Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Makaleler / Medresetü’z-zehrâ’nın Tarihçesi

Medresetü’z-zehrâ’nın Tarihçesi

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Medreset’üzzehra’nın Tarihçesi

Bahaeddin SAĞLAM

Üstad Bediüzzaman 1878’de doğmuştur. O tarihlerde Bitlis yöresinde ilim, medrese ve tekye hayatı çok yüksek bir derecede aktif ve üretken idi. İlim ve zekâ en değerli meta idi. Zeki bir öğrenci adeta milli bir kahraman gibi algılanırdı. Bu tarihten ta Birinci Dünya Savaşının sonuna kadar çok âlim ve meşayih yetişti.

Bu âlim ve şeyhler, kollektif bir his ile bütün dünyayı fethedeceklerini sanıyorlardı. Bu his, Üstad Bediüzzamanda daha ileri bir derecede vardı. Üstad bu duygunun irşadı ile medresede geçen 15 yılın daha verimli geçmesi için bir çare aradı. İki yıllık temel gramer derslerinden sonra, medreseyi altı ayda bitirme yöntemini başarı ile elde etti.

Medresetüzzehra mantalitesinin ilk adımı budur. İkinci adım medreselerde yarış ve imtihan edilme sistemini tetikletmek üzere gittiği her yerde sorularla ve imtihan edilmekle talebelerin ve hocaların damarına dokunduracak şekilde zor problemleri çözüyordu. Fakat bu yarıştırma gayretleri, onun Bitlis’te göz hapsinde kalmasını netice verdi. O da Bitlis Valisinin evine kapanarak orada kelam, tefsir ve diğer yüksek ilimlerle ilgili bütün temel kitapları inceleyip okudu, kendine mal etti.

Bitlis Valisi Ömer Beyin evinde kaldığı bu iki yıllık dönem, Medresetüzzehra yaşamının üçüncü adımı oldu. Ondan sonra Van Valisi Tahir Paşanın evinde bu önemli çekirdek dönemi dört yıl daha devam ettirdi. Fakat burada daha çok fen ilimleri ile ilgilendi. Tarih 1898’dir. Horhor’da medrese açar. 1907’ye kadar sayıları 15 ila 100 arasında değişen talebelere ders verir. Bu dönemde medrese ilimleri ile beraber fen ilimlerini de ders verip vermediğini bilmiyoruz. Fakat o dönemde Horhor medresesinin öğrencilerinden olan kardeşi Abdülmecid ve Hamza’nın ileri derecede fen ilimlerini bildiklerini anlıyoruz. Ayrıca Osmanlı arşivinde 1912 tarihli, Van Valisi Tahsin Bey üzerinden, Horhor medresesinin bir üniversiteye dönüştürülmesi için Sultan Reşad’a bir dilekçe gönderildiğini biliyoruz.

Bundan önce 1907’de Tahir Paşanın referans mektubu ile İstanbul’a gelir; Bitlis, Diyarbakır ve Van’da birer Medresetüzzehra’nın resmen açılması için Sultan Abdülhamid’e verilmek üzere mabeyne bir dilekçe verir. O günün Saray iktidarı, Bediüzzaman’ın İttihadcılarla olan ilişkisini haber aldığından ve Saray, yeniliklerden korktuğundan Üstadın bazı olağanüstü davranışlarını bahane ederek onu tımarhaneye hapsettirir. O ise tımarhanede iken beni serbest bırakın gibi bir dilekçe vermiyor. Yine oradaki yetkililere Medresetüzzehra aşkını anlatıyor. Bu aşama Medresetüzzehra’nın dördüncü adımı oluyor.

İşte Üstadın, Sultan Abdülhamid’in görevlendirdiği doktorlar üzerinden iktidara söyledikleri:

İstanbul’a gelip âlimlerle tartışmamı, benim deli olduğuma yormuşlar. Hâlbuki ben tartışmayı sadece şunun için yaptım:

Gördüm ki; askeriye, mülkiye gibi dallara oranla medreseler gelişmemiştir; (adeta Ortaçağda kalmışlardır.) Bunun da sebebi medreseler, okuma yazma ve ilim öğrenebilme yeteneğini, ilmin kendisini öğrenme yerine koymuşlar. (Dolayısıyla medreselerde ilimler yok gibi olmuş.)

Ayrıca öğrencilerin birbiriyle tartışmaması, imtihan ve sorgulama sisteminin olmayışı öğrencilerde isteksizlik, bilgisizlik ve tembelliği doğurmuştur. İnsanı hayrette bırakan fen ilimleri, dinlenmeyi netice veren eğlendirici faaliyetler ve asıl maksat olan İlahî ilimler hiç tahsil edilmemiş gibi bir durum ortaya çıkmıştır.

Bu düşüşün de çaresi ya yüce bir ideal olmalı; veya zorlayıcı maddi veya manevi bir istek verilmeli. Veya her bir talebeye sadece bir iki bilim dalı verilmeli ki; derinlik kazansın, yüzeysel kalmasın. Çünkü her bir ilmin ona özel bir çerçevesi var. O çerçeve bilinmeden, bazı tarafları yırtık olan bir fotoğrafa bakmak gibi olur.

Medresetüzzehra’nın beşinci aşaması, eğitim ve öğretimin üç önemli alanı olan mektep, medrese ve tekyeleri ıslah etmek idi. Bu da iki şekilde yapılacaktı:

a) Mekteplerde yüksek derecede imanî ilimleri okutmak; medreselerdeki skolastik dersleri kaldırıp dinî dersler ile beraber yüksek derecede fen ilimlerini okutmak.. tekyelere de yetkin ve derin âlimleri tayin etmek. Bu sistem eğitim bütün Osmanlı memleketindeki bütün okul, medrese ve tekyelerde uygulanacaktı. Adeta bütün memleket bir Medresetüzzehra olacak idi.

b) Kürtler çok geri kaldığından ve Kürdistan’da kayda değer bir modern okul olmadığından; diğer bölgelerden farklı olarak Kürdistan’da somut bir Medresetüzzehra kurulmak isteniyordu.. Bu hem mektep, hem medrese hem de tekye gibi iş görecek idi. Ve bütün Kürdistan için numune bir uygulama olacaktı. Bu beşinci aşamayı Üstadın yazıları içinde şöylece görebiliyoruz:

“İstanbul’a geldiğimde her şeyin ileri derecede kalkındığı bu çağda gerçek medeniyeti oluşturan İslamiyet medeniyetinin şimdiki çağdaş medeniyete oranla kalkınmadığını gördüm. Bunun da en büyük sebebi şudur:

İslam medeniyetinin üç büyük şubesi var. Mektep, medrese ve tekye… Üçünün de hedefi bir; fakat söylemleri farklı.. Mektebliler, medreseliler ve tekyedekilerin fikirleri birbiriyle çelişiyor; meşrep ve tarz-ı irşadları çok farklı. Ehl-i medrese ehl-i mektebi bazı zahiri metinleri tevil ettiklerinden imanları zayıftır, diye itham ediyorlar. Ehl-i mektep ise, ehl-i medreseyi fen ilimlerini bilmiyorlar, diye eksik ve güvenilmez, sayıyor. Ve ehl-i medrese ehl-i tekyeyi ehl-i bida diye kabul ediyorlar.

İşte bu fikir ayrılığı ve meşrep farklılığı, İslamî ahlakı öyle sarsmış ki; İslam âlemini medeni kalkınmalardan geri bırakmıştır.”

[Maalesef 105 yıl geçmesine rağmen durum daha da kötüleşmiştir. Çünkü ehl-i mektebin çoğu dinsizliğe kaydı. Ehl-i medrese ve ehl-i tekye ise fenni bilgileri hiç kale almıyor. Türkiye’nin ilahiyat fakülteleri güzel bir çare olabilirken, öğretim görevlilerinin ileri seviyede Arapça ve fen ilimlerini bilmemelerinden bu toplumsal kanser gittikçe yayılıyor. İş, Taliban tarzı medreselere ve dini gericilik bilen laik bir kesimin güç kazanmasına yarıyor.]

“Bu hastalığın tek çaresi, üniversitelerin sayısal fakültelerinde yüksek derecede, tahkikli bir şekilde din ilimleri okutulmakla beraber; Medreselerde, Ortaçağın felsefe, mantık ve fıkıh anlayışı yerine gerekli olan yeni fen ilimleri tahsil edilmeli; kelam, tefsir ve hukuk asrın anlayışına uygun olarak verilmelidir. Tekyelerde de şeyh makamına oturanlar, deniz gibi bol ilmi olan âlimlerden seçilmeli.

Halk kesiminin öğretmenleri olan vaizler ise, mektep, medrese ve tekye maarifine bihakkın sahip olan âlimlerden seçilmeli..”

 

Bir Not

Medresetüzzehra’nın beşinci aşamasını anlatan bu dilekler ve tavsiyeler, 1908’in başlarında kaleme alınmıştır. 6-7 ay sonra Meşrutiyet ve Hürriyet ilan edildi. Bu sefer Medresetüzzehra projesinin muhatapları İttihad Terakkinin ileri gelenleri oldu. Bu arada Üstad gerek şifahi olarak ve gerek yazılı olarak eğitim konusunda tekrarla Kürtleri uyarıyor; işte o uyarılardan önemli bir pasaj şudur:

“Hem de “hakikat” denilen tabakat altında mestûr ve mahbus kalmış; ve tabaka-i istibdadın mahv ve ref’iyle omuzu üstünde olan tabaka-i cehil ve gafletin tahfifiyle ihtizaza gelmiş ve kıyama teşebbüs etmiş olan muhbir-i hakaik size her cihetle haber veriyor ki: Mahiyetinizde dest-i kaderin ektiği istidadatı ve mukadderatınızı fiile çıkaran ve mahiyet-i kavmiyenizde saklanmış olan secayanızı ab-ı hayat-ı maarifle iska etmek vaktidir. Yoksa kuruyacak, yahud tefessüh edecektir.”

Bu veciz parçanın tercümesi şöyledir:

“Ey Kürtler, sizin el atmanız gereken altı hakikatten biri olan varlık ve hayatın gerçekliği, sizin için şimdiye kadar onlarca tabaka altında gizli ve mahpus kalmış idi. O gerçekliğin üstünü örten istibdad tabakasının kalkması ve yok olması ile o hakikatin omuzu üstünde olan cehalet ve gafletin hafiflemesiyle uyanan ve ayağa kalkan, her şeyi anlamlı kılan ve gerçekliği bildiren o hakikat her yönden size bildiriyor ki:

Sizin mahiyetinizde kaderin ektiği birçok yetenekler var. Çok güzel mukadderatınız ve karakterleriniz var. İşte bu yeteneklerinizi, mukadderatınızı ve karakterlerinizi hayat suyu olan maarif (eğitim ve öğretim) ile sulama vakti gelmiştir. Eğer sulamazsanız bütün o güzel yetenek ve karakterleriniz kuruyacak veya bozulacaktır.”

Altıncı adım olarak: 1909’da Divan-ı Harb-i Örfide; Abdülhamid yandaşlığı ile ve isyanı çıkaranlara yardım etmekle suçlanırken aynı mahkemede birinci olarak Kürtler için Medresetüzzehra’yı istiyor; ikinci olarak bu metodun İstanbul’da da icra edilmesi gerektiğini dile getiriyor.. Bu ana maksadını belirtmekle, suçlamaları reddetmiş oluyor.

 

Kürdistanda Medresetüzzehra’nın kurulması için:

“Ben Kürdistanda Kürdlerin hal-i perişanını görüyordum. Anladım ki: Dünyevi saadetimiz, bir cihetle fünun-u cedide-i medeniye (medeni ülkelerde geçerli olan çağdaş fenler) ile olacaktır. O fünunun da gayr-ı müteaffin (bozulmamış) bir mecrası ulema ve bir menbaı da medreseler olmak lazımdır. Ta ulema-i din (din âlimleri) fünun (çağdaş fenler) ile ünsiyet peyda etsinler (fenlere alışsınlar.)

Zira Kürdlerin zimam-ı ihtiyarı (iradelerini yönlendiren güç) ulema elindedir. O (eğitim) saiki (amacı) ile devr-i istibdada (Abdülhamid döneminde) Dersaadet’e geldim. Saadet tevehhümüyle! O vakitte şimdi (İttihadçılar döneminde) münkasım olmuş (her tarafa yayılmış) ve şiddetlenmiş olan istibdadlar, umumen Sultan-ı Mahlu’a (azledilen Sultana) isnad edildiği halde; onun Zabtiye Nazırı (İçişleri Bakanı) ile bana verdiği maaş ve ihsan denilen rüşvet ve hakk-ı sükûtu kabul etmedim, reddettim. Milletimin namını lekedar etmedim. Aklımı feda ettim, hürriyetimi terk etmedim. O şefkatli sultana boyun eğmedim. Başka sivrisinekler beni cebr ile değil, muhabbetle kendilerine müttefik edebilirler. Bir buçuk senedir burada Kürdistan’da neşr-i maarif (eğitim ve öğretimi yaymak) için çalışıyorum. Ekser İstanbul bunu bilir.”

 

İstanbul’daki Medresetüzzehra için:

“Daire-i İslam’ın merkezi ve rabıtası olan nokta-i Hilafeti elinden kaçırmamak fikriyle ve sultan-ı sabık, sabık kusuratını (geçmişteki eksikliklerini) derk ile (anlamakla) nedamet ederek (pişman olduğundan) kabul-ü nasihata istidad kesbetmiş (nasihati dinleyebilir) zannıyla ve “Aslah tarik (en iyi yol) musalahadır” mülahazasıyla (barıştır düşüncesiyle) şimdiki en çok ağraz ve infialata mebde ve tohum olan suret-i garazı (intikam alma şeklini) daha ahsen suretle (daha iyi bir şekilde) düşündüğümden, sultan-ı sabıka (Sultan Abdülhamid’e) ceride (gazete) lisanıyla söyledim ki:

‘Münhasif (sönmüş olan) Yıldız’ı dar-ül fünun et (üniversite yap) ta Süreyya kadar î’la olsun!.. Ve oraya seyyahlar (turistler) ve eski zebaniler (bürokratlar) yerine, melaike-i rahmeti (öğrencileri) yerleştir! Ta cennet gibi olsun!.. Ve Yıldız’daki milletin servetini, milletin baş hastalığı olan cehaleti tedavi için millete iade et! Zira senin idarene millet mütekeffildir. Bu ömürden sonra ahireti düşünmek lazım. Dünya seni terk etmeden, sen dünyayı terk et! Zekat-ül ömrü (ömrünün onda birini) Ömer-i Sani  (Ömer İbn Abdülaziz) yolunda sarf eyle (harca!)..”

[İttihadcılar döneminde Yıldız Sarayı üniversite olacağına yine turizm için terk edildiğinden, Üstad mahkemede İttihadçılara şöyle sesleniyor:]

“Şimdi muvazene edelim: Yıldız, eğlence yeri olmalı veya darülfünun.. ve içinde seyyahin (turistler) gezmeli veyahud ulema tedris etmeli? Ve mağsub olmalı (gasp edilmeli,) veyahut mevhub olmalı?! (Millete hibe edilmeli?!) Hangisi daha iyidir? Eshab-ı insaf hükmetsin.”

31 Mart Vakası üzerine Üstad İstanbul’u terk ediyor; önce Anadolu’yu sonra Kürdistan’ı daha sonra Arabistan’ı (Irak, Suriye ve Lübnan’ı) geziyor. Bu gezisi sırasında Hutbe-i Şamiye, Muhakemat ve Münazarat kitaplarını yazıyor.. Bu kitaplarını basmak ve Sultan Reşad’ın Balkan seyahatine katılmak için Beyrut’tan deniz yoluyla İstanbul’a geliyor.

Van’da kurulacak Medresetüzzehra için Sultan Reşad’dan ve İttihadçıların Hükümetinden karar çıkarıyor; 19 bin altın tahsisat alıyor. 1913’te Edremit’te temeli atıyor. Fakat 1914’te Birinci Dünya Savaşı çıkınca işler donmuş oluyor.

1918’de esaretten kurtulup İstanbul’a gelir; fakat İngiliz işgali ve hükümetin çok sıkıntılar içinde olması söz konusu olduğundan Medresetüzzehra’yı hiç gündeme getirmiyor. Fakat 1911’de yazdığı Münazarat kitabında uzunca bir bölüm içinde bu önemli projesini İttihadcılara kitap yoluyla arz ediyor; yol ve yöntemini gösteriyor. Münazarat’taki metin şöyledir:

“Eyyühe’l-avâm! (Ey halk kesimi!) Şimdi Allahaısmarladık, siz durunuz; havas (okumuş ve devleti idare edenler) ile konuşulacak bir dâvâm var. Hükûmet ve eşraf ve İttihad Terakkiye, (mason olmayan kısmına) karşı bir mühim meselem var.  Ey tabaka-i havâss! Biz, avâm ve ehl-i medrese, sizden hakkımızı isteriz. 


Sual: Ne istersin?

Cevap: Sözünüzü, fiiliniz tasdik etmek (sözünüz ile yaptıklarınız birbirini tutsun.) Başkasının kusurunu kendinize özür göstermemek.. İşi birbirine atmamak.. Üzerinize vâcip olan hizmetimizde tekâsül (tembellik) etmemek. Vasıtanızla zâyi olan mâfâtı (boş geçen şeyleri) telâfi etmek.. Ahvâlimizi dinlemek, hâcetimizle (ihtiyacımız ile)  istişare etmek.. Bir parça keyfinizi terk etmek ve keyfimizi sormak istiyoruz.

Elhâsıl: Kürtlerin ve ulemasının istikbalini temin etmek istiyoruz. İttihad ve Terakki mânâsındaki hissemizi isteriz. Üzerinizde hafif, yanımızda çok azîm (önemli) bir şey isteriz. 

 

Sual: Maksadını müphem bırakma, ne istersin?

Cevap: Câmiü’l-Ezher’in kızkardeşi olan Medresetü’z-Zehrâ namıyla dârülfünunu mutazammın (üniversite manasını içeren) pek âli bir medresenin Kürdistanın merkezi hükmünde olan Bitlis’te ve iki refikasıyla (benzer iki üniversite daha) Bitlis’in iki cenahı olan Van ve Diyarbakır’da tesisini isteriz. Emin olunuz, biz Kürtler başkalara benzemiyoruz. Yakînen biliyoruz ki, içtimaî (sosyal) hayatımız Türklerin hayat ve saadetinden neş’et eder. 


Sual: Nasıl? Ne gibi? Niçin?

Cevap: Ona bazı şerait ve varidat ve semerat vardır. (O üniversitenin bazı şartları, kaynakları ve ürünleri olacaktır.)


Sual: Şeraiti nedir?    Cevap: Sekizdir:

Birincisi: Medrese nâm melûf ve menus ve cazibedar ve şevk-engiz, itibarî olduğu halde büyük bir hakikati tazammun ettiğinden, rağabatı uyandıran o mübarek medrese ismiyle tesmiye.

 İkincisi: Fünun-u cedideyi, ulum-u medaris ile mezc ve derc.. Ve lisan-ı Arabî vacib, Kürdî caiz, Türkî lazım kılmak.”

 

S- Şu mezcde ne hikmet var ki, o kadar taraftarsın; daima söylüyorsun?

C- Dört kıyas-ı fasid ile hâsıl olan safsatanın zulmetinden muhakeme-i zihniyeyi halas etmek, meleke-i feylesofanenin taklid-i tufeylaneye ettiği mugalâtayı izale etmek…

 

S- Ne gibi?

C- Vicdanın ziyası, ulum-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. İki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakitte; birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.”

 

Medresetüzzehra hakkında olan şu iki şartın izahı şudur:

Evvela: İsmi Medresetüzzehra olmalı. Çünkü yöre halkı medreseyi seviyor, o isme alışmış. Bu isim göreceli bir şey de olsa onlar için büyük bir teşvik olur.

 

İkinci Olarak:

a) “Fünun-u cedide..” Yani bu eğitim metodunda bütün modern fenler yani ispat edilmiş, belgelenmiş Fizik, Kimya, Biyoloji gibi bütün bilim dalları olmalı. Bunlardan bazıları eksik olursa iş tamam olmaz. Veya eski felsefenin fenni malumatı esas alınsa yine sistem kurulmaz.

b) Ulum-u medaris (Medrese ilimleri) ile mezc..

Başka yerde dinî ilimler derken burada medrese ilimleri ifadesini kullanması, gerçekten araştırılmış ve tahkik edilmiş dinî bilgileri kastettiği içindir. Çünkü medrese geleneği, tekye geleneğinden farklı olarak mantık, usul ve ilmî deliller üzerinde duruyor. Onun için Üstad, tekyeler mutlaka mütebahhir âlimlere bırakılmalı, diyor.

c) Dinî ve fennî ilimleri mezc ve derc etmek.. Mezc, kimyevî bir deyimdir; o iki ilim çeşidini kaynaşmış ve aynı oranda yapmak demektir. Sudaki oksijen ve hidrojen gibi.. Derc ise, homojen ve aynı oranda yapmak demektir..

d)Arapça vacip, Kürtçe caiz, Türkçe lazım kılmak.”

[Yani çok dilli bir eğitim programı ile olmalı. Ki öğrenciler evrensel düşünebilsin. Burada vacip, olmazsa olmaz demektir. Lazım, ekonomik ve idari yönden çok gerekli demektir. Caiz de serbest olan yani yasak olmayan demektir. Caiz kılmak ise, izin verilen şeyin mutlaka olması demektir. Olsa da olur, olmasa da olur demek değildir. Çünkü caizdir, ifadesi ile caiz kılmak ifadesinin manaları farklıdır.]

 

Sual: Neden dinî ve fennî bilimleri bir yapmayı bu kadar önemsiyorsun?!

Cevap: Bu birleşme olmadığı için dört yanlış fikir ortaya çıkıyor. Bu ise safsata karanlığını doğuruyor. Bu ortamın belirsizliğinde bazı insanlarımız feylesof gibi bilgili olur; dinden uzaklaşır. Dindar kesim ise dinini ancak çocuk seviyesinde öğrenebiliyor; dolayısıyla mukallit kalıyorlar.  Feylesofane bir seviyede olan ve dindar olmak istemeyen birinci grup, bu dindar mukallitleri yanıltabiliyorlar.

 

Sual: Nasıl oluyor?

Cevap: Başta vicdan olmak üzere insanın bütün duygu ve algılarını aydınlatan dinî ilimlerdir. Bu kalbi ve vicdani aydınlık, aslında aklı da aydınlatır. Fakat araya doğal ve sosyal birçok engel giriyor. O ziyanın ışığının nuru akla yansımıyor. Medeni fenler bu sosyal ve doğal engelleri ortadan kaldırır; ölçülü ve sebeplere göre düşünen akıl aydınlanır. Akıl ve vicdan, din ve ilim tam imtizaç edince (kaynaşmış olunca) varlığı ve insanı hiçlik karanlığından kurtaran hakikat ortaya çıkar. Her iki ilim, öğrencinin himmetini ve gayretini kanatlandırır; insan yücelere çıkar. Hâlbuki bunlar bugün ayrı ayrı gittiği için dindar insan mutaassıp olmuş, ehl-i fen de bencillik ve şüpheler içinde kıvranıyor.

Üçüncü şart: Zülcenaheyn (din ve fen ilimlerini iyi bilen) ve Kürtlerin ve Türklerin mutemedi olan Ekrad ulemasının (Kürt âlimlerinin) veya istinâs etmek (alışmak) için lisan-ı mahallîye âşina olanları müderris (öğretim görevlisi) olarak intihap etmektir (seçmektir.)

Dördüncüsü: Ekradın istidatları ile istişare etmek (Kürtlerin yeteneklerini göz önünde bulundurmak) onların sabavet ve besatetlerini (çocuk gibi olan seviyelerini) nazara almaktır. Zira çok libas var; bir kamete güzel, başkasına çirkin gelir. Çocukların talimi, ya cebirle, ya hevesatlarını okşamakla olur.

Beşinci şart: Taksimü’l-a’mâl (iş bölümü) kaidesini (kuralını) bitamamihâ (tam olarak) tatbik etmek; tâ şubeler (din ve fen fakülteleri) birbirine medhal ve mahreç (alan ve veren) olmakla beraber, her bir şubeden mütehassıs çıkabilsin.

Altıncı şart: Bir mahreç (mali kaynak) bulmak ve müdavimlerin tefeyyüzünü (istikbalini) temin etmek; hem de mekâtib-i âliye-i resmiyeye müsavi tutmak (diğer üniversitelere denk tutmak) ve imtihanları, onların imtihanları gibi müntiç (diplomayı netice veren) kılmak, akîm (kısır)  bırakmamaktır.

Yedinci şart: Dâru’l-muallimîni (Osmanlıdaki eğitim fakültelerini) muvakkaten şu dârül-fünun (üniversite) dairesinde merkez kılmak, mezc etmektir. Tâ ki, intizam ve tefeyyüz ondan buna geçsin ve fazilet ve diyanet, bundan ona geçsin; tebâdül (bilgi ve ahlak takası) ile herbiri ötekine bir kanat verip zül-cenaheyn (çift kanatlı) olsun.

Sekizinci şart: Kürdistan’da âdet-i müstemirre olan talim-i infiradiyi (bireysel eğitimi) halka ve daireye (sınıf eğitimine) tebdil etmek…

 إِنَّ هٰذِهِ عَادَةٌ دَرَسَ عَلَيْهَا الدَّهْرُ وَدَرَبَ   (Çünkü zaman bu âdeti silip imha etmiştir.)

 

Sual: Varidatı nedir?

Cevap: Hamiyet ve gayret.. 


Sual: Sonra? 

Cevap: Şu medrese, çekirdek gibi bil-kuvve bir şecere-i tûbâyı (daimi bir hayat ağacını tazammun eyliyor. Eğer hamiyet ve gayretle yeşillense, tabiatıyla maddî hayatını (giderlerini) cezb ile (kendine çekmekle) sizin kuru kesenizden istiğna edecektir. 


Sual: Ne cihetle?  Cevap: Çok cihetle.. 

Birincisi: Evkaf (vakıflar) hakkıyla intizama girse, şu havuza tevhid-i medâris (medreseleri birleştirmek) tarikiyle (yoluyla) bir mühim çeşmeyi akıtacaktır.

İkincisi: Zekâttır. Zira biz hem Hanefî, hem Şâfiîyiz. Bir zamandan sonra o Medresetü’z-zehrâ İslâmiyete ve insâniyete göstereceği hizmetle, şüphesiz bir kısım zekâtı bil’istihkak kendine münhasır edecektir. Bâhusus (özellikle) zekâtın zekâtı da olsa kâfidir.

Üçüncüsü: Şu medrese neşredeceği semeratla, tamim edeceği ziya ile, İslâmiyete edeceği hizmetle ukul yanında (fikirlerde) en âlâ bir mektep olduğu gibi, kulûb yanında (kalblerde) en ekmel bir medrese, vicdanlar nazarında en mukaddes bir zaviyeyi temsil edecektir. Nasıl medrese, öyle de mektep, öyle de tekke olduğundan; İslâmiyetin iânât-ı milliyesi olan nüzur ve sadakat (hayırseverlerin yardımları) kısmen ona teveccüh edecektir (yönelecektir.)

Dördüncüsü: Mezkûr tebâdül (adı geçen takas) için Dârü’l-Muallimîn ile imtizaç ettiğinden, Darü’l-muallimînin varidatı (bütçesi) bir derece tevsi (genişletilmek) ile muvakkaten ve âriyeten (emaneten) -eğer mümkünse- verilse, bir zaman sonra istiğna edecek, o âriyeyi (emaneti) iade edecektir. 


Sual: Bunun semeratı (ürünleri) nedir ki, on ( belki elli beş) seneden beri bağırıyorsun?

Cevap: İcmali: Kürt ve Türk ulemasının istikbalini temin.. Ve maarifi, Kürdistan’a medrese kapısıyla sokmak ve Meşrutiyet ve Hürriyetin mehasinini (güzelliklerini) göstermek ve ondan istifade ettirmektir.


Sual: İzah etsen fena olmaz.

Cevap: Birincisi: Medarisin (medreselerin) tevhid (birleştirilmesi) ve ıslahı (geliştirilmesi..)

İkincisi: İslâmiyeti, onu paslandıran hikâyat (hikâyelerden) ve İsrailiyat (Yahudi efsanelerinden) ve taassubat-ı bârideden (anlamsız tassuplardan) kurtarmak. Evet, İslâmiyetin şe’ni metanet, sebat, iltizam-ı hak olan salâbet-i diniyedir. Yoksa cehilden (cehaletten,) âdem-i muhakemeden (düşüncesizlikten) neş’et eden (ortaya çıkan) taassup değildir. Bence taassubun en dehşetlisi, bazı Avrupa mukallitlerinde ve dinsizlerinde bulunur ki, sathî şüphelerinde muannidane ısrar gösteriyorlar. (Taassup) burhan (güçlü deliller) ile temessük eden (tutunan) ulemânın şânı (özelliği) değildir.

Üçüncüsü: Mehâsin-i Meşrutiyeti (demokrasinin güzelliklerini) neşir için bir kapı açmaktır. Evet, aşâirde (Kürt aşiretlerinde) Meşrutiyeti (demokrasiyi) incitecek niyet yoktur. Fakat istihsan edilmezse (beğenilmezse) istifade edilmez; o daha zararlıdır. Hasta, tiryakı (ilacı) zehir-alûd (zehirli) zannetse, elbette istimal etmez.

Dördüncüsü: Maarif-i cedideyi (çağdaş fenleri) medreselere sokmak için bir tarik (yol) ve ehl-i medresenin nefret etmeyeceği saf bir menba-ı fünun açmaktır. Zira mükerreren söylemişim: Fena bir tefehhüm (anlayış) meş’um bir tevehhüm (uğursuz bir kuruntu) şimdiye kadar (bu önemli işin önüne) set çekmiştir.

Beşincisi: Yüz defa söylemişim, yine söyleyeceğim: Ehl-i medrese, ehl-i mektep, ehl-i tekyenin musalâhalarıdır. Tâ, temayül ve tebadül-ü efkâriyle (kaynaşma ve fikir alışverişiyle) lâakal (hiç olmazsa) maksatta ittihad eylesinler. Teessüfle görülüyor ki, onların tebâyün-ü efkârı (farklı düşünceleri) ittihadı tefrik ettiği (birliğimizi tehdit ettiği) gibi; tehâlüf-ü meşâribi (farklı yönelişleri de) de terakkiyi tevkif etmiştir (kalkınmayı durdurmuştur.) Zira herbiri mesleğine taassup, başkasının mesleğine sathiyeti (yüzeysel bakması) itibarıyla tefrit ve ifrat ederek, biri diğerini tadlil (sapık görüyor;) öteki de berikini techil eyliyor (cahil sayıyor.)

Elhasıl: İslâmiyet hariçte temessül etse, bir menzili mektep, bir hücresi medrese, bir köşesi zaviye, salonu dahi mecmaü’l-küll, (Herkesin birleştiği saha) biri diğerinin noksanını tekmil için bir meclis-i şûrâ olarak, bir kasr-ı müşeyyed-i nuranî timsalinde (sağlam, aydınlık bir saray şeklinde) arz-ı dîdar edecektir (kendini gösterecektir.) Ayna kendince güneşi temsil ettiği gibi, şu Medresetü’z-Zehrâ dahi o kasr-ı İlâhîyi (kutsal sarayı) haricen (somut olarak) temsil edecektir.”

Münazarattaki kapsamlı ve sorulu cevaplı bu dilekçe Medresetüzzehra için yedinci ve önemli bir adım olmuştur. Yine bu yılda yazdığı Muhakematta ve 1916’da yazdığı İşaratül-İcazın mukaddimesinde ifade ettiği gibi; Medresetüzzehra’nın mantalitesini yeni bir tefsir yazmak ile de gerçekleştirmek istemiştir.

Evet, dil ve edebiyatta uzman ve her birisi bir bilim dalında mütehassıs olmakla beraber, bütün diğer ilimlerin ana hatları ile çerçevesini bilen bir heyet, kamuoyuna (efkâr-ı ammeye) ve ilim dünyasına hitaben yazacakları bir tefsir, önemli ölçüde Medresetüzzehra’nın yerini dolduruyordu. Nitekim daha sonra Risale-i Nur Külliyatı önemli bir şekilde bu manadaki bir Medresetüzzehra’yı fiilen uyguladı, diyor. Üstadın ilimlerdeki bakış açısını tam görmek için Muhakematın Unsurul-Hakikatini ve Risale-i Nurun 29. Söz, 24. Mektup ve 30. Söz gibi ilmi parçalarını tam ve dikkat ile okumak gerekir.

Muhakemattan ve İşaratül-İcazdan anlaşılan odur ki; Medresetüzzehra’nın öğrencileri hem dilde, hem fenlerde hem de düşüncede yetkin ve ehliyetleri olmaları gerekir:

Eğer Risale-i Nurun ilk dönem talebeleri bu üç özelliğe sahip değillerdi; Üstad Lahikalarda sürekli olarak neden onları Medresetüzzehranın erkânları olarak gösteriyor; gibi bir soru sorulursa; şöyle beş gerekçeli bir cevap verilir:

1) O ağabeyler, her ne kadar, yazarçizer değiller ise de; onlar sosyal olarak zihnen büyük bir değişim ve dönüşüm yaşadılar.

2) Bu erkânlar, Medresetüzzehra’nın nihai amacı olan iman ve ahlakı kurtarma görevinde tamamen vazifelerini ifa ettiler.

3) Bin bir zorluk, yasaklar ve sıkıntılara rağmen Risale-i Nur gibi 7000 ilmî keşfi içeren bir külliyatı gelen nesillere aktarmayı başardılar.

4) Bütün bunlarla beraber, Üstad bu ağabeylere Medresetüzzehra’nın talebeleri demiyor; erkânları diyor. Bu ise bir vakfın mütevelli heyeti gibi bir manaya geliyor. Demek başta ağabeyleri olmak üzere Risale-i Nur Talebeleri, Medresetüzzehra’yı inşa edecekler; içinde talebe-i ulum yetiştirecekler.

5) Risale-i Nur talebeleri, sadece Nur Cemaatinden ibaret değiller. İslam Dünyası Nur Cemaatine girmeden büyük ölçüde Risalelerden istifade etmiştir. Haliyle bu hizmet saff-ı evvel olan ağabeylerin ihlâslı gayretleri ile olmuştur.

Hulâsa: Risale-i Nur dairesinde Medresetüzzehra şartlarını tam taşıyan kişiler yoksa da şahs-ı manevi olarak Nur Cemaati bu ilmî ve içtimai vazifeyi manen ifa etmiştir. Şimdi sıra gelmiş maddeten de o görevi yerine getirmelerine..

***

Yine sadede dönüyoruz: Münazarattaki bu uzun dilekçeden önce de Üstad Hz.leri bütün nutuk ve yazılarında Medresetüzzehra’nın öneminden söz ediyor; âlem-i İslamın kurtuluşu için tek çare olduğunu söylüyor.

Mesela: 26 Temmuz 1908’de Hürriyete Hitap nutkunda medeniyet ve maarifin birbiri ile olan şiddetli alakasına değindiği gibi; 19 Kasım 1908’de, daha önce karşı olduğu Hamidiye Alaylarının kaldırılmamasını istiyor. Her bir alayın, fenleri tahsil eden bir okula dönüşmesi için İttihadçılara basın yoluyla hitap ediyor.

Sene başında Sultan Abdülhamid’e sunduğu dilekçeyi 2 Aralık 1908’de Şark ve Kürdistan Gazetesinde yayınlıyor.

12 Aralık 1908’de Kürtlerin elindeki 400 bin silahlı gücün hükümetin eline verilmesi ve zayi olmaması için Kürtlerin medrese ve ulema eliyle fen ilimleri vasıtası ile medenileşmelerinin gerektiğini söylüyor. Çünkü Kürtler dört yanlıştan dolayı fenlerden mahrum kalmışlar. Bu ise onların geri kalmasına sebep olmuştur, diyor ve bu dört yanlışı şöyle açıklıyor:

1) İlim ve fenlerin aslında İslamın malı olduğunu bilmiyorlar. Çünkü zahiren bu fenlerin yabancılardan bize geldiğini görüyorlar.

2) Kürtler avam seviyesinde kaldıklarından bazı İslamî hikâyeler ile müteşabihatın fenlerle çatıştığını sanıyorlar. Çünkü avam, bu hikâyeler ve müteşabihatı akide olarak algılıyor ve gerçek zahiri manalar ile biliyor.

3) Bu çağdaş fenler medresedeki eğitim usulüne muhaliftir, diye Kürtler medrese adetlerini bırakmak istemiyorlar.

4) Kürtler, İslamiyeti yalnız zahirine göre ve taklidi olarak algılıyorlar. Ehl-i mektep fenler vasıtası ile feylesof gibi davranıp onların o çocuksu inançlarına karşı geldiklerinden Kürtler yeni çağdaş fenlerden ürküyorlar.

Yine aynı meseleyi ve o dört yanlışı Osmanlı Meclis-i Mebusan’ına söylediği hitapta da dile getiriyor. Bu hitap, 19 Aralık 1908; 26 Aralık 1908 ve 9 Ocak 1909’da üç parça olarak Kürt Teavün ve Terakki Gazetesinde tefrika edilmiştir.

24 Mart 1909’da Volkan Gazetesinde yayınladığı Bediüzzaman’ın Efkârının Programıdır isimli uzun makalenin ikinci maddesini yine Medresetüzzehra’nın eğitim mantığına ayırmıştır.

Bütün bu yayınlardan ve ısrarlı dilekçelerden sonra İttihadçıların Hükümeti Sultan Reşad’ın Kosova ziyareti münasebeti ile Medresetüzzehra’nın Van’da açılmasına karar verir; ve 19 bin altın tahsisat ayırır. Van’da Medresetüzzehra’nın temeli atılır. Fakat Birinci Dünya Savaşının başlaması ile bu iş temel seviyesinde kalır.

Bundan sonra 1923’te Ankara’daki B.M. Meclisinin 200 mebusundan 163’ünün oyu ile 150 bin banknot tahsisat ayrılır. Fakat Üstad o günün liderler kadrosunun dine, İslama, Osmanlıya ve medreselere olan kinlerini görünce Van’a kaçar.

Burada Risale-i Nurun temelleri atılır. Sonra 1926’da Isparta’da Risaleler yazılır. Bu ara hiç Medresetüzzehra bahsi geçmiyor. Ta 1938’de Münazarat eline geçince bu konuya yeni bir konsept içinde değinir.

“Münâzarât nâmındaki eserde, bâzı latîfe sûretinde bâzı kayıtlar, haşiyecikler bulunur. O eski zaman telifinde zarîfü’t-tab talebelerine bir mülâtefe nevindendir. Çünkü onlar o dağlarda beraberinde idiler; onlara ders sûretinde beyân ediyormuş. Hem bu Münâzarât risâlesinin ruh ve esâsı hükmünde olan hâtimesindeki Medresetü’z-zehrâ hakîkati ise, istikbâlde çıkacak olan Risâle-i Nur’a bir beşik, bir zemin ihzâr etmek idi ki, bilmediği, ihtiyârsız olarak ona sevk olunuyordu. Bir hiss-i kablelvukû ile o nûrânî hakîkati bir maddî sûrette arıyordu.

Sonra, o hakîkatin maddî ciheti dahi vücuda gelmeye başladı. Sultan Reşad, on dokuz bin altın lirayı Van’da temeli atılan o Medresetü’z-zehrâ’ya verdi, temel atıldı. Fakat Birinci Harb-i Umûmi çıktı, geri kaldı. Beş altı sene sonra Ankara’ya gittim, yine o hakîkate çalıştım. İki yüz mebustan yüz altmış üç mebusun imzalarıyla, o medresemize yüz elli bin banknot iblâğ ederek, o tahsisât kabul edildi. Fakat binler teessüf, medreseler kapandı, onlar ile uyuşamadım, yine geri kaldı. Fakat Cenâb-ı Erhamürrâhimîn, o medresenin mânevî hüviyetini Isparta vilâyetinde tesis etti; Risâle-i Nur’u tecessüm ettirdi. İnşaallah, istikbâlde Risâle-i Nur şâkirtleri o âlî hakîkatin maddî sûretini de tesis etmeye muvaffak olacaklar.”

Bu mektuptan sonra genellikle Nur Cemaatinin ileri gelenlerinden Medresetüzzehra’nın erkânları, diye söz ediyor. Bu tarz ifadeler, Kastamonu ve Emirdağ lahikalarında sıklıkla geçer.

Medresetüzzehra’nın onuncu adımı, 1954’de Demokrat Partinin başta Van’da planladığı sonra bazı çevrelerin tazyiki ile Erzurum’a kaydırılan üniversitedir. Bu üniversitenin ismi başta Doğu üniversitesi idi; fakat yine bazı çevrelerin tahrikiyle ismi Atatürk Üniversitesi oldu.

Bu konuda şu iki paragraf bize birçok şey anlatır:

Mâdem Reisicumhur (Celal Bayar) gayet mühim mesâil-i siyasiye içinde Şark Üniversitesini en ehemmiyetli bir mesele yapıp hattâ harika bir tarzda altmış milyon liranın o üniversiteye sarfı (harcanması) için bir kanun çıkarmak derecesinde fevkalâde bir hizmetle medresenin medâr-ı iftiharı ve kendisine büyük bir şeref verdiren bu medrese-i İslâmiyeye, eski hocalık hissiyatıyla başlaması, bütün Şark hocalarını minnettar etmiş.. Ve şimdi orta şarkta sulh-u umumînin temel taşı ve birinci kalesi olan bu üniversiteyi yine mesâil-i azîme-i siyasiye (önemli siyasi konular) içinde yeniden nazara alması, elbette bu vatana, bu devlete, bu millete bu azîm, faydalı hizmeti netice verecek. Ulûm-u diniye o üniversitede esas olacak. Çünkü hariçteki kuvvet tahribatı mânevîdir, imansızlıkladır. O mânevî tahribata karşı atom bombası, ancak mânevî cihetinde mâneviyattan kuvvet alıp o tahribatı durdurabilir.

Mâdem elli beş sene bu meseleye bütün hayatını sarf etmiş ve bütün dekaikiyle (incelikleriyle) ve neticeleriyle tetkik etmiş bir adamın bu meselede reyini almak ve fikrini sormak lâzım gelirken, Amerika’da, Avrupa’da bu meseleye dair istişareye kendinizi mecbur bildiğinizden, elbette benim de bu meselede söz söylemeye hakkım var. Hamiyetkâr olan bütün bir millet namına sizden bekliyoruz.”

İsmi Doğu Üniversitesi idi, Atatürk Üniversitesi oldu. Van’da düşünülmüş iken Erzurum’a kaydırıldı.

“Muhalif bir partinin şiddetli ve tenkitçi bir mensubu tarafından, Yeni Ulus Gazetesinin 1.4.1954 tarihli nüshasında yazılan Atatürk Üniversitesi hakkındaki makaleye cevap hükmünde o üniversitenin hakikatini beyan ediyoruz. Şöyle ki:

Şimdi Atatürk Üniversitesi namı verilen bu darülfünunun küşadına (açılmasına) Üstadımız Said Nursî 50 seneden beri büyük bir gayretle çalışmıştır. Üstadımız İttihatçılara muhalif olduğu halde onlar ve Sultan Reşad, bu Darülfünunun inşası için 19 bin altın tahsis etmiş, Van’da Üstadımız temellerini atmıştı. Fakat Harb-i Umumînin vukuuyla geri kalmıştı. Sonra devr-i Cumhuriyetin iptidasında üstadımız Said Nursî’nin Ankara’da Meclis-i Meb’usana istenilmesiyle, Üstadımız tekrar teşebbüse geçmişti. Orada Üstadımız o zamanın idaresine tam muhalif ve siyaseti bütün bütün terk ettiği ve bazı cihetle de muhalif olduğunu ve “Dünyanıza karışmayacağım” dediği ve hatta Mustafa Kemal’e “Namaz kılmayan haindir” dediği ve onun teklif ettiği büyük servet, maaş, Şark Vaiz-i Umumîliği gibi büyük tekliflerini kabul etmediği halde, Şark Darülfünununun tesisi için 150 bin banknotun 200 mebustan 163 mebusun imzası ve Mustafa Kemal’in tasdikiyle verilmesine karar verilmişti.. Demek ki, Şarkın en mühim meselesi o zaman o üniversiteydi. Şimdi yirmi derece daha ziyade ihtiyaç var. Nihayet yine Üstadımızın maddî ve mânevî gayret ve teşvikleri neticesiyle yapılmasına bu hükûmet-i İslâmiye zamanında karar verildi. Bu Şark Üniversitesinin o cihanşümul kıymet ve ehemmiyetini, denizden damla takdim eder gibi iki üç nokta olarak arz ederiz:

Birincisi: Bu darülfünun hem İran, hem Arabistan, hem Mısır ve Afganistan, hem Pakistan ve Türkistan ve Anadolu’nun merkezinde bir kalb hükmündedir. Ve hem bir Camiü’l-Ezher, hem bir Medresetü’zzehradır.

İkincisi: Şimdi umum beşerde (insanlık âleminde) sulh-u umumî (evrensel barış) için, yani beşerin ifsad edilmemesi için çareler aranıyor, paktlar kuruluyor. Ve madem bu hükümet-i İslâmiye musalâhat-ı umumiye (dünya barışı) ve hükûmetin selâmeti (iktidarda kalması) için, Yugoslavya’ya, tâ İspanya’ya kadar onları okşayarak dostluk kurmaya çalışıyor.

İşte bunların çare-i yegânesinin bir delili olarak gösteriyoruz ki, tesis edilecek Şark Darülfünununun ilk müteşebbisinin bir ders kitabı olan ve ulûm-u müsbete ve fenniye ile ulûm-u imaniyeyi barıştıran ve bu otuz seneden beri bütün filozoflara meydan okuyan ve resmî ulemaya dokunduğu ve eski hükûmetle resmen mübareze ettiği halde bütün bunlar tarafından takdir ve tahsine mazhar olan ve mahkemelerde beraat kazanan Risale-i Nur’un bu vatan ve millete temin ettiği âsâyiş ve emniyettir ki, İslâm memleketlerinde, hususan Fas’ta, Mısır ve Suriye ve İran gibi yerlerde vuku bulan dâhilî karışıklıkların bu vatanda görülmemesidir.. Nasıl ki bu vatan ve millette Risale-i Nur -emniyet ve âsâyişin ihlâline sair memleketlerden daha ziyade esbap bulunmasına rağmen- âsâyişi temin etmesi gösteriyor ki, o Doğu Üniversitesinin tesisi, beşeri müsalemet-i umumiyeye (dünya barışına) mazhar kılacaktır. Çünkü şimdi tahribat mânevî olduğu için ona mukabil tamirci mânevî bir atom bombası lâzımdır.

İşte, bu zamanda tahribatın mânevî olduğuna ve ona karşı mukabelenin de ancak tamirci mânevî atom bombasıyla mümkün olabileceğine kat’î bir delil olarak, üniversitenin mebde’ ve çekirdeği olan Risale-i Nur’un bu otuz sene içerisinde Avrupa’dan gelen dehşetli dalâlet ve felsefe ve dinsizlik hücumlarına bir sed teşkil etmesidir. O mânevî tahribata karşı Risale-i Nur tamirci ve mânevî bir atom bombası olmuş. 

Üçüncüsü: Evet, Şark Üniversitesi bir merkez olarak âlem-i İslâmı ve tâ bütün Asya’yı alâkadar edecek bir mahiyet ve ehemmiyette olduğundan, altmış milyon değil, altmış milyar da masraf yapılsa elyaktır.

Yeni Ulus gazetesi muhalif olduğu için, bu meseleyi perde ederek yeni iktidarın bazı büyük memurlarından bu meseleye çalışanlara bir nevi irtica süsünü vermek istiyor. Hâlbuki bu mesele en yüksek terakkî ve sulh-u umumînin medarıdır. Bu müessese bu hükûmet-i İslâmiyeye bazı şeâir-i İslâmiyeden Arabî ezan-ı Muhammedî ve din dersleri gibi pek çok kuvvet verecek. Belki bu hükûmetin istikbalde, tarihlerde kemâl-i takdir ve tahsinle yâd edilmesine en parlak bir vesile olacaktır. ”

 

Bediüzzaman’ın Talebeleri

Başta Erzurum ve Van Üniversiteleri olmak üzere Doğudaki üniversiteler, memlekete ve bölgeye binlerce fayda ve güzel ürünler vermiş olsa da Üstad Bediüzzaman’ın 70 yıl boyunca beklediği ilimlerin birliği ve kaynaşması henüz gerçekleşmiş değildir. Çünkü şimdiki üniversitelerde medreselerdeki gibi derin ve köklü bir dilbilgisi verilmediği gibi; fen derslerinde de okunan ilimlerin sağlıklı bir fotoğrafı kazanılmıyor: Bunda kadro yetersizliği ve daha çok detaylarda boğulma etkin olduğu gibi; ilim merakından ve aşkından ziyade diploma ve standart bir geçim elde etme gibi zaaflar da bu hayati konuda rol oynamıştır.. Ayrıca doğudaki üniversitelerin gerekli bilimlere göre değil de laik Türkiye Cumhuriyetinin mantalitesine göre dizayn edilmesi bu noktada işi akim bırakmıştır.

Hâlbuki Üstadın belirlediği hedef, fen fakültelerinde bir medrese hocası kadar imanî ilimleri öğretmek ve medreselerde köklü bir şekilde fen ilimlerinin tahsil edilmesi idi.

Nur Talebeleri, kuruluşlarından 30-40 sene sonra bu üniversitelerin tam bir Medresetüzzehra olmadığını anladılar ve uzun bir zamandan beri arayış içindedirler. Fakat Cemaatin ehl-i fen kesimi dil ve tevili bilmediği ve ehl-i medrese kesimi de fen ilimlerini bilmedikleri için, tamamı ile tevilden kaçmaları ve cemaat liderlerini körü körüne taklit etmeleri, Üstadın beklediği bu canlı hedefi yine elimizden kaçırmıştır.

Evet, Risale-i Nur’un imanî hakikatleri isbat etmekten hemen sonra gelen müteşabihatı tevil etme görevi ihmal edilmiştir. Bu müteşabihat detayları ile beraber, binden fazla iken, Üstad Bediüzzaman’ın numune olarak tevil ettiği 30-40 misalden başka, Cemaat onun vefatından sonra bir müteşabih ayeti veya hadisi dahi tevil etmeye yanaşamamıştır. Demek Medresetüzzehra’nın müşahhas olarak kurulmasından önce Nur Talebeleri mevcud elemanları ile ilmî kurultaylar organize etmeli; ilmî şura meclislerini tertip etmeli. İmkânları çerçevesinde birikimlerini takas edip çekirdek bir kadro yetiştirmelidirler. Ki o çekirdekten bir Medresetüzzehra çınarı çıkabilsin.

Her şeyden önce Cemaat dil seferberliğini başlatmalı. İkinci olarak mütehassıs ehl-i fen yetiştirilmeli; bunlar aynı zamanda dil ve edebiyatta, hatta felsefede uzman olmalı. Üçüncü adım olarak Risale-i Nurda serpiştirilmiş olan 7000 ilmî nokta ve nükteyi müzakere etmeli.

Bütün bunlardan sonra bir usul kitabı olan Muhakemat başta olmak üzere Risale-i Nurdan sağlıklı bir epistemoloji çıkarmaları gerekir. Epistemoloji, insanın öğrendiği bilginin doğruluğunu test edebilmesidir. Gerçekten başta İslam âlemi olmak üzere dünyadaki bütün dindarlar, edindikleri dinî, sosyal ve fennî bilgileri test etme imkân ve altyapısından mahrumdurlar. Çünkü arada zaman ve dil farkı var. Bu zaaftan dolayı fen ilimleri, materyalistlerin ve natüralistlerin egemenliğinde kalıyor. Demek tek çare Medresetüzzehra modelidir.

Şimdilik bu kronolojik notları burada noktalayıp Muhakematta bulunan 300’den fazla ilmî usul ve epistemoloji prensiplerinden sadece beşini buraya alıp beraber müzakere edelim; ve bunları kendimize öncü ve temel kaideler yapalım; şöyle ki:

 

Birincisi:

“Bir metinde gerçek mana budur, demenin bir belgesi, bir test edicisi olması gerekir. O belgeyi ve o test edici noktayı bize gösteren, dinin ana konularının dengesinden ortaya çıkan soyut güzelliktir. Bir metin için bu mecazdır, diyebilmek için o mecazi mananın, belagat ilminin şartları çerçevesi içinde olması gerekir. Bu iki prensip esas alınmazsa ve bunun sonucu olarak mecaz olan metinleri gerçek mana budur, diye dayatmak ve hakikat olan bilgileri mecaz diye görmek ve göstermek cehaletin hükümferma olmasına güç verir. (……) Orta yolu gösterecek, ifrat ve tefriti önleyecek sadece şu dört mihenktir: 1) Dinin temel konularının mantalitesi.. 2) Belagat ilmi.. 3) Mantık ilmi.. 4) Hikmet (fen ilimleri)dir.”

Üstad Muhakematın 5. Mukaddimesinde bu bilgileri bize verdikten sonra aynı kitabın 1. Makalesinin 8. Meselesinde ise: “Mecaz için farklı karineler olabilir; mesela bir metnin mecaz olduğuna dair metnin akıl yönünden muhal olması karine olabileceği gibi; metin dışından başka maddi bir delil veya sıradan bir delil veya metnin bağlamı o metnin mecaz olduğuna karine olabilir.. Ayrıca Kur’anın başka ayetlerinde geçen bazı hakikatler de diğer ayetlerin mecaz olması için karine olabilir” diye söylüyor.

Ve bazen de, bazı ayet ve hadislerin mecaz olduğu kabul edildiği halde tercümede maksut mana esas alınmaz da meal esas alınır. Dolayısıyla mecaz olan o ayet ve hadislerin mucizevî güzelliği ve belagati yine kaybolur, diye dinî neşriyatın yazar ve yayıncılarını uyarıyor.

 

İkincisi

İslam âleminde bugünkü bilimlere uygun olarak varlık ve hayat algısı oluşmuyor. Çünkü Müslüman âlimler her bir bilim dalından bir parça biliyorlar. Bilimsel bir fotoğraf ortaya çıkmıyor. Dolayısıyla sağlıklı bir varlık ve hayat algısı oluşmuyor. İşte Üstad bu çıkmaz sorunu şöyle tasvir etmiştir:

“Nasıl ki, başka âlemden bu küreye gelen tasvirci bir nakkaş farz olunsa: Hâlbuki ne insanı ve ne insanın gayrısı (insandan başka canlıların) tam suretini (fotoğrafını) görmemiş; belki her birisinden bazı âzasını görmekle insanın tasviri veyahut gördüğü eşyanın umumundan bir sureti tasvir etmek isterse; meselâ, insandan gördüğü bir el, bir ayak, bir göz, bir kulak, yarı yüz ve burun ve amame (sarık) gibi şeylerin terkibiyle bir insanın timsali yahut nazarına tesadüf eden atın kuyruğu, devenin boynunu, insanın yüzünü, arslanın başı bir hayvanın sureti yapsa; nasıl ki imtizaçsızlıkla kabil-i hayat olmadığı için şerait-ı hayat (hayat şartları) böyle ucubelere müsait değildir, diyecekler ve nakkaşı müttehem (ittiham) edecekler.. Şimdi bu kaide, fenlerde  (bilim dallarında) aynen cereyan eder (geçerlidir.) Çaresi odur ki: Bir fenni esas tutup sair malûmatını avzen ve zenav (havuz veya havza akan arklar) gibi yapmaktır.”

Yani eğer kişi bir ilmi esas alırsa esas aldığı ilmi havuz gibi yapmalı; diğer ilimleri de o havuza akan arklar gibi yapmalı. Ve eğer kişi malumatını esas alırsa, o malumatı, her birisi bir kanal olan muhtelif ilimlerden beslenmeli.

 

Üçüncüsü

İslam âlemi Ortaçağın kültürel birikimini dinî birikim sanıyor; din ve varlık hakkında çağımıza uygun olarak bilim birikimini ve epistemolojisini oluşturamıyor. İşte Üstad bu sorun için de şöyle bir çözüm öneriyor:

“Geçmiş çağların derelerinde egemen olan garaz, düşmanlık ve üstün gelme arzusunu doğuran faktör; duygusallık, arzular ve güç idi. O zamanın insanlarını irşad için şiirsel ve duygusal hitabeler yeterli idi.Çünkü duyguları okşamak, insanların eğilimlerini etkilemek için vaiz ve hatip tarafından iddia edilen konuyu süslü ve parlak olarak göstermek.. Veya gündemdeki o konuyu korkunç göstermek ve parlak tasvirlerle hayale hoş göstermek güçlü ve açık delilin yerini tutar idi. Fakat bu asrın insanlarını o eski insanlar gibi görmek, zaman içinde gerisin geriye gitmek; bu asrın insanlarını o eski asırların köşelerine zorla sokmak gibi bir şey olur.. Hâlbuki bu asrın insanı delil ister; konuyu parlak göstermek ile aldanmaz.

Çünkü bu asır ilim asrıdır. İlmin hakikatleri şimdiden geleceğin dağlarına yağmur veriyor. Ve bu hakikatler; özgür fikir ve akıl, hakikat arayışı ve felsefe tarafından daimi olarak destekleniyorlar.”

 

Dördüncüsü

“Kendinde muhalefet etmeyi gerekli görmek; 

“Soğuk taassup..

“Daima üstün gelme duygusunu taşımak..

“Tuttuğu taraf ve tutunduğu kuruntuya mutlaka bir bahane bulup kendini mazur göstermek..

“Arzusuna uygun olan zayıf tarafı güçlü göstermek..

“Başkasını eksik göstermekle kendinin mükemmel olduğunu ilan etmek..

“Başkasını sapık ve yalancı ilan etmekle, güya doğruluğunu ve doğru yolda olduğunu ispat etmeye çalışmak, gibi sefil ve süfli davranışların kaynağı olan kendini beğenmişlik ve bencillik ilmî tartışmalarda başkasını yanıltarak öyle ahlakî bir çöküntüye sebep olurlar ki; bunu ancak Allah’a şikâyet etmek gerekir..”

 

Beşincisi

İlmi aktarmadaki ve eğitimdeki istibdad ve anarşizmi kaldırmak.. Üstad bu problem için de şöyle diyor:

“Bir adam(ın) müstaid (yetenekli) ve kabil olduğu(yapabileceği) şeyi terk ve ehil olmayan şeye teşebbüs etmesi, şeriat-ı hilkate (doğal şeriata) büyük bir itaatsizliktir. Zira şanı (işin gereği) o dur ki, istidadı, san’atta intişar ve tedahül (sanatın içine ve özüne nüfuz etmek) ve san’atın mekayisine ihtiram (sanatın ölçülerine saygı) ve muhabbet(kendi işini sevmek) ve nevamisine temessül ve imtisal (o işin ve ilmin kurallarını uygulamaktır;) elhasıl, fena fi’s-sanat olmaktır. Vazife-i hilkat bu iken, bu yolsuzlukla san’atın suret-i lâyıkasını tağyir eder (o işin ve ilim dalının en güzel şeklini değiştirir) Ve nevamisini incitir (o ilim ve mesleğin kurallarını çiğner.) Ve asıl müstaid olduğu san’ata olan meyliyle, teşebbüs ettiği gayr-ı tabiî san’atın suretini çirkin eder. Zira bil-kuvve olan meyil ve bil-fiil olan san’atın imtizaçsızlığı için (iş ve eğilim uyuşmadığından ortada) bir keşmekeş (yalpalanma) olur.

Bu sırra binaen, pek çok adam meylü’l-ağalık ve meylü’l-âmiriyet ve meylü’t-tefevvukla mütehakkim (zoraki bir sultan gibi) geçinmek istediğinden, ilmin şanından olan teşvik ve irşad ve nasihat ve lûtfu terk edip, kendi istibdad ve tefevvukuna (zorbalık ve üstünlüğüne) vesile-i cebir ve tânif eder (zorbalık ve şiddet aracı yapar..)  İlme hizmete bedel, ilmi istihdam eder. Buna binaen (bundan dolayı) vezaif (görevler) ehil olmayanın ellerine geçti. Bahusus medaris (medreseler) bununla indirasa (tamamen silinmeye) yüz tuttu. Buna çare-i yegâne, daire-i vahide (bir tek fakülte) hükmünde olan müderrisleri, darülfünun (üniversite) gibi çok devaire (fakültelere) tebdil ve tertip etmektir (dönüştürüp düzenlemektir.) Tâ, herkes sevk-i insanîsiyle hakkına gitmekle, hikmet-i ezeliyenin emr-i mânevîsini meyl-i fıtrîsiyle imtisal edip (doğal eğilimiyle uygulayıp) kaide-i taksimü’l-a’mâl (işbölümü kuralı) tatbik edilsin.”

[Burada sanat ilim ve o ilim dalı neticesinde ortaya çıkan iş mesleği demektir. Osmanlıcada sanat daha çok sanayi ve meslek manasında kullanılır. Tiyatro ve sinema gibi sanatlara da bedayi’ ve edep ilmi denilirdi.]

Bir Hatırlatma: Günümüzde modern üniversitelerde, bundan önceki dört maddede anlatılan sıkıntılar devam ettiğinden maalesef üniversitelerde yine ilmî istibdad var; asistanlar köle gibi kullanılıyor. İlim almaktan ziyade; asistan, hocanın şahsi işleri ile ve bürokrasinin meşguliyetleriyle dünya kadar vakit zayi ediyor. Ayrıca kişi istediği dalı kazanamayınca ve ilgilendiği bilim dalında bir güzellik, sanat ve gerçeklik göremeyince kısa bir zaman sonra ilimden ve eğitimden tiksinir. Üniversite sadece geçim için girilen açık bir hapishane haline gelir.

 

Yeni Said’in Bilimlere Bakış Açısı

Üstad Bediüzzaman, ömrünün sonuna kadar, eski eserlerinde planını yaptığı Medresetüüzehra hedefini ve gayesini takip ettiğine göre; onun o eski eserlerde fenlerle ilgili anlattığı ve söylediği bütün kaideler bugün için de geçerlidir; diyebiliriz. Ayrıca Yeni Said’in en önemli eserlerinden biri olan 20. Söz’ün II. Makamında şöyle buyuruyor.

“Allah, Âdeme (insanlığa) bütün esmayı (bilimleri) öğretti..” mealindeki acip ayet, insanoğlunu kapsamlı yaratılan yetenekleri ile Allah’tan elde ettiği bütün bilimsel gelişmeleri, fenlerdeki yükselmeleri ve sanayi (teknik) harikalarını, “İsimlerin öğretilmesi” başlığı altında anlatıyor. Bu ince ve yüce anlatımda şöyle bir işaret var ki:

Bütün gelişmelerin, bütün ilimlerin, bütün kalkınmaların, bütün fenlerin yüce bir gerçekliği var. Bu gerçekliklerin her birisi Allah’ın bir ismine dayanıyor. Eşya ve eşyayı inceleyen fenler, ilimler ve sanatlar, birçok farklı yansımaları olan o İlahi isme dayanmakla tam mükemmel bir gerçek olur. Yoksa yarım yamalak bir form olarak eksik bir gölge olarak kalır.

Mesela: Mühendislik bir fendir. Onun gerçekliği ve zirve noktası Allah’ın Adl ve Mukaddir isimleridir. (…….)

Mesela: Tıbb bir fendir. Hem bir ilimdir hem bir sanattır. Onun da nihayeti (zirve hali) ve hakikati (gerçekliği) Hakim-i Mutlak’ın (sonsuz ilim ve yararlılık ilkesine sahip olan Allah’ın) Şafi ismine dayanıp, eczahane-i kübrası (Allah’ın en büyük eczanesi) olan rûy-i zeminde (yeryüzünde) Rahimane cilvelerini edviyelerde (ilaçlarda)görmekle tıbb, kemalatını bulur, hakikat olur.

Mesela: Hakikat-ı mevcudattan (varlıkların gerçekliğinden) bahseden (söz eden) Hikmetü’l-eşya (felsefe bilimi) Cenab-ı Hakkın (Celle Celaluhu) “İsm-i Hakîm”inin tecelliyat-ı kübrasını (sonsuz yansımasını) müdebbirane eşyada, menfaatlarında ve maslahatlarında görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet, hikmet (gerçek bir felsefe) olabilir. Yoksa ya hurafata inkılab eder (anlamsızlığa ve yanlışlara dönüşür) ve malayaniyat olur veya felsefe-i tabiiye misillü (bütün gerçekleri ve kutsal değerleri inkâr eden tabiat felsefesi gibi) dalalete yol açar.

Bütün bu gerçeklere rağmen, 29. Mektubun 7. İşaretinde anlatılan Yeni Said’in Avrupa fen ve felsefesine karşı metodunu değiştirdiğine dair parçaya ne diyeceğiz?” gibi bir soruya karşı şöyle beş yönden cevap veririz.

a) Bu 7. İşarette anlatılan şey Avrupa’nın felsefesidir; insanlığın mal-i umumisi olan bilimler ve fenler değildir.

b) Avrupa, varlık ve hayat algısına bilimler süsünü veriyor; bencil materyalist ve natüralist hayat prensiplerini müsbet fenler olarak gösteriyor. Yeni Said bu yanıltmaya karşı geliyor; yoksa fenler ve ilimlere karşı asla menfi bir söz söylemiş değildir.

c) Eski Said ve benzeri İslam muhakkikleri önce bu yanıltıcı prensiplerini müsellem kabul edip sonra o prensiplerle İslami hakikatler arasını bulmak istiyorlardı. Bu ise İslamiyetin zahiren mağlubiyetini ve geride kalışını netice veriyordu.

d) Yeni Said ise fen ve ilim gerçeklerine uygun olarak Kur’andan resen öyle bir hikmet ve bilimsel bakış açısı buldu ki; Avrupa’nın felsefe ve prensiplerinin eli henüz o noktalara yetişememiştir.

 Risale-i Nurun Mehdiyet makamını anlatırken şu 7. İşareti şöyle şerh etmiş idim. Bu münasebetle bu Yedinci İşaretin metnini ve onun şerhini buraya alıyoruz. Allah’tan umuyoruz ki; Risale-i Nur Talebeleri, hikmette ve anlayışta Avrupa’yı geçtikleri gibi, fenlerde de onları geçsin.

 

YEDİNCİ İŞARET:

Diyorlar ki: “Senin eski zamandaki müdafaatın ve İslâmiyet hakkındaki mücahedâtın, şimdiki tarzda değil. Hem Avrupa’ya karşı İslâmiyeti müdafaa eden mütefekkirîn tarzında gitmiyorsun. Neden Eski Said vaziyetini değiştirdin? Neden mânevî mücahidîn-i İslâmiye tarzında hareket etmiyorsun?”

Elcevap: Eski Said ile mütefekkirîn kısmı, felsefe-i beşeriyenin ve hikmet-i Avrupaiyenin düsturlarını kısmen kabul edip, onların silâhlarıyla onlarla mübareze ediyorlar, bir derece onları kabul ediyorlar. Bir kısım düsturlarını, fünun-u müsbete suretinde lâyetezelzel teslim ediyorlar; o suretle, İslâmiyetin hakikî kıymetini gösteremiyorlar. Adeta, kökleri çok derin zannettikleri hikmetin dallarıyla İslâmiyeti aşılıyorlar, güya takviye ediyorlar. Bu tarzda galebe az olduğundan ve İslâmiyetin kıymetini bir derece tenzil etmek olduğundan, o mesleği terk ettim.

Hem bilfiil gösterdim ki, İslâmiyetin esasları o kadar derindir ki, felsefenin en derin esasları onlara yetişmez, belki sathî kalır. Otuzuncu Söz, Yirmi Dördüncü Mektup, Yirmi Dokuzuncu Söz bu hakikati burhanlarıyla ispat ederek göstermiştir. Eski meslekte, felsefeyi derin zannedip, ahkâm-ı İslâmiyeyi zâhirî telâkki edip, felsefenin dallarıyla bağlamakla durutmak ve muhafaza edilmek zannediliyordu. Hâlbuki felsefenin düsturlarının ne haddi var ki onlara yetişsin?!

 

Bu 7. İşaretin İzahı

Evet, Üstad B. Said Nursi’nın bu savunma refleksini bırakıp, hayat alanında, felsefede ve bilimde bu iki akıma karşı gerçekten alternatif olabilecek risaleler yazdığını görüyoruz. Üstad burada özellikle üç risalenin ismini zikrediyor.. 30. Söz ile Sosyolojide ve Psikolojide (1. Mebhas;) Kimya ve Fizikte (2. Mebhas); 24. Mektub ile Ontolojide ve Teolojide; 29. Söz ile Biyolojide ve Ruh-beden bütünlüğü konusunda birçok çare gösteriyor. Dindarların bunları geliştirmelerini bekliyor.

 Emirdağ Lahikasında, Mehdiyet bahsinde: Eğer beşer bütün bütün bozulmazsa ve vaktinden evvel Cenab-ı Hakk bir kıyameti koparmazsa; Mehdi, çok uzun tetkikat isteyen Risale-i Nurun ilmi hazırlıklarını kendine program yaparak nev-i beşeri felsefe-i maddiye ve tabiiyye tasallutundan kurtaracak, şeklinde bilimler konusunda yapacağımız elzem bir görevi bize gösteriyor..

 Burada bazı okuyucular ilk etapta Üstadın müsbet ilimleri eleştirdiğini anlayabilirler. Fakat durum kesinlikle öyle değildir. Muhakemat kitabı ve Yeni Said’in ilmi kitapları bu dediğimizin yüzlerce delilini gösteriyor. Bu 7. İşarette eleştirilen Avrupa’nın materyalist ve natüralist felsefesidir. Ve haksız olan bu felsefeye müsbet ilim nazarı ile bakıştır.

Evet, maalesef Avrupa Kilisesi de İslam Diyaneti de Evrim, Sosyoloji ve Antropoloji ve madde-ruh konusunda henüz materyalist Batı felsefesine alternatif oluşturacak bilgi ve veri tabanına sahip değiller. Alternatif bir varlık ve bilim anlayışını bilmiyorlar. Mağlubiyet psikolojisi içinde sadece savunmaya girişiyorlar. Hâlbuki Avrupa’da gelişen bilimlerin hiçbir verisini feda etmeden, dinin anlattığı bütün değerleri o çerçevede gösterebilirler. Savunma yerine bütün dünyayı ıslah edecek bir aydınlanmaya sebep olabilirler. Fakat dil, fen ve özgürce düşünce olmadığından, taassuptan kurtulamıyorlar. Çare bulanları da sapık ilan ediyorlar. Hâlbuki sadece bu bakış açısıyla kısa bir zaman içinde bütün dünya aydınlanabilir. Onun için rivayetlerde Mehdi çok küçük bir hareketle bu ıslah işini becerecektir, denilmiş.

Bütün bu belirsizliklere rağmen son dönemde Ekolojide, DNAda ve Kuantum Fiziğinde dindarların işini kolaylaştıracak sonsuz bir bilinç keşfedilmiştir. Fakat dindarların kendine has epistemolojik bir altyapıları ve birikimi henüz yoktur. Eğer bu handikap aşılırsa dünya yeni bir çağa girmiş olur.

İnşallah! Dünyanın ömrü oldukça Medresetüzzehra ve ilgili faaliyetler devam edeceğinden burada konuyu bitirmeden yazıya şimdilik son veriyoruz.

Bahaeddin Sağlam

Medresetüzzehra ve Bediüzzaman’ın Eğitim Modeli

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Dâru’s-Siyâdeler (Seyyidlik Evleri)

Dâru’s-Siyâdeler (Seyyidlik Evleri) Doç. Dr. Murat Sarıcık   “Dâru’s-Siyade”, “Nakîbu’l-Eşrâflar”(1) ve Seyyidler için, ilk kez …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Değersiz olanı değerli olana tercih ettiğimiz oldu mu?

Değersiz olanı değerli olana tercih ettiğimiz oldu mu? قَالَ أَتَسْتَبْدِلُونَ ٱلَّذِى هُوَ أَدْنَىٰ بِٱلَّذِى هُوَ …

Kapat