Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Makaleler / Medyadaki fizikî şiddet mi, medyanın ontolojik şiddeti mi?

Medyadaki fizikî şiddet mi, medyanın ontolojik şiddeti mi?

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Yusuf KAPLAN*
* Yazar

“Kamera, izleyiciye yöneltilmiş bir silahtır.” Martin Heidegger

“Film çekmekle, silah çekmek, bir ve aynı şeylerdir.” Paul Virilio

“Batı uygarlığı, dünya üzerindeki hâkimiyetini iki şeye borçlu:
Silâh ve reklâm” Paul Karl Feyerabend

“Varlık, iyi’dir; yokluk, kötü’dür” İbn Sînâ 

İyilik, varlık’ta; kötülük, yokluk’tadır” İbn Arabî

Giriş: Medeniyet Meselesi Olarak Medya

Medya, bir medeniyet meselesidir. Medyanın, bir medeniyet meselesi olduğu meselesi, medeniyet fikrini yitiren Türk entelijansiyası tarafından henüz kavranabilmiş değildir. Oysa, nasıl ki, sanat, düşünce ve hayat bir medeniyet meselesiyse, aynı şekilde, medya da bir medeniyet meselesidir.

Medeniyet, ister Batı uygarlığında gözlemlediğimiz gibi, yalnızca yatay/fizik düzlem ekseninde varolan sivilizasyon (civilization) anlamında olsun, isterse, gerçekliği, hem yatay, hem de dikey/fizikötesi düzlemleri yeri geldiğinde ardışık/diakronik, yeri geldiğinde de eşzamanlı/senkronik olarak harekete geçiren İslâm’la birlikte tam anlamıyla kristalize olan vahiy medeniyetleri örneğinde olsun, norm-form, asıl-usûl, vasat-vasıta veya dil-üstdil diyalektiğinin sürgit aktif olarak işleyebilmesi ve işletilebilmesi hâlinde gerçeğe dönüşür ve sırasıyla hayat bulur, hayat olur ve hayat sunar.

“Media” sözcüğü, “araç” anlamına gelen “medium” sözcüğünün çoğuludur. “Media” sözcüğü, Türkçe’de, deyim yerindeyse, bir “galat-ı meşhûr”a dönüşerek, çoğul anlamıyla değil de, tekil anlamıyla kullanım alanı bulmuş ve “medya” olarak yaygınlık kazanmıştır.

Bütün medeniyetler, ister seküler, ister gayr-ı seküler olsunlar, dayandıkları temel-koyucu ve temel-kurucu ilkeleri sunan normlar, vasatlar, asıl’lar ve “dil”lerin ifadesi ve ifade edicisi formlar, “usûl”ler, vasıtalar ve üstdil’ler tarafından hayat kazanırlar ve hayatiyetlerini sürdürürler. Formları, “usûl”leri, vasıtaları ve üstdilleri olmayan ya da işlemeyen medeniyetlerin hayatiyetlerini yitirdiklerini, kendilerini yeni ve değişen şartlarda yenileyebilme imkânlarını kaybettiklerini, dolayısıyla hayatlarını da sürdüremediklerini gözlemliyoruz.

Müşahhas bir örnekle geliştirmeye çalıştığım teorik çerçeveyi sınamak, dolayısıyla “doğrulamak” isterim. Bir mimarî tasavvurumuz olmadığı, kalmadığı, kaybolduğu için, Sinan gibi medeniyet-kurucu bir mimarı çıkarmamıza ve Sinan’ı yenileyen ve aşan çeşitli mimarî ekoller geliştirmemize rağmen, şehir mimarisi, anıt mimarisi, sivil mimari, mabed mimarisi alanlarında ya Osmanlı mimarisinin ya da Avrupa-mimarisinin “taklit”lerini üretebiliyoruz ve arabesk’le euro-besk arasında sürüklenip duruyoruz yalnızca. Bir form, bir vasıta, bir üstdil olarak mimarî geleneğimiz kendisini yenileyerek sür/e/mediği için, yakıcı ve yıkıcı bir medeniyet buhranın tam ortasında varolma mücadelesi veriyoruz.

Vasıta, form, usûl, üstdil, bir medeniyetin geliştirdiği hayat-dünya’sının hayatını sürdürdüğünü gösteren hayatiyet kaynaklarıdır. Eğer bir medeniyetin, hayatiyet kaynakları kurumuşsa, hayatı da bitmiş demektir.

Tam burada, bir başka önemli ve dikkat çekilmesi gereken nokta da şu: Medeniyetlere hayatlarını sürdürme imkânı kazandıran bütün bu hayatiyet kaynakları, her ne kadar, esas itibariyle, varlıklarını o medeniyetin -norm, vasat, asıl ve “dil” gibi- hayat köklerine borçlu olsalar da, medeniyetler arasındaki teması ve alış-veriş trafiğini sağlayan “vasıta”lardır aynı zamanda. Dolayısıyla medeniyetin hayatiyet kaynakları, başka medeniyetlere de -imajinatif bir metaforla ifade etmek gerekirse- “hayat öpücüğü” sunarlar. Eğer bir medeniyet, temel-koyucu ve temel kurucu ilkelerini borçlu olduğu hayat kökleriyle irtibatını koparmışsa, başka medeniyetlerin formları ve vasıtaları tarafından dönüştürülmekten kurtulmaz.

Burada geliştirmeye çalıştığım argümanı norm-form ilişkisi üzerinden şöyle açımlayayım: Normları yaşayan toplumlar veya medeniyetler, yeni durumlara uyum sağlama ve yeni durumları dönüştürme kabiliyetlerini, başka medeniyetlerin form’larını reforme etme imkânlarına sahip olabilmelerine borçludur. Normları yaşa/ya/mayan toplumlar veya medeniyetler ise, başka medeniyetlerin normlarının hem ifadesi, hem de ifade edicisi bir iş ve işlev gören, ödünç aldıkları yabancı formlar tarafından yıkıcı ve yok edici de-formasyonlara maruz kalmaktan da, hem bu formları ve bunların yaslandığı normları, hem de kendi normlarını ve formlarını deforme etmekten de kurtulamazlar.

Bu yazıda geliştireceğim temel argümanlar açısından hayatî önem taşıyan vasat-vasıta ilişkisi konusundaki bu tespitleri özetle şöyle toparlayarak yazıya giriş yapmak isterim:

Görüldüğü gibi, medeniyet, temel-kurucu ve temel koyucu ilkelerini hayat hâline getiren vasatını her dâim idame ettirebilmek için, bu vasatın hem ürünü, hem de her hâl ve şartta yeniden – üreticisi vasıtaları aracılığıyla varlığını sürdürebilir ve temellerini koruyarak hayatiyetini devam ettirebilir. Bu açıdan bakıldığında, belli bir vasat’ın ürünü olarak geliştirilen medya, medeniyetin hayatiyetini sürdürebilmesini sağlayan bir vasıta olarak medeniyet meselesinin tam da merkezinde yer alan bir fenomendir. Bu nedenle, medyayı, doğduğu vasattan bağımsız olarak ele alıp incelemek bizi sağlıklı ve sâlim bir yere götürmez; yanlış ve yanıltıcı yerlere sürükler yalnızca. Dolayısıyla medyadaki herhangi bir sorunu anlayabilmek için, önce medyanın mahiyetine ve diline, bundan önce de medyayı doğuran vasata bakmak, özellikle de bütünlük fikrinin yitirildiği çağımızda fazlasıyla önem arzeden bir yaklaşım biçimidir.

Türk Modernleşmesi, Bıçak Metaforu ve Çifte Ontolojik Şiddet

Buraya kadar geliştirdiğim argümanlar ve yaptığım tartışmalardan sonra bu yazıda mercek altına alacağım bizatihî medya dolayımında yaşadığımız medyadaki şiddetle kıyaslanamayacak ölçüde hayatî önem arzeden ve medyadaki şiddetin anlaşılabilmesinin de ön-şartını oluşturan, iliklerimize kadar yaşadığımız, bunun için de kanıksadığımız ve fark edemediğimiz iki ontolojik medya şiddeti olgusuna dikkat çekmek istiyorum: Birincisi, bizatihî, Batı uygarlığının vasatının ürünü mevcut medyaların yol açtığı ontolojik şiddet; ikincisi de, mimarî örneğinde de gözlendiği gibi, bizzat bizim medeniyetimizin yaşayan, canlılığını sürdüren bir vasatı olmaması nedeniyle, bizim medeniyet vasatımızın hem ifadesi, hem de ifade edicisi ya da başka bir deyişle hem ürünü, hem de yeniden-üreticisi medyalardan/vasıtalardan/ formlardan yoksun olmamızın yol açtığı ontolojik şiddet. Bu çifte ontolojik şiddet kavranamadığı ve aşılamadığı sürece, medyadaki şiddete sürgit maruz kalmaktan hiçbir zaman kurtulamayacağımızı, ne yazık ki, fark edebilmiş değiliz henüz.

Medyaya ilişkin yapılan değerlendirmelerde sıkça kullanılan ama son derece yanıltıcı ve yanılsatıcı bir metafor var:
Bıçak metaforu. Şöyle bir metafor bu: “Medya, -tıpkı bıçak gibi- nötr bir araçtır; iyiye kullanılırsa iyi sonuçlar verir; kötüye kullanılırsa kötü sonuçlar verir(!)” Oysa hiçbir araç, hiçbir teknoloji, hiçbir vasıta, hiçbir form nötr değildir; üretildiği vasatın değerleriyle, anlam haritalarıyla yüklüdür ve bu değerleri ve anlam haritalarını taşır.

Bıçak metaforunu, çifte ontolojik şiddet olarak adlandırdığım sorunu biraz daha belirginleştirmek için özellikle hatırlattım. 19. yüzyılın sonlarında Osmanlı entelijansiyası, Batı uygarlığının her yönden ve her cepheden meydan okumasına maruz kaldığında, savunma psikolojisiyle hareket ederek, “Batı’nın ilmini, teknolojisini alalım; ahlâkını, değerlerini atalım” mottosuyla hareket etmişti. Bu mottodaki “ilim/teknoloji” benim buraya kadar anlattığım vasıta’ya, forma tekabül ediyor; “ahlâk/değerler” ise, vasat’a ve norm’a.

Modernleşme sürecinde, Batı’dan yine birer vasıta/form olan kurumları ve diğer formları aldık; ama sonuçta, bu formlar, bizi Batılı normların eşiğine bıraktı ve önceden geliştirdiğimiz savunma psikolojisi, bu kez, yenilgi psikolojisine dönüştü ve formlarla gelen Batılı normlar bizi metamorfoza uğrattı, dolayısıyla bizim medeniyet dinamiklerimizle epistemolojik kırılma ve ontolojik kopuş yaşamamıza yol açarak dönüştürdü: Ortada normlarımızdan da, formlarımızdan da -hayatını ve hayatiyetini sürdürmeleri anlamında- eser kalmadı: Meydan, Batılı, seküler formlara ve normlara kaldı: İşte çifte ontolojik şiddet, Türkiye’de bu şekilde köksaldı.

İşte bu çifte ontolojik şiddeti, esaslı bir yapı-sökümüne (dekontrüksiyon’a) tâbi tutarak belirginleştirmediğimiz, dolayısıyla hem kendi vasat’ımızı/vasıta’larımızı yitirdiğimizi, hem de Batı uygarlığından devşirdiğimiz seküler vasıtaların ve vasatların bizi adamakallı bir devşirme operasyonundan geçirdiğini göremediğimiz ve bu süreçlerin sonucunda ortaya çıkan çifte ontolojik şiddet üzerinde kafa yoramadığımız sürece, medyadaki şiddet olgusunu tartışmaya kalkışmak bile başlıbaşına bir şiddet eylemidir: Çünkü medyadaki şiddetin gerçekte nereden kaynaklandığını, dolaysıyla gerçek nedenlerini vuzuha kavuşturmadan medyadaki şiddet olgusunun vuzuha kavuşturulabilmesi imkânsızlaşacağı için, bu çabamız bizi yalnızca hayırhah bir noktaya götürmemekle kalmayacağı, aynı zamanda, böylesi bir noktaya ulaşabilmekten de mahrum bırakacağı için örtük bir şiddetir; ama bu örtük şiddet, fark edilmesi zor bir şiddet biçimi olduğu için, açık şiddetten daha tehlikeli ve daha tahripkârdır.

Çağ Körleşmesi ve Pergel Metaforu

Her çağ, kendi “ağ”larını kurar, kendi “bağ”larını örer ve kendi “bağlam”larını inşa eder. “Ağ”larını kuramayan, “bağ”larını öremeyen, “bağlam”larını inşa edemeyen bir çağrının, medeniyet çapındaki bir iddia’nın çağını kurabilmesi imkânsızdır. Bu anlamda, her gerçekleşen, gerçeğe dönüşen çağ, kendi çağrısının hapishanesini de kurmuş olur aslında. Çünkü, her çağ, bir anlamda, zamanın “durdurulması”, mekânın yeniden-düzenlenmesi çabalarını varlık nedeni sayar.

Çağrısı, kendi çağını kurabilen medeniyetler varlıklarını sürdürebilirler yalnızca. Bu, çağ kurabilen medeniyetlerin varlıklarını sürdürebilmelerinin sadece “gerek şartı”nı oluşturur. Bir medeniyetin varlığını sürdürebilmesi için bir de “yeter şart”a ihtiyacı vardır: Bu da, temas’la gerçekleşir. Medeniyetler arasında temasın yaratıcı bir sonuç verebilmesi için bütün medeniyetler -Hz. Mevlânâ’dan önce de sonra da- pergel metaforuna başvururlar. Pergel metaforu, pergel’in sabit ayağını, medeniyetin hayat köklerini sunan vasat’a, normlara, aslî dinamiklere ve vasatı dile getiren, dil’i vasata yedirerek canlı bir varlığa dönüştüren medeniyetin özdiline/ruhuna basarak, geliştirdiği vasıtalar, formlar, usûller ve üstdil’lerle diğer medeniyetlere açılmayı mümkün kılan ve bu açılımı, medeniyet atılımına dönüştüren yegâne kaynaktır.

Başka medeniyetlerle temas kuramayan ve bu teması sürgit canlı tutamayan medeniyetler, kendi içine ve kendi üstüne kapanarak opaque’leşmekten/donmaktan, dolayısıyla kendi “çağ hapishaneleri”nin kurbanı olmaktan ve bir süre sonra da yok olmaktan kurtulamazlar. Medeniyetlerin kendi çağ hapishanelerinden kurtulabilmelerini sağlayan kaynak işte bu pergel metaforudur: 

Pergel metaforu, bir medeniyetin hem başka medeniyetlere “hayat öpücüğü” sunmasının, hem de kendi hayatiyetini sürdürebilmesinin imkânlarını sunan çift-yönlü temas’ı sürekli olarak canlı tutar ve medeniyetin yaşamasını sağlar.

Özetle, medeniyetler, kendi çağ hapishanelerinden başka medeniyetlerin çağlarıyla buluşabilmeleri oranında kurtulabilme imkânlarına kavuşurlar. Çağını kurabilen medeniyetler, kendilerine mensup toplumların, toplulukların ve fertlerin, zamanı ve mekânı kullanma, düzenleme ve dönüştürme biçimlerini de; Tanrı’ya, eşyaya, dünyaya ve insana bakış açılarını da belirlerler.

Fakat içinde yaşadığımız çağın, insanlık tarihinde yalnızca bu çağa özgü esaslı bir sorunu var: Çağımızda, tek bir uygarlığın çağrısı, bütün insanlığın zeitgeist’ı/zamanın ruhu yani çağı hâline gelmiş durumda.
Bu, bütün insanlığın duyma, algılama, düşünme ve yaşama biçimlerini, dolayısıyla bakış açılarını yalnızca Batı uygarlığının zeitgeist’ının belirlemesi sonucunu doğuruyor. Oysa insanlık tarihinde, modernlikten önceki zaman dilimlerinde, farklı medeniyetler, aynı zaman dilimi içinde kendi zeitgeist’larını geliştirebiliyorlar ve yaşayabiliyorlardı. Bu nedenle, çağımızda, bütün insanlık, ifadenin tam anlamıyla, çağ hapishanesine “kapatılmış” durumda. Biz buna “modernlik hapishanesi” diyebiliriz. Farklı gerekçelerle ve nedenlerle de olsa, çağımızı, daha önce, Foucault’nun da “modernlik hapishanesi” olarak tanımladığını hatırlatmakla yetineyim burada.

Nitekim, modernliğin teorisyenlerinden Max Weber, modernliği, “demir kafes” metaforuyla tarif etmiş ve modernliğin, biri, “özgürlük kaybı,” diğeri de, “anlam krizi” olmak üzere iki varoluşsal kriz ürettiğini söylemişti.

Nedenlerle Sonuçları Karıştırmamak İçin…

Modernliğin, insanlığı dekadansın/çözülmenin ve çürümenin eşiğine sürükleyen temellerini yıkan ve şu ân içinde yaşadığımız -ya da yaşadığımızı sandığımız- postmodern çağın temellerini atan büyük düşünür Nietzsche, modernliğin temel açmazlarından birinin, “nedenlerle sonuçları karıştırmak ve sonuçları nedenler olarak konumlandırmak” olduğuna dikkat çekmişti.

Medyadaki şiddet olgusunu, bir vasıta olarak medyanın doğasını ve medyanın doğduğu ve doğasını şekillendiren vasatı dikkatle gözden geçirmeden incelememiz, hem sonuçlarla nedenleri karıştırmamıza neden olacağı, hem de bizi kaçınılmaz olarak çağ hapishanesine kapatacağı için, beklenen sonucu vermeyecek, medyadaki şiddeti en azından en temel yönleriyle anlayabilme, anlamlandırabilme çabamızı sonuçsuz bırakacaktır. Çünkü medyadaki şiddet sorunu, sadece sonuç’tur; sonuç’tan kalkarak işe yarar, kalıcı, anlamlı sonuçlar çıkarabilmek olmayacak bir iştir ve eşyanın tabiatına terstir. Öncelikli olarak medyadaki şiddetin mahiyetini, nedenlerini ve boyutlarını kavrayabilmek; bunun için de, evvel emirde, medyanın kendisi üzerinde kafa yormak şarttır. Medyanın doğasını, dilini, mahiyetini, işleyişini,
izleyiciyle kurduğu ilişki biçimlerini kavrayabilmek için de, vasıta anlamına gelen ve günümüzde vasıta özelliğinin çok ötesine taşan bir konuma yerleşen medyayı doğuran vasatı, yani Batı uygarlığını, dayandığı temelleri kısaca da olsa gözden geçirmek gerekiyor.

Medyayı Doğuran Vasatın Entelektüel Temelleri

Çağımızın en temel sorunlarından biri, bütünlük fikri’nin yitirilmesi, insanın idrakinin yalnızca parça’lara hasredilerek, algılama ve kavrama yetilerini kaybetmesidir. Bu süreç, yalnızca modernlikle sınırlı değildir:

Postmodernlik, insanın varoluş coğrafyasını kozmografik olarak genişletmiş gibi olsa da, kozmolojik olarak daraltmış, sadece ego’suna, arzularına, hazlarına hapsetmiştir. Doxa/salt düşünce üzerine kurulan Batı düşüncesinin, gele gele böyle bir paradoksa kilitlenip kalması kaçınılmazdı.

Modernlik, bir indirgeme’ydi; insanın varoluş macerasının salt fizik gerçekliğe; kavrama yetilerinin akla (rasyon’a) ve bilince; hayatını idame ettirme güçlerinin araçlara indirgenmesi. Postmodernlik ise -deyim yerindeyse- indirgemenin indirgemesi bir fenomen: İnsanın varoluş macerasının teknolojinin marifetleriyle sanal gerçekliğe; kavrama yetilerinin akıldışına (irrasyon’a) ve bilinçdışı’na; hayatını idame ettirme güçlerinin ise hız, haz ve fetişlere indirgenmesi. Geldiğimiz noktada, küreselleşme fenomeniyle birlikte postmodern duyarlıkları patlatan postmodern kaos ve katastrof vasatında, insan, bir yandan, sanki (ki, bu sanki, hayatî’dir), tek bir coğrafyada, küresel coğrafyada yaşıyor; ama bu, esas itibariyle, sanal düzlemde gerçekleşiyor; yani sınırların kalkmasıyla birlikte ekonomik düzlemde bir ölçek büyümesine;
ama öte yandan ise paradoksal bir şekilde kendi ertelenemeyen arzularına, sık sık değiştirse de vazgeçemediği fetişlerine ve duygu dünyasına kapandığı için ürpertici bir ufuk daralmasına mahkum ve mahpus oluyor.

Burada altı çizilmesi gereken asıl yakıcı, yıkıcı ve aynı zamanda kurucu paradoks şu: medeniyetler tarihinde mukayeseli bir yolculuk yaptığımızda net bir şekilde göreceğimiz gibi, Batı uygarlığının, tarihin akışını değiştiren medeniyetler arasında en kısa ömürlü uygarlık olmasına rağmen, indirgeme, hem Batı uygarlığının doğuşunun ve küre üzerinde hâkimiyet kuruşunun, hem de işaretlerini çok belirgin olarak gördüğümüz felsefî/entelektüel olarak, siyasî-sosyal olarak ve ekonomik olarak “çöküş”ünün nedenleri işte bu indirgemeciliğinde gizlidir. Elbette ki, bütün bu indirgemelerin bir tarih-öncesi, bir oluşum süreci, bir başlangıç noktası var:

Grek uygarlığı. Özellikle de, Heidegger’in “düşüncenin ve düşünmenin Socrates’le birlikte bittiğini” söylediği Socrates-
sonrası süreç.

Peki, Socrates’le birlikte yaşanan süreç neydi? Socrates, dış-dünyayla yaşanan yıkıcı savaşlardan ve dolayısıyla Grek dünyasında gözlenen zorlu çatışmalardan sonra, insanın mythos’la ve kozmos’la, dolayısıyla Tanrı’yla bağlarını “kopararak”, varoluş macerasını, insan-eksenli bir maceraya indirgemişti. Böylelikle, tarihte, insanlık tarihinin merkezî yörüngesini çökertecek ve değiştirecek bir mecra yitimi gerçekleşmiş oluyordu: İnsan, tarihte ilk kez, bu kadar sert ve keskin bir şekilde, kozmos ve mythos-merkezli dünyadan “akıl” anlamındaki logos’un kendi algılama düzeyine indirerek konumlandırdığı logos-merkezli dünyaya; en önemlisi de, Tanrı-merkezli bir dünyadan insan-merkezli (antroposantrik) bir dünyaya düşmüştü.

Aristo, kendi üstüne kapanan insanın bu düşüşünün düşündürücü yegâne sistematize edici düşünürüydü. Bugünkü Batı uygarlığının en temel fikirlerinin ve uygulamalarının en önemli kaynağı, temel-koyucu ve temel-kurucu bir düşünür olarak Ariso’ydu.

Her şeyden önce Aristo’yla birlikte, Grekler, “philo-sophia/hikmet sevgisi” olarak bilinen düşünme çabası’ndan hikmet’i kaldırmışlar, düşünme çabasını salt cüz’î aklın teorik düşünme çabasına indirgemişlerdi. Modernlikle birlikte, bu indirgemecilik girişimi, daha da ileri götürüldü, teorik ve pratik iki temel forma sahip düşünme çabası, bu kez, yalnızca pratik felsefeye; pratik felsefe de bilime; bilim ise teknoloji’ye, teknoloji üretimine indirgendi. Öte yandan, modernlik, Tanrı’yı insan’a; insanı bedenine indirgedi. Postmodernlik ise, her şeyi izafiliğe; insanı da izafî dolayısıyla kırılgan, gelip geçici ama ayartıcı arzularına, hazlarına ve fetişlerine indirgedi. Hıristiyan teolojisi ise pagan indirgemeciliğin bütün süreçlerinden derinlemesine etkilendi. 325 yılından itibaren art arda toplanan tartışmalı ve kanlı konsillerden sonra Tanrı olarak konumlandırılan İsa-Mesih’i insana indirgemekten kaçın/a/madı.

Medyayı doğuran Batı uygarlığı vasatının ikinci kurucu temellerinden biri dualizm, dolayısıyla çatışma’dır: Tanrı-insan, ruh-beden, özne-nesne, bilinç bilinçdışı, akıl-akıldışı, din-bilim dualizmi ve çatışması.

Bu vasat’ın üçüncü kurucu temeli, ötekileştirici ve dışlayıcı olmasıdır: Ben ve o, biz ve onlar, efendi-köle, uygar-barbar, gelişmiş-gelişmemiş ikili karşıtlıklarında olduğu gibi.

Medyayı doğuran vasatın bir diğer kurucu temeli, diyalojik değil, monolojik olmasıydı: Batı uygarlığı, Greklerden itibaren fizik ve fizikötesi eksenleri aynı anda harekete geçirmek yerine, insanın varoluş macerasını fizik eksene endeksleyerek yerle gök arasında keskin bir ayırım yaptı ve insanı yer’e, “şer”e mahkûm etti.

“Medya” Uygarlığı ve Uygarlığın Medyaları: ve Epistemolojik Güvenlik Alanlarının Genişle/til/mesi:

Batı uygarlığının oluşumunda karşımıza çıkan bu kurucu temellerin ve özelliklerin, geliştirilen bütün medyalar/d/a da elbette ki farklı görünümler alarak da olsa esas itibariyle aynen yansıdığını gözlemliyoruz.

Kısaca özetlemek gerekirse… Medya da indirgemecidir: Her şeyi bir “görüntü”ye, bir imaja indirger. Daha felsefî ve dolayısıyla hayatî olarak da fizik gerçekliği simülatif olarak üretilen ve ayartıcı yöntemlerle dolaşıma sokulan sanal gerçekliğe indirger ve burada diyalojinin sanallaştığı, monolojinin gerçek hâline geldiği bir süreç devreye girer ve yüzyüze, doğrudan, doğrudan olduğu için de doğurdan iletişim biter, dolayımlamalar üzerinden işleyen, gerçek iletişimi devre dışı bırakan, “dolandırıcı” bir süreç devreye girer:

İnsanla herhangi bir medya arasındaki ilişkiyi, medyayı ve medyada sunulan şeyi özneleştirerek insanı/izleyiciyi nesneye indirger.

Medyanın diline her bakımdan sirayet eden, damgasını vuran ve şekillendiren bu indirgemeciliğin zorunlu olarak kaos ve katastrof üretecek dili, ayartıya, estetize ve dramatize yöntemlere başvurularak massedilir. Böylelikle insanın algı kapıları bir kez daha kapatılır, algılama melekeleri kötürümleştirilir ve sonuçta korunaksız, dayanıksız, o yüzden de sürgit yenileri üretilen simülatif ve asimile edici, kırılgan ve geçici bir epistemolojik güvenlik alanı inşa edilir.

Yine Batı uygarlığının kurucu temel ilkelerinden dualizm, ötekileştirme, dışlayıcılık ve çatışma ilkeleri, medyada da, üstelik de daha keskin şekillerde kendilerini gösterirler:

Bütün bu medyalar, “biz ve onlar” dikotomisi üzerinde/n işler: “Biz”, her zaman “iyi”yi, “olumlu”yu; onlar “kötü”yü, “olumsuz”u temsil, ifade veya en azından ima eder. Bu durum, mesela, dış haberlerde iyice belirginleşir:

Sözgelişi, bir Batılı televizyonun, gazetenin Afrika’daki bir açlık haberini veriş biçimi, izleyici/okuyucuya -en iyi ifadeyle- “hâlimize şükredelim, onlar gibi değiliz” dedirterek epistemolojik güvenlik alanları sunar.

Hem Batı uygarlığının kendisinde, hem de ürettiği medyalarda/vasıtalarda karşımıza çıkan bütün bu temeller, esas itibariyle Tanrı fikrini yitiren insanın, kısaca, yön ve anlam kaybı olarak tanımlayacağım köklü bir ontolojik güvensizlik duygusu yaşamasına yol açtı.

İşte tam bu noktada, yalnızca Batı uygarlık tarihi açısından değil, bütün bir insanlık tarihi açısından büyük bir varoluş krizi patlak verdi. Modern insan, yaşadığı bu ontolojik güvensizlik duygusunu aşabilmek için, epistemolojik güvenlik alanlarını alabildiğine genişletme çabasına soyundu: Böylelikle, tabiatı kontrol ve kolonize ederek bilimi; kıtaları, kıtaların tabiî kaynaklarını kontrol ve kolonize ederek ekonomiyi; medeniyetleri ve toplumları kontrol ve kolonize ederek ekonomi-politiği geliştirdi.

Bütün bu kontrol ve kolonizasyon süreçlerinin itici gücü, yaşanan ontolojik güvensizlik duygusunu aşabilmek için, güç üreten araçları çoğaltmayı amaç hâline getirmek, böylelikle başlangıçta aşırı-özgüven duygusu kazandırsa da, içinden geçtiğimiz postmodern süreçte, son derece kırılgan ve geçici, ayartıcı ve simülatif olduğu gözlenen epistemolojik güvenlik alanlarını genişleterek yaşanan varoluşsal sorunları ertelemek veya örtmekti.

Burada yaptığım panoramik gözlemlere dayanarak Batı uygarlığını iki anlamda medya uygarlığı olarak tanımlayabileceğimizi düşünüyorum.

Birincisi, geldiğimiz noktada, Batı
uygarlığı, medyalar üzerinden ürettiği, küreselleştirdiği anlam, değer ve sembol trafiğini kontrol ettiği için, küre ölçeğinde insanların zihinlerini de kontrol edebiliyor ve böylelikle egemenliğini hem pekiştiriyor, hem de meşrûlaştırıyor. İşte Batı uygarlığını, varlığını ve egemenliğini medyayı yaygın kullanımına borçlu olması anlamında medya uygarlığı olarak adlandırabiliriz. Ama bu niceliksel anlamda sözkonusu edilebilecek bir medya uygarlığı tanımlaması. Asıl medya uygarlığı tanımlaması, niteliksel/felsefî anlamda sözkonusu: İnsanı, aklı, ruhu devre dışı bırakan araçsal akıl’ın hâkimiyeti.
O yüzden insanlara simülatif/sahte epistemolojik güvenlik alanları sunan medyalar (ki bu medyalara, sembol, anlam ve değer taşıyıcısı işlevi gören otomobil’i, turizmi vesaire de dâhil ederek konuşuyorum), üçüncü sanayi devrimi olarak adlandırılan süreçte bir medya çağının oluşmasına yol açtı. Zira adına medya uygarlığı dediğimiz bir uyarlığın adına “iletişim çağı” diyebileceğimiz bir çağ üretebilmesi
sözkonusu olamaz/dı.

Vasıta’nın Vasat’laşması: “Pornografik” Simülasyon ve Ontolojik Asimilasyon

Çağımız, çok yanlış bir şekilde “bilgi çağı” veya “iletişim çağı” olarak tanımlanıyor; oysa çağımızı en iyi ifade edecek tanımlama “medya çağı” tanımlamasıdır. Çünkü iletişimsizlik, bu çağın en temel sorunu: İnsanın, Tanrı’yla, tabiatla, insan/lar/la ve bizatihî kendisiyle iletişiminde köklü sorunlar yaşadığı bir iletişimsizlikler çağı, çağımız. Bu nedenle, çağımızın medya çağı olması, daha iyi iletişim, bilgilenme ve anlama imkânlarından, yoksun olduğumuz, dolayısıyla “pornografi”ye maruz kaldığımız anlamına geliyor.

Medya, hem bir vasıta olmaktan çıkıp, özel ve kamusal alanları da yutan, onların yerine yerleşen bir vasat hâline dönüşerek; hem de bizi ayrıntıların, üstelik de estetize edilerek, dramatize edilerek ve mitleştirilerek sunulan, bir yığın dolayıma tabi tutularak tüketime sunulan ayrıntıların ayartıcı dünyasına hapsederek “pornografi”ye maruz bırakıyor bizi: Böylelikle eşyayı, dünyayı, nesneleri algılama ve değerlendirme melekelerimizi iptal ediyor:

Araya makinalarla sunulan görüntüler,
üstelik de görüntülerin ayartıcı bir şekilde sunulması işlemi girince, mesafe duygumuzu imha ediyor ve eşyaya, dünyaya, insanlara dokunarak, hayata değerek yaşama ve varolma biçimlerimizi buharlaştırıyor. Sonuçta, çağla aramıza mesafe koyma imkânlarımızı ortadan kaldırıyor.

Peki, çağ’la aramıza nasıl mesafe koyacağız? Elbette ki, çağın dışına çıkarak, başka çağlara açılarak… Bütün peygamberlerin, bilge kişilerin, büyük sanatçıların, düşünürlerin yaptıklarını yapmalarını mümkün kılan şey, burada gizliydi işte. İbn Arabî’yi İbn Arabî yapan, Yûnûs’u Yûnûs yapan, Nietzsche’yi Nietzsche yapan, Foucault’yu Foucault yapan şey, çağla aralarına mesafe koyabilmiş olmalarıydı:

Çağdaş olmakla, çağın bilincinde olmak: iki zıt gerçekliğin ifadesi. Çağa varmak, çağın bilincine ulaşmak, o çağdan uzaklaşmakla mümkündür çünkü.

O yüzden, ancak başka çağlara açılabildiğimiz, başka bakış açılarına ulaşabildiğimiz, bulunduğumuz “yer”i -bir süreliğine de olsa- terk edebildiğimiz, yani araya mesafe koyabildiğimiz zaman, hem bir şeyi/çağı tam olarak anlama sürecine adım atabiliriz, hem de bulunduğumuz yeri daha bir muhkemleştirme ve gerçeği/çağı, gerçek nitelikleriyle kavrama imkânına kavuşabiliriz. Örneklemek gerekirse:

Modern çağı mümkün kılan şey, Avrupalıların hümanizm, rönesans ve reformasyon yolculuklarıyla, hem İslâm medeniyetinin çağlarına, hem de -Grek ve Roma- antikite çağlarına açılabilmiş olmalarıydı.

“Planet/gezegen”, aynı zamanda, “gezen”, “seyahat eden”, demekti çünkü. Niçin geziyorlardı ki insanlar “dünya”yı?Elbette ki, hem kendi dünyalarını, hem de başka dünyaları anlayabilmek ve kendilerine özgü bir dünya kurabilmek için… Bidayette, önce kendileriyle, sonra da içinde bulundukları yer’le ve dünya’yla aralarına mesafe koyamayan insanların; nihayette, kendileri olabilmeleri de, kendilerini, kendilerine özgü özelliklerini fark edebilmeleri de, farkı fark ve tefrik edebilmeleri de, bulundukları yeri, yaşadıkları dünyayı fark edebilmeleri ve kavrayabilmeleri de çok zordur.

Daha felsefî bir örnek vereyim bir de: İnsan, Tanrı fikrine ve tasavvuruna, ancak kendisinin tanrı olmadığını, insan olduğunu idrak edebildiği zaman ulaşabilir. Bugün Tanrı fikrinin yitirildiği bir dünyanın taarruzlarına maruz kalıyorsak, bunun nedeni, insanın kendisini her şey, Heidegger’in deyişiyle, “her şeyin ölçüsü ve ölçütü” olarak konumlandırma aymazlığına soyunmuş olmasıdır: Yani, haddini bilememesi, haddini (“had”, “tarif” demektir) bilemediği için de kendini de, Rabbini de bilememesi, her şeyi birbirine karıştırması, hiçbirşey’leşmesi, hiçbir şeyi hakkıyla anlaya/bilememesidir.

Medya çağı, mesafeyi, üstelik de sözümona en uzak mesafelerden bize ulaşarak (!) ortadan kaldırıyor. Mesafenin ortadan kalkması, atomlara, ayrıntılara, görüntülere/imajlara mahkûm olmamız, maruz kalmamız sonucunu doğuruyor. İşin içine bir de medyatik görüntülerle üretilen ayartıcı ayrıntılar ve medyatik “operasyonlar” girince, hem medyacıların ve medyaya bu ayrıntıları servis edenlerin ayranları tahmin edemeyeceğimiz kadar kabarıyor, hem de medya, ağlarına fenâ hâlde bağlıyor bizi ve bir hâdisede bütünü, resmin bütününü görmemizi imkânsızlaştırarak bizi ayrıntıların ayartı’sına, ağ’larına hapsediyor, taarruzuna maruz bırakıyor.

Sonuçta, ortada gerçek de, gerçek’den eser de kalmıyor; gerçek, simülasyona uğruyor ve buharlaşıyor çünkü; bir şey’in gerçek yüzünü öğrenemeyecek kadar insanın aklı da, gözü de körleşiyor; böylelikle insan, gönlünü ayrıntıların ayartıcı ve kişiyi de, gerçeği de yok edici “pornografi”sine kaptırıyor, esir oluyor.

Bir şeyin sadece ayrıntısına kapanmak, algı kapılarımızı, anlama ve kavrama kapılarımızı kapatmakla sonuçlanıyor: Mesafe yok edilince, mesele de yok ediliyor; insanın anlama ve kavrama melekeleri de.

Medya üzerinden “pornografik” iktidar savaşlarının yaşandığı bir dünyada, insan, kendine de, dünyaya da yabancılaşıyor. O yüzden, mesafe koyamayan insan, hem mesafe katedemez hiçbir şeyde; hem de hiçbir meseleyi “yakalayamaz”: Mesafesizleştikçe, meselesizleşir.

Sonuç: Medyanın Ontolojik Şiddeti ve Ölümün Öldürülmesi

Medya “bulundu”, mertlik bozuldu: Savaşlar, meydanlarda kazanılmıyor artık; medyalarda ve medyalarla veriliyor ve kazanılıyor: İnsanlar, açıkça, mertçe savaşmıyorlar; “alçakça”, yüzsüzce, yüzlerini, kendilerini gizleyerek savaşıyorlar: Bir bilgisayar butonuna basarak, hiç beklemediğimiz bir ânda, beklemediğimiz bir yönden üzerimize her ân bombalar yağdırılabilir artık.

Acısız ölüm zamanlarındayız. Acı  çekmeden ölüm… acıma’dan öldürme zamanlarında… En temel insanî duyguların ve duyarlıkların ölmesinin başlangıç noktasıdır, acının ölümü. Çünkü acının ölümü, kaçınılmaz olarak, beraberinde acımanın ölümünü de, acı ve acıma duygusunun yitirilmesini de getirir. Ölümün öldürülmesi demektir bu. İnsanı öldüren, bitiren, yok eden şey, insanın bilfiil öldürülmesi ya da hayatın bitirilmesi değil, ölümün öldürülmesidir aslında. Çağımız, ölümün öldürüldüğü bir çağdır, hatta tek çağdır. O yüzden, çağımızı, ölü-sevicilik / nekrofilizm çağı, çağımızın insanını da ölü-sevici/nekrofil olarak adlandırabiliriz rahatlıkla.

Acının, sanallaşarak/sanallaştırılarak bilgisayar marifetiyle yok edilmesiyle birlikte, insan, gerçeklik duygusunu yitirir. İnsanın gerçeklik duygusunu yitirmesi, zamanla, bütün insanî özelliklerini, duygularını, duyarlıklarını, duyargalarını yitirmesiyle sonuçlanır. Böylelikle gerçek, sanallaşır ve buharlaşır. Bu da, zamanla, insanın kendisinin sanallaşması ve buharlaşması sonucunu doğurur: İnsan, açı çekme ve acı duyma duygusunu da, acıma duysunu da yitirdiği ândan itibaren biter.

İçinde yaşadığımız çağı ne kadar anlayabiliyoruz; insanlar, nasıl bir dünyada yaşadıklarının ne kadar farkındalar acaba?Asıl can alıcı soru şu:

İnsanlar, yaşıyorlar mı gerçekten; yoksa hayatı ve hayatın hakikatini; hakikati ve hakikatin hayatını yok etmek için birbirleriyle kıyasıya yarışıyorlar mı, hatta savaşıyorlar mı?

Bugün insan, insanlığından her geçen gün biraz daha uzaklaşıyor: Uzaklaşıyor; çünkü içinde yaşadığımız çağın ve bu çağın insanının etrafında döndüğü tek gerçek, medyalar üzerinde/n üretilen ölü-sevicilik gerçeği. Sinema, televizyon, bilgisayar, internet gibi sanal, hayalî, kurmaca gerçeklikler üzerinde/n işleyen medyalar, gerçeğin değil, sanal’ın hükümrân olduğu, insanın ontolojik şiddeti iliklerine kadar yaşadığı bir dünyanın eşiğine fırlatıyor bizi:

Medya/lar, -fizikötesi gerçeği geçtik-, fizik gerçekliği, bizzat gerçeğini “gerçekliğini” öldürerek, bizi sanal âleme mahkûm ve mahpus ediyor. Hayattan, dolayısıyla gerçekten uzaklaştırıyor. Hayata dokunamıyoruz, değemiyoruz bile. Hayatı öldürüyoruz. Acıyı, acıma duygusunu öldürmekle, hayat gerçeğinin yegâne hatırlatıcısı ölümü öldürüyoruz.

Ölümü öldürmekle, şiddeti dirilttiğimizi, ontolojik bir şiddet ürettiğimizi; şiddeti, dünyanın kralı ilan ettiğimizi fark edebiliyor muyuz, diye soruyorum burada. Sonuçta, hepimiz, ölü-sevicilere dönüşüyoruz; ama ontolojik şiddeti bütün boyutlarıyla ve görünümleriyle yaşadığımız, dolayısıyla ölümü öldürdüğümüz için, bu yakıcı, yıkıcı ve yok edici gerçeği göremiyoruz, bile.

İçinde yaşadığımız medya uygarlığı çağını, en iyi, bu çağın düşünürleri üzerinden anlayabiliriz. Çağın cins düşünürlerinden Heidegger, çağın sorunun “varoluşa varoluşsal saldırı” sorunu olduğunu söylemişti. “Kamera, izleyiciye yöneltilmiş bir silahtır” derken, söylediği şey buydu. Ya da Paul Virilio, “film çekmekle, silah çekmek aynı şeylerdir” derken bunu söylüyordu.

Çağdaş düşünürlerin, çağın, içine düştüğü varoluş bunalımı konusundaki tespitleri elbette ki doğru. Ama bu bunalımın nereden kaynaklandığı ve nasıl aşılabileceği konusunda bize söyleyebilecekleri pek bir şey yok: Bizi, postmodern izafileşmenin ve nihilizmin, dolayısıyla kötülüğün, -beden üzerinden, araçlar üzerinden, arzular üzerinden- her şeyi mübahlaştıran “anything goes/her şey gider” ayartıcılığının tuzağına sürüklemekten başka. İnsan, duyargalarını, Rahmân’ın engin rahmetine de açabilen, şeytan’ın ayartıcı iğvalarına da kapatabilen bir varlık.

Büyük, kurucu düşünür İbn Sînâ, “varlık, iyi’dir; yokluk, kötü’dür” demişti. Ve insanın insanca yaşayabileceği hakikatin ne ve nerede olduğuna bu dört kelimelik özlü cümleyle enfes bir şekilde dikkat çekmişti. İbn Arabî Hazretleri’nin, “iyilik varlıktadır, kötülük yokluktadır” sözünü ilk okuduğumda, beynimin zonkladığını, ruhumda fırtınalar estiğini, önümde derin, uçsuz bucaksız bir hakikat koridoru açıldığını, sürgit “işte bu, işte bütün mesele bu” diyerek engin bir tefekkür yolculuğuna çıktığımı, sayfalar dolusu şeyler yazdığımı bugün gibi hatırlıyorum.

Bütün söylediklerimizi özlü bir şekilde özetlemek gerekirse… Marifet, medyatik şiddetle gerçeğe dönüşen ontolojik şiddet üzerinden sunduğu, gerçeği yok ederek kurduğu kurmaca gerçekliklerde değil, varlıkta gizli, varlığın varoluşa gelişinde: Varolma kaygısında ve kavgasında değil, Vareden’le “bir olma”, Varlık’ın hakikatini, veçhelerini keşfe çıkabilme yolculuğunda… Hakikati, bir yığın işleme tabi tutarak yok etmek, marifet değil.

Marifet, varlığı, nasılsa, nasıl yaratılmışsa öylece seyre dalabilme, Vareden’in hakikat tecellîlerini temâşâ edebilme seyrüseferine, doyumsuz yolculuğuna koyulabilmekte yani.

Medyanın marifetleriyle yaşadığımız çifte ontolojik şiddeti aşabilmek için, önce çağın farkına varmak, sonra da kendi farkımızı ortaya koyabilecek vasatı nasıl inşa edebileceğimizi (zamanı ve mekânı nasıl “Müslümanlaştırabileceğimizi), bu vasatın hayat köklerinden beslenen ve bu vasatı sürgit besleyen, canlı tutan hayatiyet kaynakları olarak tarif ettiğim vasıtaları/medyaları nasıl geliştirebileceğimizi ve bu arada mevcut medyaları/vasıtaları nasıl dönüştürebileceğimizi bütün yönleriyle düşünmek, dert edinmek ve varoluş meselemiz hâline getirmek zorundayız.

Din ve Hayat Dergisi 

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Leyle-i Berat Hakkında (Âyet, Hadis, Risale-i Nur)

BERAT: Nişan, rütbe ve imtiyaz için verilen resmî belge, kurtuluş. Sitemizde Berat Gecesi ile İlgili yazılar …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Medine’nin İlk Müslümanları

Yazar: Adem SARAÇ Bütün dünya korkunç bir cehalet içinde yüzüyordu. Özellikle de Arabistan’da puta tapıcılık …

Kapat