Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Röportaj & Mülâkat & Konuşmalar / Mehmet Şevket Eygi Bey ile İstanbul âdâbı üzerine

Mehmet Şevket Eygi Bey ile İstanbul âdâbı üzerine

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

“Günümüz münevverlerinden Mehmet Şevket Eygi Bey ile İstanbul âdâbı, üzerine bir mülakat gerçekleştirdik. Bilhassa çağımızın gençleri için önemli notların bulunduğu bu sohbette, edepten lisana, kılık-kıyafetten kültüre, eğitimden estetiğe kadar geçmişten ve günümüzden misallerle pek çok konuya değindik. Kıymetli büyüğümüz Mehmet Şevket Eygi Bey’e bizlere vakit ayırdığı için teşekkür ederken, mülâkatımızı, istifadeli olmasını ümit ederek dikkatlerinize sunuyoruz.”

Söyleşen ve Fotoğraflayan:
Eser POSTALLI

Cemil Meriç, “Hangi Türk aydınına biz neyi kaybettik diye sorsanız toprak kaybettik diye cevap verir. Toprak mı, toprak belki de en değersiz şeyimizdi. Belki de en değersiz şeyimizi de kaybettiğimiz için her şeyimizi kaybettiğimizi anladık” der. Neyi kaybettiğimizi bilmezsek bulduğumuzun bir kıymeti olmaz diyerek başlamak istiyoruz hocam, sahi biz neyimizi kaybettik?

Toprak kaybetmek sebep değil, neticedir. Asıl büyük kayıplarımız iman, medeniyet, kültür, hukuk, nizam, bilgi, ahlâk ve aksiyon konularında olmuştur. Yakın tarihimizde son derece vahim, tarihî, sosyal, kültürel ârızalar ve kazalar geçirdik. 1945 Ağustosu’nda, iki atom bombası yedikten sonra kayıtsız şartsız teslim olmak zorunda kalan Japonya bile bizim kadar manevî darbeye, kopukluğa, ârızaya, iç hıyanete mâruz kalmadı. Lozan’da yediğimiz darbeler, Mondros’takilerden bin kat daha yaralayıcı ve öldürücü olmuştur.

Yazımızı, edebiyatımızı, tarihimizi, mimarîmizi, büyük ölçüde âdâb-ı muaşeretimizi, edep ve terbiyemizi, yazılı ve medenî kültürümüzü yitirdik. Kayıplarımız öyle büyük oldu ki, bir sembol ve bayrak olan Ayasofya’yı bile yitirdik. Bin yıllık kültür hafızamızı yitirdik. Artık, 1928’den önce rahmet-i Rahman’a kavuşmuş atalarımızın Türkçe mezar taşlarını bile okuyamayacak kadar cahiliz. Farkında olanlar çok az ama biz Fuzulî’yi, Bâki’yi, Şeyh Gâlib’i, Ziya Paşa’yı ve emsali büyük edip ve şairlerimizi yitirdik. İslamî riyaseti yitirdik. Hâfızamızı yitirdiğimiz için çoğumuz bu yitirdiklerimizin farkında
bile değil.

‘Nasıl bir Türkiye?’ yazınızda hepimizin görmek istediği bir Türkiye portresi çiziyorsunuz. Sevgi, kardeşlik, yardımlaşma, paylaşma ülkesi olsun diyorsunuz. İstanbul için de böyle bir hayaliniz var mı? Nasıl bir İstanbul olmalı şehrimiz?

En büyük kayıplarımız İstanbul’da oldu. İstanbul’un, tek başına bir medeniyeti, kültürü, irfanı vardı. Büyük kayıplar verdik. Bin meziyeti ve özelliği içinde İstanbul’un sadaka taşları vardı, nereye gitti o taşlar? İstanbul ahlâkı, İstanbul terbiyesi, İstanbul nezâketi ve kibarlığı, İstanbul zarâfeti…

1911’de genç bir mimarlık talebesiyken İstanbul’u ziyaret eden Le Corbusier şehre hayran kalmıştı.
Biz, hayranlık kaynağı nice güzellikleri yok ettik. Osmanlı edebiyatı bilmeyen, tarih bilmeyen, aruzdan anlamayan, hat ve diğer İslâmî sanatlar konusunda kültürü olmayan, konuşurken bık sık efendim demeyen, kendisine ben diyen, Fuzulî ile tanışmamış, Ömründe hiç Mevlevî ayini dinlememiş kimselerin, çok isteseler de İstanbullu olmaları ve İstanbul’a hizmet etmeleri zordur. Şehirler, binaları ve anıtlarından önce, sakinleri ile değerlendirilir. İnşallah millî kimlik ve kültürümüze uygun bir eğitim sistemi ile tedrisat yapan mekteplerde iyi, vasıflı, güçlü nesiller yetiştirilir, vakti merhunu gelince, hizmet ederler, kopuklukları ve ârızaları tâmir ederler, dünü bugüne bağlarlar, hayalimizdeki İstanbul’u hayata geçirirler.

Dergimizin bu yeni nüshasının kapak konusu edep, adap. Ayetlerde, Peygamber efendimizin hadis-i şeriflerinde, âlimlerin sözlerinde, şiirlerimizde… edep vurgusu her yerde karşımıza çıkıyor. Yunus şöyle tarif ediyor edebi: “Gezdim Haleb’i, Şam’ı, eyledim ilm-i talep / Meğer ilim bir hiç imiş, illâ edep illâ edep”. Medeniyetimizde edep vurgusu niçin bu kadar fazladır?

Fuzulî de “İlm kesbiyle pâye-i rif’at / Arzu-yi muhâl imiş ancak / aşk imiş her ne var alemde / İlm bir kîl-ü kâl imiş ancak” diyor. Dünyada nice medenî ülke, dinen Müslüman olmamalarına rağmen, bizim eski İslâm ve İstanbul ahlâkımız konusunda bizden ileridirler. Mehmed Âkif, Safahat’ın bir yerinde Japonların ahlâkını öve öve bitiremez. İslâm’ın ahlâk kuralları ve hükümleri onun ayrılmaz bir parçası ve boyutudur. İslâm ahlâkının kaynağı Kur’ândır, Sünnettir, Hikmettir. Hâce-i Evvel’i Resulullah’tır (s.a.). Onun ahlâkı Kur’ândı, O, Kur’ân’ın hayata uygulanmış şekliydi. Kur’ândan ve Sünnetten koptukça ahlâk ve faziletten de koptuk. Ahlâk, aksiyon ilmi demektir. Haçlılar, Kudüs’ü aldıkları zaman yetmiş bin Müslüman ve Yahudi’yi vahşice, hunharca, barbarca katletmişlerdi. Salahaddin, o mübarek şehri geri aldığında bir tek Hıristiyan’ın burnu kanamamış, kendilerine, taşıyabilecekleri kadar mallarını alarak selâmet içinde şehri terk etmelerine izin verilmiş, hattâ kocaları esir kadınların ricası üzerine zevceleri serbest bırakılmış, kocaları ölmüş kadınlara da yol harçlığı verilmiştir… O Salahaddin öldüğünde on kadar ülkenin sultanıydı, veziri Şam sokaklarında;

“Ey ahali!.. Bilmiş olunuz ki, şu şu şu diyarların sultanı olan Salahaddin ölmüştür, terekesinden cenaze masraflarına yetecek kadar parası çıkmadığından, bu masrafların bir kısmı yakınları ve dostları tarafından karşılanmıştır” diyen tellallar gezdirmişti. İnsanların keresteleri vardır. Kavak, çam, kestane, meşe, gürgen, ceviz, akaju… En kıymetli tahtaya mâlik olan kişinin bile, kâmil bir üstattan ve mürşitten ahlâk, karakter ve edeb terbiyesi alarak kemal bulması gerekir. Ceviz değil, abanoz ağacı bile olsa, yontulmazsa adam olamaz.

Edep sonradan öğrenilebilir bir şey mi? Aileden belli bir edep, terbiye görmeyen bir insan sonradan öğrenebilir mi bunu?

Edep, öğretilebilen, öğrenilebilen, kazanılabilen bir haslettir. Biyogenetiği edepli kimseler vardır. Sonra, aile yuvasında edep öğretilir. Ebeveyn ve velisi edepli ise… Gerçek İslam okulları edep yuvasıdır. Kötü bir eğitim sistemi, kötü mektepler edebi öğretmez, edepsizliği öğretir.

Eskiden tasavvuf tarikatları, tekkeler, zâviyeler, dergâhlar edep okulları idi. Oralara ham ve nâkıs girenler, kısmet ve nasipleri derecesinde pişerler, kemal bulurlardı. Toplum edepli ise, çocuklar, yeni nesiller edepli olur.
İngiltere mekteplerinde eğitimin iki yüzü vardır: Birinci yüz bilgi ve kültür verir, ikinci yüz edep, ahlâk, karakter terbiyesi… İslam ordusu da bir edep mektebidir. Bir ülkenin hukuk sistemi, yargısı da edeplendirir. Bunun için edepsizlerin, suçluların, başkalarına örnek olacak, korku verecek şekilde tenkit edilmesi gerekir. Ahlâklı olmayan bir öğretmen matematik veya fizik öğretebilir ama ahlâksız bir öğretmen ahlâk öğretemez. Bir çocuğun veya gencin edeplenmesi, yüksek ahlâk ve karakter sahibi olması için cevherinde, mâyesinde istidat ve kabiliyet olması gerekir. Mâyesinde şekavet olanlar, işte onların edepli, ahlâklı, yüksek karakterli, mürüvvetli olmaları çok zordur.

Âdâb-ı muaşeret denilince eski İstanbul kültürü, İstanbul görgüsü akıllara geliyor. Eski İstanbul’da insanlar âdâb-ı muaşeret eğitimini nereden alıyorlardı?

Eski İstanbul’da yeteri miktarda seçkin, elit, ziyalı, kibar insan vardı. Ucu, nice asırların ötesinde kaybolan bir görgü yolunda yürürlerdi. Bendeniz yetiştim, eski kibar insanlar günlük hayatta en çok efendim, estağfirullah ve teşekkür ederim kelimelerini kullanırlardı. Eski kibarlar Mekke demezler Mekke-i Mükerreme, Medine demezler Medine-i Münevvere, Şam demezler Şam-ı Şerif, Kudüs demezler Kuds-i Şerif, Haleb demezler Haleb-i Şahba derlerdi. Onlar Eyüp’e gitmezler, Eyüb Sultan’a giderlerdi. Onların gözünde Beyazıt Camii, Beyazıt Cami-i Şerifi idi. Onlar ben demezler, bendeniz, bu fakir derlerdi. Onların evleri yoktu, fakirhaneleri vardı. Kibar insanlara sizin eviniz demezler,
devlethaneniz derlerdi.

Sultan Abdülhamid hazretleri zamanında az sayıda idadî ve sultanî (lise, kolej) mektebi vardı ama onlardan mezun olanların çok büyük kısmı görgülü, terbiyeli, faziletli olurdu. Bir toplumun kültürü avamîleşirse orada yüksek görgüyü muhafaza etmek mümkün olmaz.

“Eski İstanbul”un kültür, nezaket, kibarlık, edep ve görgüsünden bahsetmenizi istesek… Komşuluk adabı, misafirlik adabı, sofra adabı, alışveriş adabı… Çocukluğunuzun İstanbul’unda olan ve şu anda bulunmayan meziyetlerden bahsedebilir misiniz?

Bendeniz İstanbul’a yatılı mektepte okumak üzere taşradan yedi yaşında bir çocuk olarak geldim. Hanedan bir aileye mensup olmadığım için şehir ve havas terbiye ve ahlâkına sahip değildim. Zamanla bir şeyler öğrendim. Merhum Ord. Prof. Dr. Ali Fuad Başgil çok kibar bir insandı. Evine giderdik, yirmi küsur yaşındaki üniversiteli bir gence bile beyefendi diye hitap ederdi. 1947’de, Galatasaray Lisesi’nin orta kısmında, eski nâzırlardan Raşid Erer bey hocamız tarih anlatırken, birden dersin ortasında sınıfı terk etmek istemiş, biz çocuklar ne oldu hocam, diye sorduğumuzda, son sıradaki bir arkadaşımızın parmaklarını çıtlatmış olmasından çok üzüldüğünü söylemişti. Böylece bir toplulukta parmak çıtlatmanın Osmanlı terbiyesine aykırı bir kabalık olduğunu o tarihte öğrenmiştim.

Üstad Mahir İz, Beylerbeyi’nde yalısı olan Münevver Ayaşlı hanımefendi, tarihçi İsmail Hami Danişmend, bir fazilet abidesi olan Nurettin Topçu hoca ve daha niceleri, İstanbul âdâb ve görgüsünün heyâkil-i mücessimeleri idiler. Gerçek İstanbullular komşularının kurdu değil, meleği idiler. Arada bir pişirilen yemek ve tatlılardan tadımlık miktarda da olsa, komşulara ikram edilirdi. Bundan yüz küsur sene önce, Beylerbeyi’ne yanaşan şirket-i Hayriye vapurlarının kaptanları, gemiye binecek yolculara çabuk olun, acele edin düdükleri çalarmış. Çünkü o semtin kibar ve nazik insanları, iskele kapısından çıkarken, birbirlerine aman efendim siz önce buyurunuz, teeddüp ederim, zat-ı âliniz önce geçiniz derken vapuru geciktirirlermiş. Bugün Japonya’da, bin küsur seneden beri devam eden bir Japon yer sofrası adabı ve muaşereti vardır. Yine bir Japon çay seremonisi vardır. Bizde eski edepler, terbiyeler, görgüler, nezaketler, kibarlıklar tarihe karıştı. Cumhuriyetin ilk yıllarında yayınlanmış bir karikatür mecmuasında şöyle bir karikatür görmüştüm:

Bir mahkeme salonu… Kürsüde oturan hâkim, sanık mevkiindeki edepsiz ve şımarık tavırlı küçük çocuğa soruyor: Babanı bir kurşunda yere sermişsin, öyle mi?.. Terbiyesiz çocuk şu cevabı veriyor: Evet, mâziye ait her şeyi devireceğiz…

Osmanlı’nın son dönemlerinde İstanbul’a ilk defa gelen misafirlere kentin adap ve erkanının anlatıldığı adab-ı muaşeret rehber kitapları verilir, İstanbul kültürünü öğrenmesi istenirmiş. Günümüzde ise İstanbul’a gelen, yaşadığı yerin kültürünü de getiriyor. Artık her semtin ayrı bir kültürü ya da kültürsüzlüğü, karmaşası var. Günümüzde geldiğimiz bu noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Günümüzde İstanbul kültürü, terbiyesi, adabı, görgüsü hemen hemen kalmamıştır. Belki istisnalar vardır, istisnalar da kuralı bozmaz. Bugünkü İstanbul büyük sahrasında gerçek İstanbul kültürü nadir ve küçük vahalardır. Doğu ve Güneydoğu bölgelerimiz kasıtlı, planlı ve programlı bir şekilde boşaltılıyor; İstanbul’a milyonlarca insan getiriliyor.
Maalesef onların çoğu bulundukları yerlerin kültürünü, edebini, erkânını, ahlâkını ve faziletini taşıyamıyor.

Edebiyatı ve hamaseti bırakalım, şu İstanbul’a bakalım. Tramvaya veya metrobüse bakalım. 18 yaşında taş gibi genç koltukta oturuyor, yanında yetmiş seksen yaşındaki ihtiyar ayakta sallanarak yolculuk ediyor. Demek ki terbiye bitmiş, edep elden gitmiş. Trafik lambalarına “yeşil ışık yanınca hemen korna çalmayınız” levhaları kondu. Görgünün, terbiyenin, efendiliğin bittiğinin ayrı bir delilidir bu. Hiç aklı başında, görgülü ve terbiyeli bir İstanbullu yeşil ışık yanar yanmaz bir saniye, bir salise beklemeden korna çalar mı? Şehre taşradan terbiyeli olarak gelenler de, genellikle kısa bir müddet sonra terbiyelerini yitiriyorlar.

İstanbul’un kültürel anlamda en büyük eksikliklerinden bir tanesi de İstanbul’a yakışır büyüklükte bir kütüphanesinin olmaması. Bunu daha önce de çok defa dile getirdiğinizi biliyoruz. Bununla ilgili nasıl bir çalışma yapılabilir?

Mısırlılar pek yakın bir mâzide İskenderiye’ye dünya çapında bir kütüphane yaptırdılar. Projesini Norveçli bir mimar çizdi. Açılışına krallar, kraliçeler, cumhurbaşkanları geldi. Sekiz milyon kitap ve doküman ihtiva eden büyük ve değerli bir kütüphane. İstanbul’umuzun resmi nüfusu on beş, gerçek nüfusu yirmi beş milyondur.

İki büyük dünya imparatorluğuna başkentlik yapmış bu şehre en az (tekrar ediyorum en az) on beş milyon kitaplık, belgelik bir kütüphane yapılması gerekmez mi? Lâkin bizde böyle bir proje, niyet, irade yok.

Havaalanları, boğaza köprüler, İzmit
Körfezi’ne köprü, barajlar, gökdelenler, yedi yıldızlı oteller, otoyollar, dehşetli stadyumlar yapıyoruz ama kütüphane yapamıyoruz. Bilseniz ne acınacak durumdayız… Faydalı, lüzumlu, zaruri bir şeyin yapılabilmesi için önce bilmek, sonra niyet etmek, istemek ve bunları kuvveden fiile geçirecek irade lazımdır. Türkiye, İstanbul’a böyle bir kütüphane yapacak maddî imkâna sahiptir ama niyet ve irade yoktur. Ankara’da büyük bir kütüphanemizin depoları, bodrumları, alttaki koridorları henüz kayda geçmemiş yüzbinlerce kitap, belge ile doluymuş. Bunların bir kısmı kurtlanmış, küflenmiş…

İstanbul’daki büyük kütüphaneye öncelikle İstanbul, Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili bütün ciddi kitaplar bulunup alınmalıdır. Son on sene içinde Türk asıllı dünya şeker ticaretinin kralı sayılan bir zâtın Türkiye ve İstanbul’la ilgili antika kitapları Londra’da müzayedede satıldı ve Türkiye bu satışla ilgilenmedi bile. Lütfen bu konuda beni daha fazla konuşturmamanızı istirham ediyorum.

İstanbul’a 1939’da, yedi yaşında yatılı mektepte okumak üzere geldiniz. 75 yıllık bir İstanbullu olarak İstanbul sizin için ne ifade ediyor?

İstanbul’un ismi kaldı, camiler ve tarihî binalar dışında kendisi yok artık. Medenî Avrupa ülkelerinde beş yüz senelik evler, binalar görebilirsiniz ama İstanbul’da bir tek, tepe pencereli Türk evi kalmamıştır. Çocukluğumdan bu yana kaç nesil geldi geçti… Mahalleler, semtler, binalar değişti… Kırklı yıllarda üç dört adet yandan çarklı gemi vardı. Onlar bile hurdaya gitti. İsviçre göllerinde, Ren ve Tuna nehirlerinde, Norveç fiyortlarında yandan çarklı nostaljik gemiler bulabilirsiniz ama Türkiye’de bulamazsınız.

Yatılı ilkokulda okurken -şimdi iyi hatırlamıyorum- sanırım müzik hocamız Zeki Bey, 1922’de işgal kuvvetlerinin Dolmabahçe Sarayı ile cami arasında yapılan bir törenle şehri nasıl terk ettiklerini anlatmıştı. Lise birde tarih hocamız Enver Tekand Bey “Çocuklar, ben ilk büyük millet meclisinde Aydın mebusu iken bazen maaşlarımızı çil çil Rus altınlarıyla alırdık” demişti. O, yaşayan bir tarihti.

Çocukluğumun, gençliğimin İstanbul’u icâzetli ulemâ, fukaha, meşâyıh, dersiâmlar, eski zaman ricâli ile doluydu. Teyzem merhume Hamdûne Hanım, genç bir kızken Beyazıt’taki evlerinden Kasımpaşa’daki mektebe çift peçe takarak gidermiş. Eski İstanbul’da kaç padişah görmüş, yaşlılara rastlamıştır.

Onlar, başka bir dünyaya gittiler. Eski Osmanlı binaları, evleri yıkıldı; yerlerine beton ucubeler yapıldı. İstanbul’un adı İstanbul ama nerede o İstanbul… İstanbul beyefendileri, İstanbul hanımefendileri, İstanbul hocaları, İstanbul üstâdları… İstanbul, benim için ruhunu, kişiliğini, İstanbul’u İstanbul yapan nice hasletlerini, meziyetlerini, hususiyetlerini yitirmiş bir şehirdir.

Millî yazımız olan Osmanlı Türkçesine hayli ehemmiyet verdiğinizi biliyoruz. Son yıllarda birçok belediye, vakıf himayesinde Osmanlı Türkçesi kursları açılıyor; ancak derslere katılımın oldukça düşük olduğunu biliyoruz. Acaba gençlerimize bunun önemini yeterince anlatamıyor muyuz?

1950’lerde, 60’larda Milli Eğitim Bakanlığı yurt çapında bedava Osmanlıca kursları açmış olsaydı, milyonlarca genç ve vatandaş bunlara kaydolup bin yıllık yazımızı öğrenirdi. Bugün öyle bir kopukluk görüyoruz ki, 76 milyonluk Türkiye’de ancak 100 bin kişi bu kurslara ilgi gösteriyor. İlgi mi dersiniz, ilgisizlik mi dersiniz bu gaflet ve ihmal pek büyük bir kültür faciasıdır. Japonya, öğrenilmesi, öğretilmesi çok zor olan çetrefilli yazısını değiştirip Latin harflerine geçmiş olsaydı bugünkü Japonya olabilir miydi? Yazı kopukluğu, Japonya’yı uzak doğunun Türkiye’si hâline getirirdi. Halkımıza, gençliğimize bunu anlatamıyoruz. Son yirmi yıl içinde olmuş bir hâdiseyi anlatmak istiyorum.

Galatasaray Lisesi öğrencilerinden bir genç merhum Üstâd Ziyâd Ebuzziya Bey’i arada bir ziyaret ediyormuş. Edebiyat mı tarih mi hocalarından biri o öğrenciye bir gün beni de Üstâd’a götür demiş. Öğrenci, izin almak için Ziyâd Bey’e söylediğinde Üstâd “Osmanlıca biliyorsa gelsin, yoksa gelmesin” demiş. Düşünebiliyor musunuz edebiyat ve tarih hocası ancak doğru dürüst Osmanlıca bilmiyor. İngiltere’de Shakespeare’i okuyamayan bir edebiyatçı ya da tarihçi düşünebilir misiniz? Bendeniz Osmanlıca bilmeyen bir Türkiyeliyi hele bir Müslümanı kesinlikle okuryazar kabul etmem; latince okuryazar olarak kabul ederim.

Müslüman, millî kültüre ve kimliğe bağlı üniversiteli bir gençte Osmanlıca öğrenme niyeti ve iradesi yoksa doğrusu hem üzülmeli hem de hayıflanmalıdır. Bu satırları okuyan gençlerimize ân kaybetmeden Osmanlıca kurslarına yazılmalarını nâçizâne tavsiye ederim.

Kendinizi siyasi manada değil, ki buna ehliyetiniz olmadığını söylüyorsunuz; dini, sosyal ve kültürel manada muhalif olarak tanımlıyor ve muhalif olmayı aydın olmanın şartı olduğunu söylüyorsunuz. Tanımladığınız bu muhaliflik nerede başlıyor ve kime karşı yapılıyor?

Bir toplumda, bir düzen veya sistemde bozukluklar, aksaklıklar, kötülükler var ve bu ortam içindeki bir kimse bunlara muhalif değil. Böyle bir insan aydın değil karanlık bir insandır. Aydın olmanın on kadar temel şartı vardır. Bunlardan biri de, siyasî manada değil, kültürel ve sosyal platformda muhalif olmak, muhalefet sergilemektir. Bizde aydın olmanın manasını, aydın kişinin özelliklerini bilen çok az kişi bulunuyor. Halk, üniversite mezunu herkesi bol keseden aydın yapıyor. İşletme okumuş, üstüne yüksek lisans yapmış; oluyor aydın. Yahu aydınlık bu kadar kolay ve ucuz mu? Aydın olmanın şartlarından biri okuryazar olmaktır.
Sen ülkenin, halkın, devletin bin yıl kullanmış olduğu yazının, alfabenin cahili ol ve sonra aydınlık tasla. Olacak şey değil!.. Mantık bilmeden aydın olunmaz. Gerçek tarihi, tarih felsefesini bilmeden de olunmaz. “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.” buyrulmuş. Aydın kişi imkân varsa lisânen, imkân yoksa kalben bütün haksızlıklara, kötülüklere, çarpıklıklara muhalif olmak zorundadır. Muhalif olup olmamak tercihine sahip değildir. Mutlaka muhalif olacaktır. Siyasi muhalefet kolaydır, fazla derinliği ve kıymeti yoktur. Bendeniz bir aydın olarak değil, okuryazar bir Türkiyeli olarak sosyal ve kültürel sahada muhalifim. Bunu bir vazife bilirim.

Faziletli ve yüksek bir insan olmamakla birlikte yağcılık, yalakalık, meddahlık, dalkavukluk yapmayı da hiç uygun bulmam. Bahsettiğim muhalefet, söylemeye hâcet yok ki; yıkıcı olmamalı, yapıcı olmalıdır. Siyasete gelince, siyaset kültürüne az çok sahibim ama meşrebim siyaset yapmaya müsait değildir.

Bir yazınızda İstanbul’a yüksekten bakmak gerektiğinden bahsediyorsunuz ve bunu Beyazıt’taki kule ile somutlaştırıyorsunuz. İstanbul’u anlamak için illâ bir ‘tepe’den mi bakmalıyız ona? Beyazıt Kulesi’ne çıktığımızda İstanbul bize ne gösterecek?

Evet, İstanbul’a tarihin, kültürün, sanatın, mimarlığın, şehirciliğin, estetiğin yüksek kulelerinin tepesinden bakmak gerekir, aksi takdirde şehrin hâlini görmeniz mümkün olamaz. İngiltere veliahtı Prens Charles, İstanbul’a son gelişinde şehrin betonlaşmış hâline hayli kızmış ve üzülmüş, acı sözler söylemişti. Çünkü o, İstanbul’u yükseklerden seyredebilecek bir kültüre sahipti. İstanbul’un bugünkü hâlini görüp de üzülmeyen, dertlenmeyen, teessüf etmeyen bir kimseye doğrusu taaccüp ederim. Kültür, sanat, edebiyat, tarih, mimarlık, dekorasyon, giyim kuşam, tesettür, serpuş gibi konulara hep yüksekten bakmak gerekir.

Sürekli söylediğiniz bir şey var: “Her Müslümanın evinde maddî ve mâlî durumu müsaitse orijinal, değilse matbaa baskısı bir Hilye-i Şerif levhası bulunmalıdır.” Eve Hilye-i Şerif asmak bize ne katar?

Hilye levhası bir semboldür, bir bayraktır, bir paroladır. Hilye-i şerif, Resulullah efendimizin hât ve tezhiple yapılmış bir portresidir. Dinî tarafı vardır, sanat ve kültür tarafı vardır, güzellik tarafı vardır. Yeni ve sofistike bir cep telefonuna 3 bin lira veriyor, aynı parayı verip evine veya bürosuna bir hilye levhası asmıyor. Doğrusu bu büyük bir dengesizliktir.

Bundan otuz sene önce salonuma çerçevesi altın varaklı bir hüsn-i hât levhası asmıştım. Ziyaretime gelen biri görür görmez, “Ağabey ne kadar güzel bu levha, çerçevesi altın mı?” diye bağırmıştı. İnsanlar, analarının rahminden okumuş, medenî, kültürlü olarak doğmaz. Medeniyet, kültür, fazilet; eğitimle, tahsille, öğreterek ve öğrenerek kazanılır. yirmi otuz yaşında bir insan hilye levhasının önemini o yaşta bilemez, belki aradan yirmi sene daha geçtikten sonra anlar. Vakit geçince de iş işten geçmiş olur. Keşke tecrübesiz, birikimsiz insanlar nasihatleri ve tavsiyeleri önemini idrak etmeden kabul etseler.

Eski İstanbul demişken dil estetiğinden de bahsetmeden geçmek olmaz. Ziya Gökalp Türk dilinin yazımını “İstanbul halkının ve özellikle hanımlarının konuştukları gibi yazmak” şeklinde tanımlar. İstanbul halkının, İstanbul hanımlarının konuşmalarında öne çıkan unsurlar nelerdi?

Kadınlar sınıflara, türlere ayrılır. Eskiden, padişahların kızları, sultanlar varmış. Sonra hanımefendiler, hanımlar…

Hüseyin Rahmi’nin romanlarındaki mahalle karıları… Yakın tarihimizdeki bayanlar… Vücutlarını teşhir eden dişiler… Sultan Abdülhamid ve meşrutiyet zamanında bir Şaire Nigar Hanım varmış. Çok beğenilen bazı şiirleri vardır.
“Feryâd ki feryâdıma imdâd edecek yok / Efsûs ki gamdan beni âzâd edecek” mısralarıyla başlayan şehnaz makamında Tamburî Cemil Bey tarafından bestelenmiştir. İnternette bulup dinlemenizi tavsiye ediyorum. (Okuyan: Bekir Sıtkı Sezgin) Bugün şu 25 milyonluk İstanbul’da Nigar Hanım gibi kaç hanımefendi kaldı acaba? Elbette vardır… Nerelere gizlendiler? Bayanların Türkçesi o eski hanımefendilerin füsunkâr Türkçesinin yerini tutabilir mi?

Yanınıza gelen gençlere ilmihal soruları soruyorsunuz. Mesela genelde Allah’ın sıfatlarını soruyorsunuz. Maalesef bunlara da istediğiniz cevapları alamadığınızı söylüyorsunuz. Bir kültürel gelenek olarak eskiden akşamın belli vakitlerinde ilmihal yahut siyer-i nebi dersleri yapılırmış. Bu kültürden bahsedebilir misiniz biraz?

Eski Osmanlı sıbyân mekteplerinde, rüştiyelerde, idâdî ve sultanîlerde hergün sabahleyin bir saat Kur’ân ve din dersi verilirmiş. Çocuklara ve gençlere ilmihal, mebâdi-i ulûm-i dinîyye öğretilirmiş. Galatasaray Sultanîsi’nde ulemâdan meşhur Hacı Zihni Efendi din dersi okuturmuş. O derslerde öğrencilere Allah’ın 14 sıfatı ezberlettirilirmiş. Şimdi ne böyle bir din eğitimi kaldı ne de icâzetli âlim ve fakih din öğretmenleri… Müslüman gençlerin en temel ilmihâl bilgilerine sahip olmaması gerçekten üzücü bir noksanlıktır.

Keşke yurt çapında bir imihâl öğretme ve öğrenme seferberliği başlatılsa; Allah’ın sıfatları, peygamberlerin sıfatları, Peygamberimizin özellikleri, İslâm ahlâkının temelleri, İslâm’ın iki kere iki eder dört değerleri herkese güzelce öğretilse, ezberletilse.

Kaynak: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi 

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Ali Erkan KAVAKLI: “Cehaletle varılacak bir yer yoktur” (Mülâkat)

ALİ ERKAN KAVAKLI: BİLGİ İNSANA YOL GÖSTERİR!  Herkesin hayalidir; hem eğitim hayatında, hem iş hayatında …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Müşriklerin Hz. Peygamber’den Mucize Talepleri ve Genel Olarak İrhasata Yaklaşımlar

Prof. Dr. İlyas ÇELEBİ MÜŞRİKLERİN HZ. PEYGAMBERDEN MUCİZE TALEPLERİ VE GENEL OLARAK İRHASATA YAKLAŞIM 1. …

Kapat