Ana Sayfa / RİSALE-İ NUR & BEDİÜZZAMAN / Risale ve Bediüzzaman Üzerine / Medresetüzzehra ve Bediüzzaman’ın Eğitim Modeli

Medresetüzzehra ve Bediüzzaman’ın Eğitim Modeli

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Medresetüzzehra ve Bediüzzaman’ın Eğitim Modeli

Bahaeddin SAĞLAM 

Eğitim eski Türkçeden uyarlanan bir kelime olduğu için, kelime manası bugünkü insanımızın zihninde tam belirginleşmiyor. Asıl manası yetişme ve gelişme demektir. Üstad: Kürtler, yalnızca medreseyi menba-ı kemalat (yetişme ve gelişme kaynağı olarak) biliyor; onun için çocuklarını mektebe (okula) değil de medreseye veriyorlar, demekle bu hakikate işaret ediyor. Ve yalnızca bunun içindir ki, kendisi açmak istediği üniversiteye Medresetüz-Zehra ismini veriyor. Münazarat kitabında geçtiği üzere, Darul-Mualliminin geçici olarak bu Medresetüz-Zehranın merkezi olmasını istiyor ki; Darul-Mualliminden ona fen ilimleri aksın, ondan da Darul- Muallimine ahlak ve dinî ilimler sirayet etsin.

Bitlis ve onun iki kanadı olan Van ve Diyarbakır’da birer şubesinin açılmasını düşündüğü bu üniversite teşebbüsü, Birinci Dünya Savaşının başlamasıyla akim kaldı. Ankara Hükümeti ve Meclisinden bu üniversitenin kurulması için karar çıkardı ise de, Ankara’da baştakilerin nihai manada medreseleri kökten kaldırma niyetlerini görünce, o kararı da Ankara’yı da o günkü kadroları da bırakarak Van’a gidip inzivaya çekildi. Daha sonra sürgünde Risale-i Nurları yazıp Nur Cemaatini kurunca, bütün memleketi yaygın bir üniversite olarak görmek istedi. Risale-i Nurun bunu sağlayacağını umut etti. Cemaatin bu üniversite projesini fiili olarak da kuracağını söyledi. Evet, bütün hayatına baktığımız zaman, Bediüzzaman için, ilim ve eğitimin en birinci gündem olduğunu görürüz.

Evet, Üstad eski eserlerinde tarif ettiği gibi; insan biyolojik boyut olarak bir hayvan nevidir. Ona nev-i beşer diyoruz. Ve nev-i beşerin kemalata (gelişme ve yetişmeye) sahip olması için iki temel değer vardır. Biri fünun-u medeniye.. Diğeri hakikat-i İslamiye.. Üstad, Nutuk ve Muhakematta Bizim iki değerimiz vardır. Biri medeniyet ki; küçük insanlıktır. Diğeri ise, din ve İslamiyettir ki, büyük insanlıktır, diyor.

Yani insanı âdem yapan iki değer vardır. Bu iki değer Al-i İmran suresi ayet 59’da şöyle ifade edilmiştir:

“Allah katında (soyut âlemde) İsa’nın (dinin) misali, âdemin (dil ve medeniyetin) misali gibidir. Onu topraktan yarattı. Allah bir şeye ol der; o şey tedricen oluverir.”

Bu hakikati şöylece de tarif edebiliriz: İnsanı hayvanlık derekesinden ademiyet mertebesine yükselten akıl ve inanç (kalp) değerleridir. Ayette İsa vahyin ismidir; Âdem de dil ve medeniyetin adıdır. Medeniyet ve dil maddi âlemle ile ilgilidir, tedricidir. Yani topraktandır. Vahiy ve din ise manevi ve anidir. Üstad Bediüzzaman bu temel hakikati, Aklın nuru (aydınlanması) fünun-u medeniyedir. Kalbin ziyası (ışığı) ulum-u diniyedir, şeklinde veciz olarak ifade ediyor.

Demek üniversiteden de, kadrolardan da, eğitim ve öğretimden de önce bize lazım olan akıl ve kalbimizin açılmasıdır. İslam tarihinde başta Mutezile imamları olmak üzere İbn Haldun gibi dahiler bu mesele üzerinde çokça durmuşlar. Yani insanlara ezbere bilgiler vermeden, onlara dinî inançları öğretmeden önce, hayvandan farklı olan insanın, ilkellikten çıkıp soyut değerleri algılayabilir duruma gelmesi problemi üzerinde durmuşlar. Çünkü soyut değerleri algılamayan insan, dinî bilgileri de fenni malumatı da asla kavrayamaz. Risalelerden anladığımız kadarıyla Üstad Bediüzzaman, bu zihinsel açılım için şu yedi çareyi öneriyor:

 

Birinci Çare: Mebadinin (temel bilgilerin ve şartların) hazırlanması

Eski âlimlerin çoğu, zihnin açılması ve mücerred (soyut) gerçekleri algılayabilmesi için gramer ve dil bilgisinden sonra Mantığın okutulmasını şart koşuyorlardı. Ancak dilbilgisi gibi temel bilgilerden ve Mantıktan sonra; Belagat, Usul ve diğer yüksek ilimler okutulurdu. Çünkü gramer ve dilbilgisi ile okuma yazma sağlanıyordu. Eski mantık ile de tür, cins, eşyanın farklı özellikleri, dilin farklı fonksiyonları, kıyas ve muhakeme elde edilirdi; az da olsa bir kâinat ve varlık tasavvuru oluşuyordu.

Üstad Kızıl İcaz’da; eğer insan modern fenleri bilirse, Mantığın sağladığı seviye elde edilir; klasik mantığa ihtiyaç kalmaz, diye işaret ediyor. Çünkü bugün ana hatları ile Fizik, Kimya, Biyoloji, Astronomi gibi bilgileri ve yüksek matematik formüllerini bilenlerin kafasında bir varlık tasavvuru oluşur: Aldığı dinî ve dünyevî bilgileri az çok test eder; soyut düşünmeyi becerir. Demek önce dilbilgisi, sonra fen ilimleri veya mantık ilmi okutulmalı; sonra yüce dini bilgiler verilmeli. Demek ilköğretimde ciddi olarak din eğitimi verilemez. Ancak dinî ve ahlakî edebiyat verilebilir. Çünkü soyut algılamayı beceremeyenler avam sayılırlar. Onlar, gözleriyle düşünürler. Eğitim almamış avam veya küçük yaştaki çocukların soyut hakikatleri öğrenemedikleri, ilmî ve pedagojik bir gerçektir. Nitekim Üstad aşiretler için Münazarat’ta şöyle diyor:

“Sizler avam olduğunuzdan, (yani) hayalinizle düşünür, gözünüzle algıladığınızdan somut temsil, burhandan (teorik açık delilden) daha çok sizi ikna eder.”

 

İkinci Çare:

Dilin sarf, nahiv, belagat ve benzeri özelliklerini bilmek, insan zihninin açılması için birinci temel bir basamaktır. Evet, insanı âdem yapan ilk alamet âdemin ilimlerle eşyanın mahiyetini öğrenip onlara münasip işaretler olarak isimler koymasıdır. İnsanın ilk mucizesi, soyut algının iki ayağı olan ilim ve dildir. Üstad Kızıl İcaz’da bu dil mucizesinin gelişim tarihini şöyle anlatır:

“İlmi bir gerçek olarak bunu iyi bil: Lisan (dil) insan gibi, pek çok dönemler yaşamış; tavırdan tavra dönüşmüş, çağlar boyunca terakki etmiştir (kalkınmıştır.)

İşte eğer şimdi, şimdiki anın barındırdığı geçmiş zamanın seli içinde parçalanan dilin yıkıntı ve tortularına bakabilsen, dilin yaşam tarihini ve onun kaynağını görürsün. İşte dilin var olmaya doğru filizlendiği ilk dönem, sadece zayıf bir fonetiği yansıtan bir kısım harf tanecikleri devresidir ki, bu harf tanecikleri genel sesler içinde gizlenmişti; çoğu tabiat seslerini taklit ederek ifade gücüne erişiyordu.

Sonra duygu, istek ve manaların netleşmesiyle bu ses habbecikleri, hece diline doğru kalkınmıştır. Sonra niyet ve isteklerin çoğalmasıyla hecelerden birleşik dil yapısına doğru basamakları çıkmıştır. Uzak Doğu Dilleri bunun canlı belgeleridir.

Sonra, insanoğlunun maksatlarının dallanmasıyla, türetilmiş şeklindeki dil demek olan sarf haline yükselmiştir. Sonra, ince duyguların imtizaç ve birleşmesinden, görünmez gayelerin birbirini desteklemesinden dolayı, dil, nahvî (gramer dili) seviyesine uruç etmiştir (yükselmiştir.) İşte bu seviye, şimdiki ilmî Arapça dilidir ki, vecizelerin vecizelerini bile yapabiliyor. Uzun yapı imkânıyla beraber, en az enerji ile ifadeye müsait bir dildir.

Ve sonra, mecaz kelimelerin mürur–u zamanla gerçek kelimelere dönüşmesiyle, iştirak (bir kelimenin birkaç manaya gelmesi) doğmuştur. Bunun yanında, kelimeler arasındaki münasebetlerin unutulması ile sıfat ve türetilen kelimelerin camid yani türetilemeyen kelimeler haline gelmesiyle teradüf (birkaç kelimenin aynı manaya gelmesi) doğmuştur. Diğer gelişmeleri buna kıyas et! Demek diller ve kelimeler arasında olan münasebetler bu canlı doğurganlığın neticesidir.” (Kızıl Îcaz)

Dilin tam verimli bir araç olması için; dil gelişmesinin en üst seviyesi olan Hermenötiği de bilmek gerekir. Bizim kültürümüzde bu seviyeye tevil ve tefsir makamı denilir. Hermenötik kelimesi, bilge peygamber demek olan Hermes kelimesinden gelir. Bu Peygamberin bizim kültürümüzdeki ismi İdris’tir. İdris kalıbı, mübalağa ve çok fazlalık bildiren bir kiptir. Çokça ilim ve ders öğrenen ve öğreten demektir. Tevrat’taki ismi, Nuh’un kardeşi demek olan Eh- Nuh’tur.  Nuh imanı ve dini temsil eder; İdris de ilmi ve sanatı temsil eder.

Demek temel metinleri tevil ve tefsir edemeyen, yetişmiş bir âlim sayılmaz. Nitekim tevil kelimesi, söz konusu olan meselelerin ve kelimelerin en baştaki kökenine inip bugünkü manalarına nasıl yükseldiklerini bilmek ve ona göre o metni yorumlamak demektir.

 

Üçüncü Çare:

Üstad Bediüzzaman Ta’likat kitabının başında ifade ettiği gibi: Herhangi bir ilme başlayan birisi için sekiz ana başlığı bilmesi önemlidir ki; o ilimde serpilmiş olan soyut öz bilgileri alıp kendine mal etsin; kuru ezber bilgilerin hamalı olmasın..

– Okuduğu ilmin içindekilerini,

– Özet olarak konuların açıklamasını,

– Okuduğu ilmin ismini (hangi bilim dalına ait olduğunu,)

– Temel konusunu,

– Amacını,

– Ve o ilmin tanımını bilmek yanında;

– Herhangi bir yönden o ilmin değerini (ya konu, ya amaç, ya delil (gerçeklik) veya varlık çeşidi itibarı ile..) Yani bu ilim, çizim midir, sözel midir, zihnî midir, yoksa maddiyatla ilgili midir? diye bilmeli.. Ki kişi öğrenirken neyi elde ettiğini gereği gibi takdir etsin. Onu kendine mal etsin, onda tasarruf etme salahiyetini kazanmakla onu verimli kullanabilsin.

Böyle bir bilinç ile eğitim yapılsa, öğrenilen bilgiler verimsiz teorilerden çıkar, en kısa zamanda üretime geçer, çağımızın en büyük problemlerinden olan kaynak ve enerji israfı önlenir. Maalesef bugün okudukları fakültenin hangi iş sahası ile ilgili olduğunu bilmeyen veya okuduğu ilim dalına uygun iş yapmayan yüz binlerce öğrencimiz var.

 

Dördüncü Çare:

Bilgi mertebelerini ayırt etmek gerekir: Yani öğrencinin, neyin zorunlu bilgi, neyin muhtemel, neyin mümkün bilgi olduğunu ve imkânın çeşitlerini bilip bunları birbirinden ayırt etmesi ve karıştırmaması gerekir.

Evet, Üstad Bediüzzaman’ın ve onun gibi büyük imamların hayatlarından gayet net olarak anlıyoruz ki; bir insanın yetişmiş bir âlim olması için veya en azından kendisine ulaşan bilgileri test edebilmesi için üç temel konuda gayet ciddi bir eğitim almış olması gerekir:

a) Grameriyle, edebiyatıyla tevil ve tefsir ilmiyle dile hâkim olmak; kendi konusunda anlaşılabilir derecede kitap yazabilmek.

b) Fiziğiyle, Kimyasıyla, Biyolojisiyle kâinatı, insanı ve hayatı tanımak; sistemin nasıl çalıştırıldığını bilmek.

c) Aldığı temel bilgi kuralları ile aklın ve mantığın prensipleri çerçevesinde özgürce düşünebilmek.

Eğer bu üç sahada altyapı yeterli değilse, kişi neyin gerçek olduğunu, neyin yanlış olduğunu, neyin mümkün, neyin mümkün olmadığını ayırt edemez. Bildiği doğru bilgiler de diğer safsata bilgiler ile karışıp o kişinin kafasında, ailesinde veya cemaatinde tamamen ilmî bir anarşizm hâkim olur. Birçok hastalık bundan türer.

Üstad böyle bir hastalık oluşmasın diye akla, mantığa ve usul kaidelerine çok dikkat çeker. İşte bu kaidelerden sadece bir tanesi için şöyle buyurur:

İmkânın çeşitleri var. İmkân-ı akli, imkân-ı örfi, imkân-ı adi gibi kısımları var: Mesela mucizenin olması aklen mümkündür, olabilir. Fakat mucizenin örfen yani genel geçer bir olabilirlik yönü yoktur. Mucize tamamıyla benzersiz bir olaydır. Demek gözle görmek derecesinde kesin ve güçlü (burhani) bir delil yoksa ihtimalen herhangi bir mucizeye inanmak, ilmî kurallara aykırıdır.

Ve mesela kerametin olmasının aklen de örfen de olabilirlik yönü var. Mesela bir insanın kırk gün aç kalmasının birçok örfi (yaygın) numunesi var. Dolayısıyla kerametleri mucizeler gibi anlatmak, peygamberlerin mucizelerini keramet gibi görmek yanlıştır.

Sıradan bir olabilirlik demek olan imkân-ı adinin başka bir ismi, imkân-ı zatidir. Mesela Karadeniz’in pekmez kesilmesi sıradan bir olabilirliktir. Ne aklen, ne ilmen, ne dinen bir delili yoktur. Demek imkân-i adiye inanmak safsata ve şeytan vesvesesidir. (12. ve 13. Lem’alar)

Maalesef; dil ve bilimlerdeki yetersizliklerden bugün birçok dindar dahi, ilimler çerçevesi içinde imkân-ı adi sayılan birçok şeye ihtimal verebiliyor. Ve mesela; ya ortamdan dolayı veya tahnitten dolayı kabirlerdeki bazı bedenlerin çürümemesini mucize olarak anlatıyorlar. Ve gerçekten mucize olan sünnetullah çerçevesinde izahı bulunan birçok olayı harika diye anlatıyorlar. İnsanları dinden ve mucizeden soğutuyorlar. Evet, maalesef aslı hiç olmayan birçok olay, bugün çok ucuzca ve bilgi açısından hiçbir riski taşımadan mucize olarak kabul ediliyor.

 

Beşinci Çare: Zihinleri derin düşünceye ve derin araştırmalara alıştırmak. 

Üstad bu konuda şöyle diyor:

“Muhakkik olan âlim, gavvas (dalgıç) gibi olmalı. Tarihin derinliklerine girip aldığı bilgileri gözüyle görmüş gibi almalı; o bilgilerin üstüne konan zaman ve zeminin tozunu silmeli, parlak bir hakikat olarak o bilgileri almalı.” (Muhakemat)

Ve Medrese âlimlerinin demir leblebi dediği Kızıl İcaz kitabının girişinde, bu kitabın çok kapalı ve veciz yazılmasının sebebini şöyle anlatır:

“Sathî zihinleri dikkate alıştırmak için her nasılsa eskiden böyle bir eser yazmıştım. Mademki yazılmış, neşir de olunsun. Hiç olmazsa “i’lem”le başlayan mebahise (bilimlerle ilgili bölümlere) bakılsın.”

Önemli Bir Uyarı:

İlim hazmedilmesi gereken bir gıdadır. Fakat aceleci zihin koşarken gerçekleri görmeden kayıp gidiyor. Yani gerçeklerin yanından geçerken ya onları almıyor; ya da onları alıyor; fakat o gerçekler o zihnin elinde parçalanıyor. Dolayısıyla o zihni gerçekler canlanmadan, genişlemeden, o zihnin çemberinden kaçıyorlar. Sonra zihin döner, canlılığını kaybeden o parçaları hafızada toplar. Fakat o bilgiler canlı olmadığı için sindirilmiyorlar ve gelişmiyorlar. Tam aksine bundan dolayı bazen zihin kusar veya hafıza bozulur. Evet, zihnin sathiliği bizdeki en büyük hastalıktır.

İşte zihinleri dikkate ve derin düşünceye alıştırmak için bu gibi zor bir eseri yazarak, siz okuyucularımı taciz etmiş oldum.

Demek medreselerde eğitim çok yoğun olmasına rağmen, derin düşünce ve dikkat için Üstad bunu yeterli görmüyor. Evet, Medreselerde eğitim çok yoğun olarak veriliyor; şöyle ki:

a) Öğrenci, yarın alacağı dersi biliyor ve hocadan ders almadan önce, o dersi mütalaa ediyor.

b) Hoca, bireysel ve toplu olarak dersi belli bir sorumlulukla öğrenciye takrir ediyor.

c) Öğrenci bu safhadan sonra, aldığı dersi ya mütalaa eder veya arkadaşları ile o dersi müzakere eder.

d) Dersin konusundan direkt veya dolaylı sorular çıkartılır, o sorular hoca ile ve öğrenci arkadaşlarla müzakere edilip ortaya konulur.

e) Öğrenci aldığı dersin özet metnini ezberler.. Ve yaklaşık üç sene boyunca bu ezberleri tekrar eder.

Burada çok önemli bir mukadder soru hatıra geliyor, cevabı da şudur:  Bu kadar köklü bir eğitime rağmen Ortaçağ kültürünün iflas etmesinin sebebi, dinî ilimleri ve pozitif bilimleri birbirinden ayırmasıdır. Çünkü insandaki akıl ve kalbi, madde ve manayı temsil eden bu iki taraf, zihinde büyük bir diyalektik meydana getirir; beyin aldığı eğitimin üzerine binlerce mesele daha bina eder, keşifler yapar. Demek tek taraflı gidildiği zaman tam ve sağlıklı olarak hiçbir şey elde edilemez.

 

Zihnin Açılması İçin

Altıncı Çare:

İnsanın beyni bütün varlığı kuşatabilecek kadar geniş bir bilgisayar gibidir. Bunun açılması için iç ve dış birçok anahtar var. Bunların başında düşünce ve tefekkür gelir. Bu tefekkür, sıradan bir öğrencinin seviyesinden tut bütün varlığın hikmetini ve çalışma sistematiğini çözen bir feylesofa kadar mertebeler ve basamaklar içerir.

Tefekkür ve felsefe Bediüzzaman’ın zihnî açılımlarında çok öncelikli ve önemli bir yer tutar. O, aslında öğrenciliği döneminden ta vefat edeceği seneye kadar; felsefe ve tefekkür ile içli dışlı idi. Birçok kişi bunu tam bilmiyor. Çünkü onun dünyasında ve kitaplarında bu tefekkür ve felsefenin birçok farklı ismi vardır. İlm-i hakikat, ilm-i hikmet, hikmet-i cedide, bütün ehl-i aklın ittifakı, hikmet-i İslamiye, hikmet-i Kur’aniye gibi isimler altında seksen senesini ilme adadı. Zaten felsefe, ilim aşkı demektir. Ki Üstad gerçekten bütün hayatını ilme ve tefekküre adamıştı.

Onun karşı olduğu felsefe, sadece felsefe-i maddiye ve felsefe-i tabiiyye idi. Yani o, sadece materyalizme ve Natüralizme karşı idi. Materyalizm Allah’a inanmamak ve insanlık âleminde hiçbir kutsal değeri kabul etmemektir. Bediüzzaman’ın tabiri ile inkâr-ı ulûhiyet ve küfr-ü mutlaktır. Materyalistler; kuru, ruhsuz, bilinçsiz bir maddeyi tanrı yerine koyar. Natüralistler ise kör ve sağır bir tabiatı tanrı olarak kabul ederler. Hâlbuki dinin kabul ettiği Allah, işiten ve görendir; sonsuz ilim, kudret ve irade sahibidir.

Hulasa: İnsan zihninin açılması için en birinci bir anahtar olan tefekkür ilimlerle, dil ve edebiyat ile zikir ve ibadet ile gelişir. İnsan sonsuz ve soyut olan kavramlar ve manalar bahçesinde bir arı ve kelebek gibi olur. Zihni karartan absürtlük ve nihilizm çamurundan kurtulur; gerçek insan olarak; varlık âleminin ruhu ve aklı olur. Hulasa: Bediüzzaman’ın felsefeye yönelik eleştirileri, felsefe ve ilmin özüne değil de, felsefeyi ve beşeri düşünceyi vahye tercih edenlere yöneliktir. Çünkü insanın yaptıkları işler, doğal şeylere oranla ne kadar eksik kalıyorsa, insanın beşeri düşüncesi olan felsefe de, kâinatın ruhu ve mantığı olan vahye göre o kadar eksiktir.

 

Yedinci çare: İman ve İmanın Türevleri

Evet, iman, ilim ve tefekkür gibi soyut bir değerdir; insanın soyut algı duyularını tam açar. Çünkü imanda başka hiçbir şeyde olmayan şu dört temel özellik var:

a) İmanî hakikatler, sonsuz ve ebedî olduklarından her şeyden daha çok insanın zihnini açarlar. Çünkü sonsuzluk, soyut kavramların en zirvesidir.

b) İman hakikatleri, gaybî ve kanuniyet boyutları itibarı ile bizim dünyamıza oranla çok soyut sayılırlar.

c) Ayrıca onları algılamak için akıl ve fikrin son derece çalıştırılmaları gerekir.

d) Başta zihin olmak üzere insanın bütün yeteneklerini imha eden korku ve üzüntünün yegâne çaresi, soyut ve sonsuz bir imandır. Demek iman hakikatlerini sınırlı ve somut bilen Zahirilerde zihin geriliği vazgeçilmez bir durumdur. Evet, maddiyata fazlaca dalanların zihni dar olur, mealindeki hakikat, Risalelerde tekrarla geçiyor. Bakın Üstad insanî eğitimin bu son safhasını ve zihnî açılımın son çaresini şöyle âlimane ve âşıkane bir üslup ile nasıl açıklıyor:  (20. Mektup, Mukaddime)

“Kat’iyen bil ki, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi iman-ı billâhtır.”

Bu cümleyi bugünkü bilimler çerçevesinde şöylece çevirebiliriz:

“Kesin olarak ilmen sabittir ki; kâinat denilen bu yaradılış sürecinin bir gayesi, amacı ve nihai neticesi vardır. Çünkü yaratılmış her şey özellikle yaradılış süreci demek olan hilkat ve varlık, ilimlerin dilleriyle gösterdikleri güzellik ve düzen aynasında sayısız faydaları ve hikmetleri gözlerimize gösteriyorlar.

Ve çünkü varlık ve yaradılış, bilinçli bir yazılım ve programdan ibarettir. İslam dini somut yaradılışa hilkat diyor; yaradılışın bu bilinçli yazılım ve program yönüne de fıtrat diyor.

İşte bugün gayet net olarak görüyoruz ki; hilkat ve fıtrat, gittikçe zekâya, bilince, soyut algı ve manalara doğru gelişiyor. Ve bu gelişmenin en büyük ve nihai zirvesi, sonsuz yetkinlikte olan soyut ve sonsuz bir yaratanın varlığının bilinmesidir. Ki, bu sonsuz İlahî varlık başta insanlık âlemi olmak üzere bütün sistemin ruhu ve bilincidir. İslam buna Allah’a iman diyor.”

“Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billâh içindeki marifetullahtır.” Bu cümleyi de şöylece tercüme edebiliriz:

Varlığın, hilkatin ve fıtratın en son ve güzel meyvesi insandır. Bu gerçeği dindar-dinsiz herkes kabul ediyor. Bu güzelliğin gerekçesi de insanlık âleminde soyut bilinç ve zekânın var olmasıdır. Soyut bilinç ve zekânın en yüksek şekli de insanın Allah’ı bilmesidir. Çünkü Allah’ın varlığı ve onun bin bir özelliği olan isimleri gerçek manada soyutturlar. Bütün bu sonsuz, soyut ve kutsal yetkinlikleri bilmenin ve onlardan istifade etmenin dinî ismi, iman-ı billâh içindeki marifetullahtır. Yani inandığın İlahı tamamen tanımaktır.

“Cin ve insin (insanlar ve cinlerin) en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır.”

[Evet, en büyük mutluluk, en tatlı hayat, en keskin aşk ve sevgi, insanın bu bilgilerle bildiği Allah’ı sevmesidir. Çünkü bir şeyi sevmek, onunla özdeşleşmek, onun gibi olmak demektir.]

“Ve ruh-u beşer için en halis sürur ve kalb-i insan için en safi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir.”

[Yani insanı gerçekten yetiştiren, bu üç cümledeki soyut üç gerçek olduğu gibi; insanı maddeten yetiştiren lezzet dahi gerçek ve üzüntüsüz bir şekilde ancak bu iman, marifet ve muhabbetle elde edilebilir. Demek bu dört yönden yetişen bir insanın değil sadece zihni, belki onun bütün duyuları ve yetenekleri yüzde yüz gelişir ki; gerçek eğitim ve öğretim budur.]

Bu yedi çareye ilaveten iki pratik ders: 

Birinci ders, bir sonraki makalede de geçtiği için tekrar olmasın, diye buraya almadık..

 

İkinci Ders: Üstadın Beyin ve Zihin Hakkındaki İzahları

1) Fikir, yaradılıştaki zincirleme sebeplerin sıralanışını ve etkileşimlerini keşfeden bir duygudur. Fikir bunları keşfeder ki, yaradılışı taklit etsin. Yani önce çözümler, nasıl yapıldığını öğrenir. Sonra o çözümlediklerini bir daha monte eder; sonra onları sanayi olarak üretir. Yani birbirini netice veren zincirleme sebepleri önce ortaya çıkarır; sonra onları kendi sanatına aşılar.

2) Kur’an yaradılıştaki İlahî yasaların bir benzeridir. O yasalar ki; ne değiştirilebilir, ne de dönüştürülebilir. Bu yasalar, büyük insan olan kâinatın büyük mantığı ve logosudurlar.  Kâinat denilen bu büyük insanın düşünce gücü ise, insan nevidir.

3) İdrak denilen durum gerçekleşirken, nefiste bir eylem olur; nefis bununla idrak edilen şeyle ilişkiye geçer; ondan bir etkilenme olur; ondan bir durum doğar; ondan bir suret hâsıl olur. Nefiste hâsıl olan bu surete ilim (bilgi) denildiği gibi malum (bilinen) da denilir. O suret zihnin bir niteliği ve boyası olması hasebiyle ona ilim denilir. O suret zihin denilen aynanın içine girmesi açısından; yani zihnin mazrufu (içeriği) olması açısından, ona malum denilir.

4) Kavl-ı Şarih (tanım.) Bu kavram eşyanın yetişme ve gelişme kökenlerini ve üzerlerinde geliştikleri basamakları araştırır; eşyayı çözümler, kökenlerini ve yolda edindikleri esas niteliklerini bildirir.”

[Mesela; insan, düşünen ve konuşan bir hayvandır, ifadesi tam bir haddir; (tam bir tanımdır) kavl-ı şarihtir. İnsanın aslını ve en son çıktığı noktayı gösterir.]

5) Hüccet (delil..) Bu hakikat, olayların birbiriyle olan akrabalık bağlarını ortaya çıkaran bir bilgedir. Varlık zincirlerinin birbiriyle olan münasebetlerini gösteren bir iptir. Hayatın, büyük hakikatinin kökeninden ta son meyvelere kadar nasıl çıktığını gösteren bir modeldir.

6) Teemmül (Amacı ve emeli hedeflemek.) Teemmül, maksut hedefi ve istenilen maddeyi elde etmek için mevcut bilgilerin ve eşyanın tertip ve dizilişlerini keşfetmeyi istemek.. Bunun için hemen ardından zihni, gaflet verici şeylerden soyutlamak.. Bunun ardında aklı soyut noktaları algılamak için yoğunlaştırmak.. Bilinmeyeni bilmek için bilinenleri destek yapmak.. En sonunda saf soyut noktaları incelemek.. Sonra çıkan suret ve fotoğrafı elde etmek için harekete geçmek.. Zeka ve zihni destek yaparak, düşünülen mevcut malzeme ve detayları sıraya koymak.. Ortaya çıkan mevcut sıralamayı elde etmek demektir. Teemmülün tarifi bu iken, Mantıkçılar, bu sıralamayı tam bilmediklerinden meseleyi darmadağın etmişlerdir.

[Demek teemmül, tefekkürden çok farklı bir girişimdir.]

7) Kalp.. Kalpten maksat, Latife-i Rabbaniyedir ki; hissiyatının alanı vicdandır; fikirlerinin aynası da beyindir. Burada kalpten maksat göğüsteki kozalağımsı cisim değildir. Latife-i Rabbaniyeye kalp denilmesi ise, şu benzetmeye binaendir: Maddi kalp bedene hayat suyu olan kanı yaydığı gibi, Latife-i Rabbaniye de insanın ruhuna ve maneviyatına gerçek hayat nuru olan imanı yayıyor. Nitekim maddi kalp durduğu zaman insan bedeni donduğu gibi; manevi kalpten de bu iman nuru gittiğinde, kendisiyle bütün mevcudata karşı direndiği o manevi beden, hareketsiz bir leş olur; karanlığa düşer..

8) İlim Mertebeleri: Beyinde ilim (öğrenme) basamakları, hem değişiktir; hem birbiriyle iç içedir. Beyinde birbiri içinde mertebeler var. Her birisinin hükmü ve neticesi farklı.. İnsan önce hayal eder; buna tahayyül denilir. Sonra, hayal ettiği şeyin fotoğrafını çeker; buna da tasavvur denilir. Sonra karar verme, o şeyin doğru olup olmadığını düşünme aşaması gelir; buna taakkul (akletme) denilir. Akletmeden sonra zihin o şeyin doğruluğunu (eğer doğru görüyorsa) kabul eder; buna tasdik denilir. Eğer o şeyin doğruluğundan tam emin ise bu sefer o şeyin bilgisini kalbine koyar; buna iz’an denilir. Eğer başkasının da o şeyi bilmesini istiyorsa o şeyi bu sefer herkese gerekli görür; buna iltizam denilir. Eğer o insanın inandığı şeyin birçok delili varsa ona inanmaya itikad denilir. Delili yoksa ona sadece iltizam denilir. Salâbet itikattan gelir; taassup iltizamdan kaynaklanır; uygulama isteği (imtisal) ise, izandan kaynaklanır. Tasdikten iltizam kaynaklanır; akletmede tarafsızlık olur; tasavvurun hiçbir özelliği (faydası veya zararı) yoktur. Hayal etmede ise, eğer kişinin onu toparlamaya gücü yoksa safsata ortaya çıkar.  (Lemeat)

Bahaeddin Sağlam

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin Manevî Hayata Hizmetleri

Üstad Said Nursi’nin Manevi Hayata hizmetleri   Bedîüzzaman Hazretleri hayatını ‘eski Said’ ve ‘yeni Said’ …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Abdullah Yeğin Ağabeyin, Molla Sadreddin Yüksel Hocaefendi’ye, Metin Yüksel’in Şehadeti Üzerine Yazdığı Taziye Mektubu

Abdullah Yeğin ağabeyin Şehit Metin Yüksel için yazdığı taziye mektubu Merhum Molla Sadreddin Yüksel Hocaefendi'nin …

Kapat