Ana Sayfa / Yazarlar / Lozan ve Başörtüsü Rahatsızlığı / Vehbi KARA

Lozan ve Başörtüsü Rahatsızlığı / Vehbi KARA

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Lozan ve Başörtüsü Rahatsızlığı

”Mazhar Müfit Kansu, “Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber” adlı eserinde ilginç bir nottan bahsediyor. 7-8 Ağustos 1919 tarihinde Erzurum Kongresi esnasında M. Kamal, yanında Süreyya Yiğit olduğu bir anda, gelecekte yapacağı devrimler ile ilgili şunları söylüyor:

“Bir: Hükümetin şekli Cumhuriyet olacak. İki: Padişah ve hanedanına icap eden muamele yapılacak. Üç: Tesettür kalkacaktır. Dört: Fes kalkacak, şapka giyilecek.” Bu arada elinden kalemi düşen Kansu, M. Kamal’a “Çok hayalperestsiniz” diyor. Cevap olarak “Bunu zaman tayin eder” diyerek beşinci maddeye geçiyor: “Latin harfleri kabul edilecek” denilince, Kansu “Paşam, kâfi… kâfi…” der ve “Sabah oldu” diyerek yanından ayrılır.

Aradan yıllar geçer. M. Kamal, şapka inkılâbını gerçekleştirmiş ve Kastamonu’dan dönüyorken yanında şapka giymiş Diyanet İşleri Reisi olduğu halde Kansu’yu görür ve der ki: “Azizim Mazhar Müfit, kaçıncı maddedeyiz?”

“Ne müthiş inkılâp olmuş!” diyen Kansu’nun notları arasında yer alan üçüncü madde üzerinde bir parça durarak türban ve başörtüsü konusunu açmak gerekir. Zira bu konuda güzellik yarışmalarından tutun da ordudan askerleri atmaya kadar yüzlerce plan çevrilmiştir. Fakat sonuçta gelinen nokta tam bir hüsrandır. Zira devletin tepesindeki ilk üç isim yani Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı ve Başbakan’ın eşleri başörtülüdür. Hükümette görev alan bakanlar dahi başörtüsü ile görevlerini yapıyorlar.

Seçimlerde milletten devamlı şekilde tokat yiyen CHP yöneticileri, bu gidişata bir son vermek için geçen bir ara seçimlerden önce sırası ile çarşaf, Kur’ân kursu ve tarikat açılımları yapmıştı. Bu yüzden kendi partisinden de çok büyük tepkiler aldı. Partililer, M. Kamal’ın yolundan sapıldığını iddia ettiler.

Aslında bu konuda haksız sayılmazlardı. Zira yukarıda ifade ettiğimiz notlarda geçtiği gibi, tesettür kaldırılmalıydı(!) Şimdi nasıl olur da böylesine bir taviz verilebilirdi.

Partilileri bir tarafa bırakıp yakın tarihimizi kısa bir gözden geçirmeye devam edelim: Gerçekten de M. Kamal, devrimlerinin tamamını başarı ile gerçekleştirmişti. Fakat şu tesettür maddesi hâlâ yerinde duruyordu. Üstelik başörtülü hanımların sayısı azalmamış, aksine çığ gibi artmıştı. Peki devrimlerden bir sapma mı olmuştu? Hayır. Zira tesettürün kalkması için oldukça büyük güç sarf edilmiş, fakat bu noktada başarısız kalınmıştı. Türlü türlü girişimler yapıldı ve hala dahi bunun sıkıntıları sürüyor.

Başörtüsüne karşı çıkmaya bir tür “iffetsizlik projesi” de denilebilir. Zira yapılagelenler insanın vicdanını kanatacak kadar acı olaylardır.

Lozan hezimet olduğunu Lozan’dan sonra Türkiye’de esen havadan anlayabiliriz, aynı zamanda. Zira gelişmeler hep İslam’ın aleyhine olmuştur. Toplumda İslam’ı sembol eden, İslam’ı çağrıştıran unsurların üstüne gidilmiştir. Bunlar resmi tarih kitaplarında nedense anlatılmayıp üstünkörü geçilmiştir. Ama detaylıca araştırıldığında hakikat gün yüzüne çıkmaktadır. Nasıl mı? İşte şu şekilde:

Lozan yeni kurulan rejim için çok önemliydi. 24 Temmuz 1973’te televizyonda İnönü Lozan’ı şöyle anlatıyor: “Biz Lozan’da öyle taahhütler (sorumluluklar) altına girdik ki, İtilaf devletleri bizim bu taahhütleri yerine getiremeyeceğimizi zannettiler. Anlaşmaya göre bizim bunları 10 sene içinde yerine getirmemiz gerekiyordu. Ama biz 5 sene içinde yerine getirdik”

Nazmi Kal İnönü’ye soruyor “Paşam niçin yerine getiremeyeceğinizi zannettiler” İsmet İnönü: “Çünkü millet isyan eder diye düşündüler” diyerek cevap veriyor. Demek ki Lozan’da sorumluluk altına girilmiş.

Peki, İtilaf devletleri size ne sorumluluklar yükledi? 0n sene boyunca yerine getirmeniz gereken sorumluluklar nelerdi? Acaba Hilafetin kaldırılması mı? Harf inkılâbı yapıp bir gecede insanların mazilerini unutması için cahil bırakmak mı? Şapka kanunu çıkarıp muhalif olanları asmak mı? Kadınları Batılılaştırmak mı? Avrupa’dan yasalar kanunlar almak mı? İslam âlimlerini sindirmek mi? Ezanı Türkçe okutmak mı? Tanrı uludur demek mi?

Bunların hepsi düşünülmüş ve zaten bunları yapmaya kararlı olan M. Kamal sayesinde işler tıkır tıkır yürümüş. Kurulan faşist yönetim bu konular dahil olmak üzere muhalif hiçbir fikrin konuşulmasına dahi tahammül edememiş. Bugün dahi bu yazılardan rahatsızlık duyan “ihtimaldir ki bazı kelleler uçurulacaktır” kafasında olan insanlar bulunmaktadır. Utanmadan bu baskı rejimini savunan ve kendisine özgürlükçü yakıştırmasını yapan zavallılara rastlayabiliyoruz.

Türkçe’de bir söz vardır. Halk içinde çok rağbet görmüştür. “Lozan’dan geldi İsmet Türkiye’den gitti kısmet”.

Kazım Karabekir Paşa, 16 Ağustos 1923’te İsmet Paşa’ya “hükümet çevrelerinden duymakta olduğu din karşıtı fikirlerin Lozan’dan gelmekte olduğunu söyler. İsmet, cevaben Birinci Dünya Savaşı’nda Macarlar ve Bulgarlar da bizim gibi yenildikleri halde bağımsızlıklarına Hıristiyan oldukları için dokunulmadığını, bizimse sırf Müslüman olduğumuz için bağımsızlığımızın ortadan kaldırıldığını söyler. Şöyle der:

“Biz kendi kuvvetimizle bağımsızlığımızı kazansak bile Müslüman kaldıkça sömürgeci devletlerin ve bu arada özellikle İngilizlerin daima aleyhimize olacaklarını, bağımsızlığımızın daima tehlike altında kalacağını anlattı”

Müslüman kaldıkça bağımsızlık vermeyeceklermiş bize. Evet, bunu İsmet İnönü söylüyor. Müslüman kalmamak için halk ve özelikle kadınlar üzerinde yapılan değişiklikleri ve değişimleri biraz daha net görmek gerekir.

Falih Rıfkı Atay’ın “Çankaya” adlı eserinde o zamanın kadınları hakkında şu bilgiler veriliyor.“Osmanlı döneminde ve Cumhuriyetin ilk yıllarında Türk kadını İslami kurallara göre örtünür edepsizlik ve iffetsizlik yapılmazdı” diyor.

Falih Rıfkı Atay daha sonra  “M. Kamal bu dar kalıbı kıracaktı. Atatürk evinde alaturka musikiyi eksik etmemişken, milli eğitimde yalnız batı musikisini esas tutmuştur. Daima müziksiz devrim olmaz sözünü tekrar eder‘Çocuklarımızın ve gelecek nesillerin musikisi batı medeniyetinin musikisidir’ derdi. Kadını kurtaracaktı. Kurtarmak için önce açmalıydı. … Nihayet Medeni Kanunla kadınla erkek arasındaki hukuk farklarının kaldırılmasına kadar gitti. Parola ilerde hiçbir gerilemeye imkân vermeyecek kadar kadına her meslekte yer vermekti. Kadın, milletvekili, belediye azası, hekim, avukat, her şey olmalı idi. Üniversitede erkeklerle beraber okumalıydı…”

Evet, ateşle barutu yan yana koyarak ahlak bozulmaya çalışılmıştır. Kadınlar üzerinde büyük değişimler yapılmak istendi ve düğmeye basıldı. Bunun için bizzat M. Kamal’ın örnek olduğu görülmüştür. Bu yüzden eğitim ve yaşayış bakımdan batılı olan Latife hanımla evlenmiştir. Batılı elbiseler giyebiliyor. Erkeklerle beraber oturup tartışabiliyor dans edebiliyordu.

Lord Kinros “Atatürk” adlı eserinde şunları aktarıyor: Bir gün Atatürk’ün dilinden “Bekârlık sultanlıktır” sözünü söyledi. Atatürk’e niçin evlendiği sorulunca:“Bu reform yüzünden” diye cevap verdi. Kendi karısının yüzünü açtığını göstermeden, milletin karılarının yüzünü açması istenebilir miydi?

Evet, Kamal, kendi eşini örnek göstererek tüm kadınları değiştirmek istiyordu. Türk kadınının peçesini, çarşafını çıkarmasını istiyordu. Dans etmesini, balolara katılıp erkeklerle rahatça düşüp kalkmasını istiyordu. Bu yüzden yurt gezilerine çıkarken latife Hanım’ı da yanında götürüyordu. Tüm kadınların onu görüp örnek almasını istiyordu.

Latife Hanım gezi sırasında yabancı şairlerden şiirler okuyordu ezbere. Victor Hugo’dan, Byron’dan… Kamal’ın yanında pantolonla, siyah sıkma başının altında yüzü meydan okurcasına açıktı. İlk yıllarda Latife Hanım’ı böyle açık açık yanında gezdirmesi tepkilere de neden olmuyor değil di hani. Lakin diyalektizm yani adım adım amacına yürüyen kamal’ın önünde hiçbir engel duramıyordu. Zira rejim aile ve özellikle kadını değiştirip batıya uydurmanın çok zor olduğunu, kadına müdahalenin namusa müdahale olacağını biliyordu. Toplum tarafından böyle algılanacaktı. Bu yüzden kadın konusundaki değişimi aniden yapmaktansa yavaş yavaş zamana yayarak yapmayı tercih etti.

Devrimci değil evrimci bir yaklaşım izledi bu konuda. Kadınların giydiği çarşafı kaldırmak yapılacak ilk değişiklik olarak belirlendi. Kadınlardan çarşafı kaldırmak ne derece tepkiye neden olacağını denemek için bir pilot bölge seçilir. İlk uygulama Trabzon’da gerçekleştirilir. Trabzon belediyesi kent merkezinde çarşaf giyilmesini yasaklar. Merkezde çok tepkiye neden olmayınca daha sonra yasak alanları genişletilir. Mahalli idarelere kadar uygulanmaya başlanır. Daha sonra yasak o kadar genişletilir ki bazı bölgelerde çarşaf giyenlere polis müdahalesinin yapıldığı görülür.

Bu sırada aynı zamanda tesettürün kadının görünümünü ne kadar rencide ettiği hakkında konuşmalar yapılır. Yurt gezilerinde Avrupai görünüme sahip kadınlar gezi heyetine dâhil edilir. Böylece Anadolu kadınları Avrupai tarzda giyime alıştırılmak istenir. İstanbul’da plajlar halka açılır ve plajlara gitmeye yönelik teşviklerde bulunulur. Ve kadınların batı tarzı giyinme ve yaşantısına alıştırılmak istenir.

Önce zihinlerin buna alıştırılması gerekiyordu. İlk plan buydu. Zihinler alıştırılınca kadının içindeki iffet duygusu yavaş yavaş kayboluyordu. Belli bir zaman sonrada çıplak gezmekten utanmayacak hale getiriliyordu.

Kadınlar tiyatrolarda oynatılır. Kamal, bizzat bazı kız çocukları edinir ve onları arzuladığı gibi ve açık elbiselerle erkeklerle bir arada olabilen kızlar yetiştirir. “Afet İnan” gibi, “Sabiha Gökçen” gibi. Bunları Avrupa’ya eğitime gönderir. Bunlar da istenileni tam olarak yaparlar. Daha sonra Sabiha Gökçen, uçak pilotu olarak Dersim katliamında rol alır ve uçağı ile Dersim’i bombaya tutar.

Ve Cumhuriyet döneminde kadınları daha hızlı batıya uydurmak için güzellik yarışmaları düzenlenir ve bekâr genç kızların bu yarışmalara katılmaları teşvik edilir.

2 Eylül 1929’da güzellik yarışması düzenlenir. Miss Turkey. Cumhuriyet gazetesi düzenlemiştir bu yarışmayı. Bu girişimin ardında M. Kamal bizzat vardı. 4 Şubat 1929’da duyuru yapılır. “Bütün dünyada güzel kadınlar seçilir ve memleketlerinin güzellik kraliçesi intihap edilirken bizim böyle bir kraliçemiz neden olmasın? Türk en güzel kadını acaba kimdir?” denir.

16–25 yaşındaki kızlar arasında yarışma yapılacaktı. Bir hafta sonra gazetenin sahibi ve başyazarı Yunus Nadi sütununu bu konuya ayırır. Güzellerin mayo ile jürinin önüne çıkacaklarını bildirir. 125 yarışmacının fotoğrafı 21 Haziran 1929’da tamamlanır. Sıra okuyucuların oy vermesine gelir. 1 Ağustos’ta açıklanan sonuçlara göre 1121 oyla “Mualla Suzan” birinci seçilir. Gazete 400’ün üzerinde oy alan 48 yarışmacının büyük jüri önüne çıkmasına karar verir.

Eylül günü güzeller jüri önüne çıkarılır. Jüri şu isimlerden oluşur.Abdulhak Hamit Tarhan, Halid Ziya Uşklıgil, Cenap Şahabettin, Peyami Safa, Hüseyin Rahmi Gürpınar gibi tanıdık isimler vardır. Ünlü ressam, müzisyen ve tiyatrocular da vardır jüride. Yarışma Cumhuriyet Gazetesi’nin üst katında yapılır. “Orta boylu, kıvırcık lepiska saçlı, altın gözlü, beyaz tenli, zarif endamlı, beyaz krep satenden bir elbise giymiş olan “Feriha Tevfik” birinci olur”

Tüm bunların amacı Müslüman kızların topluluk önünde açılmasını kolaylaştırmaktır. Ve bu rezalet güzel bir şeymiş gibi genç kızlara alıştırılır. Kadınların İslam ile olan bağları bu şekilde koparılmak istenir.

1930’da bir güzellik yarışması daha düzenlenir. Bu yarışmanın birincisi yani kraliçesi Mübeccel Namık Hanım’dır. İlginç olan bu yarışmada jürinin yorumlarıdır. Hüseyin Rahmi Gürpınar “Bire bir alınırsa hepsi güzel, fakat bolluk içinde seçmek müşkül oluyor” diyor, Halit Ziya Uşaklıgil “Bayıldım” diyor, Abdulhak Hamit Tarhan “Cennete girdim sanıyorum” diyor.  Hâlbuki cehennemin yolunu açıyor zavallılar.

Çıplak kızları izleyip “hayranım, ne güzel” diye yorum yapılıyor toplumun ve insanların İslam ile olan bağları koparılmaya çalışılıyordu.

Sene 1932 Cumhuriyet Gazetesi bir güzellik yarışması daha düzenliyor. Bu yarışmaya 17 yaşında “Keriman Halis” adında genç bir kız da katılır ve birinci olarak güzellik kraliçesi seçilir.

Sonra dünya genelinde bir güzellik yarışması düzenlenir Avrupa’da. Belçika’nın Spa şehrinde düzenlenir bu yarışma. Keriman Halis bu yarışmaya gönderilmek istenir. Babası Tevfik Halil’e kızınızı güzellik yarışmasına sokacağız dediklerinde Tevfik Bey “Bu kara kız mı?” diye alay eder. Aynı yıl Belçika’nın Spa şehrindeki yarışmaya Keriman Halis de gönderilir. 28 ülkenin temsilcileri arasından dünya güzeli seçilir.

Peki, Keriman Halis nasıl birinci oldu? İşte bu sorunun cevabını Halide Turhan Bey’in hatıratında buluyoruz. Keriman’ın dünya güzeli seçilmesini şöyle anlatıyor:

“Jüri salona geçip puan değerlendirmesi yapmak istedi. Başkan kürsüye geçerek şöyle dedi: Sayın jüri üyeleri bugün Avrupa’nın Hıristiyanlığın zaferini kutluyoruz. 1400 senedir dünya üzerinde hâkimiyetini sürdüren İslamiyet artık bitmiştir. Onu Avrupa Hıristiyanları bitirmiştir. Elbette Amerika ve Rusların haklarını inkâr edemeyiz. Neticede bu Hıristiyanlığın zaferidir. Müslüman kadınların temsilcisi Türk güzeli Keriman, aramızdadır. Bu kızı zaferimizin tacı kabul edeceğiz. Onu kraliçe seçeceğiz. Ondan daha güzeli varmış yokmuş önemli değil. Bu sene güzellik kraliçesi seçmiyoruz.Bu sene Hıristiyanlığın zaferini kutluyoruz. Avrupa’nın zaferini kutluyoruz. Bir zamanlar Fransa’da oynanan dansa müdahale eden Kanuni Sultan Süleyman’ın torunu işte mayo ve sutyen ile önümüzdedir. Kendini bizlere beğendirmek istemektedir. Biz de bize uygun bu kızı beğendik. Müslümanların geleceğinin böyle olması temennisiyle. Türk güzelini dünya güzeli olarak seçiyoruz. Fakat kadehimizi Avrupa’nın zaferi için kaldıracağız.”

Böylece Keriman dünya güzeli seçildi ve resmi gazetelere basıldı. Hatta kartpostal yapılarak satıldı. Elden ele dolaştı. İşin ilginç tarafı Keriman, Şeyhülislam’ın torunu olarak takdim edilir. Kamal Atatürk 3 Ağustos’ta Cumhuriyet Gazetesi’ne şu demeci verir:

“Türk ırkının necip güzelliğinin daima mahfuz olduğunu gösteren dünya hakemlerinin bu Türk çocuğu üzerindeki hükümlerinden memnunuz”.Keriman Halis Türkiye’ye döndüğünde Atatürk ona “Ece”ismini veriyor ve böylece ismi Keriman Halis Ece oluyor. Ece kraliçe anlamına gelmektedir. Düşünebiliyor musunuz gencecik Müslüman kızımız çıplak vaziyette ne olduğu  belirsiz soysuzların önünde vücudunu sergiliyor.

Türkiye’de buna öncülük edenler Lozan’ı bir zafer gibi görenler bunları bilmiyorlar mı? Lozan’da verilen sözler yerine getiriliyordu böylece. Hiç bir İslam tarihinde bir Müslüman kızın namusunun reklâmı yapılmamıştı. Böyle bir edepsizlik ve iffetsizlik olmamıştı hiçbir zaman. Zaten tüm bunlar bir iffetsizlik projesiydi.

Keriman Halis 28 Ocak 2012’de 99 yaşında hayatını kaybetti. Şuan kaldırımların üzerinde yürüyen çıplak ve dar giyinen kızlara öncülük yaptı. Kötü bir çığır açtı. Zaten bundan sonra da hep kaldırımların bakımı yapılıp güller, laleler dikilecek ama kaldırımların üstündeki insanların manevi bakımları unutulacaktı. Garip kaldırımların garip insanları olacaklardı. Türkiye’de bundan sonra çeşitli yarışmalar düzenlendi. Kiraz güzeli, karpuz güzeli, festival güzeli, gibi yarışmalar düzenlendi.

1925’te yapılmaya başlanan “Güzel Bacak” yarışması bunlara örnek verilebilir. Çünkü bu hepsinden önce yapıldı. Bu yarışmalarla yeni Türk kadını modeli oluşturuluyordu. İslam ile bağını koparmış, zihnini Batı’ya kiralamış, batıcı nesiller yetiştirecek kadınların temelleri atılıyordu. Eğitim sistemi de buna göre ayarlanıyordu. Sizin anlayacağınız çağdaşlaşıyorduk. Ne gariptir ki biz çağdaşlaştıkça Hıristiyan Avrupa zaferini ilan ediyordu. Necip Fazıl’ın dediği gibi:

“Bana çağ dışı diyorlarmış; Ne büyük bir onur! Ben bu çağın dışında kalmayayım da içinde mi boğulayım?”

Türkiye’de hem Başbakanlık hem de Cumhurbaşkanlığı yapmış olan Kamal’ın yakın arkadaşı Celal Bayar diyor ki: “Gençler bakın dinleyin; laiklik, dini topluma tamamen unutturmaktır”. Yıl 1952 Bayar MTTB’deki bir mülakatında gençlere hitaben sarf ediyor bu sözleri ve bu konuda “Biz Lozan’da Batılılara bu konuda söz verdik. Bundan önceki devlet başkanlarımız bu konunun takipçisi oldukları gibi benden sonrakiler de takipçisi olacaklardır. Siz ilerici gençler olarak bunu böyle bilip, böyle uygulamalısınız”

Meğer bu Lozan neymiş böyle de bizim haberimiz yokmuş. Lozan’da yoksa İngilizler bize: “Dini ver, devleti kur” mu dediler? Öyle ya! Lozan’dan sonra Hilafeti kaldır Müslümanların bütünlüğü bozulsun parçalansınlar ve kolay yutulur lokma haline gelsinler. Harf inkılâbı yaparak geçmiş eserleri okumamız engellendi ve dini sembol eden harfler ortadan kalktı. Şapka kanunu yaparak insanlarımızı batılılaştır. Ezanı, selâyı Türkçeleştirip kültür değişimini kolaylaştır. Avrupa’nın bile kokuşmasını engelleyemeyen kanunları al hiç uymamasına rağmen Türk toplumuna uygula, anayasadan “Devletin dini İslam’dır” ibaresini kaldır. Kadınları Batılılaştırmak için soydurup güzellik yarışmaları düzenlettir. Eğitim sistemini Batıya göre ayarla. Sonra da ‘Lozan zafer’ de. Savaşta kazandığın şeyi masa başında kaybet.

Sezai Karakoç diyor ki:

“Onlar sanıyorlar ki, biz sussak mesele kalmayacak

Hâlbuki biz sussak tarih susmayacak

Tarih sussa hakikat susmayacak

Onlar sanıyorlar ki, bizden kurtulsalar mesele kalmayacak

Hâlbuki bizden kurtulsalar vicdan azabından kurtulamayacaklar.

Vicdan azabından kurtulsalar, tarihin azabından kurtulamayacaklar

Tarihin azabından kurtulsalar, Allah’ın azabından kurtulamayacaklar.”

Tek partili dönemde yapılanları bir tarafa bırakalım, 1950’den sonraki olayları da inceleyelim. Yazı zaten uzun oldu bunu da ilave edelim bütünlük bozulmasın. Meselâ “İnkılâplarımızı nasıl koruyabiliriz?” konulu fikir yarışmasında derece kazanan makalede “Namus ve şerefin çarşafla, fesle muhafaza edilemeyeceğinin daimî propaganda ile herkese kabul ettirilmesinin mümkün olduğu; irticaın baş gösterebileceği yerlerde sık sık açılacak sergilerle milletlerin tarih boyunca kıyafetlerinde olan değişiklik ve tekâmüllerin zamana, ihtiyaca, iklimlere göre vuku bulduğunu halkın gözü önüne sermenin gerekliliği” gibi tekliflerde bulunuluyordu.

Yine İsviçre’den gönderilen, ismi saklı bir okuyucu yazısında, kadınların çarşaf giyme “alışkanlığını” korumaları eleştirilerek şöyle deniyordu: “Artık bizim için bir yüz karası haline gelen çarşafa mani olmalıyız. Kadın cemiyetleri seferber olmalı, konferanslar tertip etmeli, çarşaf yerine giymeleri gereken elbise önerilerini bizzat giyerek göstermeli, sevdirmeli. Bir köydeki bütün kadınlar vazgeçerse, namus, ayıp meselesi kalmayacağı anlatılmalıdır.

“Köylü saatinde radyolar harekete geçmeli, bilhassa şarkı ve türküler arasında bunun lüzumsuz-luğunu belirtmelidirler. Nihayet, muayyen bir tarihten sonra çarşaf giyenlerin çarşafı alınacağı gibi, para cezası almalı, hatta çarşaflar toplanmalı ve çarşaflık imal ve satışını yasak etmeli, köylere havadan broşürler atmalı.”

İsviçre’den “hüviyeti mahfuz” olarak yazan okuyucunun bu “demokratik” (!) teklifleri ve gazetenin ısrarlı yayını etkili olur ve hemen ertesi günü (13 Mart 1956) üç kadın milletvekili çarşafın yasaklanması için Meclis’e kanun teklifi götürürler. Türk Kadınlar Birliği tarafından da olumlu karşılanan bu teklif, Meclis’te hiçbir işlem görmez.

Cumhuriyet gazetesi, bu teklif üzerine çeşitli siyasal kişiliklere sorular sorar. Bir milletvekili, tasarının kanunlaşmasını beklediğini, medenî bir memleket olarak “çarşaf acayipliğinden” (!) kurtulmak gerektiğini söyler.

Başka bir milletvekili Pertev Arat ise, çarşafın bir kanun meselesi değil zamanla halledilecek bir telkin ve terbiye meselesi olduğunu ve fes “ucubesi” (!) ile çarşaf meselesini ayrı değerlendirmek gerektiğini ileri sürerek şöyle konuşur:

“Eğer çarşafla dolaşanlar son günlerde çoğalmış ise, bunun sebebi, alâkalı teşekküllerin vazifelerini ihmal etmiş olmalarıdır. Millî Eğitim Bakanlığı, kadın teşekkülleri ve diğer sosyal müesseseler, mayolu defileler tertip edeceklerine, çarşafla gezenlerle mücadele etsinler. Şu veya bu, sık sık antidemokratik kanunlardan bahsedilmektedir. Tasarı eğer kanunlaşırsa, çarşafın yasak edilmesine dair kanun, antidemokratik kanunların başında gelecektir. Biz, vatandaşların arzularına aykırı hareket edemeyiz.”

Çarşafın yasaklanması yönünde kamuoyu oluşturma faaliyetlerine Türk Kadınlar Birliği de katılacaktır. Kadınlar Birliği Merkez İdare Kurulu aynı günlerde bir toplantı yaparak, tasarının kabulü hâlinde, çarşaflarını çıkartacak kadınlara ucuz manto temini ve bunların tipi gibi konuları görüştüler.

Kadın mantoları satan mağazaların sahipleri de bu toplantıda bulunarak görüşlerini belirttiler. Sonuçta, yerli kumaşlardan hazırlanacak çeşitli tipteki mantoların istenilen zarafette olması ve ucuza mâl edilmesi kararlaştırıldı; modellerin hazırlanması ve kadınlara tavsiyesi işlerini de Olgunlaşma Enstitüsü üstlendi.

İlginçtir Bediüzzaman, tesettür âyetini tefsir ettiği için ceza almıştı. Şöyle diyor Said Nursi: “Eskişehir Mahkemesi (1935), tek bir mesele olan tesettür-ü nisâ (kadınların örtünmesi) hakkındaki bir küçük risâlenin beş on kelimesini bahane ederek, lâstikli bir kanunla hafif bir ceza verdiği zaman, Mahkeme-i Temyizden sonra lâyiha-yı tashihimde kanunsuzluğun yalnız tek bir numunesi olarak resmen Ankara’ya yazdım ki: ‘Bin üç yüz elli senede, üç yüz elli milyonun kudsî bir düsturuyla daimî ve kuvvetli bir âdet-i İslâmiyeyi ders veren ve emreden tesettür âyetini, eskide bir zındığın Kur’ân’ın bu âyetine itirazına ve medeniyetin tenkidine karşı müdafaa için üç yüz elli bin tefsirin icmâına ve hükümlerine ittibâ ederek o âyeti tefsir edip bin üç yüz elli senede geçen ecdadımızın mesleğine iktidâ eden bir adama o tefsiri için verilen ceza ve mahkûmiyeti, dünyada adalet varsa, elbette o hükmü nakz edecek ve bu acip lekeyi bu hükümet-i İslâmiyedeki adliyeden silecek” vesselam…

Yazar : Vehbi KARA

Dr. Vehbi KARA, 1965 Yılında İstanbul’da doğdu. İlk ve orta eğitimini yine İstanbul’da tamamladıktan sonra 1982 yılında Deniz Harp Okuluna girerek askeri öğrenci olarak eğitimine devam etti. 1986 Yılında Kontrol Sistemleri bölümünden Elektrik-Elektronik Mühendisi olarak mezun olduktan sonra Teğmen rütbesi ile Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na bağlı savaş gemilerinde ve karargâh birimlerinde deniz subayı olarak görev yaptı. Savaş gemilerinde güdümlü mermi ve top atışlarında birincilik kazanmıştır. 1997’de Yüzbaşı rütbesinde iken askerlik mesleğinden ayrıldı ve ticaret gemilerinde çalışmaya başladı. Gemi Kaptanı olarak çeşitli ülkelere ait 30’dan fazla ticari gemide görev yapmış çalıştığı firmalardan ödüller almıştır. 2011 Yılında Araştırmacı kadrosu ile İstanbul Üniversitesinde göreve başladı ve halen de bu üniversitenin Su Ürünleri Fakültesinde ve Mühendislik Fakültesinde denizcilikle ilgili meslek dersleri öğretmenliği görevini yürütmektedir. 1997 Yılında İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası İlişkiler Bölümünde “Petrole Dayalı Stratejiler ve Uluslararası İlişkilerde Petrolün Rolü” isimli çalışması ile yüksek lisans eğitimini tamamlamıştır. 2015 Yılında İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Çalışma Ekonomisi ve Endüstri ilişkileri Bölümünde “Çalışma İlişkileri Açısından Kapitalizm Sonrası Dönem: Malikiyet ve Serbestiyet Devri” başlıklı çalışması ile doktora eğitimini tamamlamıştır. Uzakyol Kaptanı yeterliliğinde gemi kaptanlığı, Denizci Eğitimci Belgesi ve Elektrik-Elektronik Mühendisliği sertifikaları mevcuttur. Denizcilik, askerlik, tarih ve iktisat konularında çeşitli dergi, gazete ve internet sitelerinde makaleler yazan Vehbi KARA’nın “Bahriyede 15 Yıl” ve “Altı Ayda Altı Kıta” isimli iki kitabı bulunmaktadır. Evli ve iki çocuk babasıdır.

Tüm Yazıları Göster
Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

‘Salâvatın Mânâsı Rahmettir!..’ 

‘SALAVÂTIN MA‘NÂSI RAHMETTİR!..’  “(Ey resûlüm!)  (biz) seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik!..” (Enbiya,107) “İşte seni …

Önceki yazıyı okuyun:
Bediüzzaman ve Risale-i Nur’u karalamak için Diyanete rapor yazan ilahiyatçılara / Prof.Dr. Musa Kazım YILMAZ

Bediüzzaman ve Risale-i Nur hakkında Diyanete rapor yazan ilahiyatçılara Ağustos 2016‘da düzenlenen Din Şurasında, bir …

Kapat