine giriniz; tahassun ediniz. Yoksa ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz.”[24]

f) Kötülüğü, iyilik ve güzellikle defetmenin tavsiye edilmesi

اِدْفَعْ بِالَّتِى هِىَ اَحْسَنُ فَاِذَا الَّذِى بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَاَنَّهُ وَلِىٌّ حَمِيمٌ

Kötülüğü en güzel bir şekilde sav! Bir de bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak bir dost oluvermiştir”[25] mealindeki ayette genel olarak bütün insanlara karşı kötülüğü iyilikle defetme yolu tavsiye edilmiştir. İbn-i Abbas’ın da ifade ettiği gibi, ayette yer alan “Kötülüğü en güzel bir şekilde savmak” tan maksat, Müslümanların karşı taraftan gelen öfkeye karşı sabırlı; cahilliğe karşı ağırbaşlı olmaları ve kötülüğe karşı da af ile mukabele etmeleridir.[26]

Bediüzzaman’ın şu ifadeleri bu ayetin bir nevi tefsiridir:

“Evet nasıl ki muhabbet sıfatı, muhabbete lâyıktır; öyle de adavet hasleti, her şeyden evvel kendisi adavete lâyıktır. Eğer hasmını mağlub etmek istersen, fenalığına karşı iyilikle mukabele et. Çünki eğer fenalıkla mukabele edersen, husumet tezayüd eder. Zahiren mağlub bile olsa, kalben kin bağlar, adaveti idame eder. Eğer iyilikle mukabele etsen, nedamet eder; sana dost olur.”[27]

g) Müsbet protesto metodunun öğretilmesi

Protesto, yapılan herhangi bir eylemin veya söylenen bir sözün yanlış olduğunu düşünenlerin, belli bazı davranışlarıyla bu yanlışa dikkat çekmesidir. Hatalı bir davranışa karşı hatalı bir duruş sergilemek “menfi protesto” olarak değerlendirilebilir. Buna mukabil “Müsbet protesto” ile kastedilen ise, herhangi bir zarar-ziyana, kavga-gürültüye sebebiyet vermeden yapılan işin yanlışlığını ilan etmek ve ona karşı bir duruş sergilemektir.

Bu konuda misal olarak şu ayetleri zikredebiliriz:

* Karşı tarafın kutsalımıza karşı küstahlık etmeleri durumunda bile, menfi bir eyleme girmeyi değil, aynı mekânı paylaşmamak için orayı terk etmeyi tavsiye eden Kur’an’ın aşağıdaki ifadeleri gerçekten müsbet hareket adına çok manidardır. 

وَقَدْ نَزَّلَ عَلَيْكُمْ فِي الْكِتَابِ أَنْ إِذَا سَمِعْتُمْ آيَاتِ اللَّهِ يُكْفَرُ بِهَا وَيُسْتَهْزَأُ بِهَا فَلَا تَقْعُدُوا مَعَهُمْ حَتَّى يَخُوضُوا فِي حَدِيثٍ غَيْرِهِ إِنَّكُمْ إِذًا مِثْلُهُمْ إِنَّ اللَّهَ جَامِعُ الْمُنَافِقِينَ وَالْكَافِرِينَ فِي جَهَنَّمَ جَمِيعًا

 “Allah size kitapta şunu da bildirmiştir: “Allah’ın ayetlerinin inkâr ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, bunu yapanlar başka bir konuya geçmedikçe onların yanında oturmayın. Böyle yaparsanız siz de onlar gibi olursunuz. Şüphe yok ki Allah münafıkları da, kâfirleri de cehennemde bir araya getirecektir.”[28]

* İslam düşmanı ikiyüzlü münafıkların tüm kötülüklerine rağmen, aşağıda yer alan ayette onlara karşı zecri bir tedbir tavsiye edilmemiştir. Yalnız Müslüman toplumun kültür ve geleneklerinden mahrum bırakmak suretiyle, “müsbet protesto” şekli tavsiye edilmiştir.

وَلاَ تُصَلِّ عَلَى أَحَدٍ مِّنْهُم مَّاتَ أَبَدًا وَلاَ تَقُمْ عَلَىَ قَبْرِهِ إِنَّهُمْ كَفَرُواْ بِاللّهِ وَرَسُولِهِ وَمَاتُواْ وَهُمْ فَاسِقُونَ 

“Onlardan (Münafıklardan) ölen hiçbir kimsenin cenaze namazını kılma ve kabri başında dua etmek üzere durma. Çünkü onlar Allah’ı ve Resulünü tanımadılar ve yoldan çıkmış olarak öldüler”[29] Burada Müslüman bir toplumda çok önemli bir merasim olan musalladaki ölüye cenaze kılmak ve kabrinin başına kadar ona eşlik etmek gibi bir görevin yapılmaması tavsiye edilmiştir. Bu tavır, gerçekte inkârcı oldukları halde dışarıda mümin görüntüsünü veren münafıkların bu menfi tutumlarına karşı gösterilen bir “müsbet protesto” anlamına gelir. Bu davranış, Allah’ın her türlü niyet, düşünce ve tasavvuru bildiğini, ondan hiçbir şeyin gizli kalmadığını da ders vermektedir. Bunu görenler, bu ikiyüzlü tutum ve davranışlarının yakından takip edildiğini anlar nifaktan vazgeçebilirler. Bu ise, yanlış yolda olan kimseler için yapıcı bir uyarı olarak değerlendirilebilir.

* Savaştan geri kalan -Kâb b. Malik, Hilal b. Ümeyye, Mürare b. Rabi’ adındaki- üç kişiye maddi bir müeyyide uygulanmamıştır. Yalnız –Hz. Peygamberin emriyle- toplum tarafından tecrit edilmek suretiyle çetin bir protestoya maruz bırakılmışlardır. Ayette açıkça ifade edilmemekle beraber, “dünya bütün genişliğine rağmen başlarına dar geldi. Vicdanları da kendilerini sıktıkça sıktı” mealindeki ifadesinden zorlu bir sınavdan geçtiklerini anlamak mümkündür.

Nitekim Sahih hadis ve tefsir kaynaklarında bildirildiğine göre, Hz. Peygamber tarafından insanların bu üç kişiyle konuşmaları yasaklanmıştır. Yaklaşık 50 gün boyunca en yakın akrabaları dâhil hiç kimse bunlara selam vermemiş ve selamlarını almamıştır. Bu tecritlerinin sona ermesine on gün kala –özellikle en genç olan Kâb b. Malik’in hanımından da uzak kalması emredilmiştir. 27

İlgili ayet ve meali şöyledir:

وَعَلَى الثَّلٰثَةِ الَّذ۪ينَ خُلِّفُواۜ حَتّٰٓى اِذَا ضَاقَتْ عَلَيْهِمُ الْاَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ وَضَاقَتْ عَلَيْهِمْ اَنْفُسُهُمْ وَظَنُّٓوا اَنْ لَا مَلْجَأَ مِنَ اللّٰهِ اِلَّٓااِلَيْهِۜ ثُمَّ تَابَ عَلَيْهِمْ لِيَتُوبُواۜ اِنَّ اللّٰهَ هُوَ التَّوَّابُ الرَّح۪يم

“Allah, savaştan geri kalan ve haklarındaki hüküm ertelenen o üç kişinin de tövbelerini kabul buyurdu. Çünkü onlar öylesine bunaldılar ki dünya bütün genişliğine rağmen başlarına dar geldi. Vicdanları da kendilerini sıktıkça sıktı. Nihayet, Allah’ın cezasından, yine Allah’ın kapısından başka sığınacak hiçbir yer olmadığını anladılar da, bundan sonra, önceki iyi hallerine dönsünler diye, Allah onları tövbeye muvaffak kıldı. Çünkü Allah tevvabdır, rahîmdir/tövbeleri çok kabul edendir, pek merhametlidir.”28

ğ) Rahman’ın kulları müsbet hareket ederler

Rahman, Allah’ın ikinci has ismidir. Sonsuz rahmetin kaynağı, kâinat çapındaki rububiyet arşının yegâne sahibi ve Rezzak manasıyla bütün canlıların rızıklarını taahhüd eden ve Kur’an’ı tâlim eden Rabbimizin bütün bu icraatlarında ön plana çıkan ismi, Rahmandır. Bu sebepledir ki, aşağıdaki ayette değişik davranışlarında MÜSBET hareket etmeyi şiar edinen Allah’ın o has kulları, “Rahman’ın kulları” olarak tanıtılmıştır. Biz önce konumuzla yakından ilgili olduğunu düşündüğümüz iki ayeti yazacak, ardından da bu ayetlerde övgüye değer bulunan değişik vasıfları ayrı ayrı ele alacağız.

وَعِبَادُ الرَّحْمَنِ الَّذِينَ يَمْشُونَ عَلَى الْأَرْضِ هَوْنًا وَإِذَا خَاطَبَهُمُ الْجَاهِلُونَ قَالُوا سَلَامًا

وَالَّذِينَ لَا يَشْهَدُونَ الزُّورَ وَإِذَا مَرُّوا بِاللَّغْوِ مَرُّوا كِرَامًا

“Rahman’ın has kulları, yeryüzünde mütevazı, alçakgönüllü olarak yürürler; cahiller kendilerine sataştığında da ‘Selâmetle’ der, geçerler.(…) Rahman’ın o has kulları, yalan yere şahitlik etmezler; boş, hoş olmayan, faydasız bir manzarayla karşılaştıklarında, ağırbaşlılıkla oradan geçer, giderler.”[30]

Bu iki ayette “müsbet hareket” tarzını yansıtan önemli birkaç davranış biçimine dikkat çekilmiş ve Rahman’ın has kullarında bu vasıfların bulunduğuna işaret edilmiştir. Bunları şöyle sırlayabiliriz:

1. Rahmanın kulları mütevazı / alçakgönüllüdür.

Aklı başında olanlar, bütün varlıklarında her yönden muhtaç oldukları binlerce nimet ve ikramlarını gördükleri Rahman’ın kulları olarak mütevazı olmalarının gerekli olduğunu idrak ederler. He türlü kibir, böbürlenmekten, kendini beğenmekten ve enaniyetini okşamaktan uzak dururlar. Tevazu, şahsi karakterin bir belgesi olduğu gibi, sosyal hayatın da önemli bir “MÜSBET hareket” misyonudur. Böbürlenmek toplumsal huzursuzluğu tetiklediği gibi, tevazu da kaynaşmaya ve toplamsal barışa katkı sağlar.

2. Rahmanın kulları, cahillerin sataşmalarına misliyle karşılık vermezler.

İslam’da yapılan kötülüğe karşı misliyle mukabele etme ruhsatı olmakla beraber, onu görmezlikten gelmek, hoş gürüyle karşılayıp affetmek daha güzel bir erdemdir.

3. Yalan yere şahitlik etmezler.

Bu cümle iki manaya gelir. Birincisi, yalan söylemezler ve özellikle adaleti zedeleyen bir unsur olan yalan yere şahitlik etmezler. İkincisi, yalanın söz konusu olduğu ortamda durup yalana şahit olmak istemezler.

3. Faydasız şeylerle meşgul olmazlar.

Yani, boş, malayani, faydasız söz veya eylemlere rastladıklarında onlara bulaşmadan, bakmaya bile tenezzül etmeden vakarla geçip giderler.

Risale-i Nurda bu konuyla ilgili olarak bir ayet ve bir ilmi düstur zikredilmiştir.

لا يضركم من ضل اذا اهتديتم

“Başkasının dalaleti sizin hidayetinize zarar vermez. Yeter ki, lüzumsuz onların dalaletleriyle meşgul olmayasınız.”[31]الراضي بالضرر لا ينظر له “Zarara kendi razı olanın lehinde bakılmaz. Ona şefkat edip acınmaz.”

Bu ayet ve bu düsturun verdiği mesajlara dikkat çeken Üstad, bu mesajlara göre hareket etmenin gerekliliğini şu ifadelerle belirtmiştir:

“Madem bu ayet ve bu düstur bizi, zarara bilerek razı olanlara acımaktan men’ediyor; biz de bütün kuvvetimiz ve merakımızla vaktimizi kudsî vazifeye hasretmeliyiz. Onun haricindekileri malayani bilip, vaktimizi zayi’ etmemeliyiz. Çünki elimizde nur var; topuz yoktur. Biz tecavüz edemeyiz. Bize tecavüz edilse, nur gösteririz. Vaziyetimiz bir nevi nuranî müdafaadır.”[32]

Allah’ın mahlûklarına, özellikle insanlara, bilhassa müminlere karşı şefkat göstermek iman şuurunun bir tezahürü olduğu gibi, menfi hareketin de güçlü bir panzehiridir.  Rahîm ismine mazhar olan Risale-i Nur’da şefkat çok önemli bir unsurdur. Risale-i Nur talebelerinin bir asrı aşan bir zaman zarfında menfi bir hareketin içinde yer almamalarının önemli bir sebebi bu şefkatin alabildiğine hissedilmesi olduğuna şüphe yoktur. Üstadın bu konudaki ifadeleri çok açıktır: “Benim ve Risale-i Nur’un mesleğinin esası ve otuz seneden beri bir düstur-u hayatım olan ‘şefkat’ itibariyle; bir masuma zarar gelmemek için, bana zulmeden canilere, değil ilişmek; belki beddua ile de mukabele edemiyorum.”[33]

II. Menfi Hareketten Sakındıran Ayetler:

Menfi hareketten kaçınmak, anlamı ‘barış ve esenlik’ demek olan İslâm dininin, müntesiplerinden beklediği bir davranış tarzıdır.

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا ادْخُلُوا فِي السِّلْمِ كَافَّةً وَلَا تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ إِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُبِينٌ

 Ey iman edenler! Hepiniz toptan barış ve selamete girin de şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, sizin aranızı açan belli bir düşmandır”[34] mealindeki ayette İslam dininin barış dini olduğuna işaret edilmiştir.

Barış ve huzurun ortadan kalkmasının önemli bir sebebi olan “menfi hareket”ten sakındıran bazı ayetleri şöyle sıralayabiliriz:

1. İhtilafa sebep olan münakaşanın yasaklanması

وَأَطِيعُوا اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَلَا تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَتَذْهَبَ رِيحُكُمْ وَاصْبِرُوا إِنَّ اللَّهَ مَعَ الصَّابِرِينَ

“Allah’a ve Resûl’üne itaat edin ve birbirinizle çekişmeyin. Sonra gevşersiniz ve gücünüz elden gider/cemaat olarak tadınız kaçar. Sabırlı olun. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.”[35]

Bu ayette müminlerin kendi aralarında münakaşa mevzuu olan konuları seslendirmekten uzak durmaları emredilmiştir. Çünkü ihtilafa sebebiyet veren münakaşalar hem ilgili şahıslara hem onların mensup olduğu cemaatlere büyük zarar verebilir.

Üstad Bediüzzaman, hak yolun yolcuları olan Müslümanların ihtilaf kapısını kapatmak için münakaşa kapısını kapatmalarının; buna mukabil iyilik ve takvada yardımlaşmalarının gerekliliğini özetle şöyle açıklamıştır:

“…İşte ehl-i hakkın bu haksız ihtilaf marazının merhemi ve ilâcı:

وَلاَ تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَتَذْهَبَ رِيحُكُمْ 

(Münakaşa etmeyin; sonra gevşersiniz ve tadınız kaçar) ayetindeki şiddetli nehy-i İlahî,  وَتَعَاوَنُوا عَلَى الْبِرِّ وَالتَّقْوَى (İyilik  ve takva üzerinde yardımlaşın!) ayetinde hayat-ı içtimaiyece gayet hikmetli emr-i İlahîyi düstur-u hareket etmek ve ihtilafın İslâmiyete ne derece zararlı olduğunu ve ehl-i dalaletin ehl-i hakka galebesini ne derece teshil ettiğini düşünüp, kemal-i za’f ve acz ile, o ehl-i hakkın kafilesine fedakârane, samimane iltihak etmektir; şahsiyetini unutmakla riya ve tasannudan kurtulup, ihlası elde etmektir.”[36]

2. Suç işleyenlere karşı bile toleranslı olmanın tavsiye edilmesi

Kur’an’da hıyanet içine  girenlere karşı bile MÜSBET hareketin diğer bir adı olan affetmenin tavsiye edilmesi ve bu davranışın daha güzel bir erdem olduğuna vurgu yapılması, barış manasındaki “Silm”  kökünden gelen İslam’ın barış ve hoş görüye ne kadar taraftar, ne kadar yakın; şiddet ve kaba davranışlardan ne kadar hoşnutsuz, ne kadar uzak olduğunu göstermektedir.

 وَلاَ تَزَالُ تَطَّلِعُ عَلَىَ خَآئِنَةٍ مِّنْهُمْ إِلاَّ قَلِيلاً مِّنْهُمُ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاصْفَحْ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ

“Onların (Yahudilerin) pek azı hariç olmak üzere, onlar tarafından devamlı olarak hainlik görürsün. Yine de sen onları affet, aldırma. Çünkü Allah iyilik edenleri sever”[37] ayetinde müsbet hareket tavsiye edilirken, mefhum-u muhalifiyle “kötülüğü kötülükle defetmenin” yanlış olduğuna işaret edilmiştir.

3. Karşı tarafa hakaret etmekten sakındırılması

وَلَا تَسُبُّوا الَّذِينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ فَيَسُبُّوا اللَّهَ عَدْوًا بِغَيْرِ عِلْمٍ

“Onların Allah’tan başka yalvardıkları tanrılarına hakaret etmeyin ki, onlar da cahillik ederek hadlerini aşıp Allah’a hakaret etmesinler.”[38]

Bu ayette verilen derslerden birisi şudur: Her meslek veya meşrep sahibinin kendine göre kutsalları vardır. Bir kimse başkasının kutsalına hakaret eder ve onun mesleğinin kusurlarını söylerse, o da onun kutsalına hakaret eder ve mesleğini çürütmeye çalışır. Bu tür menfi davranışların zararı yalnız ilgili şahıslara münhasır kalmaz, İslam’a ve Müslümanlara da sirayet eder.

4. Sırat-ı müstakimden sapmanın fısk alameti sayılması

İnsanın fıtratına yerleştirilmiş kuvve-i akliye, kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gazabiyeyi hadd-i vasattan/orta yol sınırından kayması, Allah’ın, kurulmasını istediği bağların kopmasına sebebiyet vererek menfi hareketlerin meydana gelmesine zemin hazırlar. Menfi hareketler ise, kişinin her iki dünyasına da zarar verir. Kur’an-ı Hakîm’de bu gerçeğin altı şöyle çizilmiştir:

الَّذِينَ يَنْقُضُونَ عَهْدَ اللَّهِ مِنْ بَعْدِ مِيثَاقِهِ وَيَقْطَعُونَ مَا أَمَرَ اللَّهُ بِهِ أَنْ يُوصَلَ وَيُفْسِدُونَ فِي الْأَرْضِ أُولَئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ

“Bu fâsıklar o kimselerdir ki, Allah’a kesin söz verdikten sonra sözlerinden dönerler. Allah’ın, kurulmasını istediği bağları koparır ve yeryüzünde fitne ve fesat çıkarırlar. İşte bunlar ziyana uğrayanların ta kendileridir.”[39]

Bu ayette Allah’ın kurulmasını istediği maddi – manevi bağları koparanlar ve yeryüzünde fitne fesat çıkararak asayişi ihlal edenlerin akıbetlerinin büyük bir hüsran olacağı ifade edilmiştir.  Bediüzaman, bu ayeti şöyle açıklamıştır:

“Evet, fâsık olan kimsenin kuvve-i akliye ve fikriyesi itidali kaybedip safsatalara düşerse, itikadata ait rabıtaları kesmekle, hayat-ı ebediyesini yırtar atar. Ve keza kuvve-i gazabiyesi hadd-i vasatı tecavüz ederse, hayat-ı içtimaiyenin hem yüzünü, hem astarını yırtar, altüst eder. Ve keza kuvve-i şeheviyesi haddi aşarsa heva-i nefse tâbi olur, kalbinden şefkat-i cinsiye zâil olur, kendisi berbad olacağı gibi başkalarını da berbad edecektir. Bu itibarla fâsıklar hem nev’inin zararına, hem Arz’ın fesadına çalışmış olur.”[40]

5. Yanlışlıkta yardımlaşmanın yasaklanması

Menfi hareketin önemli bir sonucu haksızlık ve adaletsizliğin yapılmış olmasıdır. Aşağıda mealleri verilen iki ayette bu hususa vurgu yapılmıştır:

وَتَعَاوَنُوا عَلَى الْبِرِّ وَالتَّقْوَى وَلَا تَعَاوَنُوا عَلَى الْإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ

“İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın, günah ve azgınlık üzerinde yardımlaşmayın.”[41]

Bediüzzaman, kendisini gıybet edip, aleyhinde konuşan ve hizmetine zarar veren vaiz bir hocanın bu saldırgan tutumuna karşı nasıl müsbet hareket ettiğini gösteren şu ifadeleri konumuza ışık tutmaktadır:

Sâniyen: O vaiz ve âlim zâta benim tarafımdan selâm söyleyiniz. Benim şahsıma olan tenkidini, itirazını başım üstüne kabul ediyorum. Sizler de, o zâtı ve onun gibileri münakaşa ve münazaraya sevketmeyiniz. Hattâ tecavüz edilse de beddua ile de mukabele etmeyiniz. Kim olursa olsun, madem imanı var, o noktada kardeşimizdir. Bize düşmanlık da etse, mesleğimizce mukabele edemeyiz. Çünki daha müdhiş düşman ve yılanlar var. Hem elimizde nur var, topuz yok. Nur kimseyi incitmez, ışığıyla okşar.”[42]

6. Adaleti zedeleyen her tutum ve davranış menfi harekettir.

İslam dininde, yalnız dost ve kardeş olan Müslümanlara karşı değil, aynı zamanda İslam düşmanı olan ve Müslümanlara her türlü zulmü reva gören müşriklere ve diğer gayr-ı Müslimlere karşı da haksızlık yapılmaması, adaletin zedelenmemesi tavsiye edilmiştir.

وَلَا يَجْرِمَنَّكُمْ شَنَآنُ قَوْمٍ أَنْ صَدُّوكُمْ عَنِ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ أَنْ تَعْتَدُوا

“Sizi Mescid-i Haramın ziyaretinden alıkoydukları için bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adaletsizliğe sevk etmesin”[43] mealindeki ayette bu gerçeğin altı çizilmiştir.

Bediüzzaman, dost ve düşmana karşı müsbet hareket etmeyi tavsiye den Hafız Şirazi’nin farsça bir şiirini zikreder ve tercümesini de şöyle yapar: “Yani: İki cihanın rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandırır: Dostlarına karşı mürüvvetkârane muaşeret ve düşmanlarına sulhkârane muamele etmektir.”[44] Bundan da anlaşılıyor ki, Üstadın fikir dünyasında düşmanlık, hakaret, zulüm, haksızlık gibi menfi hareketlere yer yoktur. Çünkü dost ve düşmana karşı takip edilen bu iki yoldan başka bütün yollar trafiğe kapalıdır.

Bu iki yoldan birisi, “Dostlarına karşı mürüvvetkârâne muaşeret.” Yani dostlarına karşı mürüvvetli davranmaktır. Mürüvvet, kelime olarak insaniyet, insanlığa uygun olan şeyi yapmak, güzel ve iyi şeyleri alıp, kötü şeyleri ve hâlleri bırakmak, mertlik, yiğitlik gibi manalara geliyor.

İkinci yol ise, “Düşmanlarına sulhkârâne muamele etmektir.” Yani düşmanlarına karşı barış içinde olmaktır. Husumet ve kinciliği bırakıp, düşman da olsa insanlarla barış içinde yaşamak gerekir.

Üstada göre, iki cihanda da mutlu olmanın yolu; dost ve kardeşlerine karşı mürüvvetli ve vefalı olmak ve –düşman da olsa- diğer insanlar ile sürekli barışık yaşamaktır.

7. Hamiyet-i İslamiye ve hamiyet-i cahiliyenin muvazenesi

Hamiyet-i İslamiye, Allah’ın emir ve yasaklarının çizdiği hayat rotasında yürümek manasına gelir. Hamiyet-i cahiliye ise, İslam öncesi cahiliye döneminde revaçta olan ırkçılık, kabilecilik, bölgecilik taassubu gibi insanlık dairesinin merkezinde yer almayan gayr-ı insani ve gayr-i İslami yollara sapmanın adresidir. Kur’an’da bu iki tutum ve davranış şöyle seslendirilmiştir:

إِذْ جَعَلَ الَّذِينَ كَفَرُوا فِي قُلُوبِهِمُ الْحَمِيَّةَ حَمِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةِ فَأَنْزَلَ اللَّهُ سَكِينَتَهُ عَلَى رَسُولِهِ وَعَلَى الْمُؤْمِنِينَ وَأَلْزَمَهُمْ كَلِمَةَ التَّقْوَى وَكَانُوا أَحَقَّ بِهَا وَأَهْلَهَا وَكَانَ اللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمًا

O zaman inkâr edenler, kalplerine taassubu, cahiliye çağının taassubunu yerleştirmişlerdi. Allah da peygamberine ve inananlara huzur ve güvenini indirdi; onların takvâ sözünü tutmalarını sağladı. Zaten onlar, buna lâyık ve ehil kimselerdi. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.”[45]

Hudeybiye anlaşmasının yapıldığı yerde, bir kısım müşrikler, cahiliye döneminde revaçta olan kabilecilik taassubu içinde atlarına binip Müslümanların bulunduğu yerin çevresinde dolaşmaya, çalım satmaya başlamaları,  antlaşma sırasında müşriklerin özel temsilcisi Süheyl b. Amr’n,  Besmele ve “Allah’ın elçisi Muhammed” manasındaki ifadenin antlaşma metninde yer almasına karşı çıkması,  Kureyşlilerin o yılda Müslümanların Mekke’ye girip kâbeyi ziyaret etmelerine izin vermemeleri bu cahiliye taassubunun bir parçasıdır.[46]

Ayette, kureyşlilerin bu davranışları bir “menfi hareket” olarak değerlendirildiği gibi, Hz. Peygamber ve Müslümanların bu olumsuz tavırlara karşı sabırlı olmaları, bu tahriklere kapılmamaları, Allah’ın kelimesinin yüceltilmesi gibi mukaddes davaları uğruna her türlü menfi hareketten uzak durmaları, sağduyu ile hareket etmeleri, bir “MÜSBET hareket” olarak değerlendirilmiştir.

Üstad  Bediüzzaman’ın, “Yeni Said” kimliğiyle Kur’an’a hizmet gibi mukaddes bir dava uğrunda her türlü sıkıntıya tahammül etmesi, yukarıdaki ayette yer alan Hz. Peygamberin ve ashabının yolunu takip ettiğini göstermektedir. Şu ifadeleri bu hakikatin belgesidir:

“Benim eski hayatımı zannedip, ihanetle hiddete gelecek tahmin etmişler. Bilakis aldandılar. Biz, bütün kuvvetimizle anarşiliğe bir sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur’anî tesisine çalışıyoruz. Bize ilişenler, anarşilik ve belki komünistliğe zemin ihzar ediyorlar.

Evet eğer eski hayatım gibi, izzet-i ilmiyeyi muhafaza etmek için hiçbir hakareti kabul etmemek olsaydı ve vazife-i hakikiyesi, sırf âhiret ve ölümün i’dam-ı ebedîsinden müslümanları kurtarmak vazifesi olmasaydı ve bana ilişenler gibi sırf dünyaya ve menfî siyasete çalışmak olsaydı;…(asayişi ihlal edip memleketin huzurunu bozan birçok menfi hadiseye) o anarşilik hesabına çalışanlar sebebiyet vereceklerdi.”[47]

SONUÇ:

Bu çalışmada bizce önem arz eden bir kaç noktaya işaret etmekle sonucu değerlendirmekte fayda vardır:

Birinci nokta: Kur’an’da “müsbet hareket” prensibi izlenirken, adeta ayetlerin birçoğu bu konuya işaret etmektedir. Bu özelliğiyle her derde deva, her hastalığa şifa olan Kur’an,  evrensel ve geniş kapsamıyla kıyamete kadar insanların bütün ihtiyaçlarına cevap vermektedir.

Kur’an’ın bu geniş kapsam alanını ifade etmek için sözkonusu edilen  “خذ ما شئت لما شئت” (İstediğin herşey için Kur’an’dan her ne istersen al) düsturunun ne kadar doğru olduğu, bir kez de bu çalışmayla tescil edilmiştir. Üstadın ifadesiyle: “Âyât-ı Kur’aniye … umum tabakat-ı kelâmiye ve maarif-i hakikiye ve hacat-ı beşeriyeye delalatıyla, işaratıyla câmi’ olmakla beraber; خُذْ مَا شِئْت لِمَا شِئْتَ yani, “İstediğin herşey için Kur’andan her ne istersen al”(düsturunun) ifade ettiği mana, o derece doğruluğuyla makbul olmuş ki, ehl-i hakikat mabeyninde durub-u emsal sırasına geçmiştir. Âyât-ı Kur’aniyede öyle bir câmiiyet var ki, her derde deva, her hacete gıda olabilir. Evet, öyle olmak lâzım gelir. Çünki daima terakkiyatta kat’-ı meratib eden bütün tabakat-ı ehl-i kemalin rehber-i mutlakı elbette şu hâsiyete mâlik olması elzemdir.”[48]

İkinci nokta: Bu çalışmadan da anlaşıldığı üzere, Müsbet hareket; yapıcı, imar edici, eksiklikleri giderici pozitif bir tavır sergilemek demektir. Müsbet hareket, menfi hareketin zıddıdır. İnsanın kendisine veya başkasına zarar veren tutum ve davranışı menfi hareket olarak değerlendirildiği gibi, kendisine veya başkasına yarar dokunduran davranışı da müsbet hareket olarak kabul edilmektedir.

Üçüncü nokta:  Bu çalışma şunu da göstermiştir ki, Risale-i Nur’da, söz konusu edilen diğer hakikatler yanında -doğru istikametin ve başarı sırrının önemli bir unsuru olarak ön görülen- müsbet hareket prensibi de, doğrudan Kur’an-ı Kerim’den mülhem olarak ortaya konulmuştur. Yani, Üstad bu prensibi Kur’andan çıkarmış ve günümüz idrakine sunmuştur.  Nur hizmetinde, MÜSBET hareketin Kur’anî temellerinin gösterilmesi şüphesiz çok önemlidir. Fakat bu prensibin en zor şartlarda bile hayatın pratiğinde tatbik edilmiş olması bir o kadar önemlidir. Üstadın “Eğer biz, doğru İslâmiyet’i ve İslâmiyet’e lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek, bundan sonra onlardan(diğer din mensuplarından) fevc fevc (gruplar halinde İslam’a) dâhil olacaklardır”[49] şeklindeki tespit ve ön görüsünde de, “müsbet hareket” prensibinin hizmet erbabı için ne kadar önemli bir yere sahip olduğu gerçeğine kuvvetli vurgu yapılmıştır.

Dipnotlar

[1] Üsküdar Üniversitesi, Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü  Öğretim Üyesi.

[2]Fussilet, 41/33.

[3]Nahl, 16/125.

[4]Mümin, 40/28-29.

[5]Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası-II, Envar, İstanbul, 2003, 241.

[6]Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Envar, İstanbul, 1994,  419.

[7] Nursi, Emirdağ Lahikası-I, Envar, İstanbul, 2003,  44; Tarihçe-i Hayat, Envar, İstanbul, 1994, 478.

[8] Nursi, Lem’alar, Envar, İstanbul, 1994, 151.

[9]Nursi, Hutbe-i Şamiye, Envar, İstanbul, 2005, 98.

[10] Al-i İmran, 3/159.

[11] Ta Ha, 20/43-44.

[12] Yunus, 10/41.

[13] Asa-yı Musa, Envar, İstanbul, 1993, 156.

[14] Nurun İlk Kapısı, Envar, İstanbul, 1991, 92-93.

[15][15] Yunus, 10/99.

[16] Maide, 5/98.

[17] Kasas, 28/56.

[18]Nursi, Lemalar, 131.

[19] Nursi, Emirdağ-II, 241.

[20] Emirdağ Lahikası-II, 241.

[21]Hucurat, 49/10.

[22]Nursi, Mektubat, 264.

[23] Nursi, Mektubat, 264.

[24]Nursi, Mektubat, 270.

[25]Fussilet, 41/34.

[26]Bk.Ebu’l-Fida İsmail b.Ömer(ibn Kesir), tefsiru’l-Kur’ani’l-azim, DaruTîbe, 1420/1999, 7/181;Kurtubi, Ebu Abdillah Muhammed b. Ahmed el-Kurtubi, el-Camiu li ahkami’l-Kuran, kahire, 1384/1964,  15/362

[27]Nursi, Mektubat, 265.

[28] Nisa, 4/140.

[29] Tevbe, 9/84.

[30] Furkan, 25/63,72.

[31] Maide, 5/105.

[32] Nursi, Emirdağ Lahikası-I, 44; Tarihçe-i Hayat, 478.

[33]Nursi, Şualar, Envar, İstanbul, 1995, 378.

[34] Bakara, 2/208.

[35]Enfal, 8/46

[36]Lem’alar, 154-155.

[37] Maide, 5/13.

[38] Enam, 6/108.

[39] Bakara, 2/27.

[40]Nursi, İşaratu’l-İ’caz, Envar, İstanbul, 1994, 166.

[41] Maide, 5/2.

[42] Nursi, Kastamonu Lahikası, Envar, İstanbul, 1995,  247.

[43] Maide, 5/2.

[44] Mektubat, 267.

[45] Fetih, 48/26.

[46] Bk. et-Taberi,  a.g.e, XXII/251; el-Maverdi,Ebu’l-Hasen Ali b. Muhammed, en-Nüketu ve’l-Uyun, Beyrut, ts.,  V/320; er-Razi, Fahruddin Ebu Abdillah Muhammed b. Ömer, Mefatihu’l-gayb, Beyrut, 1420, XXVIII/85.

[47] Emirdağ Lahikası, 31.

[48] Sözler, Envar, İstanbul, 1994, 398.

[49] Münâzarat, Envar, İstanbul, 2003, 46.

iikv.org.tr

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Leyle-i Berat Hakkında (Âyet, Hadis, Risale-i Nur)

BERAT: Nişan, rütbe ve imtiyaz için verilen resmî belge, kurtuluş. Sitemizde Berat Gecesi ile İlgili yazılar …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Temizlik Terimleri (Sözlük)

Mutlak Su: Yaratıldığı tabii halini koruyan, mahiyetini değiştirecek başka maddeler karışmamış suya mutlak su denilir. Yağmur, …

Kapat