Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Makaleler / Mealciler Ümmeti Neden Cezbediyor?

Mealciler Ümmeti Neden Cezbediyor?

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Yazar: Burhanettin ÇAĞIRICI

Hayli zamandır bir kısım sosyal medya platformlarında, bazı belediyelerce tertiplenen kültür faaliyetlerinde, ilahiyat ve imam hatip çevrelerinde icra edilen ilmî sempozyumlarda sıkça tebliğ ve propagandası yapılan; bizim “Kur’an Müslümanlığı” ya da “Mealcilik” olarak tarif etiğimiz ama bu cereyana mensup olanların “Hakiki ve Öz Müslümanlık” olarak telakki ettikleri bir din tasavvuru söz konusu.

Kur’aniyyûn ya da Mealciler şeklinde isimlendirilen bu grup; umumî manada Kur’an’ın bir müfessirin tefsirine, ahkam açısından da bir müçtehidin içtihadına ihtiyaç olmaksızın anlaşılabileceğini ve hükümleriyle amel edilebileceğini, murad-ı ilahîyi anlamada ve teşrîde hadis-i şeriflerin bir fonksiyonunun olmadığını, zaten hadislerin korunmadığını ve bu hususta ilahi bir vaadin bulunmadığını, korunan kitabın ve sözün yalnız Kur’an olduğunu ve sağlam kabul edilen hadislerin dahî şüphe taşıdığını,bu şüphenin ancak Kur’an’a arz ile giderilebileceğini, şüphe taşıyan hiçbir metnin dinî kaynak olamayacağını söylerler.

Bu yazıyı modern zamanlara ait iş bu yeni din anlayışının mahiyetini, hangi ilmî, tarihî, sosyolojik sebeplerin böyle bir din telakkisinin teessüsüne mahal verdiğini tartışmak için kaleme almadım. Zira bu derece bir tahlil üç-beş sayfalık makalede halledilemeyecek derecede geniş, kitabî bir çalışma gerektirmekte. Ebubekir Sifil Hocanın bu din tasavvurunun bazı bilindik argümanlarına cevap sadedinde 15 seri köşe yazısından oluşan bir reddiyede bulunduğunu hatırlıyorum. Ayrıca müşârun ileyhin bu meselenin ilmî çıkmazlarını ele aldığı ve muhtelif vesilelerle yazdığı yazılarını, konferans kayıtlarını da acizane tavsiye ederim. Ben ise sadece bu cereyanın nasıl hayat şansı bulduğunu, ümmete neden cazip geldiğini anlamaya, hususiyle yeni nesil Müslüman kimlik için uyandırdığı alakanın psikolojik ve sosyolojik sebeplerini irdelemeye çalışacağım.

Temel söylemini, bizim anlam ve değer dünyamızda da hep müspet çağrışımları olan “Kuran’ı anlama ve hayatı Kuran’la tanzim etme” gibi ışıltılı cümleler üzerine bina eden bu telakki, kullandığı hileli edebî retorik ile ulaştığı saf zihinlerde derhal büyük bir tesir icra etmekte ve hüsn-ü kabul görmekte. Bu sebeple mezkur durumun meseleyi ele alan için meramı ifadede dezavantaj teşkil ettiğini söylemeliyim. Öyle ya nasıl olur da “okumak”, hele de “Allah’ın kelamını” anlamak için okumak menfi bir değerlendirme konusu olabilir. Hayatı Kuran’la inşa etmenin arızalı bir din tasavvuru olduğunu söyleyenin kendi doğru din telakkisi ne olabilir? Filan…

Şair “Altından kendini koru. Zehri hiçbir zaman teneke kutu içinde sunmazlar” derken bu tarz aldatmacalara dikkatimizi çekmek istedi belli ki. Fakat bu davette kâseler altın da değil. Adeta kristal. Şerbet kardan ak ve şekerden tatlı. Lakin ey Müslüman maalesef zehirli! Peki akidesi nezih, ameli salih Müslümanı bu sinsi davete icabete sevk eden âmiller nelerdir?

Bu hususa geçmeden şunu ifade etmeliyim ki mealciliği sadece gizli ajandası ve gündemi olan bir zümrenin, din bilgisi zayıf Müslümanları idlâl etme vasıtası olarak görmek eksik ve fazla itham edici bir okuma olur. Bu tezin müessislerini ve taraftarlarını aynı gayeyle hareket eden homojen bir yapının mensupları olarak ele almak düpedüz niyet okuyuculuk ve genelleyicilik olacaktır. Bu nedenle kristal kâse-zehir teşbihi, bu mevzunun sadece bir yönünü ifade eder. Dolayısıyla bahse konu iddia, Kuran Müslümanlığının anlatıldığı ve propagandasının yapıldığı kitaplar, dergi yazıları, sosyal medyadaki yazılar, videolar ve tüm görseller, ilgili televizyon programları tetkik edilerek değerlendirildiğinde karşımıza bu cereyanın teessüsünde âmil olmuş muhtelif sebeplerin çıktığını görmekteyiz. Ben tespit edebildiklerimi aşağıda 4 madde halinde tasnif ettim. Belki bu tasnif ve tavzih bu akıma gönül verenlerin bulundukları tarafı gözden geçirmelerinde ayrıca etkili olacaktır:

1-Müslüman memleketlerde senelerdir farklı ilmî, siyasi usullerle operasyonlar icra eden batılı müsteşriklerin ve onların dahildeki sözcülerinin hadis mefhumu ve hadis usulü ile olan kasıtlı problemleri. Yani bu  açıdan meseleye; Müslümanların kâhir ekseriyetinin seleften tevârüs ettikleri ve yaşadıkları “Ehl-i sünnet ve’l cemaat” terkibiyle en özlü ifadesini bulan akidevî ve amelî zeminin dönüştürülmesi ya da en azından kaydırılması projesi diyebiliriz. Batı Medeniyeti karşısında  başsız ve bütünlüksüz de olsa hala kuvvetli bir rakip olarak şehirlerde, mahallelerde, sokaklarda, ailelerde ve tek tek sinelerde yaşayan yegane diğer medeniyet İslam Medeniyeti olmakla, onun ana omurgasını teşkil eden “ehl-i sünnet ve’l cemaat” iman ve akîde prensiplerinin zaafa uğratılması iman-küfür rekabetinin vazgeçilmez bir gereği bunlara göre.

2-Kuran ile eşdeğerde aslî bir kaynak olarak sünnetin, asrî telakkilere uygun olmayan Kur’an nasslarını tevile mani teşkil edici sarahati ve somutluğu. Bu zaviyeden mesele daha ziyade dayatılan ve doğruluğunun tartışılması adeta yasaklanmış bulunan modern telakkilere teslim olmuş Müslüman aklın, evrensel insanî değerlerle İslam’ı bağdaştırma çabası esnasında Sünnetin teşkil ettiği problemleri bertaraf etme çabası olarak görülebilir. Gaye meyânında tarihselci tezlerle ittifak halinde olan bu yaklaşım maalesef dinin bizi inşâsından vazgeçişimizin ve bizim Sünnetsiz modern bir din inşâ etme iddiamızın teorik zeminini oluşturmakta.

3- İslami ilimlerle iştigâli esnasında şöhret arzusu, ikbal hırsı gibi nefsanî hastalıkların esiri olarak yeni bir şeyler söyleme telaşına kapılmış bir kısım ulema-i sû’ün, müşterilerini artırma adına kolaylaştırılmış din pazarlama girişimi. Zira Sünnetin örnekliği ile modern insan için kolay bir dinî pratik elde etmek mümkün olmadığından onu devre dışı bırakarak makbul bir din anlayışı vaz etmek. Bu cümlelerin hangi isimlere işaret ettiği herhalde okurun zihninde belirmiştir. Bu sütunu o isimlerle kirletmemek mukteza-i nezafettir.

4-Geriye doğru Emeviler dönemine kadar giden tedvin döneminde temelleri takva ile atılmış, o zamandan günümüze usul ve kavaidi tekamül ettirile ettirile inşa edilmiş, akıl ve zekası deha seviyesinde nice alimin uğruna ömür vakfettiği ve selefinden tevarüs ettiği ilmî mirasa mutlaka müspet katkılar yaptığı muhkem ve muhteşem İslami ilimler binasına liyakatle girme ceht ve azmini gösteremeyen, gösterse de sonunu bir türlü getiremeyip bu ilmî usul ve kaidelerden azade kanaatler ve fikirler serdetmeyi tercih eden düşük profilli hocalar da bu bidat cereyanın teessüsünde aktif rol oynamakta.   

Şahsen tespit edebildiğim bu sebeplerden ilkinde iyi niyetten ikincisinde sahih bir gayeden bahsetmek mümkün görünmemekte. Üçüncü sebebin ahlakî bir durum olduğu, dördüncü sebebin ise metâlib-i ilmiyeyi sahihbir usul üzere tahsilde istidatsızlıktan ve buna bağlı olarak da kolay, külfetsiz ve moderniteye uygun olanı tercihten ibaret olduğu sezilmektedir. Kuraniyyún cereyanının doğuşuna sebep olduğunu düşündüğüm bu hususları tek tek zikretmenin, yazının merkezini teşkil eden “ümmetin Kuran Müslümanlığına meylinin sebepleri” hakkında da hayli fikir bahşedici olduğu kanaatindeyim.

Şimdi esas mevzumuza avdet  edelim ve bu bidat söylemin İslam kardeşlerimizi neden cezbettiğini anlamaya çalışalım. Şahsen bu sebepleri tetkik ederken iki nevi Müslüman modele rastladığım için değerlendirmemi bu modeller üzeriden yapacağım.

 A) Hususiyle Türkiye’de ümmetin umumu dikkate alındığında seküler bir hayat yaşamakta olan, dini ve dinî hayatı külliyen reddetmemekle beraber çok yakın ve sıcak da durmayan bir kısım kardeşlerimiz mevcut. Cuma namazlarına devam eden, ekserisi ramazan orucunu da tutan ama mevlid ve cenaze merasimleri dışında dini hayatın başka hiçbir yönüyle ilgilenmeyen kimseler bunlar.Böyle olmakla birlikte din hakkında nefse hoş gelecek kolaylaştırıcı farklı ve modern yorumları genelde televizyon ekranlarından takip eden ve manevi hayatları hakkında getirilen eleştirilere karşı bu yorum ve telakkilerin argümanlarıyla cevap veren müminler. Bu kardeşlerimiz sahih bir din tasavvurundan yoksun oldukları gibi kendilerini çeşitli idlâl ve ifsat edici oluşumlardan  koruyabilecek seviyede dini temel bilgilerden de mahrumlar. Bu sebeple artık iyice alıştıkları ibadetsiz ve muamelatsız hayatı meşrulaştıracak her akıma kolaylıkla kapılabiliyorlar.

Maalesef böyle Müslümanların hayli çok olması bu toprakları dini açıdan her türlü toplum mühendisliğine ve bu minvaldeki operasyonlara açık hale getiriyor. Teorinizi Kuran’dan bazı ayetleri referans göstererek anlatabiliyor ve hitabınızı biraz edebiyatla da süsleyebiliyorsanız tavlayamayacağınız ve şuurlu bir karşı duruş sergileyecek Müslüman sayısı yok denecek kadar az bunların arasında. Çünkü bizde her şeyden önce fert olarak Müslümanın itikâden ya da amelen bir aidiyet bilinci yok. Devletin ise milletinin şahsiyetini ve onu besleyen köklerini tahkim eden bir maarif politikası yok. Ne ecdadımızdan devralageldiğimiz ve genetik kodlarımıza adeta işlemiş olan Sünnî İslam perspektifinin ne de onun aslî birer parçası olan ve bu coğrafyada genel olarak kabul görmüş Hanefî-Maturidî, Şafiî-Eşarî  mezheplerinin öğretilmesine müteallik bir programımız var. Zira Cumhuriyete geçiş hengamında kurucu iktidar, milletin bu aslî hususiyetlerini ferdin ve cemiyetin  hafızasından tamamen kazımak istemiş, tüm ıslahat ve inkılaplarını bu çerçevede belirlemiş ve uygulamıştır. Bu program her ne kadar yüzde yüz bir muvaffakiyet sağlayamamışsa da yaptığı tahribat belki on yıllar sürebilecek bir tedavi sürecini zorunlu kılacak derecede ağır olmuştur. İşte bu tahribatın ferdî/ictimaî bünyedeki  bir sonucu olarak din ve dine dair her şey hâlâ bu toplumun özü, kökü, vazgeçilmezi olarak değil bir kültür aracı, bir ahlak öğretisi ve hatta bir ritüeller manzumesi olarak ele alınmakta, maarif müfredatı da maalesef bu muhtevada şekillenmektedir.

Dolayısıyla bir müminin, evvelen ilk mektebi ve en yakın sosyal muhiti olan ailede, sâniyen devam ettiği cami, mescit ya da yaz kursunda ve bilâhare kaydolduğu ilk ve orta öğretim kurumlarında her bir kademeye uygun yeterli keyfiyette dinî tedrisat görememesi problemin belki de ilk kaynağı durumunda. Çünkü bugün aile, dini meselelerde kendisi de ibtidaî seviyenin altında olduğundan evladının dini bilgilenme talep ve ihtiyacına karşılık verememektedir. Bu ihtiyacın giderilmesi ve şerefli ecdadımızdan tevârüs ettiğimiz manevi aidiyetlerimizin ve onun icabâtının bir sonraki nesle nakli için evladımızı gönderdiğimiz cami ya da Kur’an kursu hocaları hayattan arda kalan boşluklara sıkıştırılmış tedris faaliyetlerinde talebesine sadece bir miktar sure, biraz da gusül abdestini öğretebildiğinden iman harcı muhkem atılmış, Müslümanlık mayasıyla mayalanmış şahsiyetler filizlenememektedir. Zaten ilköğretim ve ortaöğretim safhalarında mevzu artık çoğunlukla bir not meselesi haline gelmekte ve dini bilgi, başarı için sadece bir ortalama yükseltme malzemesi olmaktadır. Netice itibariyle sıradan bir Müslüman ailede mezkur dönemleri tafsil ettiğim şekilde geçiren genç bir kardeşimiz (eğer İmam hatip ve İlahiyat fakülteleri gibi dini tedrisata tahsis edilmiş bölümleri tercih etmemişse) çok yetersiz seviyede bir dini bilgi ile hayata atılmaktadır.

Yakın tarihinde millet olarak kendini ve geçmişini inkar travması yaşamış ve tüm ilmî, kültürel müktesebatına karşı bir anda cahilleştirilmiş bir cemiyette üç-beş kısa sure ezberlemiş, bir miktar da namaz hocası okumuş din kardeşlerimiz fıtratlarında meknuz inanma, Rabbini tanıma, neye ibadet ettiğini bilme eksikliklerini maalesef televizyon hocalarıyla tamamlama yoluna koyulmuşlardır.

İşte inandığı diniyle hayatının rüşt yaşlarına kadar sıhhatli bir alaka kuramamış, bunu yapmak istediğinde eline bir küçük ilmihal tutuşturulmuş ya da davet edildiği cemaat sohbetlerinde en derin tasavvufî meselelere muhatap kılınmış bu kardeşlerimiz akidelerinin asli kaynağı olan Kuran’a direk çağrıldıklarında ister istemez güçlü bir icabet arzusu duymaktalar. Sizi Yaradan’ın size hitabını merak etmiyor musunuz? Elbette ediyorsunuzdur, o halde buyurun meallimi okuyun” pışpışlamalarıyla başlayan Kur’an’la buluşma süreci, bir müddet sonra “başka kitaba ne hacet, her şey Kur’an’da var. Ey Hocalar! Kelam-ı İlâhî ile  aramıza fıkıh kitaplarını, siyer kitaplarını, kelam kitaplarını sokmayın” zırvalamalarına evrilmekte, bir müddet sonra bu tatlı sloganlar ”Peygamberin vazifesi sadece tebliğdi. Zaten apaçık olan Kitabı’mızı bize tebliğ etti ve gitti. Bundan sonra her Müslüman münferiden kitaba baksın ve yaşasın” gibi had bilmez, usul bilmez iddia ve hezeyanlara dönüşmektedir.

Ailede Amentüsünü icmâlen öğrenen, bunu medresede tafsîle, tekkede tahsîse koyulan ama her daim mukallid olduğunun farkında olarak ulema ile mütemadiyen temas halinde yaşayan, asr-ı saadetten günümüze taşınmış İslâmî nazariyat ve tatbikata muhalif bir iddia ile karşılaştığında bu durumu en azından basireti ve feraseti ile sezen uyanık Müslümanlar yok artık.

Tüm ilmî müktesebatımızın inşa ve naklinde emeği geçen Selef ulemasını ve onlara tâbi milyarlarla Müslümanı 1400 yıldır İslamı yanlış anlama ve yaşamakla itham eden modern hocaların tutarsız propagandalarına kapılabilecek cehalet ve saflıkta Müslümanlar var. Yaldızlı sözlere, süslü sloganlara, genelleyici aforizmalara av olduğunu bir türlü fark edemeyen zavallı Müslümanlar.

Böyle Müslümanları, Sünneti hayatının ve din telakkisinin dışına ittiğini hissettirmeden Kur’ana çağırmak, inceden Şia propagandası yaparken “Ehl-i Beytin mezhebi buydu” kamuflajıyla iğfal etmek kolay artık. Çünkü bu saf Müslümanlara göre de şüphesiz Kur’an ve Ehl-i Beyt mukaddestir. Bu sebeple boyunlarına geçirilen yuları ve o yularla çekildikleri uçurumu bir türlü farkedememektedirler. Zira bu zokayı fark edecek ne bilgileri ne ferasetleri var.

 B) Aile ortamındaki muhafazakâr hayatı, buna göre teşekkül etmiş sosyal çevresi, tahsil süreci boyunca (hususiyle imam-hatip mekteplerinde ya da gayr-i resmi medreselerde) hasbelkader öğrendikleri ve nihayet kendi şahsî okumalarıyla ilk bölümde zikrettiğim alelade Müslüman profilden daha fazla dinî tecrübe ve bilgi sahibi olan kimseler de var malum. Kuran Müslümanlığı denen bid’at mezhep bu çevrelerde maalesef daha yaygın. Oldukça özgüvenli ve meraklı olan ve zaten dinî talim ve telkinâta açık olan bu zümre şüphesiz üzerine en fazla oynanan kesim.

Âcizâne kanaatim, problemin ilk zuhur noktası ve bahse konu hoca takımının asıl hedef kitlesi bu kimselerdir. Zira esaslı okuma yapan, okuduğunu anlayan, İslamî meselelerle entelektüel seviyede ilgilenen kesim bu kesimdir. Bu kimselerin öğrenme cehdi, şayan-ı takdir olsa da usul zemininde birikimlerinin olmaması bu taallüm faaliyetlerini aleyhlerine bir duruma dönüştürebilmektedir. Çünkü bu insanlar kâsenin altın olduğunu takdir edebilecek kadar bilen ama şerbete karışmış zehri tefrik edebilecek düzeyden mahrum olan insanlardır. Bir şeyler biliyor olmaları itibariyle de çoğu zaman tashih ve ikaza da kapalıdırlar. Orta seviye malumatları, ihtisas seviyesi hakkındaki cehl-i basitlerini cehl-i mürekkebe kalbetmiştir. Bu sebeple bilmediklerini ya da anlamadıklarını kabullenemezler.

Mezheplerin, tarikat ve cemaatlerin  ümmet içinde fırkalaşmaya sebebiyet verdiğini düşünerek ve bu oluşumların düşük seviyedeki yorumlayıcıları tarafından kullanılan hatalı ayrıştırıcı dili bahane kılarak mezheplerden ve tüm aidiyetlerden  teberrîyi gerekli görenler de bu kısımda mütalaa edilebilir. Zira bu kişiler de yalnızca Kur’an Müslümanlığı ile vahdete kavuşacağımızı düşünüyorlar. Va’z-u irşatta zayıf ya da mevzu hadislere ve rivayetlere yer verilmesini, bazı tasavvuf meclislerinde hurafelerin peşine düşülmesini gerekçe göstererek sahih sünnetten ve sahih tasavvuf tecrübesinden de vazgeçmemizi istiyorlar.

Kapıldıkları zararlı fikirlerin çok kısa sürede birer misyoneri haline gelen, meslekî vasfı ile çevresinde saygın görülen ve bu nüfuzuyla ilk bölümdeki bilgisiz Müslümanları kolayca ikna edebilen kimseler bunlar. Üniversite öğrencisi, Akademisyen, Öğretmen, Mühendis, Hakim, Avukat, Doktor, Psikolog, yazar, gazeteci olarak itibarlı her meslekten insanlar.

Kalbinde hastalık olanları, Kuran’ın ifadesiyle “Alîm-ü Hakîm olan Allah’ın bir ilim üzere idlâl ettikleri”ni istisna edersek bu aklı başında insanlar neden böyle cerayanlara kapılıp gitmekteler. Doğru din tasavvuruna malik ilmiyemizin bunda hiç mi kabahati ya da ihmali yok? Hatalı  veya eksik yapılmakta olan ne ki boşluk kabul etmeyen tabiatta bid’at ve firkat için alan açılmakta? Evet hırsızın onca kabahatini zikrettikten ve cezaya istihkakını tespit ettikten sonra kapıyı açık bırakan bizlerin de samimi bir şekilde bu sorularla yüzleşmesi gerekmektedir.

Kanaatimce biz Kur’an’ı Kerim’i en azından irşâdî sahada göze batar derecede Kur’an Müslümanlığı taslayanlara terk ettik. O’na daha ziyade bir akîde ve ahkâm kitabı olarak yöneldik de hayatın her anına ve alanına ölçüler vaz eden ahlakî öğretilerini biraz ikinci plana attık. Evet akîde sahih olmadan ve ahkâmı doğru bir usul ile ehlinden almadan ondan ahlakî mekârim de sıhhatli alınamaz. Alınsa da ziyade bir mana ifade etmez. Ama akîde ve ameli müstekım olanları Kuran’ın eşsiz icâzı ile yoğrulmuş, gönüllere inşirah bahşeden vasâyâsından, ibretli ve hikmetli kıssalarından ve her dem ubûdiyet zevkiyle Allah’a tekarrübün vesilelerini telkin eden hikmet ve mevizasından haberdar edemedik.

Ehl-i Sünnetin Ehl-i Beyte olan muhabbetini, “aman fitne zuhur etmesin” haklı endişesinde tefrite giderek Şii propaganda karşısında İslam ümmetine yeterince anlatamadığımız ve Âl-i Rasül hassasiyetini görünürde Şia’ya kaptırdığımız gibi Hz. Kuran’ı da kendi hevasını ona söyletmeye azmedenlere kaptırdık.Onların usulsüz ve çarpık okumaları kadar biz sahih ve semereli okumadık, okutamadık kitabımızı. Onunla yeterince hemhâl olamadık. Bu dâl insanlar kadar esrarına dalma, kendine has letafet ve dakîk nüktelerini aktarma cehdi göstermedik. Nerden başlayayım diyenin eline ilmihal verirken, “bunu hızlıca bitir gel, önümüzde kelimeleri bitmez Kuran var, bize rahmet olarak gönderilen Rasûlünün ve güzide Ashabının ahlâk-ı fâdılası var” diyemedik. Arapçaya başlayanı döndürüp döndürüp Bina okuttuğumuz gibi Müslümanları biteviye “namaz hocası” okumaya gönderdik. Ait olduğumuz cemaatin maslahatı ve hizmetlerinin devamı için girişilen yeni ticari maceralarda tüm müntesiplere pazarlama tekniği anlattığımız kadar Allah’ın kelamını anlatmayınca, hâs kul olmaya gelenleri marifetullah taliplileri değil kaymaklı müşteri olarak görmeye başlayınca  biz terk edilir hale geldik. Çünkü terk edilmeyi hak ettik. Derken biraz mürekkep yalamışları böyle sathî ve şeklî bir din tasavvuru tatmin etmedi. Hutbeden, minberden yapılan va’z u irşat kul olma bilinci inşasına değil sadece cehennemden necat ve cennet köşkleri tahsiline taallûk ettiğinden yüzeyde kalan bu noksan din telakkisi istidatlı sadırları çorak bıraktı ve yeni arayışlara sevk etti. Velhasıl edebî hitabette mahir din bezirganları için girilmemiş pazarlar oluştu.

İşte diğer bid’at cereyanlar gibi Kur’an müslümanlığı da bu nedenle cazip. Biz hakikati bütün güzelliğiyle yaşayıp ifade edemediğimiz için. İslami ilimlerin vazgeçilmezliğini, müçtehit imamlara olan amansız ihtiyacımızı, tasavvufun inceliklerini ve zirvelerini, Kur’anın icâzını ve irşâd etmedeki benzersizliğini, Rasül-ü zî şanımızın mükemmel örnekliğinİ, hayırlı âl ve ashabının mekârim-i ahlakını bir ifade bütünlüğü içinde susuz sinelere bir rahmet sağnağı olarak dökemediğimiz için. Selefîlik, tarihselcilik, şiilik, diyalogculuk hep bu boşlukta binalarını diktiler.

Bir an evvel uyanıp, silkinmezsek bu toprakların tapusunu da alacaklar. Lütfen biraz şuur ve gayret!

Kaynak: musellem.net

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Leyle-i Berat Hakkında (Âyet, Hadis, Risale-i Nur)

BERAT: Nişan, rütbe ve imtiyaz için verilen resmî belge, kurtuluş. Sitemizde Berat Gecesi ile İlgili yazılar …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
İlim ve Sanat Hayatında Konakların Rolü

Dr. Şemsettin ŞEKER  Cümlenin malumu olduğu üzere kültür; bir muhitte doğar, büyür, gelişir ve oradan …

Kapat